11 Ağustos 2005
<B>Piyasa </B>ekonomisi gelişip derinleştikçe <B>ekonomik birimler ekonomiye yönelik verilere karşı çok daha duyarlı olmaya başlarlar</B>. Veri ve haber önemlidir. Önemli oldukları için, şeffaflık önemlidir. Ekonomik verileri üreten kamu ve özel sektör kuruluşları ekonomik birimlerin bu hassasiyetini verilerin kalitesini artırarak ve verileri çeşitlendirerek değerlendirmek durumundadırlar. Aksi taktirde, ‘kaş yaparken göz çıkarmak’ kaçınılmaz olur.
Ekonomik birimler yeni verilere hassas diye ekonomik verilerin sabah yerine akşam açıklanması (dış ticaret rakamlarında olduğu gibi) fazla bir şey değiştirmez. Ama, açıklanan ekonomik bir verinin bir, üç veya beş ay sonra radikal bir biçimde yenilenmesi (revize edilmesi) kafaları karıştırır. Eski verilere göre alınan kararların yanlış olduğu anlaşılır. Verilerin açıklandığı andaki güvenilirliği azalır, hatta yok olur.
TAHMİN ZORLUĞU
Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) bu konuya özel bir hassasiyet göstermek zorundadır. Ekonomik verilerin güvenilirliği konusunda çok ciddi bir dönemden geçmekteyiz. Rakamların söylediği bir takım gelişmelerin toplum tarafından aynı yönde algılanmaması verilere olan güveni zaten sarsmaktadır. Örneğin, tüketim sepeti fiyat endekslerinde kullanılan sepetten farklı olanlar enflasyonun düştüğüne inanmamaktadırlar.
Yıllarca iş arayıp bulamayan üniversiteden mezun gençler ekonominin son üç yıldır yüzde 25 büyüdüğüne hiç inanmamaktadırlar. Bütün bunların üzerine, ekonomik verilerin zaman içinde radikal bir biçimde revize edilmesi gereğinin doğması verilere olan güveni büsbütün sarsmaktadır. Verilerle oynandığı şüphesi toplumda giderek yaygınlaşmaktadır. Bu eğilim son derece sakıncalıdır.
Geçenlerde bu yılın ilk altı ayına yönelik aylık sanayi endeksi açıklandı. Geçen yılın aynı ayına göre, bu yıl haziran ayında sanayi üretimi yüzde 1.6 artmış görünüyor. Son on iki aydaki sanayi üretimindeki artış ise yüzde 5.5 oldu. Ama, bu rakamların ileride aşağıya ya da yukarı doğru radikal bir biçimde revize edilip edilmeyeceğini bilemiyoruz.
Yılın ilk üç ayına yönelik yapılan bazı revizyonların büyüklüğü doğal olarak ekonomik birimleri kuşkuya düşürüyor. Tabloda bu yılın ilk üç aya yönelik ilk açıklanan (9.5.2005) aylık sanayi üretimi büyüme rakamları ile sonradan yapılan revizyonu da içeren rakamları (8.8.2005) verilmektedir. Revizyonun büyüklüğü açıklanan rakamlarla ileriye dönük sağlıklı tahmin yapmayı olanaksız hale getirmektedir.
MALİYET BÜYÜK
Bu yılın şubat ve mart aylarına yönelik olarak toplam sanayi üretimi büyümesi yüzde 30’dan fazla aşağıya doğru revize edilmiştir. İmalat sanayinde bu durum mart ayında yarı yarıdan fazla olmuştur. Bu denli büyük revizyon yapılması gereği kabul edilemez. DİE veri toplama ve veri değerlendirme süreçlerini yeniden gözden geçirmek zorundadır.
Ortalama bazda da, yılın ilk üç ayında toplam sanayi üretimi yüzde 8.2 büyüdü derken, büyüme revizyondan sonra yüzde 6.1’e inmiştir. İmalat sanayi üretimindeki büyüme aynı bazda yüzde 7.9’dan yüzde 5.5’e çekilmiştir.
Bu verilere dayanarak çok önemli iktisadi kararlar verilmektedir. Bankalar bu verilere bakarak kaynaklarını sektörler arasında tahsis etmektedirler. Şirketlerin hisse senetleri değerleri bu verilerden etkilenmektedir. Bu çeşit yanlışların ekonomiye maliyeti çok büyüktür.
DİE’nin de kendine göre mutlaka geçerli mazeretleri vardır. Ama, DİE’nin görevi ekonomik birimlere mazeret beyan etmek değil, güvenilir ekonomik veriler sağlamaktır.
