29 Kasım 2005
EKONOMİK büyüme küçümsenmeyecek boyutlarda olduğu halde işsizlik sorun olmaya devam ediyor. İstihdam artıyor, ama çalışma yaşına gelen insan sayısı daha da hızlı artıyor. Dolayısıyla, işsizlik sorun olmaya devam ediyor. Türkiye’de işsizlik sorununun iki önemli boyutu vardır. Birincisi, demografik etkenlerden, yani nüfus yapısından kaynaklanıyor. İkincisi ise son yıllardaki ekonomik büyümenin büyük bir bölümünün istihdam yaratan büyüme olmayıp verimlilikten kaynaklanmasıdır.
KATILIM
İşgücü istatistiklerinin bilinen ve olağan sorunlarına girmeden, istihdam sorununun ana boyutlarını tartışmak gerekiyor. Çünkü, istihdamı artırmaya yönelik kısa vadeli klasik çözümler ekonomik istikrarı tehdit edebilecek boyutlarda olabilecektir. Halbuki, sorunun çözümü orta vadede aranmalıdır.
Türkiye’de yıllık ortalama nüfus artışı yavaşlamıştır. 1950-1970 arası yüzde 3’e yakın büyüyen nüfusumuz 1980 sonrasında ciddi bir yavaşlama eğilimine girmiştir. Son dönemde nüfusumuz yüzde 1.5 civarında büyümektedir.
Nüfus artışının yavaşlaması büyük ölçüde doğum oranının düşmesinden kaynaklanmıştır. Yani, yeni genç nüfusun artış hızı yavaşlamaktadır.
Nüfus istatistiklerinde 15 yaş ve yukarı nüfus, ‘istihdam edilebilir nüfus’ olarak tanımlanmaktadır. Türkiye’de nüfus artış hızı düşüyor olsa da, bu gruptaki nüfus artış hızı büyük ölçüde geçmişteki yüksek nüfus büyümesinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, istihdam edilebilir nüfus artış hızı göreli olarak yüksek olmaya devam etmektedir. İstihdam istatistiklerinde bu gruptaki nüfus son yıllarda yüzde 2 civarında büyümektedir.
2001-2004 yılları arasında istihdam inişli çıkışlı bir seyir izlese de, ortalama 21.5 milyar insanın istihdam edildiğini görüyoruz. İstatistiklere göre, 2001 yılında istihdam edilenlerin sayısı 21.5 milyonken, 2004 yılında istihdam edilenlerin sayısı 21.9 milyon kişi oldu. Buna karşılık, 15 ve yukarı yaştaki nüfus aynı dönemde 47 milyondan 50 milyon kişiye ulaştı. Yani, istihdam edilebilir nüfus 3 milyon kişi artarken, istihdam edilenlerin sayısında fazla bir değişiklik olmadı.
2005 yılı ağustos ayında istihdam edilenlerin sayısının 22.8 milyon kişi, istihdam edilebilir nüfusun ise 51 milyon kişi olduğunu görüyoruz. İstihdam edilebilir nüfusun giderek daha az bir yüzdesi istihdam ediliyor. Ama, işsizlik oranı fazla değişmiyor. Çünkü, işsizlik oranı hesaplanırken istihdam edilen nüfus içinden iş aramayanlar (emek piyasasında olmayanlar) çıkarılıyor. Türkiye’de giderek emek piyasasında çıkışın hızlandığı gibi bir izlenim ediliyor. Bu olgu da ekonomik büyüme eğilimlerine göre dönemseldir.
İŞSİZLİK ORANI
Ekonomik durgunluk sırasında iş bulma olasılığının düştüğü anlayışıyla emek piyasasından çıkanlarda bir artış olması normal karşılanabilir. Ama, ekonomik büyümenin ciddi boyutlarda olması durumunda, iş bulma olasılığının arttığı beklentisiyle iş gücüne katılım artacaktır. Yani, istihdam belli bir ölçüde artsa dahi, emek piyasasına girişlerin hızlanmasıyla, işsizlik oranı yine fazla değişmeyebilecektir.
Demografik yapı işsizlik sorununun çözümünü güçleştirici yönde değişmektedir. Bu ortamda, soruna kısa vadede kalıcı çözümler bulmak zordur. Nüfus artışı yavaşladıkça, belli bir süre sonra 15 yaş altı nüfusun artış hızı da göreli olarak yavaşlayacaktır. Bu, temel eğitim gerektiren nüfusun da göreli olarak azalması anlamına gelmektedir. Bu açıdan da sevindirici bir gelişme söz konusudur.
