15 Temmuz 2005
<B>YAZDIĞIM </B>konuların ikisi okurların tahminlerimin ötesinde olumsuz tepkisini çekiyor. Konulardan biri <B>bankacılık</B>, diğeri <B>enflasyonun düşüyor olması</B>. Her iki konuda da okurlar aldatıldıklarını ve yanıltıldıklarını düşünüyor. Bu konulardaki <B>doğruları duymak</B> <B>ya da okumak</B> istemiyorlar. Kişilerin gördüklerine inanmaması ya da kendine söylenenlere değer vermemesi kendi bilecekleri iştir. Ama, toplum olarak geçmişten gelen önyargılarla her zaman aldatıldığımızı ya da yanıltıldığımızı düşünüyorsak, konu, sosyolojik, psikolojik ve iktisadi açıdan çok önemli olmaktadır.
MALİYET YÜKSEK
Küçük yaşlarda arkadaşlarımızın havada bir şeyler dolaşıyor diye yukarı bakmalarını isteyip suratlarına tokat atardık. Ondan sonra hiç kimse birbirinin söylediklerini yapamaz hale gelirdi. Birbirimize hiçbir şey gösteremez olurduk. Çünkü, tokadın nereden geleceği belli olmazdı. Yani, itibarımızı yitirirdik.
Galiba, toplumlarda böyle oluyorlar. Yıllar boyunca enflasyonu indireceğim diye iktidara gelen hükümetler enflasyonu indirmeyi bırakın, daha da artırınca, toplum enflasyonu indireceğim diyenlere nasıl inansın? Enflasyon indiğinde, doğal olarak, ‘bir hile vardır’ anlayışı hakim olmaktadır.
Yanı başımızda bir nükleer kaza olduktan yıllar sonra Karadeniz Bölgesi’nde kanserden ölen binlerce çocuğun ailesi ve tüm toplum ‘bize bir şey olmaz’ anlayışıyla olayı hafife alan bir kamu idaresine nasıl güvensin?
İktisadi karışıklıklar döneminde ‘dövize değenin eli yanar’ diye milleti yanlış yönlendirip ardından yüklüce devalüasyon yapan siyasi iradeye halkın güvenebilmesi mümkün müdür?
Siyasi irade ya da kamu idaresi de bilinçli bir biçimde kamuoyunu aldatmaya ya da yanıltmaya çalışmıyor. Onlar da, zor dönemlerde panik çıkmasın, halk yatışsın diye kendilerinin de inanmadıkları şeyler söylüyorlar. Böyle yapmalarının nedeni bilinçli bir kurnazlık değil, ‘açıklık’ ve ‘paylaşma’ diye toplumumuzda bir bilincin oluşmamasıdır.
Gizleyerek ya da hedef şaşırtarak sorunların kendiliğinden kaybolacağına yönelik sarsılmaz bir inancımız var. Halbuki, içinde yaşadığımız çağda eski yaklaşımlar artık çalışmıyor. Çalışmadığı için de, ‘dün beni atlatanlar ve yanıltanlar mutlaka şimdi de beni aldatıp yanıltıyorlardır’ diye toplumda yaygın bir inanış oluşmaktadır.
Böyle olunca, enflasyon indiği halde, enflasyon rakamlarıyla oynandığı düşünülüyor. Ekonomik büyüme son üç yıldır rekorlar kırdığı halde, devletin rakamları şişirdiğine inanılıyor. Tüm bankaların ve banka sahiplerinin soyguncu olduğu sonucuna varılıyor. Böyle olmadığını söyleyenler işbirlikçi oluyor. Mağduriyet, ayrımcılıkla çözülmeye çalışılıyor. Yüklü bir toplumsal maliyet ödeniyor.
İSTEDİĞİNİ DUYMAK
Kısacası, toplumun güvenmesi gereken tüm kurum ve kuruluşlar korkunç bir itibar kaybına uğruyorlar. Neredeyse, toplum inandıklarının doğru olmadığını iddia edenleri işbirlikçi olmakla suçlayacak noktaya dahi gelebiliyor. Akıl almaz komplo teorileri üretiliyor. Toplum, kendinin aldatıldığını ve yanıltıldığını söyleyenlere itibar ediyor. Rahatlıyor. Mantığın yerini hissiyat alıyor.
Bu noktaya gelmiş bir toplumda kamu idaresinin etkin olması elbette mümkün olamaz. Daha da vahimi, itibarını kaybetmiş bir kamu idaresinin tasarrufları toplum için çok daha maliyetli olabilmektedir.