Yazının Devamını Oku 10 Ağustos 2005
<B>ENFLASYON </B>düşüyor. Azalarak da olsa, ekonomi büyümeye devam ediyor. Ama, ekonomik birimlerin şikayetleri giderek artıyor. Toplumun her kesiminden hükümetin bir şeyler yapması konusunda talepler yağıyor. Bugünkü dengeleri bozmadan hükümetin fazla bir şey yapabilmesi mümkün görünmüyor. Toplumun çeşitli kesimlerinin dileklerinin yerine getirilmesi ya bugünkü dengeleri alt-üst edecektir ya da daha fazla doğrudan ve dolaylı vergiler alınacaktır. Bu seçeneğin dahi uygulama alanı oldukça kısılmıştır.
Yüksek enflasyondan düşük enflasyona geçiş sürecinin zorluklarını şimdi çok daha yoğun yaşıyoruz. Şimdiye kadar ekonomik büyüme topluma yansımadı diye şikayet ediyorduk. Bundan sonra, büyüme de düşük, işsizlik daha da fazla, kepenkler kapanıyor, hükümet devlet mallarını satıp bize bir şey koklatmıyor diye şikayet edebileceğiz.
ŞİKAYETLER
Çeşitli meslek kuruluşlarının idarecilerinin son günlerdeki demeçleri bir hayli ilginç hale geldi. Çoğunun özeti ‘biz bu enflasyonla yaşayamıyoruz’ yönündedir.
İstanbul Ticaret Odası Başkanı ‘hükümet nefes alacak delikler açmalı’ diyor. Hükümetin elinde hangi delikleri açma olanakları var ki, arzu edilen delikler açılabilsin? Açılan deliklerden su girip boğulma olasılığı çok fazladır.
Memurlar gelecek sene başında ‘seyyanen 500 YTL civarında maaş artışı’ talep ediyorlar. Üzerine de normal altı aylık zam talepleri var. Memurlar taleplerinde haklı olabilirler. Ama, ‘bütçede olanak yok mazeret değildir’ yönünde çıkışlar yüksek enflasyon dönemlerine yüzde 40’lara varan altı aylık zamlar alan kamu kesimi çalışanlarının alışkanlıklarını değiştirmediklerini gösteriyor.
Bir ihracatçı birliği yöneticisi ‘devalüasyon olursa zil takıp oynayacağım’ anlamına gelen bir demeç veriyor. O da ihracatçıların hissiyatını dile getiriyor. Söyledikleri, gerçekten böyle istemese de, ‘bir kriz çıksa da, paramızın değeri düşse’ anlamına geliyor. Kriz çıkarsa, bütün dengeler aynı mı kalacaktır?
ÇABUK PES ETMEK
Enflasyonla yaşamak uyuşturucu ile yaşamak gibi bir şeydir. Uyuşturucu ile kullanıcı nasıl sanal bir alemde mutlu olduğunu sanıyorsa, enflasyonla da toplum ekonomik yaşamanın kolaylaştığını düşünüyor. Bir süre sonra uyuşturucunun sağladığı sanal alemde yaşamak mümkün olmadığı gibi, enflasyonla yaşamak da mümkün değildir. İşte, biz bu noktaya gelmiştik. Şimdi, yeniden eski günleri özlüyoruz.
‘Alkolik, artık alkol içmese de, alkoliktir’ derler. Yüksek enflasyon yaşamış toplumlar da, artık düşük enflasyonla yaşasalar da, daima enflasyon özlemi duyacaklardır. Bu nedenle, daima gözlem altında tutulmamız gerekmektedir. Hükümetler güçlü ve kararlı olmalıdır. Merkez Bankası üzerine gelecek baskılara aldırmamalıdır. Aksi taktirde, geriye dönüş çok çabuk olabilecektir.
Bu hükümet IMF ile bir standby programını başarıyla tamamlayan sayılı hükümetlerden biriydi. Yeni standby programının daha birinci gözden geçirmesini tamamlamayarak programa başlayamayan ilk ve tek hükümet de olabilir. Böyle bir durum geriye dönüşü kolaylaştıracaktır.
Özellikle, ‘erken seçim’ gibi bir olgunun gündeme gelmesi hükümetin çeşitli toplum kesimlerinden gelecek taleplere karşı elini zayıflatacağından, ekonomik riskleri çok daha fazla artıracaktır.
Düşük enflasyonla yaşamak, düşük enflasyonla yaşamayı öğrendiğimiz anlamına gelmiyor. Bu kültürü edinmek on yıllar sürüyor. Biz, taleplerimizle ve söylevlerimizle çok çabuk pes etmek istediğimiz izlenimi veriyoruz.