Yazının Devamını Oku 28 Kasım 2005
YIL sonuna yaklaşırken uluslararası mali piyasalarda belli bir ölçüde tedirginlikler başlamıştı. Amerika sınırı tahmin edilemeyen bir biçimde faiz artırmaya devam ediyordu. Avrupa faizler yönünden ne yapacağı konusunda karsızdı. Amerika Merkez Bankası (FED) Başkanı değişiyordu. Zaten beklentilerinin çok üzerinde gelişmekte olan piyasalardan para kazanan uluslararası yatırımcılar doğal olarak kazandıklarını korumayı tercih ettiler. Ekim ayında uluslararası piyasalar tedirgin bir döneme girdi.
BÜYÜK EKONOMİLER
Tedirginlik artık dağılıyor. FED Başkanı’nın kim olacağı belli oldu. Siyasi yakınlıkları kısa dönemde bir sınavdan geçecek olsa da, yeni Başkan Bernanke hem mali piyasalarda hem de akademik dünyada saygınlığı olan bir kişilik. FED’in Greenspan dönemindeki politikalarından radikal bir değişiklik olabileceği riski neredeyse tamamen ortadan kalktı. Dolayısıyla, mali piyasaları tedirgin eden önemli bir boyut ortadan kalktı.
FED kısa vadeli faizleri artırmaya devam ediyor. Ama, ilerideki faiz artışları konusundaki tutumunda belli bir yumuşama da görülüyor. Bugünkü dengeler açısından, FED bundan sonra kısa vadeli faizleri toplam 0.5 puanla 1 puan arasında artıracağı anlaşılıyor. Piyasalar açısından, FED’in yumuşaması da piyasaları rahatlattı.
Avrupa Merkez Bankası geçmişe göre daha kararlı bir tutum almak istermiş gibi bir hava sergiliyor. Euro Bölgesi’nin büyük ülkelerinden gelen muhalefete rağmen Avrupa’da da kısa vadeli faizlerin artabileceği sinyalleri alınmaya başlandı. Büyük bir olasılıkla, uzun süredir yüzde 2’de çakılan euro faizleri önümüzdeki aylarda artacak. Avrupa’nın faizler konusunda daha aktif bir tavır alması euro-dolar kuruna belli bir istikrar getirecektir. Avrupa’daki bu gelişmeler de uluslararası yatırımcıları rahatlatmıştır.
GELİŞMEKTE OLAN PİYASALAR
Gelişmekte olan piyasalar içinde dikkatleri en fazla üzerinde toplayan Brezilya, Rusya ve Türkiye’den de iyi haberler gelmeye devam etmektedir.
Türkiye tam üyelik yolunda AB ile müzakere sürecini başlatmıştır. Türkiye dünya haritası üzerinde daha görünür bir konuma gelmiştir. Enflasyon hedeflenen doğrultuda gitmektedir. Büyüme sürmektedir. Nominal ve reel faizler düşmektedir.
Rusya’da yapısal reformlar beklendiği hızda ve yönde gelişmemektedir. Ama, petrol fiyatlarının geldiği düzey itibariyle, Rusya’da kısa vadede bir finansman darboğazı yaşanması olasılığı yok denecek azdır. Dolayısıyla, petrol fiyatlarının geldiği düzey Rusya’nın ekonomik riskini çok azaltmaktadır.
Brezilya ekonomisi göreli bir istikrara kavuşmuştur. Başkan’ın ve partisinin yolsuzluklara karıştığı yönünde ortaya çıkan siyasi riskler daha azalmış gibi görünmektedir. Brezilya Merkez Bankası da kısa vadeli faizleri düşürmeye başlamıştır. Enflasyon yüzde 4’lere gelmiştir.
Bu ülkelerde politik ve ekonomik riskler elbette vardır. Türkiye’de cari işlemler açığının önlenemeyen yükselişi ve siyasi riskler, Rusya’da yapısal sorunlar, Brezilya’da siyasi riskler tamamen ortadan kalkmış değildir. Ama, uluslararası yatırımcılar bu riskler karşılığında da önemli getiriler elde etmektedirler.
Örneğin, reel faizler Brezilya ve Türkiye’de yüzde 10 civarındadır. Rusya’da reel faizler negatif dahi olsa, Rusya Borsası’ndaki artış son yıllarda dolar bazında yüzde 20’nin üzerindedir.