Tatil nedeniyle yazılarıma bir süre ara veriyorum.
Yazının Devamını Oku 14 Temmuz 2005
<B>BANKACILIK Düzenleme ve Denetleme Kurumu </B>(BDDK) siyasi otoriteden bağımsız olarak <B>bankacılığın denetlenmesinden ve gözetlenmesinden</B> sorumlu bir devlet kurumu olarak kuruldu. Böyle bir kurumun kurulması <B>sağlam bir bankacılık sistemini oluşturmak</B> ve <B>sistemi kollamak</B> için önemli bir adımdı. Mali bağımsızlığı olmayan hiçbir kurum ya da kuruluş idari açıdan bağımsız olamaz. Maalesef, siyasi otoriteden bağımsız olmasını hazmedemediğimizden, BDDK’yı mali açıdan bağımlı kılarak doğru bir girişimi bozmaya çalışıyoruz.
MALİ BAĞIMSIZLIK
BDDK’nın gelirleri, bankalardan, bankaların bilanço büyüklüğüne göre alınan harçlardan oluşur. Yani, BDDK’nın gelirleri vergi yasaları çerçevesinde toplanan vergi gelirleri değildir. Banka lisansı olan şirketlerin kár-zararından çıkan bir meblağdır. BDDK, harcama planlarına göre, bankalardan alacağı harcı belli bir oran içinde artırabilir ya da azaltabilir.
Kısacası, BDDK’nın gelirleri yasayla tespit edilmiştir, ama siyasi karar mekanizmasının dışında tutulmuştur. Buna karşılık, BDDK’nın giderleri siyasi otoritenin onayına ve denetimine tabidir. Yani, BDDK’nın kendi bütçesini bağımsızca yapma ve uygulama özgürlüğü yoktur. Kamu kesiminde tasarruf tedbirleri adı altında bazı harcamaların kısılması gündeme geldiğinde, çoğu zaman bu kararlara BDDK da uymak zorundadır.
Halbuki, gelirlerini bankalardan elde eden bir kurumun nereye ne kadar para harcaması gerektiğinin belirleyicisi siyasi otorite olmamalıdır. Harcama konusunda hesap sorulacaksa, bu hesabı bankalardan başka soracak bir merci olmamalıdır. İşin içine siyasi otorite girince, mali bağımsızlıkla beraber idari bağımsızlık da elden gitmektedir.
BDDK’nın bağımsızlığına tecavüz bununla da kalmamaktadır. BDDK’da çalışanların ücretlerinin tespiti de siyasi otoritenin kararına bırakılmaktadır. Ücret düzeyi göreli olarak yüksek ve değişken olan bir sektörün denetimi ve gözetimi siyasi otoritenin kendi bütçe olanaklarına göre belirlediği ücret düzeyi ile sınırlandırılmaktadır. Beş lira maaş alanları bir lira maaş alanlarla düzenleyip denetlemek çeşitli sakıncalar yaratmaktadır. Her şeyden önce, bankacılığı gözetleme ve denetleme düzeyinde bilenler bir liraya BDDK’da değil, beş liraya bankalarda çalışmayı tercih edeceklerdir.
BDDK’nın gücü insan gücünden gelecektir. Kaliteli personel çalıştıramayan bir BDDK’nın etkin olması beklenemez. BDDK’ya herhangi bir bakanlık muamelesi yapmak BDDK’dan umulan işlevin yerine getirilmemesini istemekten farklı bir şey değildir.
DOLAYLI VERGİLENDİRME
Konu burada da bitmemektedir. Çeşitli nedenlerle BDDK bütçesi fazla verdiğinde, fazla devlet bütçesine aktarılmaktadır. Halbuki, BDDK bütçesinde bir tasarruf yapmışsa, yapılan tasarruf bir sonraki sene bankalardan daha az harç alınarak kullanılmalıdır. Çünkü, söz konusu para bankaların parasıdır. Bu yolla, bankacılık sektörü vergi yasalarının dışında, dolaylı olarak vergilendirilmiş olmaktadır.
Uygulama, başka bir yasa hükme gereğince hukuki de olsa, evrensel vergi hukuku ilkelerine aykırıdır. Aynı uygulama yalnızca BDDK için değil, gelirlerini sektör kuruluşlarından alan diğer bağımsız denetleme otoriteleri için de geçerlidir. Nedense, ilgili sektörlerden bu uygulama konusunda kamuoyunda hiç ses duyulmamaktadır.