Yazının Devamını Oku 9 Ağustos 2005
<B>DÜNKÜ </B>yazımda <B>yüksek döviz rezervleriyle</B> enflasyon hedeflemesine geçilmesinin önemine işaret etmiştim. Bizim gibi ülkelerde, diğer birçok gelişmenin yanında, döviz kurlarındaki oynaklık enflasyon hedeflemesine en büyük tehditlerden birini oluşturur.
Dolayısıyla, döviz kurlarının aşağı yöndeki oynaklığı Merkez Bankası’nın işine gelirken, yukarı oynaklığı çoğu kez enflasyon hedeflemesiyle çelişir. Yüksek döviz rezervlerine sahip olmak beklentilerin yönetilmesi açısından bu çelişkinin yaşanmasını bir ölçüde engelleyebilir.
Özellikle, enflasyon hedeflemesinin ilk yılları, uygulanan yeni politikalara itibar kazandırma dönemi olduğundan, Merkez Bankası döviz kurlarındaki oynaklığa olağandan çok daha fazla hassas olmak durumundadır. Piyasalar da bu hassasiyeti bildiklerinden stratejilerini ona göre kurmaktadırlar.
KUR İKİLEMİ
Birçok gelişmekte olan ülkede dalgalı kur sisteminin yürürlükte olmasının en büyük nedenlerinden biri dalgalı kur sisteminin kısa vadeli sermaye hareketlerinin ilacı olarak kabul edilmesindendir. Kısa vadeli yabancı sermaye ülkeden çıkmak istediğinde kurlar yükselecek, arzulanan kárlar yapılamayacaktır. Yani, kısa vadeli gelip de ‘vur-kaç’ anlayışıyla hareket eden yabancı sermayenin dalgalı kur sistemi yoluyla riskleri artırılmaktadır. ‘Çıkmak isteyen fiyatını ödesin’ diye düşünülmektedir.
Enflasyon hedeflemesi yoluyla Merkez Bankası’nın döviz kurların yükselmesine yönelik hassaslığı ise dalgalı kur sisteminin bu işlevini belli dönemlerde sakatlayabilmektedir. Böyle durumlarda, Merkez Bankası, hedeflediği enflasyon ile kısa vadeli sermaye çıkışlarının getirdiği kur baskısı arasında sıkışmaktadır.
2000’li yıların başında Brezilya Merkez Bankası bu durumu çok açık bir biçimde yaşadı. O dönemde ne enflasyon hedeflemesinde başarılı olabildiler ne de kurların piyasa şartlarında olabildiğince artmasına izin vererek çıkan yabancı sermayeyi cezalandırabildiler. İki baskı altında sıkışıp kaldılar. Brezilya Merkez Bankası önemli ölçüde itibar yitirdi.
Kısa vadeli sermaye açısından, çıkış stratejisini oluşturmak enflasyon hedeflemesi dönemlerinde eskiye göre daha kolay oluyor. Dolayısıyla, döviz kurlarının oynaklığına neden olabilecek etkenlerin oluşmaması gelişmekte olan ülkeler açısından enflasyon hedeflemesi döneminde çok daha önemli oluyor. Bu alanda siyasetçiler çok dikkatli olmak zorundadırlar.
KISA VADELİ FAİZLER
Enflasyon hedeflemesindeki zorluklardan bir diğeri kısa vadeli faizlerin kendilerinden beklenen işlevi görüp görmemesidir. Merkez Bankası’nın elindeki en öneli silah kısa vadeli faizlerdir. Mali sistemin ihmal edilemeyecek bir bölümünün döviz üzerinden olduğu bir ekonomide kısa vadeli faiz silahı hedefi vurmakta ne denli etkilidir? Çeşitli hesaplamalar Türkiye’de bu etkenliğin arttığını, ama o denli de yüksek olmadığını göstermektedir.
Cuma günkü yazımda vurguladığım gibi, faizlerin yüksek olduğu dönemlerde dahi, döviz üzerinden borçlanmanın maliyeti çok düşük, hatta negatif dahi olabilmektedir. Bir anlamda, faizlerin vade eğrisi ters dönebilmektedir.
TL cinsinden kısa vadeli faizler yüksek, döviz üzerinden alınan daha uzun vadeli kredilerin TL karşılığı beklenen faizleri çok düşük olabilmektedir. Bu şartlarda, Merkez Bankası, yatırımları ve iç talebi kısa vadeli faizlerle oynayarak nasıl etkileyebilecektir?
Hedef belli, hedefi vuracak silah titrek olduğunda, Merkez Bankası açısından, hedefi vurmak için çok daha tutucu olmak kaçınılmaz olmaktadır. Bunun anlamı, enflasyon hedeflemesinin özellikle ilk yıllarında reel faizlerin yüksek kalmasıdır.