Kısacası, uluslararası mali piyasalar ekim ayındaki rahatsızlıkları ve yıl sonu korkusunu atlatmış görünmektedir. Dolayısıyla, gelişmekte olan piyasalar açısından sermaye hareketlerinde kısa dönemde radikal bir değişme beklenmemelidir.
Yazının Devamını Oku 27 Kasım 2005
AVRUPA Birliği’ne tam üyelik yolunda başlatılan tarama ve müzakere süreçlerinden biri rekabet politikalarıdır. Türkiye’nin rekabet kavramına bakış açısı tespit edilip AB ile ayrılan noktaları saptanacak, daha sonra da bakış açımız AB’ye uyarlanacaktır. Birçok alanda olduğu gibi, yasal düzenlemeler açısından, Türkiye’nin rekabet konusunda çok geri kaldığı iddia edilemez. Gümrük Birliği çerçevesinde AB’nin zorlamasıyla hazırlanan rekabet yasası ve bu yasayla kurulan Rekabet Kurumu birçok açıdan tatmin edici bir işlev görmektedir. Ama, yapılacak daha epey iş vardır.
TEŞVİKLER
Rekabet konusunda Türkiye’nin üzerinde durması gereken konular yürürlükteki yasal çerçevenin eksiksiz uygulanmasıyla, rekabet ile yakından ilgili olup rekabet kavramı dışında tutulan alanların yasal çerçeveye oturtulup uygulanmasıdır.
Birinci konu devlet tarafından verilen çeşitli teşviklerin bir çatı altında toplanmasıdır. Devlet çeşitli organlarınca çeşitli teşvikler vermektedir. Bir alanda verilen teşviklerin devlete maliyetini hesaplamak dahi zorlaşmaktadır. Çoğu zaman, sağ el sol elin ne yaptığından habersizdir ya da habersiz gibi davranmaktadır.
Teşviklerin dağıtımındaki dağınıklık hem teşviklerin akılcı bir baza oturtulmasını zorlaştırmakta hem de mali disiplini zedelemektedir. Devletin verdiği tüm teşvikler tek elde toplanmalıdır. Bu konudaki kuruluş Hazine olmalıdır.
‘Ağlamayan çocuğa meme verilmez’ anlayışıyla her ağlayana teşvik veren mekanizma içinde verilen teşviklerin piyasadaki rekabeti nasıl etkilediği göz ardı edilmektedir. Halbuki, devletin verdiği teşviklerin piyasadaki rekabeti olumsuz etkilememesi kurallardan biri olmalıdır. Türkiye konuya bu açıdan hiç bakmamıştır, bakmaya da pek niyetli görünmemektedir.
Devlet teşviklerinin rekabet boyutu gündeme geldiğinde, bugün siyasi güdülerle verilen teşviklerin siyasetten bağımsız bir rekabet otoritesince incelenmesi ve irdelenmesi söz konusu olacaktır. Bir anlamda, devlet teşviklerinin verilme ilkesi siyasi olmaktan çıkıp iktisadi olmaya başlayacaktır. Bugüne kadarki hakim siyasi yapı böyle bir yaklaşımı benimsemekten kaçınmıştır. Bu konuda radikal bir kültür değişikliğine ihtiyacımız vardır.
KAPSAMA ALANI
AB’ye uyum sürecinde yasal olarak mutlaka bu konularda da ilerleme sağlanacaktır. Ama, önemli olan, diğer konularda olduğu gibi, uygulamadır. Uygulamada, istemeyerek yürürlüğe konacak olan devlet teşviklerinin rekabet boyutunu gözeten bir sistem rekabet otoritesinin siyasileşmesi yönündeki baskıları artıracaktır. Yani, ‘kaş yapmaya çalışırken göz çıkarma’ olasılığı oldukça fazladır.
Belli bir bocalama devri geçireceğiz. Yasal olarak yürürlüğe giren kuralların uygulanması aşamasında ‘işi kılıfına uydurmak’ anlayışıyla rekabet otoritesi zorlanacaktır. İlerideki yıllarda devlet kuruluşlarının da rekabet yasası kapsamına alınması işleri daha da zorlaştırabilecektir. Bugünkü haliyle, rekabet yasası özel sektör kuruluşları için geçerli olup devlet kuruluşlarını kapsama alanı dışında tutmaktadır. Yani, ekonominin önemli bir bölümü ‘rekabet’ kavramı dışında tutulmaktadır.