Bu anlayışla bağımsız sandığımız denetleme ve gözetleme otoritelerinin kendilerinden beklenen işlevleri görmesi çok zordur. Bağımsız kurumların idarecileri kaçınılmaz olarak siyasi otoritenin kucağına itilmektedir.
Yazının Devamını Oku 13 Temmuz 2005
‘AKSİ ispat edilemediği sürece insanlar suçsuzdur’ ilkesi evrensel hukuk kurallarından biridir. ‘Bir insanın suçlu olduğunun ispatı iddia makamının sorumluluğudur.’ Bu da evrensel hukuk kurallarından biridir.Bankacılık Yasası bilinen birçok evrensel hukuk kuralını görmezden gelerek banka ve bankacı avını düzenleyen bir yasa haline gelmiştir. Yasa, banka ve bankacıları potansiyel suçlu olarak görmektedir. ‘Zaten hepsi hırsızdır’ anlayışıyla yasa yoluyla hırsızların hırsızlık yapması önlenmeye çalışılmaktadır. Çelişki burada başlamaktadır.Yasaya göre, bir bankacı suçlandığında, suçsuzluğunu kendi ispatlamak zorundadır. Suçlayan suçladığı ile kalacak! Yani, otorite arzu ettiğini asacak, arzu ettiğini affedecek.Bu yasa ile Türkiye ekonomisi fazla yaşayamaz. Yaşarsa, bir gün bu yasayı uygulayacak bankacı bulamaz. Dolayısıyla, bizler daha çok bankacılık yasası görürüz.İKİ YASABankalar, yasa gereği, anonim şirket olarak kurulurlar. Türk Ticaret Kanunu hükümlerine göre idare edilirler. Yılda bir kez olağan genel kurulları yapılır. Bilanço ve kar-zarar rakamlarının onaylanıp onaylanmadığına genel kurul karar verir. Bankaların olağan ve olağanüstü genel kurullarına arzu edildiği taktirde hükümet komiserinden farklı olarak bankacılığın denetim ve gözetiminden sorumlu kurum (BDDK) da temsilci gönderebilir.Duruma göre, Bankacılık Yasası, geçmiş beş yıla yönelik genel kurul kararların iptal edilebilmesine olanak tanıyor. O halde, genel kurul yapmaya ne gerek var? Bankaların bütün rakamları zaten BDDK’nın elinde. BDDK istediğini kabul etsin, istemediğini kabul etmesin. Genel kurulların her yıl toplanması Türk Ticaret Kanunu’ndan gelen bir şekil şartı mı?Anonim şirketlerde pay sahipleri koydukları sermayeleri kadar sorumludurlar. Bankalarda ise, bankanın pay sahipleri, yönetim kurulu üyeleri, üst idarecileri ve bunların tüm sülaleleri tüm mal varlıklarıyla sorumludurlar. Sorumlulukları yirmi yıl geriye gidebilmektedir. Yani, anonim şirketin tanımı değiştirilmektedir.Belki, bankaların Türk Ticaret Kanunu hükümlerine uyması zorunluluğu kaldırılarak BDDK’nın elinin daha da rahatlaması sağlanabilir. Çünkü, Türk Ticaret Kanunu hükümleri müdebbir tüccarların işlemlerini düzenler. Halbuki, Bankacılık Yasası hükümleri potansiyel hırsızların işlemlerini düzenlemeyi hedeflemektedir. Doğal olarak, bu iki yasa birbiriyle çelişmektedir. Gereksiz çelişkiler yaratılmaktadır.ULUSLARARASI İLİŞKİLERSonuç olarak, bu yasa çerçevesinde Türkiye’de banka sahibi bulmak da, işini iyi yapacak bankacı bulmak da zorlaşacaktır. Zaten bu süreç başlamıştır. Banka sahipleri bankalarını satacak yabancı aramaktan başları dönmüş durumdadır. Yarın, yabancı sermayenin eline geçmiş bankalarımızın yöneyim kurullarında oturan Joe’ya, Michael’a, Susan’a Bankacılık Yasası’nın hükümlerini uygulayabilecek miyiz? Uygulamaya kalkarsak, uluslararası düzeyde sorunlar yaratmayacak mıyız? Yoksa, onlar yabancıdır, hırsız olamazlar diye yabancı sermayeli bankaların yabancı uyruklu yöneticilerine bir başka gözle mi bakacağız?Bankacılık sektörünün hukuk içinde kendinden beklenen ekonomik yararları sağlanması bekleniyorsa, ilk önce bankaların işleyişlerini düzenleyen yasanın evrensel hukuk ilkeleriyle barışık olması gerekir. Tepki yasalarıyla ne bankacılık sektörü bir yere gidebilir ne de ekonomi!
button
Yazının Devamını Oku 12 Temmuz 2005
<B>MERKEZ Bankası</B>’nın <B>Para Kurulu </B>bu yıl ilk kez kısa vadeli faizleri düşürmedi. Bundan önce yapılan her aylık toplantıda kısa vadeli faizlerin düşürülmesi kararı çıkmıştı. Faizleri değiştirmeme kararı Merkez Bankası’nın ekonomiye yönelik görüşlerinin değiştiği anlamına alınmamalıdır. Karar, siyasi otoriteye yönelik bir uyarıdır.