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2005
<B>GELECEK </B>yıl <B>Merkez Bankası</B> hedeflediği enflasyonu tutturmaya yönelik bir <B>para politikası</B> izleyecek. Bu yaklaşıma para politikasında ‘<B>enflasyon hedeflemesi</B>’ deniyor. Diyelim ki, gelecek yıl için hedeflenen enflasyon yüzde 6 olacak. Yıl içinde enflasyonun yüzde 6’nın üzerinde gerçekleşme eğilimi oluştuğunda, Merkez Bankası kısa vadeli faizi artırıp piyasadan para çekmeye çalışacak. Enflasyon baskısı yaratabilecek iç talep büyümesinin önüne geçmeye çalışacak.
Yıl içinde enflasyon eğiliminin yüzde 6’nın altında kalması durumunda ise, daha düşük enflasyonun ekonomik büyüme üzerindeki olası olumsuzluklarını ortadan kaldırmak için Merkez Bankası kısa vadeli faizi düşürecek. İç talep büyümesine katkı yapacak.
İTİBAR
Para politikası, oldukça teknik bir iş olduğu kadar, büyük ölçüde itibar (kredibilite) işidir. Merkez Bankası 2001 Krizi’nden bu yana itibarını giderek artırdı. Son dört yıldır enflasyon gerçekleşmeleri Merkez Bankası’nın öngörüleri doğrultusunda oldu. Sonuçta, kamuoyunun enflasyon beklentileri Merkez Bankası’nın enflasyon öngörüsüyle çakışmaya başladı. Bu, başlı başına Merkez Bankası’nın uyguladığı para politikasının itibarının bir göstergesidir.
Merkez Bankası’nın itibarını daha da artıracak olan, itibarını pekiştirerek kalıcı yapacak olan, enflasyon hedeflemesine geçildiğinde, Merkez Bankası’nın gerekli teknik donanımıyla taviz vermeden para politikasını uygulaması olacaktır.
İtibar, çok zor elde edilip çok çabuk kaybedilebilen bir şeydir. Dolayısıyla, para politikasının itibarını korumada çok fazla hata marjı olamaz. Enflasyonu olumsuz etkileyen unsurlar nedeniyle, iktisadi olmasalar da, hedeften sapmanın faturası bir şekilde para politikasına çıkacaktır. Dolayısıyla, enflasyonist baskıları yaratabilecek her türlü olguyla elindeki olanaklar çerçevesinde Merkez Bankası mücadele etmek zorundadır. Bu yaklaşım, özellikle enflasyon hedeflemesinin uygulandığı ilk yıllarda hayati önem taşımaktadır.
Mücadele kızıştıkça para politikasının itibarı artacaktır. Gerektiğinde, hükümetlerle de karşı karşıya gelinecektir. Bu anlamda, anti-enflasyonist para politikasına kamuoyu desteği de çok önemli olmaktadır.
DÖVİZ REZERVLERİ
Döviz kurlarının mal ve hizmet fiyatlandırılmasında referans olduğu bizim gibi ülkelerde enflasyon hedeflemesi üzerindeki en büyük tehdit döviz kurlarıdır. Kurların istikrarlı olduğu, hatta düştüğü dönemlerde enflasyon baskısı azaldığı gibi, nedeni ne olursa olsun, döviz kurlarının önemli boyutlarda arttığı dönemlerde de enflasyon baskısı artar.
Özellikle geçiş dönemlerinde, para politikasının enflasyon hedeflemesi ilkesi doğrultusunda oluşturulması, merkez bankalarının döviz kuru gelişmelerine simetrik olmayan bir bakış açısına sahip olmasına neden olur. Yani, dalgalı kur sisteminde, döviz kurlarının düşmesine göreli olarak kayıtsız kalabilirken, merkez bankaları enflasyonu tehdit eden döviz kuru artışlarına aynı kayıtsızlıkla yaklaşamaz.
Bu nedenle, dalgalı döviz kuru rejiminde, döviz kurları göreli olarak aşağı yönde daha fazla dalgalı, yukarı yönde daha az dalgalı bir görünüm arz ederler. Merkez bankalarının döviz rezervlerini sağlam tutmalarının bir nedeni de budur. Aksi taktirde, düşük döviz rezervleriyle merkez bankalarının enflasyon hedeflemesi politikasının çok fazla itibarlı olması mümkün değildir.
Bir anlamda, Merkez Bankası enflasyon hedeflemesine güçlü bir silah yığınağı ile girmektedir. Rezervler şimdiden 43 milyar dolara yaklaşmıştır ve artmaya devam etmektedir. En azından işin başlarında, para politikasının itibarı açısından olumlu bir başlangıç söz konusudur.
