Ercan Kumcu

İktisat eğitimi üzerine düşünceler (3)

21 Ağustos 2005
<B>EĞİTİMİN </B>amacı iyi saptanmayınca, öğretilenler çok çabuk komikleşebiliyor. <B>Kalite değil, miktar öne çıkabiliyor</B>. Öğrencilerin kafası bir şeylerle dolduruluyor, ama neyle doldurulduğunu öğrenci de bilemiyor. Makro ve para ekonomisi derslerinde bize Merkez Bankası’nın açık piyasa işlemleri anlatılırdı. Para arzını artırmak ya da azaltmak için Merkez Bankası’nın Hazine bonosu alıp sattığı söylenirdi. Bu işlem yapılırken de bono fiyatları oynadığından, faizlerin nasıl değiştiği gösterilirdi. Biz de oturup ezberlerdik.

Ezberlerdik, çünkü o dönemde Türkiye’de Hazine bonosu diye bir şey yoktu. Hatta, evdeki konuşmalardan Hazine bonosunu kötü bir şey diye bilirdik. O dönemde 1960’ların tasarruf bonosu macerasından dayak yememiş hiç kimse yoktu.

PARA EKONOMİSİ

O dönemde, Hazine bono satarak borçlanmazdı. Hazine, bankalara ya salma çıkarırdı ya da Merkez Bankası’nda doğrudan borçlanırdı. Para arzının aktif kontrolü diye bir şey yoktu. Para arzı devamlı artardı.

Kısacası, Türkiye’de olmayan bir şey bize öğretilmeye çalışılırdı. Çünkü, okuduğumuz Batı’da basılmış kitaplar bizde olmayıp yazarının memleketindeki uygulamaları anlatırdı. Bizim hocalarımız da sanki bizde varmış gibi, kitabı takip ederlerdi. Biz de para ekonomisi öğrenmiş olurduk!

Açık piyasa işlemlerinin ne olduğunu ve nasıl kullanıldığını sonradan Amerika’da lisans üstü eğitim yaparken öğrendim. Konuyu Amerika’daki sınıf arkadaşlarımdan çok daha iyi biliyordum. Ama, uygulamayı görmeden bilgileri yuttuğumdan neyin neyle ilgisi olduğunu çok sonradan öğrenmiştim.

Bugün artık bu gibi komiklikler yaşanmıyor. Merkez Bankası açık piyasa işlemi yapıyor. Hazine, bono satarak borçlanıyor. Bugünkü nesil Merkez Bankası bilançosunu da öğreniyor. Ama, Hazine’nin ya da Merkez Bankası’nın neyi neden yaptıklarını o denli iyi öğrendiklerini iddia edemem.

İKTİSATTA MATEMATİK

İktisat
bilimine matematiği sokmuş insanlardan biri Hollanda doğumlu Amerikalı iktisatçı Yale Üniversitesi profesörlerinden Tjalling Koopmans’dır. Aynı dönemde beraber çalıştıkları Nobel Ödülü sahibi iktisatçı James Tobin’in ağabeyi sayılır. Tobin 1960’larda Başkan John F. Kennedy’nin ekonomi baş danışmanlığını da yapmıştır.

Tobin, 1950’lerde verdiği seminerlerin birinde tahtaya bir tüketim fonksiyonu yazar. Koopmans bu denklemin ne anlattığını sorar. Artık klişeleşmiş bir hale gelen tüketim fonksiyonunun ne olduğunu Koopmans’ı memnun edecek bir biçimde Tobin anlatamaz. Koopmans, ‘öğrencilere matematik değil, iktisat öğretmek için buradasın, unutma!’ diyerek semineri terk eder.

Bu hikayeyi çok sonra Tobin’in ağzından duymuştum. ‘O gün Koopman’ın ne demek istediğini anlayamamıştım, ama artık ben de öğrencilerime aynı şeyi yapıyorum’ demişti. Bu hikaye benim için de çok öğretici oldu. Öğreticiydi, çünkü, amaçla aracı karıştırmamak gerekiyordu.

İktisat, uygulamalı bir bilim dalıdır. İktisat öğretiminin başlarında uygulama daima önde olmalıdır. Miktara değil, kaliteye önem verilmelidir. ‘Sanat, sanat içindir’ değil, ‘sanat toplum içindir’ anlayışıyla iktisat öğretilmelidir.