IMF ile yapılan üç yıllık yeni bir programın daha ilk aşamasında söz verilen yapısal reformların tamamlanamaması, nedenleri ne olursa olsun, ileriye dönük olumlu bir işaret değildir.
İşleri hızlandırmak ve program içinde kalmak için siyasi otoritenin üzerine baskı kurmak gerekmektedir. Bu anlamda, para politikası da baskı araçlarından biridir. Halbuki, alışılmış biçimde, şimdiye kadar siyasi otorite para politikasının üzerine baskı kurmaktaydı.
OLUMLU VE OLUMSUZ
Cuma günkü yazımda vurguladığım gibi, enflasyon eğilimleri hedef doğrultusunda, hatta hedefin biraz da altında seyretmektedir. Döviz kurları düşme eğilimindedir. En azından, döviz kurları üzerinde kaygı verici bir baskı yoktur. Sonuçları henüz belli olmasa da, özelleştirme konusunda ciddi adımlar atılmaktadır. Yani, kamunun borç stokunun inmesi yolunda çabalar yoğunlaşmıştır.
Ekonomik büyüme, yıl sonu tahmininin üzerinde de olsa, yavaşlama sinyalleri vermektedir. Gerek yurtiçinde gerekse yurt dışında beklentiler olumludur. O halde, kısa vadeli faizlerin indirilmesi için yeterli sayılabilecek nedenler mevcuttu.
Cari işlemler açığındaki artış dikkat edilmesi gereken bir gelişmedir. Yurt dışında havanın değişmesiyle, cari işlemler dengesi ekonomik istikrar açısından ‘risk’ olmaktan çıkıp ‘tehdit’ olma eğilimine girebilir.
Avrupa Birliği ile, onlardan kaynaklanan nedenlerle, ilişkilerde yakınlaşmanın duraklaması ekonomik açıdan yurt dışındaki olumlu havayı değiştirmesi olasılığı dikkatle izlenmesi gereken bir olgudur.
Petrol fiyatlarının geldiği nokta ve yeniden gündeme gelen terör yurt dışı piyasaları kırılgan yapan diğer etkenlerdir. Amerika’da faizlerin artıyor olması, Avrupa’da para politikasının hangi yönde gelişeceği konusundaki belirsizlikler de dış piyasaları huzursuz yapmaktadır. En azından, orta dönemde, bu çeşit gelişmeler Türkiye ekonomisindeki istikrarı da etkileyebilecek nitelikte olabileceklerdir.
ÇAPA
Kısacası, ufkun bir tarafında hava açık ve berrakken, ufkun diğer tarafı bulutlanmaya başlamıştır. Bu aşamada, siyasi otoritenin ekonomik program kapsamında IMF’ye söz verdiği yapısal reformları savsaklıyormuş gibi bir görüntü vermesi ‘acaba’ sorusunu daha ciddi olarak alınmasına neden olmuştur.
Unutmayalım ki, IMF, Türkiye ekonomisinin geleceğine yönelik beklentiler açısından bir ‘çapa’ rolünü görmektedir. İçeriğini tam olarak bilmeseler de, IMF’nin Türkiye’ye yönelik tavırları dış piyasaların Türkiye ekonomisine bakış açılarını belirleyen en büyük etkendir. Giderek, ‘çapa’ rolünü para politikası üstlenecektir.
Bir şekilde, IMF’nin şart koştuğu sosyal güvenlik yasası sonbahar aylarında Meclis’ten geçecektir. Bu, sonbahar aylarına kadar Merkez Bankası’nın kısa vadeli faizleri indirmeyeceği anlamına gelmez. Aksine, faiz indirim kararına etken olan unsurlarda olumlu gelişme devam ettiği taktirde, faiz indirimleri devam edebilir. Hatta, beklenenin üzerinde faiz indirimleri dahi gözleyebiliriz.
Uyarı yapılmıştır. Anlayana, her gün uyarı yapmanın bir anlamı yoktur. Sorun, yapılan uyarıdan gerekli sonuçların çıkarılmadığı zaman yaşanacaktır.