Yazının Devamını Oku 7 Ağustos 2005
<B>İktisadi </B>bunalımlar tüm bireyleri bir anlamda <B>iktisatçı</B> yapıyor. İlkokul çağındaki çocuklar bile ‘<B>ekonomik kriz</B>’ teriminin ne anlama geldiğini üç aşağı beş yukarı anladılar. Halbuki, benim çocukluğumda durum çok farklıydı. İktisat, üniversitelerin iktisat bölümlerinde öğretilirdi.
Üniversitenin ikinci sınıfında otobüsle okuldan eve giderken yanımda oturan orta yaşlı bir bey ne okuduğumu sormuştu. İktisat okuduğumu söyleyince, muhasebeci mi olacaksın diye sormuştu. Çok bozulmuştum. Çok sonradan, muhasebenin iktisat biliminin temel taşlarından biri olduğunu kavradım. O iktisat bilmiyordu, ben muhasebe bilmiyordum.
Üniversitelerimizdeki iktisat eğitimini eleştirmek için ‘doğru insan’ olmayabilirim. Ama, iktisat eğitiminin nasıl yapılandırılması gerektiği konusunda bazı fikirleri ortaya atmanın yaralı olacağı düşüncesindeyim.
KONUYU SEVDİRMEK
Her bilim dalında olduğu gibi, iktisat da giderek çok daha teknik bir konu oldu. Matematik, iktisat öğreniminin ortasına gelip yerleşti. Matematik bilmeden iktisat alanındaki bilimsel yazını takip etmek giderek zorlaştı. O kadar ki, iktisat okumadan önce matematik okumuş olmanın daha iyi olabileceği bile tartışılmaya başlandı.
Yurt içinde de, yurt dışında da çok kaliteli iktisatçılar yetişmeye başladı. Lisans üstü düzeyde son derece teknik iktisadi konularla boğuşup iktisat yazınının en son gelişmeleriyle donanmış akademik iktisatçılar üniversitelerde iktisat dersleri veriyorlar. Eleştirmek için söylemiyorum, ama bu çok kıymetli iktisatçılarımız, hepsi olmasa da, Türkiye ekonomisini ya da dünya ekonomisini hiç dikkate almadan tamamen teknik konulara yoğunlaşarak üniversitelerin lisans bölümlerinde iktisat dersleri verebiliyorlar. Üzerinde durmak istediğim bu konu yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde yaşanıyor.
Türkiye ya da dünya ekonomisini bilmek ile iktisat bilimini bilmek arasında bazen dağlar kadar fark olabiliyor. Farklı ekonomileri anlayabilmek ve analiz edebilmek için iktisat bilimini bilmek gerekiyor. Ama, iktisat bilimini bilmek için dünya ekonomilerini bilmek ya da anlamak her zaman şart olmuyor.
Genç akademisyenler lisans üstü eğitimleri sırasında öğrendikleri iktisattaki teknik konuları 17 yaşındaki iktisat okuyup okumayacağından henüz emin olmayan üniversitedeki birinci ya da ikinci sınıf öğrencilerine öğretmeye çalışıyorlar. Bir anlamda, kendi lisans üstü eğitimlerinde öğrendiklerini lisans öğrencilerine kusuyorlar.
Halbuki, o çocuklar için ‘iktisat’ terimi gazetelerin ekonomi sayfalarında anlatılanlardan öteye gitmiyor. Öğrendikleri ile görüp yaşadıkları arasında fazla bir ilgi bulamayan bu öğrenciler iktisat biliminden soğuyorlar.
ASIL AMAÇ
Sınıf geçmek için anlamadıkları ve ne işe yaradıklarını bilmedikleri bir takım teorileri ezberliyorlar. İktisadi konuları kendi başlarına gazetelerden öğrenmeye çalışıyorlar. Ne gazetelerde çıkan iktisadi haberleri doğru dürüst analiz edebiliyorlar ne de iktisadi teoriler ile yaşayıp gördükleri arasında bir ilişkiyi anlayabiliyorlar. Biri ders oluyor, diğeri dedikodu. Bu ortama, konuyu bilmeden ‘fanatik’ yetişmesi çok kolay oluyor.
Tüm üniversitelerde bunlar yaşanıyor demek istemiyorum. Ama, bu çelişkilerin yaşandığına çok sık tanık oluyorum. Galiba, bazı temel ilkelerde fikir birliği oluşturmamız gerekiyor. Üniversitenin lisans düzeyinde amaç iktisadi teorileri mi öğretmek olmalıdır yoksa iktisat biliminin günlük hayat ile ilişkisini gözler önüne serip öğrencilerin iktisat biliminin değerini anlamalarına mı çalışılmalıdır?