Bu tartışma bizi doğrudan ‘iktisatta ne öğretmelidir?’ sorusuna getiriyor. İktisat elbette evrensel bir bilimdir, ama uygulaması kurumsal farklılıklar taşır. Evrensel boyutu ‘sanat, sanat içindir’ anlayışına uygundur. Ama, uygulaması ‘sanat toplum içindir’ anlayışıyla ele alınmalıdır. Dolayısıyla, lisans düzeyinde kurumsal yapıyı ihmal ederek öğrencilere iktisat eğitimi verildiği iddia edilemez.
Yazının Devamını Oku

Durum değerlendirmesi (2)

19 Ağustos 2005
<B>KALDIĞIM </B>yerden devam ediyorum.<B> Cari işlemler açığının azaltılması</B> yurt içi tasarruf açığının azaltılmasından geçer demiştik. Yurt içi tasarruf dengesi de <B>kamu ve özel sektörün tasarruf dengelerinin</B> toplamıdır. Geleneksel olarak, Türkiye’de kamu sektörü tasarruf açığı verir. Kamu sektörünün tasarruf açığı özel sektörün tasarruf fazlasıyla kapanır. Bu şekilde, şimdiye kadar yurt dışına fazla muhtaç olmadan yurt içinde tasarruf dengesi kurulurdu. Cari işlemler açığı da kabul edilebilir sınırlar içinde kalırdı.

Kamu sektörü açıklarının çok fazla olduğu dönemlerde dahi bu denge böyle oldu. O dönemde, kamu sektörü tasarruflarını azaltırken (har vurup harman savururken), çok yüksek reel faizlerle özel sektör tasarruflarını artırdı. Kamuyu finanse etti.

TASARRUF DENGESİ

2001 Krizi’nden sonra kamu sektörü tasarruf açığını hızla azalttı
. Ama, özel sektör tasarruf fazlasını daha da hızlı azalttı. Yani, durum tersine dönüp toplam yurt içi tasarruflar azaldı, ciddi boyutlarda toplam tasarruf açığı oluştu. Toplam yurt içi tasarruf açığı cari işlemler açığı olarak karşımıza çıktı. Şimdi, hem kamu sektörü açık veriyor hem de cari işlemler açığı artıyor (ikiz açıklar). Bir anlamda, kamu dengesini dış dengenin üzerine yıktık. Özel sektör aradan çıktı.

Özel sektör tasarruflarını neden bu denli azalttı. Bu olgunun elbette tek bir nedeni yok. Ama, ülkemize gelen yabancı sermaye akımlarını hızlandıran hangi nedenlerse, üç aşağı, beş yukarı özel sektör tasarruflarını azaltan nedenler de aynıdır. İleriye dönük beklentilerin olumluya dönmesi yatırımları hızlandırmış, tüketimi artırmıştır.

Hálá yüksek dahi olduğu iddia edilse de, reel faizlerin düşmesi, yabancı para cinsinden borçlanma maliyetlerinin neredeyse sıfır olması da yatırımları artırıp tüketimin hızlanmasına neden oldu. Yani, ülkedeki döviz fazlasını yaratan unsurlar özel sektörün kamu sektörünün açıklarını kapatma kaygısını yok etti.

O halde, toplam tasarruf açığını düşürmek, yani cari işlemler açığını azaltmak istiyorsak, kamu sektörünün tasarruf açığı daha hızlı düşürülmek zorundadır. Kamu sektöründe daha fazla tasarruf yapabilme olanaklarımız kalmamışsa, aynı amaca yönelik olarak özel sektörün tasarruf fazlasının artmasını sağlamak zorundayız. Bunun anlamı, zaten yüksek olarak düşünülen reel faizlerin artmasıdır. Bunun arzu edilen bir çözüm olduğunu sanmıyorum. İleriye dönük dinamikler açısından doğru da olmayabilir.

KAMU SEKTÖRÜ

Özetlersek, kamu kesimi finansman dengesinin iyileştirilmesi de dahil olmak üzere son dört yıldır gerçekleştirilen işler ileriye dönük beklentileri olumluya çevirmiştir
. Zaten dünyada global likiditenin arttığı bir dönemde, beklentilerin olumluya dönmesi hem yabancı sermaye akımlarının ülkemize gelmesini hızlandırmış hem de özel sektörün tasarruflarının azalmasına neden olmuştur.

Sonuçta, ekonomik büyüme artarken, cari işlemler açığı artmış, döviz kurları düşme eğilimine girmişlerdir. Riskler artmıştır.

Risklerin azaltılması maliyetsiz değildir. Seçenekler sınırlıdır. İçinde yaşanan şartlarda, kamu daha fazla tasarruf yapmak zorundadır. Özel sektörün tasarruflarını azaltması yavaşlatılmalıdır. Ama, ne yaparsak yapalım, ülkedeki döviz fazlası, yapmamız gerekenlerle beraber artarak devam edip döviz kurları üzerindeki aşağı yöndeki baskılarla yaşamaya devam edeceğiz (son döviz kuru oynamalarına bakıp kimse işler düzeliyor diye düşünmesin).