AB ile yapılacak tam üyelik müzakereleri yasal zeminde ilerleme sağlayacaksa da, rekabete bakış açımızda kültür değişikliği zaman alacak gibi görünmektedir.
Yazının Devamını Oku 25 Kasım 2005
TÜRKİYE ekonomisinde işsizlik bir sorundur. Bu sorunla daha uzun süre yaşamak zorundayız. Demografik etkenler ve ekonominin daha verimli olması gereği sorunun çözümünü hem güçleştirmektedir hem de uzun vadeye yaymayı gerekli kılmaktadır. Kısa sürede işsizlik sorununu çözmeye yönelik her türlü girişim ekonomik istikrarı tehdit edebilecektir.
Cari işlemler açığının geldiği boyut ekonomik istikrar açısından bir risktir. Bu riski makul düzeylerde idare etmek zorundayız. Cari işlemler açığı vermemeyi hedefleyen bir ekonomi politikası çok gerçekçi olmadığı gibi, gerekli de değildir.
Türkiye’de kişi başına gelir Avrupa Birliği’nin yeni üyelerine göre de düşüktür. Bu sorunun çözümü de ekonomik istikrarı tehdit etmeyecek bir biçimde bulunmalıdır. Sorunların üstesinden gelmek için kısa vadede aceleci çözümlere değil, uzun vadede kalıcı çözümlere yoğunlaşmamız gerekmektedir.
GELİŞMELER
Sorunları sıralarken son dört yılda elde edilen bazı çok önemli kazanımları da not etmek lazımdır. Bu kazanımların kaybedilmesi durumunda bugün sorun olarak nitelediğimiz gelişmeleri tersine çevirme olanağımız hiçbir biçimde olamayacaktır.
1. Enflasyon 1990-99 yılları arasında yaklaşık ortalama yüzde 75 olmuşken, şimdi yüzde 8’in altındadır. Enflasyonun geldiği nokta hiçbir biçimde küçümsenemez.
2. Enflasyon göreli olarak kısa bir sürede düşerken, 2002-2005 yıları arasında ekonomi reel olarak yüzde 30’un üzerinde büyümüştür. Bu dönemde ortalama büyüme oranı yaklaşık yüzde 7.1 olmuştur.
3. 2002 yılından bu yana TL diğer dövizlere karşı reel anlamda küçümsenmeyecek boyutlarda değer kazandığı halde, ihracat 2002 yılında 36 milyar dolarken, 2005 yılında 70 milyar doları geçmesi beklenmektedir. İhracat üç yılda ikiye katlanmıştır.
4. Daha 2002 yılında kamu sektörü finansman dengesi milli gelirimizin yüzde 13’ü civarında açık verirken, bu yıl sonunda açığın milli gelir içindeki payı yüzde 1 civarında kalacağı tahmin edilmektedir. Kamuda finansman disiplini söz konusudur.
5. 2002 yılında milli gelirimizin yüzde 90’ının üzerindeyken, kamu sektörünün borçluluğu 2005 yılında yüzde 75’in altında kalacaktır.
6. Merkez Bankası’nın döviz rezervleri 2002 yılında 30 milyar doların altındayken, 2005 yılında 40 milyar doların üzerine çıkmıştır.
7. Nominal faizler yüzde 100’lerden yüzde 13’lere düşerken reel faizler yüzde 40’dan yüzde 9’lar düzeyine gerilemiştir. Hala haklı olarak reel faizlerin yüksekliğinden şikayet edilmektedir.
8. 2002 yılında Hazine’nin iç borçlarının yüzde 60’ı döviz üzerinden ya da dövize endeksliyken, bu oran 2005 yılında yüzde 15’e düşmüştür. Hazine artık ülke parasını kullanmaya başlamıştır. Ekonomik istikrarın en önemli boyutu budur.
9. Türk halkı 2002 yılında toplam mevduatlarının yüzde 43’ünü TL’de, yüzde 57’sini dövizde tutarken, bugün mevduatların yüzde 60’ı TL’de, yüzde 40’ı dövizde durmaktadır. Az da olsa, dövizden TL’ye dönüş söz konusudur.