Gelecek pazar günü devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 5 Ağustos 2005
<B>ŞİRKETLER </B>döviz kredisinin vadesinde, aldıkları <B>döviz kredisi kadar ihracat dövizini ülkeye getirip bozdurduklarını</B> ispat etmek zorundadırlar. Aksi taktirde, alınan döviz kredisi üzerinden kaynak kullanımı destekleme fonuna (kkdf) bir kesinti ödediklerinden döviz kredisinin maliyeti artmaktadır. Bu kesintiyi şirket ödemezse, banka ödemek durumunda kalmaktadır.
Alınan döviz kredisi kadar ihracat dövizi bozdurulmuş olması demek mutlaka krediyi alanın ihracat yapmış olmasını gerektirmiyor. Bir başka ihracatçının bozdurduğu dövizler karşılığında alınan dokümanlar da aynı görevi görüyorlar. Bu nedenle, ihracat dövizi satış belgesinin bir piyasası oluşuyor. İhracat yapmayanlar, ihracat yapanlardan döviz satış belgesini ücret karşılığında alarak aldıkları döviz kredisi üzerinden KKDF ödemeden kurtuluyorlar.
DOLARİZASYON
Şirketler açısından bir başka yol Türkiye’deki bankalardan alınan teminat mektupları karşılığında yabancı bankalardan doğrudan döviz borçlanmalarıdır. Yine bazı yüklerden kaçmak için bir yıldan daha uzun vadeli borçlanıldığında (örneğin, bir yıl bir hafta) döviz kredisinin faizi artı teminat mektubu komisyonu karşılığında yurt dışındaki bankalardan borçlanılabiliyor. Bu krediler için ihracat yapma zorunluluğu da yok.
Bankalar açısından da, kendi kaynaklarını kullandırmadan müşterilerinin ihtiyacını karşılıyorlar. Teminat mektubu komisyonu alarak faiz dışı gelirlerini artırabiliyorlar. Bir anlamda, şirketlerin kur riski almalarını bankalarımız da kolaylaştırmış oluyor.
Döviz kredisi alan her şirket dövizde açık pozisyon tutuyor demektir. İhracat yapanların gelirleri de döviz üzerinden olduğundan, ihracatçıların döviz kredisi alarak kur riski üstlenmeleri daha az oluyor.
Dolarizasyon yaşanan her ülkede bu çeşit sorunlar yaşanıyor. Döviz kurlarının ani oynamalarında ekonomik birimler zor durumlar yaşayabiliyorlar. Sorunun bir de makro ekonomik politika boyutu var.
PARA POLİTİKASI
Merkez Bankası TL faizlerini etkileyebilir. Bugünlerde sıkça eleştirildiği gibi, beklenen enflasyona göre nominal faizler yüksek olduğunda, reel faizler de yüksek olabilir. Bizim gibi bir ekonomide reel faizlerin yüksekliğinden kim etkileniyor?
Şirketler döviz kredisi kullanıyorlar. Kurlar istikrarlı gittiğinde, döviz kredileri TL kredilerine göre çok daha ucuz oluyor. TL faizleri yüksek kalsa dahi, döviz kredilerinin ucuzluğu nedeniyle reel sektör yatırımlarını hızlandırabiliyor. Ekonomi yüksek reel faizlere rağmen hızla büyüyebiliyor. Yani, ekonomik büyüme ile TL’nin reel faizi arasında ilişki tümden kopabiliyor. 1980’li yılların ikinci yarısından sonra ekonomik büyüme evreleri hep TL reel faizlerinin yüksek olduğu dönemlerdedir.
Merkez Bankası, kontrol ettiği faizler yoluyla reel ekonomiyi etkileme gücünü kaybediyor. Merkez Bankası’nın gücü tam olarak yok olmasa da, zayıflıyor. Yüksek enflasyondan düşük enflasyona geçiş dönemlerinde bu sorunun kolay bir çözümü yok. Mali yapının önemli bir kısmı yabancı paralar cinsinden olduğunda, Merkez Bankası’nın da TL faizleri yoluyla piyasaları yönlendirebilme gücü zayıflamış oluyor.
Türkiye bu konularda çözümü zor çelişkiler yaşamaktadır. Döviz üzerinden işlem yapmayı zorlaştırıcı önlemeler işin kolay çözümüdür. Bu, her kolay çözüm gibi, çözülmesi arzulanan sorundan çok daha büyük sorunlar yaratacak bir yaklaşımdır. Benzer çelişkilerle yaşamaya devam edeceğiz. Bu gerçek de bizi ‘gelişmekte olan piyasa’ sınıfında uzun bir süre tutacak.