Bir başka seçenek yeni bir dengenin üzerimize dışarıdan empoze edilmesidir. Yani, iç ya da dış nedenlerle ileriye dönük beklentilerin bozulması ve/veya global likiditenin kuruyup yabancı sermaye akımlarının durması ya da geri çekilmesi döviz kurlarını da artırır, cari işlemler açığını da azaltır, hatta fazlaya dönüştürür. Ama, bu yol acı vericidir. Son haftadaki gelişmeler dahi insanların sinirlerinin bozulmasına yetti.
Yazının Devamını Oku

Ödemeler dengesindeki gri alan

18 Ağustos 2005
<B>BİLİNENİ </B>ifşa ettik. Ödemeler dengesinde hangi kaleme girdiğini bilemediğimiz bir meblağın varlığını yeniden keşfettik. Konunun kamuoyunu gereğinden fazla meşgul etmesi nedeniyle ödemeler dengesi kavramı ile fazla aşina olmayan okurlar için yeniden bazı açıklamalar yapmak ve diğer ülkelerin durumunu göstermek yararlı olacaktır. Aksi taktirde, ödemeler dengesi istatistikleri konusunda gereksiz bir güven bunalımı doğabilecektir.

Durum değerlendirmesi’ yazı serisine bir gün ara veriyorum.

BİNBİR NEDEN

Ödemeler dengesi, bir ekonomide yurt içinde oturanlarla yurt dışındaki oturanlar arasındaki ekonomik ilişkileri özetleyen bir bilançodur
. Her bilanço gibi, ödemeler dengesinin aktif ve pasif tarafları birbirine eşit olması gerekir.

Ödemeler dengesinde de, yurt içindeki ekonomik birimlerin yurt dışındaki ekonomik birimlerle mal ve hizmet alış-verişinin dengesi (cari işlemler dengesi), sermaye giriş-çıkışları (sermaye hareketleri dengesi) ile resmi döviz rezervleri değişmesinin toplamına eşit olmalıdır.

Yani, bütçeniz açık verdiği halde, borçlanmalarınız bütçe açığından fazla ise bankada paranız birikiyor demektir.

Rezervlerdeki artış (bankadaki para) daha fazla ya da eksik olduğunda, kaynağı saptanamayan bir döviz girişi söz konusudur. Ödemeler dengesi istatistiklerinde buna ‘net hata ve noksan’ denir.

Böyle bir kalemin varlığı Türkiye ekonomisine özgü bir olgu değildir. Tüm ülkelerin ödemeler dengesi istatistiklerinde ‘net hata ve noksan’ ya da bir başka isim altında bilançonun aktif ve pasif taraflarını eşitleyen bir büyüklüğe rastlanır.

Net hata ve noksan’ gibi bir kalemin oluşması, genellikle, ödemeler dengesi kalemlerinin birbirlerinden çok farklı kaynaklardan ve çok farklı yöntemlerle toparlanmış olması nedeniyledir. Bazen de, doğru bilgiye ulaşmak zordur.

Örneğin, ihracat ve ithalat rakamları DİE’den alınıp ihracat gelirlerinin aynı dönemde ülkeye girdiği varsayılır. Ama, böyle bir zorunluluk yoktur. Yurt içindeki ekonomik birimlerin yurt dışındaki varlıklarındaki değişikleri de bilmek olanaksızdır.

Bavul ticareti, adı üzerinde, kayıt olanağı olmayan bir ihracat kalemidir. Anketler yoluyla boyutu saptanmaktadır. Her anket uygulamasında olduğu gibi, bavul ticaretini kuruşu kuruşuna tespit edebilmek mümkün değildir.

Aynı şekilde, turizm gelir ve giderleri de anketler yoluyla saptanmaya çalışılmaktadır. Dolayısıyla, turizm gelirlerini ve giderlerini olduğundan daha az tahmin etme olasılığı oldukça yüksektir.

Türkiye’de ekonomik birimlerin döviz varlıkları toplam içinde oldukça fazladır. Duruma göre, nakit döviz hareketleri yoluyla, ekonomik birimlerin döviz varlıkları sistem dışına çıkmakta ya da sisteme girebilmektedir. Bu olgu da ‘net hata ve noksan’ kalemini etkileyen bir unsurdur.

HER YERDE VAR

Bütün bunlara bakarak, ‘net hata ve noksan’ kalemindeki gelişmeleri cari işlemler açığındaki eğilimlerini tespit etmeye yönelik kullanmak çok anlamlı olmayabilir. Ama, cari işlemler açığının finansmanı açısından ‘net hata ve noksan’ kalemi önemli olmaktadır. Bu kalemin zaman içindeki hareketleri, bana göre, daha çok sermaye hareketlerinden kaynaklandığı izlenimi vermektedir.

Ödemeler dengesi istatistiklerimizi iyileştirmenin yollarını mutlaka aramalıyız. Ama, net hata ve noksan kalemine takılıp istatistiklerin güvenilirliğini zedelememek gerekir. Çünkü bu olgudan kaçış yoktur.

Tabloda Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Almanya ekonomilerindeki ‘net hata ve noksan’ (NHN) kalemleri verilmektedir. Amerika ve İngiltere’de de bu kalem ihmal edilemeyecek bir büyüklüktedir. Almanya’da ise yıllık rakamlar küçük de olsa, aydan aya ciddi boyutlarda net hata noksan rakamları rapor edilebilmektedir.