10. Merkez Bankası’nın ortalama bilanço toplamı 1990’lı yıllarda yıllık ortalama yüzde 80 civarında büyürken (2001 yılında yüzde 175 büyümüştür), 2004 yılında yüzde 2.5, bu yıl da şimdiye kadar yüzde 1.2 büyümüştür. Yani, artık kamu sektörünü doğrudan ya da dolaylı finansman sağlamak için para basılmamaktadır.
Bütün bu gelişmelere bakarak ‘rakamlarda enflasyon düştü ama, mutfakta yangın var’ ya da ‘memleketi parselleyip yabancılara pazarlıyorlar’ gibi söylevlerle gelinen noktayı ve uygulanan politikaların başasısını küçümseyemeyiz. Bu çeşit söylevlerle eleştiri yapmak ancak üçüncü sınıf siyasi bir yaklaşım olur.
Ekonomi alanında gelinen noktadan daha ileri gitmemiz gerekiyor. Ekonomi dışı risklerin ekonomideki eğilimleri tersine çevirmesine izin vermemeliyiz.
Yazının Devamını Oku 24 Kasım 2005
CARİ işlemler açığı son aylarda daha fazla konuşulmaya başlandı. Herkes cari işlemler açığının ekonominin istikrarı açısından bir risk olduğunu söylemeye başladı. O halde,
cari işlemler açığı azaltılmalı. Ama, açığı azaltırken, her şey aynı kalmayacak.
Cari işlemler açığı bir ekonomideki yerli kaynak eksikliğini gösterir. Yurtiçinde oluşturulan kaynaklar toplam harcamaları karşılayamıyorsa, yurtdışından kaynak transfer edilir.
Yurt dışından transfer edilen kaynaklar da cari işlemler açığıdır.
Ekonomideki kaynak açığı nereden kaynaklanmaktadır? Bu sorunun yanıtı kamu ve özel sektörün
yatırım-tasarruf dengesinde yatmaktadır.
Tasarruflardan daha fazla yatırım yapan bir sektör tasarruf açığı veriyor demektir.
YATIRIM-TASARRUF DENGESİ
Grafikte kamu ve özel sektörün tasarruf dengelerinin Gayri Safi Milli Hasıla’ya (milli gelir) oranları verilmektedir. Kamu finansman dengesinin bozuk olduğu yıllarda özel sektör yatırımlarının çok üzerinde tasarruf yaparak kamu sektörünün tasarruf açığını finanse etmişti. Örneğin 2001 yılında özel sektörün tasarruf fazlası milli gelirin yüzde 17’ye yaklaşmıştı. Hem kamu sektörünün tasarruf açığı finanse edilmişti hem de milli gelirin yüzde 1.3’ü kadar cari işlemler dengesinde fazla verilmişti.
Ekonomide sağlanan göreli istikrarla beraber özel sektör hem tasarruflarını göreli olarak azalttı (yani
tüketimini göreli olarak artırdı)
hem de yatırımlarını artırdı. Doğal olarak, özel sektör tasarruf fazlası veren bir birim olmaktan çıkıp kaynak ihtiyacı içinde olan, tasarruf eksiği veren bir birim haline dönüştü. Tahminlere göre,
2005 yılında özel sektörün tasarruf-yatırım dengesi milli gelirimizin eksi yüzde 4.4’ü (tasarrufların üzerindeki yatırım harcamaları)
kadar olacak.
2001 yılından bu yana kamu dengesi düzeliyor. Düzelme kamunun göreli olarak daha az tüketip daha fazla tasarruf yapmasından kaynaklanıyor. Sonuç olarak,
kamu sektörünün tasarruf açığı 2001 yılında milli gelirimizin yüzde 16.7’si iken, 2005 yılında yüzde 2.7’ye gerileyeceği tahmin ediliyor. Kısacası, 2005 yılında hem kamu hem de özel sektör tasarruf açıkları veriyor. Ekonominin dış kaynak ihtiyacı da bu iki sektörün tasarruf açıklarının toplamı oluyor. Yani,
ekonominin dış kaynak ihtiyacının 2005 yılında milli gelirimizin yüzde 7.1 olacağı tahmin ediliyor.
Ekonominin dış kaynak ihtiyacını azaltmanın yolu toplam tasarruf açığının düşürülmesinden geçiyor. Daha açık bir ifadeyle,
ya kamu sektörünün daha fazla tasarruf yapması gerekiyor ya da özel sektörün tüketimini ve yatırımlarını kısması gerekiyor. Seçenekler çok sevimli olmadığından, cari açığın bir risk olarak not edilip düşürülmesi konusunda bir şey yapılmıyor.