Yazının Devamını Oku 4 Ağustos 2005
<B>EKONOMİDE </B>son on beş yılın en popüler terimlerinden biri ‘<B>açık pozisyon</B>’ oldu. 2001 Krizi’ne kadar <B>bankaların dövizdeki açık pozisyonu</B> konuşulurdu. Şimdi, <B>reel sektörün dövizdeki açık pozisyonu</B> konuşulmaya başlandı. 2001 Krizi’nin derinleşmesinin arkasında, bir tahmine göre, bankaların 20 milyar dolara yakın (göstermelik öz kaynaklarının yaklaşık iki katı) açık pozisyonu vardı. Ama, o dönemde otoriteler bankaların açık pozisyonunun 2.5 milyar dolar civarında olduğunu söyleyerek soruna gözlerini kapamışlardı.
Şimdi de, reel sektör şirketlerinin dövizdeki açık pozisyonlarını artırdıkları biliniyor. Bu konuda güvenilir bir tahmin yapmak çok zor. Nedir bu açık pozisyon?
DÖVİZ BORÇLANMAK UCUZ
Bir iktisadi birimin döviz borçlanıp karşılığında TL varlık biriktirmesine ‘dövizde açık pozisyon alması’ olarak nitelendirilir. Döviz fiyatlarının artması durumunda, TL cinsinden varlıkların fiyatları değişmediğinde, borçlar artacak, varlıklar değişmeyecektir. Dolayısıyla, bir zarar söz konusu olacaktır. Bu nedenle, dövizde açık pozisyon tutan iktisadi birimler kur riski taşırlar.
2001 yılı öncesinde bankalar yurt dışından ve mevduat sahiplerinden döviz borçlanıp TL cinsinden Hazine bonosu alırlardı ve TL kredileri verirlerdi. Döviz kurunun istikrarlı gittiği ortamlarda, döviz borçlanmanın maliyeti TL varlıkların getirisinden çok daha düşük olduğunda, kısa dönemli çok önemli bir kar fırsatları söz konusuydu. Döviz kurları fırladığında, şapka düştü, kel göründü.
2001 sonrasında, özellikle 2002 yılının ortalarından sonra döviz kuru düşme eğilimine girdi. Yani, alınan döviz kredilerinin değeri TL bazında düşmeye başladı. Aynı dönemde döviz kredilerinin faizleri de düştü. Dolayısıyla, alınan döviz kredilerinin TL cinsinden maliyeti negatif dahi olabildi. Bu ortamda, döviz borçlanıp TL varlık biriktirmek yine karlı hale geldi. Reel sektör şirketleri açısından da, TL yerine döviz borçlanmak maliyetleri düşürücü bir etki yaptı.
Bankaların döviz pozisyonları otoritelerce artık daha yakından takip ediliyor. Bu nedenle, bankaların söz konusu kar fırsatını arzuladıkları ölçüde değerlendirmeleri mümkün olmuyor. Döviz borçlarıyla döviz kredileri veriyorlar. TL borçlanmalarıyla TL kredisi veriyorlar. Yani, eğer başka yollarla saklamıyorlarsa, bankalar eskisi gibi kur riski alamıyorlar, dövizde açık pozisyon almaları çok sınırlı.
Buna karşılık, döviz kredilerinin TL maliyetinin nominal olarak negatif dahi olabildiği bir ortamda, reel sektör şirketleri döviz kredilerine rağbet etmeye başladılar. Reel sektör şirketlerinin aldıkları döviz kredilerini döviz olarak tutmak gibi bir lüksleri yok.
Doğal olarak, aldıkları kredilerle ithalat yapıyorlar. Aldıkları malları TL maliyetinden bilançolarına koyuyorlar ya da borçlanılan dövizleri TL’ye geçip cari harcamalarını karşılıyorlar.
Her iki durumda da, bilançolarında döviz kredileri döviz kuruna göre değerlendiriliyor, karşılığında TL varlıkları duruyor. Yani, yaptıkları iş gereği, reel sektör şirketleri döviz borçlandıklarında açık pozisyon taşımak zorunda kalıyorlar.
MEVZUAT
Mevzuata göre, reel sektör şirketleri Türkiye’deki bankalardan aldıkları döviz kredileri kadar ihracat yaptıklarını döviz kredisini kapadıklarında ispat etmek zorundadırlar. Yani, mevzuat, görüşte, Türkiye’deki bankaların ancak ihracat yapan reel sektör şirketlerine döviz kredisi verilmesine izin vermektedir. Halbuki, yine aynı mevzuat içinde, isteyen herkes döviz kredisi kullanabilmektedir. Mevzuatın arkasından dolanmak maliyetli ise ya da bundan korkuluyorsa, dövize endeksli kredi almak da aynı görevi görmektedir.