Bu kaleme Amerika’da istatistiksel farklılık (statistical discrepency), İngiltere’de bizdeki gibi ‘net hata ve noksan,’ Almanya’da sınıflandırılamayan işlemler dengesi (balance of unclassifiable transactions) denilmektedir. Bazı yıllarda eksi işaretiyle bu ülkelerden kaynağı bilinmeyen para çıkışını gösteren hatalar da söz konusudur.
Yazının Devamını Oku

Durum değerlendirmesi (1)

17 Ağustos 2005
<B>CARİ </B>işlemler açığı artıyor. Yani, giderek yurt dışından aldığımız mal ve hizmetlerin dolar karşılığı yurt dışına sattığımız mal ve hizmetlerin dolar karşılığından daha fazla oluyor. Bu açığı yurt dışından borçlanarak ve yabancı sermaye akımları (biraz da kaynağını bilmediğimiz döviz girişlerinden) ile finanse ediyoruz. Hatta, borçlanmalarımız ve yabancı sermaye akımları cari işlemler açığımızdan daha fazla olduğu için döviz rezervlerimiz de artıyor.

Geldiğimiz noktada gözlemlenen denge şöyle özetlenebilir: Ciddi miktarda yabancı sermaye akımı çekiyoruz. Buna karşılık, gelen dövizlerin bir bölümünü cari işlemler açığı vererek harcıyoruz. Yine de, döviz fazlası olduğundan döviz kurları düşüyor.

İleriye dönük, özellikle yabancı yatırımcıların güveni, yabancı sermaye akımlarının devamını sağlamakta, yurt içindeki faizleri düşürdüğü gibi, döviz kurları üzerinde de aşağı yönde ek baskı yaratmaktadır.

Yabancı sermaye akımları arttığı için cari işlemler açığı vermiyoruz. Ama, yabancı sermaye akımlarının artmasıyla cari işlemler açığını finanse etmekte zorlanmıyoruz. Yabancı sermaye akımı olmasaydı, elbette bu boyutta cari işlemler açığı veremeyecektik. O durumda, faizler de, döviz kurları da bugünkü düzeylerinin üzerinde olacaktı.

Bu denli yabancı sermaye akımı olduğu halde, cari işlemler açığı vermiyor olsaydık, döviz fazlası daha fazla olacaktı. Merkez bankası döviz fazlasını emip rezervlerini daha fazla artırmadığı varsayımı altında, döviz kurları daha da düşecekti. Faizlere ne olacağı ise birçok etkenin altında her iki yönde de olabilirdi.

Bu açıdan, ‘iyi ki cari işlemler açığı veriyoruz’ denebilir. Bu yolla döviz fazlasının bir kısmı eritilip kurlar üzerinde oluşan aşağı doğru baskı bir ölçüde hafifletilmektedir.

YERE ÇAKILMA RİSKİ

Cari işlemler açığı finanse edildiği sürece devam edebilecek bir olgudur
. Dolayısıyla, belli bir boyuttaki cari işlemler açığı finanse edilemediğinde, açık düşecektir. Düşerken, bir takım dengeler de değişecektir. Örneğin, kurlar yükselecek, faizler artacaktır.

Dolayısıyla, sorun, gerçekleşmiş cari işlemler açığının büyüklüğü değil, gelinen büyüklüğün ileride finanse edilememe riskinin giderek artıyor olmasıdır. Bu risk bu yıl da gerçekleşebilir, bundan on yıl sonra da. Bu anlamda, ipler yabancı sermaye akımlarının elindedir. Yabancı sermaye akımları bize ya da bizim gibi ülkelere kızdıkları için azalabilir veya durabilir, hatta geçmişte gelen sermaye geri gidebilir.

Finanse edilemediği için cari işlemler açığının düşmesi durumu ‘yere çakılmak’ olarak nitelendirilebilir. Böyle durumlarda, hem belli bir büyüklükte cari işlemler açığı finanse edilememekte hem de geçmişte gelmiş olan yabancı sermaye çıkmak istemektedir. Ülke çok ciddi bir döviz ihtiyacı içine girmektedir. Örneğin, 1997 yılının ikinci yarısında yaşanan Güneydoğu Asya Krizi böyle bir olguydu. Buna benzer bir olguyu 1994 ve 2001 yıllarında biz de yaşadık.

YURTİÇİ TASARRUFLAR

Risklerin azaltılmasının tek yolu cari işlemler açığının azaltılmasıdır
. Yani, ülkeye döviz girdiği halde, gelen dövizlerin harcanmayacağı bir dengeyi bulabilmek önemli olmaktadır. Böyle bir dengenin sorunu da gelen dövizlerin kurları düşürmesi ve Merkez Bankası’nın rezerv biriktirmesini hızlandırması nedeniyle piyasaya çıkaracağı likiditedir. Böyle bir durumu da 1995-97 yılları arasında yaşadık. Bu sorunları çözmek ‘yere çakılmak’ riskini büyütmeye göre daha kolaydır.