Yazının Devamını Oku 11 Temmuz 2005
<B>NORMAL </B>şartlarda, hane halkı, yani <B>bireyler hem borçludur hem de tasarrufçudur</B>. Mali servetlerinin bir bölümünü <B>bonoya</B> ya da <B>hisse senetlerine</B> yatırırken, bir bölümünü de <B>bankalarda </B>tutarlar. Buna karşılık, ev ve araba almak için borçlanırlar. Kredi kartlarına borçları vardır.
Böyle bir toplumda, faizlerin inmesi yönünde de, çıkması yönünde de aşağı yukarı birbirine eşit baskılar söz konusudur. Bizde durum farklıdır. Son dönemde hızlı bir artış eğilimine girmiş olsa da, hane halkının Türkiye’de doğru dürüst borcu yoktur. Hane halkı bizde tasarrufçudur. Dolayısıyla, toplumun büyük bir bölümü faizlerin düşmesine üzülür.
RİSK TERCİHİ
Faizlerin son üç yıldır düşme eğilimine girmiş olması tasarrufçuları tedirgin etti. Aynı dönemde dövize yatırımın da bir geliri olmaması, hatta getirinin negatif olması tasarrufçuların kafasını daha da karıştırdı. Artık, eskisi gibi, duruma göre, dövizden TL’ye ya da TL’den dövize geçmenin bir anlamı kalmadı. Alışılmış duruma göre, ikisinden de artık hayır yok!
Bu durum yalnızca yüksek enflasyona alışmış bir topluma özgü değildir. Örneğin, dolar faizlerinin de alışılmışa göre çok düşmesiyle yurt dışında dolar yatırımcısı tasarruflarını ne yapacağını bilemedi. Göreli olarak daha riskli, ama getirisi daha yüksek alanlara yöneldi. Bu nedenle gelişmekte olan piyasalara giden fon akımı hacmi son yıllarda yükseldi.
Bizde, iki etken de birlikte çalışıyor. Enflasyonun düşmesine alışmakta sıkıntılarımız var. Fiyatların artmamasını, ama eskisi gibi yüzde 50-60 faiz kazanmayı düşlüyoruz. Yani, işimize gelen alanlarda işlerin eskisi gibi devam etmesini, olumsuzluklarını yaşadığımız durumların ise iyiye doğru değişmesini arzu ediyoruz. Elbette, yok böyle bir şey!
Alışılmışın altında getiriyi beğenmeyen yatırımcılar iki farklı yöne gidiyorlar. Birincisi, tüketim eğilimlerini artırıyorlar ve dayanıklı mallara yöneliyorlar. İkincisi, daha yüksek getiri uğruna çok daha riskli alanlara yöneliyorlar. Şu anda Türkiye’de ikisi de olmakta. Küçük yatırımcılar açısından, riskli alanlara yönelmek oldukça tehlikelidir.
ELDEKİNİ KAYBETMEMEK
Risk almak bir tercih konusudur. Nerede, ne kadar risk alacağını yatırımcının kendisi bilir. Önemli olan riskin ne olduğunu bilmek ve doğru ölçebilmektir. Küçük yatırımcı açısından da sorun budur.
Bilinmeden alınan riskler aslında bir süre sonra harcama haline gelir. Yani, tasarrufların, bırakın düşük de olsa bir getiri getirmesini, azalmasına neden olur. Düşük faizden kurtulup getirileri yükseltelim derken, eldeki tasarrufun anaparasından da olmak söz konusu olabilmektedir.
Küçük tasarrufçu birikimlerinin getirisini yükseltme amacıyla bilinmeyen ya da yabancı oldukları tasarruf araçlarına yönelmek için beş kere düşünmeleri gerekir. Bilinen tasarruf araçları, alışılmışın dışında düşük getiriler sağlasalar da, tercih edilmelidir.
Yatırımların yönlendirilmesinde tasarrufçunun yaşı da önemlidir. Tasarrufçunun yaşlanması, alınan yüksek riskler nedeniyle tasarrufların erimesi halinde, eriyen tasarrufların yerine konmasını zorlaştırır. Bu anlamda, yüksek riskler almak genç işidir.
Yazının Devamını Oku 10 Temmuz 2005
<B>Rekabetçi </B>fiyatın oluşabilmesi için bazı <B>ön şartların</B> sağlanması şarttır. Ön şartların oluşturulamadığı durumlarda, ne çıkan fiyat rekabetçidir, ne rekabet uygulanabilir bir fiyat oluşturabilir, ne de böyle bir fiyattan alım satımın yapılması, hukuki açıdan olabilse dahi, iktisadi açıdan kabul edilebilirdir.