Devamı var.
Yazının Devamını Oku 3 Ağustos 2005
<B>YILIN </B>ilk yarısına yönelik <B>dış ticaret</B> rakamları yayınlandı. Kamuoyu tarafından yakından takip edilen <B>dış ticaret açığı</B> yılın ilk yarısında 20 milyar dolar oldu. <B>Bu yıl da ithalat ihracattan daha hızlı artmaya devam ediyor</B>. Artan dış ticaret açığını dizginlemek için kurların artması gerektiği yönünde fikir beyan edenlerin sayısı giderek artıyor. Ülkeye döviz girişinin yüksek olduğu bir ortamda kur artışını beklemek ise ‘bu enflasyonla yaşayamıyoruz’ anlamına geliyor.
İhracat artışı geçmişe göre yavaşlıyor. İthalat artışı da yavaşlıyor. İthalat artışının yavaşlamasının bir nedeni de zaten ihracat artışının yavaşlıyor olmasıdır. Ama, dış ticaret açığının artmaya devam etmesi, ihracat artışındaki yavaşlamayı ekonomik dengelere bir tehdit olarak görülmesini kolaylaştırıyor.
YAPI DEĞİŞİYOR
Son yayınlanan verilerdeki dikkat çekici gelişmeler şöyle:
Son on iki ayda dış ticaret açığı 39 milyar dolara dayandı. Milli gelirimizin yüzde 10’unu geçti.
Üç aylık dış ticaret açığındaki artış geçen yıl bu dönemde yüzde 100’ün üzerindeyken yüzde 30’lara geriledi.
Üç aylık ithalat artışları ise bir yıl önce yüzde 50’lerdeyken şimdi yüzde 20’nin altına düştü.
Bu yılın ilk altı ayında ithalatın yüzde 72’si ara mallar, yüzde 17’si yatırım malları ve yüzde 11’i tüketim malları oldu.
Yılın ilk altı ayında ara malları ithalatı 39.4 milyar dolar olurken, toplam ihracat 35 milyar dolar kadardı. Son on iki ayda ise, ara malları ithalatı 73.6 milyar dolar, toplam ihracat 66.8 milyar dolar oldu. Toplam ihracatımız ara malları ithalatımızı dahi karşılayamıyor. İthalat artışı ise üretimde kullanılan ara mallar ithalatından kaynaklanıyor. Dolayısıyla, ithalat artışını dizginlemenin yolu üretim artışındaki yavaşlamadan geçmektedir.
Türkiye’nin ihracatının yarısı tüketim mallarıdır. Ara malların toplam ihracat içindeki payı yüzde 40 civarında, yatırım mallarının payı ise yüzde 10’un biraz altındadır. Son dönemlerde, yatırım malları ihracatının toplam içindeki payı yüzde 11 civarında yaklaşırken, tüketin malları ithalatının payı yüzde 48’lere gerilemiştir. İhracat, yavaş da olsa, tüketim mallarından ara ve yatırım mallarına kaymaktadır.
Türkiye 2000 yılında 2 milyar dolar civarında sermaye malları ve 11.6 milyar dolar civarında ara malları ihraç ederdi. Geçen yıl, sermaye malları ihracatı 6.5 milyar dolar, ara malları ihracatı 25 milyar dolar oldu. Bu yılın ilk altı ayında ise, sermaye malları ihracatı 4 milyar dolar, ara malları ihracatı 14 milyar dolar oldu. İhracatın yapısındaki bu değişiklik de ihracatın ithalata bağımlılığını artırıcı bir etki yaptı.
Sermaye malları ithalatındaki artış bu yıl düşmeye devam ediyor. Tüketim malı ithalatı sermaye malları ithalatının neredeyse yarısı. Tüketim malları ithalatındaki artış durdu, ama toplam ithalat artışı devam ediyor. İthalat artışı ile mücadelede yanlış hedef seçildi.
UYUM YAVAŞ
Dış ticaret verileri üretim artışının geçmişe göre hız kestiğine işaret ediyor. Üretim artışının hız kesmesi iç talebi kontrol etmeye yönelik politikalardan çok, ‘bu dengeler böyle sürmez’ beklentisinin getirdiği göreli bir çekingenlikten kaynaklanıyor.
Büyük bir olasılıkla, çok fazla dizginlenemeyen iç talep karşısında demir-çelik gibi sektörler hariç, stoklar eritiliyor. İhracata yönelebilecek mal fazlası azalıyor. Bu şartlarda, sürdürülebilir dengeye uyum doğal olarak yavaş oluyor.
Yazının Devamını Oku