Cari işlemler açığının azaltılması yurt içi tasarruf açığının azaltılmasından geçmektedir. Çünkü, cari işlemler açığı yurt içi tasarruf açığını karşılayan bir olgudur.

Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku

Merkez Bankası’nın eli serbest olmalı

16 Ağustos 2005
<B>DALGALI </B>kur sisteminin bir başka cilvesini yoğun olarak yaşıyoruz. İlk başlarda döviz kurlarının nominal olarak fırlaması sorundu. Şimdi de, döviz kurlarının reel olarak düşmesi sıkıntı yaratıyor. Sıkıntının kaynağı dalgalı kur sistemi içinde ekonomik istikrarın oluşturulmaya çalışılması da olsa, artık dalgalı kur sisteminden çıkış yok. Kısa dönemli stratejimiz Türk parasının reel olarak değerini düşürmek değil, daha fazla değerlenmesinin bir şekilde önüne geçilmesi olmalıdır.

Aksi taktirde, sıkıntıyı hafifletebilecek döviz kuru oynamalarını tesadüflere ve ekonomi dışı etkenlere bırakmış olacağız. Bu çeşit gelişmeler de, kriz yaratmadıkları sürece, her zaman geçici olmaktadır.

TUTARSIZ HEDEFLER

‘Türk parası çok değerlidir’ lafı teknik açıdan çok fazla anlam ifade etmemektedir. ‘Paranın gerçek değeri’ gibi kavramlar da afaki kavramlardır. Gerçek olan gelişme Türk parasının son üç yıldır değerlenmiş olmasıdır. Ama, paranın değerlenmiş olması mutlak anlamda ‘değerli’ olduğu anlamına gelmez. Aynı şekilde, paranın değerleniyor olması ‘gerçek değeri’ noktasından uzaklaşıyor anlamına da gelmez.

Şimdiye kadar, Merkez Bankası günlük ihaleler yoluyla belli miktarlarda döviz alımı yaptı. Aylık rakamlar küçümsenmeyecek boyutlara geldiyse de, ihale yoluyla yapılan döviz alımları Türk parasının reel olarak değerlenmesinin önüne geçemedi.

Arada bir Merkez Bankası döviz piyasasına doğrudan müdahalelerde de bulundu. Söylentilere göre, doğrudan müdahalelerin her birinde 2 milyar dolardan fazla döviz aldı. Bu da yetmedi.

Merkez Bankası’nın döviz alımları Merkez Bankası’nın piyasadan TL borçlanmasını artırmasına yaradı. Yani, Merkez Bankası satın aldığı dövizler karşısında piyasaya çıkardığı TL’yi yeniden borçlanmak zorunda kaldı. Döviz alımları bilançosunun büyümesine neden oldu. Bir noktada, döviz alımları yoluyla piyasaya sürülen likiditenin fiyat istikrarını tehdit etme riski de söz konusu olmaya başlayacaktır. Bu nedenle de, döviz alımları konusunda Merkez Bankası belli bir kısıntı içinde çalışmaktadır.

Bir yanda enflasyon hedefi, diğer yanda döviz kurlarını belli bir düzeyde tutma gibi birden fazla hedef birbirleriyle tutarlı değildir. Bu açıdan, fiyat istikrarının hedeflendiği bir yapıda, eğer sorunsa, döviz kuru sorununun çözümü başka yerlerde aranmalıdır.

YUMUŞATMA OLMAZ

Kısa dönemde politika yapıcılarına zaman kazandıracak uygulama Merkez Bankası’nın elinin serbestleştirilmesidir. Bugün Merkez Bankası ancak borçlanma yoluyla piyasadan para çekebilmektedir. Döviz alımları yoluyla yarattığı likiditeyi borçlanmak zorunda kalmaktadır.

Aldığı dövizler karşısında başka varlıklarını satabilme olanağına kavuşsa, Merkez Bankası’nın bilançosunu büyütmeden de döviz alımları yapması mümkün olabilecektir. Böyle bir strateji için elinde yeteri kadar döviz dışı TL varlıkları da vardır. Ama, tüm bu varlıklar piyasada satılabilir cinsten değildir.

Merkez Bankası’nın elindeki Hazine bonolarının piyasada satılabilir halde getirilmesi Merkez Bankası’nın elini güçlendirecektir. Döviz müdahaleleri yoluyla Merkez Bankası’nın bilançosunu büyütme zorunluluğu ortadan kalkacaktır. Bu uygulama kısa vadede zaman kazandırıp orta vadede çözüm üretecek politikaların uygulamaya konmasını kolaylaştıracaktır.