Şartlardan biri fiyat verilen malın hiçbir şüpheye yer verilmeyecek bir biçimde tam olarak tanımlanmasıdır. İkinci şart ise tanımlanan mala verilen fiyatın çok iyi tanımlanmış olmasıdır. Olmazsa olmaz şartlardan bir diğeri de bütün bu tanımların rekabetin tüm taraflarınca rekabetin her aşamasında bilinmesidir.
İHALE
İhale uygulaması rekabetçi fiyat oluşturulması sürecinin en iyi bilinen usullerinden biridir. Birçok ülkede devlet borçlanmaları ihale usulü ile yapılmaktadır. Devlet borçlanmasının çeşidi ne olursa olsun, ihaleye tüm katılanlar devlet borcunun yapısını önceden bilmektedirler.
Örneğin, borcun vadesi, faiz ödeme dönemleri, kuponluysa kupon faizi, geri ödemenin yapılacağı para cinsi ve borçlanılacak para cinsi ihaleye katılanların tümü tarafından bilinmektedir. İhaleyi kazananların ödemeyi nasıl yapacakları, faiz tahsilatının nasıl yapılacağı ve anapara ödemesinin nasıl yapılacağı da bilinmektedir. Fiyatı oluşturulmak istenen mal için ihaleye katılanların vadede 100 YTL olan bono ya da tahvili kaç YTL’den almak istedikleri sorulmaktadır.
İhale süreci tamamlandığında, malı (bono ya da tahvil) almaya hak kazananların kazanan tekliflerin verdiği ortalama fiyattan mı yoksa, kazananlar içinde en düşük fiyatı veren teklifteki fiyattan mı malı alacakları da önceden bilinir.
Kısacası, mal bilinmektedir. Fiyat tanımlanmıştır ve ihalenin tüm ayrıntıları tüm katılımcılarca bilinmektedir. Ancak bu yolla rekabetçi fiyat oluşturulabilir. Aksi taktirde, ihaleyi yapana güven duyulmaz. İhale göstermelik bir süreç olmaktan öteye gidemez.
TÜRK TELEKOM
Türk Telekom özelleştirmesi için yapılan ihalede kafalar karıştı. Basına yansıdığı kadarıyla, en yüksek fiyat veren taksitle ödemek üzere fiyat vermiş. İkinci en yüksek fiyatı veren katılımcı peşin ödemek üzere fiyat vermiş. Birden bire, peşin mi daha iyi, taksit mi daya iyi tartışması başladı. Peşit-taksit arasındaki faiz farkı gündeme geldi. Halbuki, gündeme gelmesi gereken konular çok daha farklı.
Özelleştirme İdaresi nasıl bir ödeme şartı için fiyat istemiş? Eğer ihalede tüm katılımcılardan istenen fiyat taksitle ödeme şartını içeriyorsa, peşin ödemek üzere verilen fiyat en yüksek fiyat olmadığı taktirde iktisadi açıdan (belki hukuki açıdan da) geçersiz olmalıdır.
Özelleştirme İdaresi ödeme şartı koymadan ihaleye çıkmışsa, ihalenin her aşamasında, tüm katılımcılara, tüm katılımcıların fiyatlarını hangi ödeme şartı ile verdiklerini söylemesi gerekir. Fiyatın yanında ödeme şartının da belirtilmesini katılımcılardan talep etmek zorundadır. Böyle yapılmamışsa, ihale iktisadi açıdan (belki hukuki açıdan da) geçersiz olmalıdır
Kısacası, rekabetçi fiyatın bulunabilmesi için katılımcıların verdiği fiyatların aynı baza indirilip ihalenin tüm aşamalarında tüm katılımcılarca bilinmesi zorunludur. Aksi taktirde, ihaleden beklenen yarar sağlanamaz. İhale göstermelik olmaktan öteye gidemez.
Bütün şartlar sağlanmışsa, ki Özelleştirme İdaresi de böyle diyor, zaten ihale şartları içinde ihalede en yüksek fiyatı hangi katılımcının verdiği konusunda bir belirsizlik yok demektir. Bunun ötesi kamuoyunun kafasını karıştırmak olur.