Ekonominin kendi risklerini kendisinin yok edeceği düşünülüyor.
Yazının Devamını Oku 23 Kasım 2005
TÜRKİYE ekonomisinin geldiği nokta küçümsenecek bir olgu değildir. Yüksek ekonomik büyüme ile beraber enflasyon yüzde 90’lardan kısa bir sürede tek haneli rakamlara düşmüştür. Başarının arkasında uluslararası piyasaların rolü olsa da, uygulanan para ve maliye politikaları belki de daha fazla başarıya katkı sağlamıştır. IMF’nin kamuoyuna yeni açıklanan raporu da bu noktayı vurgulamaktadır. Başarı övülürken, ekonominin maruz kaldığı riskler de sıralanmıştır. Risklerin en büyüğü doğal olarak ekonomik birimlerin ileriye dönük beklentilerinde radikal bir değişikliğin gerçekleşmesidir. İyimserlik kaybolup kötümserlik hakim olduğunda bugünkü dengeleri korumak çok zorlaşacaktır. Riskler vardır, ama fırsatlar da vardır.
CARİ DENGE
Beklentileri radikal bir biçimde değiştirebilecek etkenlerin kontrol edilmesi ileriye dönük istikrar açısından önemlidir. Bu anlamda, cari işlemler dengesinde gözlenen önlenemeyen açıklar önemli bir risk oluşturmaktadır.
Beklentiler değiştiğinde, büyüyen cari işlemler açığı ekonominin yumuşak iniş olasılığını azaltmakta, çakılma olasılığını artırmaktadır. Çünkü, beklentiler değiştiğinde, çok daha küçük bir cari işlemler açığı ile yaşamak durumunda kalabiliriz. Hatta, piyasalar Türkiye ekonomisini cari işlemler fazlası vermeye dahi zorlayabilir. Bu zorlama faiz ve kurların fırlaması yoluyla olacaktır. Yani, dengeler alt-üst olabilecektir.
IMF yumuşak iniş senaryosu üzerinde durmaktadır. O nedenle de, önümüzdeki yıllarda cari işlemler açığının 10 milyar doların altına ineceği tahminleri yapılmıştır. Büyük bir olasılıkla bu yıl cari işlemler açığı 23 milyar doların üzerinde olacaktır. Cari işlemler açığını iki-üç yıl içinde tek haneli rakamlara indirmek ekonomik büyümeden fedakarlık yapma anlamına gelmektedir. Bunca büyümeye rağmen istihdam sorunun arttığı bir ortamda siyasi olarak büyümeden fedakarlık edilmesinin ne denli gerçekçi olacağı tartışmalıdır. Yumuşak inişin kendiliğinden gerçekleşeceğini beklemek fazla iyimserliktir.
YABANCI SERMAYE
Risklerin yanında Türkiye ekonomisinde fırsatlar da söz konusudur. Türkiye ekonomisi giderek dünya kamuoyunda dikkatleri daha fazla üzerine çeken bir konumdadır.
Bugün zaten işleyen şirketleri alma konusunda ilgilenen yabancı sermaye önümüzdeki dönemde, fahiş bir hata yapılmazsa, yeni yatırımlar için gelebilecektir. Geldiğinde, hem istihdam sorununa çözüm daha kolaylaşacak hem de göreli olarak yüksek olan cari işlemler açığını yeni borçlar yaratmadan finanse etmek daha kolaylaşacaktır. IMF’nin ileriye dönük yabancı sermaye girişleri tahmini biraz tutucu görünmektedir.
Önümüzdeki üç yıl içinde kamu kesiminin ödeyeceği dış borç miktarı 40 milyar dolar civarında olacaktır. Borçların büyük bir bölümü IMF’ye olan borçlardır.
IMF’ye borç ödemek için piyasalardan borçlanmak yerine IMF’ye olan borçları daha uzun bir vadeye yaymak daha akılcı bir yaklaşım olacaktır. Dolayısıyla, IMF ile daha uzun bir süre yaşamak gerekebilecektir.
Bu, çok kötü bir şeymiş gibi algılanmamalıdır. Bugün risk olarak algılanan yüksek cari işlemler açığı ile yaşamak IMF ile bir program dahilinde çok daha kolay olacaktır. Çünkü, bugünkü dengeleri sarsmadan götürmek giderek yabancı yatırımcıların Türkiye ekonomisine güveninin devamına bağlı olacaktır. Avrupa Birliği ile olan ilişkiler bu aşamada aynı işlevi görmekten uzaktır.