Aksi taktirde, kalıcı çözümü Merkez Bankası politikalarında aramak fiyat istikrarı hedefini yumuşatmaktan öteye gitmez. Daha, fiyat istikrarını yakalamadan hedefi yumuşatmak ise ekonomiyi fiyat istikrarından uzaklaştırır.
Yazının Devamını Oku

Her derde deva ilaç baş belası mı oluyor

15 Ağustos 2005
<B>CARİ </B>işlemler açığı 2005 yılının tümü için 16 milyar dolar kadar hedeflenirken, <B>yılın ilk altı ayında 13.7 milyar dolar oldu</B>. Son on iki ayda gerçekleşen cari işlemler açığı 19 milyar doları geçti. Bundan iki yıl kadar önce cari işlemler açığının artış eğilimine dikkat çekildiğinde, dalgalı kur sistemi sorunu halleder deniyordu. Aradan iki yıl geçti. Sorun daha da büyüdü. Dalgalı kur sisteminde döviz kurları cari işlemler açığını önleyici yönde gelişeceğine, tam aksi yönde gelişti. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Uysaydı, tesadüf ve şaşırtıcı olurdu.

TIKANDIK

Yaşananlar şaşırtıcı değildi. Şaşırtıcı olan dalgalı kur sisteminin cari işlemler açığı sorununu halledebileceği beklentisiydi. İktisat yazınında son otuz yıldır döviz kurlarının belirlenmesinde mal ve hizmet hareketlerinin değil, sermaye hareketlerinin önemli olduğu vurgulanır. Ödemeler dengesine parasal yaklaşım (monetary approach to balance of payments) olarak bilinen iktisat yazını çok geniştir. Bu konuda önemli katkıları yapmış olanlardan bazıları da IMF’de görev yapmış (IMF’de çalışmaya başlamadan önce Stanley Fisher da dahil) kişilerdir.

İktisat yazınındaki belki de üzerinde en çok mutabakat sağlanmış böyle bir konuyu göz ardı edip dalgalı kur sisteminin her derde deva olacağının düşünülmesi (IMF de dahil) hem komikti hem de düşündürücüydü. Son yayınlanan rakamlar ve gözlenen eğilimler Türkiye’nin şapkasını önüne koyup düşünmesini gerektiriyor.

İhracatın önemli ölçüde ivme kaybettiği çok açık görünüyor. İthalatın ekonomik büyümeye olan duyarlılığında ise belli bir azalma söz konusudur. İthalatımızın çoğunluğunu teşkil eden ara malları ithalatı ekonomik büyümedeki düşme (eğer rakamlar gerçeği yansıtıyorlarsa) paralelinde bir azalma eğilimine girmemiştir. Dolayısıyla, gelinen noktada, verimlilik artışlarındaki eğilimlerin döviz kurlarındaki gelişmeleri örtebilecek bir düzeyde olmadığı anlaşılmaktadır. Verimlilik artışlarıyla Türk parasının reel değerlenmesini üç yıldır bir ölçüde örtebiliyorduk Şimdi, bir tıkanma söz konusudur.

Son altı aydır (şubat ayı hariç) cari işlemler açığı 2 milyar doların üzerinde gerçekleşmiştir. Turizm gelirlerinin mevsimsel olarak arttığı dönemde ihracat artışının ivme kaybedip ithalat artışının aynı paralelde ivme kaybetmemesi nedeniyle dış ticaret açığı daha da artmıştır. Yani, turizm gelirlerine güvenerek cari işlemler açığındaki artışın bundan sonra radikal bir biçimde duracağını beklemek hiç gerçekçi değildir. Yıl sonunda cari işlemler açığının 21 milyar doların üzerinde olması olasılığı çok yüksektir.

GERİ DÖNÜLMEZ

Döviz kurlarındaki gelişmeler ekonomik dengeler üzerinde yapılacak tartışmaların odak noktası olacaktır
. Kurlarda bir düzeltme gereği çok sık gündeme taşınacaktır. Bazılarımız her derde deva diye tanıtılan dalgalı kur sisteminin yetersizliğini tartışırken, bazılarımız Merkez Bankası’nı görevlendirip enflasyon hedefi ile çelişse dahi, Merkez Bankası’nın döviz kurlarını yükseltmesi gereğini dile getirecektir.

Bu aşamada, dalgalı kur sisteminden vazgeçtik diye ortaya çıkamayız. O devir geçmiştir. Diş macunu tüpten çıkmıştır. Macunu tüpe geri koyamayız. Koymaya kalkarsak, yüzümüze, gözümüze bulaştırırız.

Merkez Bankası’nın enflasyon hedeflemesinden yalpalaması da doğru değildir. Böyle dönemlerde, Merkez Bankası’nın birden fazla hedefi (multi-objective) gözlemesi gerektiğini iddia eden çok olacaktır. Ama, bu aşamada, Merkez Bankası enflasyon hedeflemesine odaklanmak zorundadır. Örtülü enflasyon hedeflemesinden sonra, ‘yumuşak’ ya da ‘esnek’ enflasyon hedeflemesi gibi yaklaşımlar Merkez Bankası’nın itibarını zedeleyeceği gibi, etkinliğini de azaltacaktır.

Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku

İktisat eğitimi üzerine düşünceler (2)

14 Ağustos 2005
<B>TÜRKİYE</B>’de lise müfredatı içinde <B>iktisat dersleri</B> yoktur. İktisat dersleri içinde işlenebilecek konular <B>matematik</B> derslerinde problem olarak öğrencilerin karşılarına çıkarlar. <B>Lise öğrencisi iktisat öğrenmeden üniversiteye gider</B>. Halbuki, ‘ev ekonomisi’ adı altında birçok iktisadi konular lise düzeyinde çok rahatlıkla işlenebilir. Gençler bir yandan matematik derlerinde türev almaya çalışırlarken, öğrendikleri türev ya da fonksiyon gibi kavramların gerçek hayatta ne işe yaradıklarını ‘ev ekonomisi’ derslerinde öğrenebilirler.

Daha da ileri gidersek, üniversitelerin iktisat bölümleri, liseden çıkan öğrencilerin hakkında hiçbir şey bilmeden girdikleri bölümlerden biridir. Az ya da çok, felsefe, psikoloji, sosyoloji, edebiyat, fizik, kimya ve matematik konularında bir şeyler öğrenmişlerdir. Ama, liselerde iktisattan çok fazla söz edilmez.

UYGULAMALI EĞİTİM

Böyle bir eğitim sisteminde, öğrenciye önce konuyu sevdirmekle başlamak gerekmektedir diye düşünüyorum
. Hiçbir konu karmaşık ve ne işe yaradığı belli olmayan teorilerin ezberletilmesi yoluyla konunun yabancısına sevdirilemez. Sanıyorum, iktisat eğitiminde en büyük yanlışı burada yapıyoruz.

Birçok konuda olduğu gibi, iktisat bilimi öğrendikçe sevilen alanlardan biridir. Önce, ne işe yaradığını öğretmek gerekmektedir. Tek başına matematik nasıl zor ve sıkıcı olarak algılanırsa, iktisat bilimi de yapılanların ne işe yaradığı bilinmediğinde, zor ve sıkıcıdır. ‘Sanat, sanat içindir’ yaklaşımı lisans üstü düzeyde olmalıdır. Üniversitelerin lisans bölümlerinde ‘sanat, toplum içindir’ yaklaşımıyla iktisat öğretilmelidir.

Bu yaklaşımın başlangıç noktası gerçek hayatta yaşanan olaylar olacaktır. Her derste gerçek hayattan bir iktisadi olay ele alınıp iktisat, uygulamalı öğretilmelidir. Tek başına arz ve talep teorilerini anlamak zor ve sıkıcı olabilir. Ama, petrol fiyatlarının son günlerde neden artma eğiliminde olduğunu anlatmaya çalışırken az ve talep teorilerinden söz etmek öğrencinin canını sıkmayacaktır. Aynı konuda, maliyet, yeni yatırım olanakları ve beklentilerin iktisadi dengeler üzerindeki etkilerini de kapsamak kolaylaşacaktır.

Para teorisi iktisattaki en soyut ve karmaşık teorilerden biridir. Üniversitelerin lisans düzeyinde, para teorisini ayrıntılarıyla anlatmak yerine, Merkez Bankası’nın kısa vadeli faizleri geçen ay neden düşürdüğünü ya da düşürmediğini anlatmak öğrencilerin ilgisini çok daha fazla çekecektir. Farkında olmadan, para teorisinin bazı temel noktalarını da öğreneceklerdir.

HEDEF

Üniversitelerde lisans düzeyindeki iktisat eğitiminin hedefi iktisadi konuların varlığından öğrencileri haberdar etmek ve bu konuların sevdirilmesi olmalıdır
. İktisat bilimini öğretmek lisans üstü eğitimin hedefi haline gelmelidir.

Bu yaklaşım, birçok akademik iktisatçının kolaylıkla kabul etmeyebileceği bir yaklaşımdır. Konuların basitleştirilmesini, kolaylaştırılmasını, çarpıtılmasını (vulgarize edilmesi) akademik iktisatçılar genellikle fazla sevmezler. Ama, Gerçek hayatla akademik iktisat arasında bağları sıkı tutmadığımız zaman iktisat eğitiminin kalitesini düşürmüş oluyoruz. Ne öğreteceksek öğretelim, ama önce öğreteceğimiz konunun bütün içindeki yerini, uygunluğunu (relevance) öğretmek zorundayız.

İktisat bilimi üç-beş yılda öğrenilebilecek bir alan değildir. Dolayısıyla, öğrencilerin iktisadın can sıkıcı yanlarını öğrenecek çok zamanları olacaktır. İşin başında, öğrenciler neyi neden öğrendiklerinin farkında olmalıdırlar.