Yazının Devamını Oku 8 Temmuz 2005
<B>TOPLUM</B> olarak enflasyonun düştüğüne inanmasak da, <B>daha birkaç yıl önce aylık olarak telaffuz ettiğimiz enflasyon rakamları artık yıllık olmaya başladı.</B> Galiba, bu gerçeğe de alışmak zaman alacak. Herkesin tüketim kalıbı farklıdır. Dolayısıyla, farklı tüketim kalıplarının maliyeti aydan aya farklı olacaktır. Konuştuğumuz enflasyon bir ortalamadır. Hiç kimsenin ortalama tüketim kalıbına sahip olacağını bekleyemeyiz. Sonuç olarak, bazıları için enflasyon açıklananın üzerinde, bazıları için ise enflasyon açıklananın altında olacaktır. Aydan aya da bu konum değişebilecektir.
(G) ENFLASYONU
Haziran ayında mevsimsel olarak tarım fiyatlarının da düşmesiyle üretici fiyat endeksi yüzde 0.5 düştü. Yılbaşından bu yana üretici fiyat enflasyonu yüzde 1.9 oldu. Yıllık bazda da, üretici fiyatlarındaki artış yüzde 10.5’de kaldı.
Tüketici fiyatlarındaki gelişme daha ilginç. İlginçliği birkaç yönden kaynaklanıyor. Her şeyden önce, enflasyon hedeflemesi tüketici fiyatları üzerine yapılıyor. Dolayısıyla, hedefle uyumlu gidilip gidilmediğinin işareti tüketici fiyatlarındaki gelişmelerle izlenecektir. İkinci yön, tüketici fiyatları endeksinin mevsimsel ve devletin vergi yoluyla dolaylı ya da doğrudan etkileyebildiği malları içerip içermemesine göre de açıklanmasıdır.
Bu yılın haziran ayında tüketici fiyatları yüzde 0.1 artmıştır. Doğal olarak, tüketici fiyatları da tarım fiyatları yoluyla mevsimsel fiyat dalgalanmalarından etkilenmektedir. Mevsimsel fiyat hareketleri gösteren mallar dışarıda bırakıldığında, tüketici fiyatları haziran ayında yüzde 0.8 artmıştır. Bu endeksteki artış yılbaşına göre yüzde 4 olmuştur.
Yılın ikinci yarısında enflasyon eğiliminin hiç değişmediğini varsaysak dahi, bu rakam yıllık enflasyonun yüzde 8.1 olacağını ima etmektedir. Dolayısıyla, yılın ilk yarısındaki gelişmeler enflasyon hedefiyle tutarlı görünmektedir.
Yakından takip edilmesi gereken bir diğer endeks de işlenmemiş tarım ürünlerini ve devletin doğrudan ve dolaylı olarak fiyatlarını etkilediği malları dışarıda bırakan endekstir.
Bir anlamda, bu endeksin ima ettiği enflasyona temel enflasyon (core inflation) denebilir. Çünkü, enflasyonu hedefleyen bir para politikası açısından mevsimsel hareketleri ve devletin doğrudan ya da dolaylı neden olduğu fiyat hareketlerini kontrol etmek mümkün değildir. DİE bu endeksi (G) harfiyle sınıflandırmaktadır.
(G) endeksine göre enflasyon haziran ayında yüzde 0.8’in biraz üzerinde gerçekleşmiştir. Yıl başına göre de (G) enflasyonu yüzde 3,6 olmuştur. Yılın ilk yarısındaki enflasyon eğilimleri aynı kaldığı taktirde, (G) enflasyonu bütün yıl için yüzde 7.3 olmaktadır. Bu endeksteki değişmelerin eninde sonunda (orta dönemde) ortalama tüketici fiyatları endeksindeki değişme ile paralel olacağı düşünülürse, yılın ilk yarısındaki enflasyon eğilimlerinin yıl sonu hedefinin altında olduğu sonucuna varılabilir.
FAİZ İNDİRİMİ
IMF ile yeni ekonomik programın birinci gözden geçirmesinin bitmemiş olması sonuçlarını hemen göremeyeceğimiz bir olumsuzluktur. Hükümetin önemli yapısal reformlarda hareket kabiliyetindeki sıkıntıyı göstermektedir. Dolayısıyla, beklentileri bir aşamada olumsuz etkileyip enflasyon eğilimini değiştirebilecek bir konuma gelebilir.
Geriye bakıldığında, enflasyon eğilimlerine bakarak faizlerin bir kez daha 0.25 puan gibi indirilmesi için yer olduğu gözlenmektedir. İleriye bakıldığında ise, bu aşamada olası bir faiz indiriminin hükümetin yapısal reformlar konusunda hareketsizliğini ödüllendirmek olacağı izlenimi edinilmektedir.