Yazının Devamını Oku 22 Kasım 2005
AMERİKA’da kısa vadeli faizler artıyor. Uzun vadeli faizler uzun süre kısa vadeli faiz artışlarına beklenen tepkiyi vermedi. Uzun ve kısa vadeli faizler arasındaki fark çok azaldı. Son aylarda uzun vadeli faizler de kısa vadeli faizlere kısıtlı da olsa tepki vermeye başladı. Amerika’daki faiz artışları karşısında Avrupa sessizliğini koruyor. Euro bölgesinde enflasyonist baskılar arttığı halde, Avrupa Merkez Bankası beklenen faiz artışını gerçekleştiremiyor. Sonuçta, Avrupa’nın hareketsizliği Euro’nun değerinin düşmesine doların değerinin artmasına neden oluyor.
Son yıllarda Euro’nun değerinin artması doların değer yitirmesinden kaynaklanıyordu. Şimdi de, doların uluslararası piyasalarda değerinin artması Euro’nun değer yitirmesinden kaynaklanıyor.
DOLARA ENDEKSLENME
Euro-dolar kurundaki değişmeler Türkiye ekonomisini çok yakından ilgilendiren bir gelişmedir. Euro ve dolardan oluşan kur sepeti 2001 yılı ortalarından bu yana TL’ye karşı reel olarak ciddi boyutlarda değer kaybetmiştir. TL reel anlamda Euro-dolar sepine göre değer kazanmıştır. Ekonomik istikrarı tesis etme sürecinde bu beklenen ve olağan bir gelişmeydi. Olaylar beklendiği biçimde gerçekleşti.
TL’nin değer kazanma sürecinde Euro da diğer paralara karşı değer kazanıyordu. Uluslararası piyasalarda değer yitiren doların TL ye karşı da nominal olarak değer yitirmesi çok fazla rahatsızlık vermiyordu. Çünkü, Euro’nun TL’ye karşı nominal olarak değer kazanması bir anlamda TL’nin reel olarak değer kazanmasını yavaşlatıcı bir etken oluyordu.
Türkiye ekonomisi dolara endeksli bir ekonomi olmaya devam ediyor. Döviz kurlarındaki istikrar dolar kurunda istikrar olarak algılanıyor. Örneğin, Euro’nun TL’ye karşı değer kazandığı bir dönemde dahi dolar kurunun değişmemesi ya da düşmesi kurların istikrarı ya da düşmesi olarak kabul ediliyor.
Doların uluslararası piyasalarda değer kazandığı dönemde ise dolar kurunun Türkiye’de değişmemesi kurların istikrarı açısından önemli oluyor. Buna karşılık, Euro-dolar kurunun düşmesiyle Euro’nun TL değeri çok daha fazla düşmek zorunda kalıyor. Bu olgu TL’nin değer kazanması yönünde içsel bir sapma (appreciation bias) yaratıyor.
DEĞERLEME SAPMASI
Ekonomik istikrarın tesisinden kaynaklanan TL’nin doğal değer kazanmasına ek olarak euro-dolar kurundan kaynaklanan TL’nin değer kazanması Türkiye ekonomisini iki yönden zorlayabilecektir.
Birincisi, daha çok dolar üzerinden ara mallar alıp euro üzerinden ürünlerini dış piyasalara pazarlayan şirketler zor duruma düşebileceklerdir. Bu şirketler üretim girdilerini göreli olarak daha pahalıya alıp ürünlerini göreli olarak daha ucuza satmak zorunda kalabileceklerdir.
İkincisi, TL’nin euro-dolar kurundaki hareketler nedeniyle değer kazanma yönündeki sapması (appreciation bias) Merkez Bankası’nı döviz kuruna daha sık ve daha büyük boyutlarda müdahale etmesini gerektirebilecektir. Bu taktirde, parasal büyüklükler üzerindeki açık ya da zımni hedefleri tutturmak zorlaşabilecektir.
Kısacası, doların uluslararası piyasalarda değer kazanma sürecine girmiş olması, devam ettiği taktirde, Türkiye ekonomisini birçok açıdan zorlayacaktır. Buna karşılık, Avrupa’nın parasal konularda karar almakta zorlanması orta dönemde doların değerinin artmaya devam edeceği yönündeki sinyalleri güçlendirmektedir.