Burada anlatmaya çalıştığım yaklaşımla bana iktisat bilimini sevdiren rahmetli Demir Demirgil, sağlıkla yaşamlarını sürdürmelerini dilediğim Kenan Bulutoğlu ve Baran Tuncer gibi hocalarıma şimdi çok daha fazla minnettarım.
Yazının Devamını Oku

Bir enflasyon düşmanı: Wim Duisenberg

12 Ağustos 2005
<B>ENFLASYON </B>belasıyla tanışmış <B>Batı ülkeleri enflasyondan hep korkmuşlardır</B>. Bu ülkelerdeki kurumsal yapılaşma <B>merkez bankalarının hükümetlerden bağımsız olması</B> yönünde gelişmiştir. Merkez bankalarının bağımsızlığı yetmemiş, amacının da yalnızca fiyat istikrarı olduğu yasalarla güvence altına alınmıştır. Halbuki, enflasyondan çok çekmemiş gelişmiş ülkeler yasalarında çok açık olmasa da, merkez bankalarını idari olarak bağımsız tutup para politikasını ‘çok amaçlı’ (multi-objectives) halde tutmuşlardır.

TEK Mİ ÖNCELİKLİ Mİ?

İki Dünya Savaşı arasında hiperenflasyonla tanışan Avrupa enflasyon tehdidine karşı son derece duyarlıdır. Örneğin, Almanya’da fiyat istikrarı her şeyin üzerindedir. Buna karşılık, Amerika Birleşik Devletleri’nde, fiyat istikrarı önemli olduğu kadar, ekonomik büyüme ve ödemeler dengesi de önemli olabilmektedir.

Euro’ya geçilmeden önce, Almanya Merkez Bankası’nda (Bundesbank) Başkan’ın kim olacağı para politikasının amacı ve hedefi açısından çok önemli değildi. Başkan kim olursa olsun, para politikasının amacı, her şeye rağmen fiyat istikrarı olacağını herkes biliyordu. Bu uğurda Almanya’da hükümetler devrildi.

Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) hedefi o denli açık değildir. Para politikasının hedefi olarak fiyat istikrarı ile beraber diğer ekonomik dengelerin de gözetilmesi öngörülmüştür. Bu yapıda, FED Başkanı’nın kim olacağı her zaman özel bir önem kazanmaktadır.

Örneğin, 1970’lerdeki FED Başkanları Arthur Burns ve William Miller için petrol şoklarının getirdiği resesyondan çıkmak için fiyat istikrarından biraz ödün vermek bir sorun değildi. O dönemde, Amerika hem resesyon yaşadı hem de enflasyon çift hanelere çıktı.

Daha sonra Başkan olan Paul Volker ve Alan Greenspan için fiyat istikrarı daha önemliydi. Volker’ın döneminde resesyondan çıkılıp fiyat istikrarı sağlandı. Greenspan’in döneminde resesyon yaşanmadı ve fiyat istikrarından ödün verilmedi.

1980’li yıllarda (petrol şoklarından sonra) Avrupa’da merkez bankacılığında iki isim öne çıktı: Karl Otto Pöhl ve Wim Duisenberg. Biri Bundesbank’ın diğeri Hollanda Merkez Bankası’nın başkanlığını yaptılar. Çok zor bir dönemde Avrupa’da fiyat istikrarından ödün verilmemesini savundular ve kazandılar.

BİR LİDERDİ

Bugün Avrupa Merkez Bankası, birçok ülkenin siyasi baskısı altında olmasına rağmen, kurumsal olarak en iyi merkez bankalarından biri olmasının arkasında bu iki ismin liderliğinin rolü çok büyüktür. Batı basını Duisenberg’e ‘beş dakika Wim
’ diyerek alay ederdi. Çünkü, Bundesbank’ın aldığı faiz kararlarını beş dakika sonra Hollanda Merkez Bankası da alırdı. Ama, beş dakika önce Bundesbank’ın aldığı karar üzerinde Wim Duisenberg’in ne kadar katkısı olduğu fazla irdelenmezdi.

Avrupa Merkez Bankası’nın ilk başkanıydı. Bu kapasitede yaptıklarını tekrar etmeye gerek yok. Söylenecek tek şey, Duisenberg ağırlığında biri Başkan olmasaydı, Avrupa Merkez Bankası’nın bugün bulunduğu yere gelebilmesinin olanaksızlığıdır.

Dünya ekonomi çevreleri son otuz yılın en iyi merkez bankacılarından birini kaybetti. Yeri doldurulamaz gibi kalıplaşmış cümleler kurmak anlamsızdır. Ama, onun yaptıklarından ve söylediklerinden merkez bankalarının ‘çok amaçlı’ olmalarını savunanların öğreneceği çok şey vardır.
Yazının Devamını Oku