Yazının Devamını Oku 7 Temmuz 2005
<B>GELİŞMEKTE </B>olan ülkeler ekonomileri, <B>sermayenin serbest dolaşımının</B> da tetiklediği bir süreçte, beklentilerin değişmesinden çok daha fazla etkileniyorlar. Bu süreci değiştiremedikleri taktirde de, bu ülkeler uluslararası arenada ‘gelişmekte olan piyasa’ olarak kalmaya mahkum oluyorlar. Yani, risk primleri göreli olarak hep yüksek oluyor.
İyimserlikle kötümserlik arasında salınan iç ve dış yatırımcılar kısa dönemdeki ekonomik dengeleri çok çabuk değiştirebildikleri gibi, oluşan dengeler (fiyatlar) mali ve reel sektörleri birbirinden koparabiliyorlar.
FARKLI ÇÖZÜMLER
Piyasaların kötümserliği döneminde, faizler öyle yüksek düzeylere gelebiliyor ki, reel sektörün yüksek faizlerle iş yapabilmesi mümkün olamıyor. Yani, mali sektörü dengede tutan asgari faiz düzeyi reel sektörün yaşayabileceği azami faiz düzeyinden çok daha yüksek olabiliyor.
Reel sektör açısından mali sektörün dayattığı dengeden çıkabilmenin tek yolu yerli sermayeyi artırmak ya da ek yabancı sermaye çekmek oluyor. Kötümserliğin hüküm sürdüğü bir dönemde yabancı sermaye gelmeyeceğine göre, çözüm, yerli sermayenin birikmiş parasını işine yatırmasında düğümleniyor. Böyle dönemlerde Türkiye’de yerli sermaye gerçekten yurt dışındaki parasını işine koyarak krizlerden çok çabuk çıkabildi.
İyimserlik dönemlerinde ise sorun kurlarda kendini gösteriyor. İyimserlikle mali sektörde hem nominal hem de reel kurlar düşüyor. Bu kez, iyimserliğin getirdiği havayla mali sektörü rahatlatan azami kur düzeyi reel sektörün rekabetçi olabileceği asgari kur düzeyinin oldukça altına inebiliyor. Reel ve mali sektörler bir kez daha birbirlerinden ayrışıyorlar (decoupling).
Böyle dönemlerde, çözüm, reel sektörde mali sektörün dayattığı kur düzeyinin olumsuzluklarını dengeleyecek verimlilik artışının gerçekleşmesi oluyor. 2002 yılından bu yana Türkiye bu ayrışmanın olumsuzluklarını dengeleri tehdit edecek boyutlarda yaşamadı. Çünkü, son üç yıldır reel sektör üretiminde küçümsenmeyecek bir verimlilik artışı sağlandı. İhracatımızın son üç yıldır tökezlememesi de bu gerçeğe işaret etmektedir.
Türk parasının yabancı paralar karşısında reel olarak daha da değerlenmesi durumunda, bundan sonra ne olacağı ise çok açık değildir. Bazı sektörlerde daha fazla verimlilik artışını sağlayabilme olanağı şimdilik yitirilmiş olabilir. Bazı sektörlerde ise yapısal engellerle daha fazla verimlilik artışı sağlanması mümkün olmayabilir.
SINAV
Son dokuz aydır, büyümenin ithalat elastikiyetinin düşmesi bu konuda önemli bir işaret olarak algılanmalıdır. Yani, aynı düzeyde üretim yapabilmek için daha fazla ithal ara malları kullanma durumunda kalınmaktadır. Bir anlamda, verimlilik artışı (maliyet tasarrufu) bazı sektörlerde ancak böyle sağlanabilmektedir.
İyimserliğin hüküm sürdüğü bir dönemde büyümenin kendi dinamikleri içinde azalması da sorunu çözmemektedir. Sorunun çözümü mikro düzeyde verimlilik artışlarını engelleyebilecek yapısal engelleri ortadan kaldırmaktır. Aksi taktirde, reel sektörün sorunları ile dış açığın büyüklüğü gerçeği her zaman kurların düşüklüğüne bağlanacaktır. Böyle olduğunda, aynı şekilde telaffuz edilmese de, fiyat istikrarından ödün vermek gündeme gelebilecektir.
Türkiye ekonomisi, şimdi iyimserlik ortamında fiyat istikrarı hedefinden ödün vermeksizin reel ve mali sektör ayrışmasını çözebilme yolunda önemli bir sınavdan geçmektedir. Başarı da, başarısızlık da para ve maliye politikalarının olacaktır.
Yazının Devamını Oku