Yazının Devamını Oku 13 Kasım 2005
SPOR karşılaştırmalarında seyircileri coşturan amigolar vardır. Destekledikleri takım başarılı da olsa, başarısız da olsa, takımlarına destek veririler. Çünkü, onlar fanatiktir. Fanatikliğin başladığı yerde mantık çalışmaz. Amigoların çoğu takımın idarecilerince desteklenen kişilerdir. Maçlara bedava girerler. Kendileriyle beraber hareket etmek isteyenlere vermek üzere amigolar klüp yöneticilerinden fazladan da bilet alırlar. Bu şekilde, tribünlerde takımı lehine tezahürat yapacak bir insan topluluğu oluşturulur.
Amigolar için her hangi bir maçta takımın kötü oynaması önemli değildir. Karşı takımın daha kabiliyetli oyunculardan kurulmuş olması da engel değildir. Hava şartları umursanmaz. En olumsuz şartlarda dahi, önemli olan takımın kazanması için tezahürat yapmaktır. Amigoluk ve fanatiklik bunu gerektirir.
ELEŞTİRİNİN BİÇİMİ
Amigo zihniyeti yalnızca spor karşılaşmalarında geçerli değildir. Ekonominin çeşitli kesimlerinde de amigo zihniyeti geçerlidir. Bu zihniyetin geçerli olduğu yerlerde, mantık bir tarafa bırakılıp her şartta toplumun bir kesiminin kazanması için kuru gürültü yapılır. Bazen koparılan gürültü ‘kendi bindiği dalı kesmek’ anlamına da gelebilir.
1980’li yılların başında yurt dışında müteahhitlik hizmeti verenler amigo zihniyetiyle makro ekonomik politikaları eleştirirlerdi. ‘Biz ülkeye döviz getirmesek ekonomi batar’ anlayışıyla ekonomi politikalarını oluşturan ve uygulayanları tehdit dahi ederlerdi. Yurt dışı müteahhitlik hizmetinin döviz gelirleri içindeki göreli önemi çok azaldı. Onlar da amigoluğu bıraktılar. Yaptıkları işi başkaları için değil, kendilerinin para kazanması için yaptıkları gerçeği ortaya çıktı. Artık fanatik değiller. Lobi yapıyorlar.
Sonra ihracatçılar fanatik oldu. Onlar da tehditler savurmaya başladılar. Devletten çeşitli biçimlerde sürdürülebilir olduğuna bakılmaksızın teşvikler aldılar. 1980’lerde ihracatın teşviki enflasyon yaratan unsurlardan biri olduğu halde, onlar için de şartlar ne olursa olsun kazanmak önemliydi. Bir süre devleti kendi lehlerinde ikna etmekte başarılı oldular. Sonunda, deniz bitti.
Amigoluk devam ediyor. Maçlardaki amigoların bazen takımın teknik direktörüne ya da gol yiyen kaleciye saldırması gibi, ekonomideki amigolar şimdi çoğunlukla para politikasına saldırıyorlar. Daha da kötüsü, herhalde para politikasını eleştirecek teknik donanımdan yoksun olduklarından, bir kurum olarak Merkez Bankası’na ve onun idarecilerine saldırıyorlar. Aslında, memnun olmadıkları fiyat istikrarı ve istikrarın doğurduğu sonuçlardır.
Para politikası da, onun uygulayıcısı Merkez Bankası ve yöneticileri de elbette eleştirilebilirler. Eleştirilmelidirler de. Çünkü, fiyat istikrarı hedefiyle donanmış siyasi otoriteden bağımsız bir merkez bankası ve onun yöneticileri aynı zamanda şeffaf ve hesap verebilir olmalıdırlar. Ama, yöneltilen eleştiriler seviyeli ve mantıklı (analitik) olmalıdır.
ONLAR DA DEĞİŞİR
Hiçbir ihracatçı memleket döviz kazansın diye ihracat yapmamaktadır. Kendileri para kazanmak umuduyla bazı üreticilerimiz ihracat yapmaktadırlar. Memlekete getirdikleri döviz bir amaç değil, kendilerinin para kazanma güdülerinin bir sonucudur. Kimse onların kafasına ihracat yapın diye tabanca tutmamaktadır. İhracat yapmadıkları için ülke ekonomisinin zor duruma girmemesini düşünecekler de yalnızca kendileri değillerdir. Ülke ekonomisinin sağlığını düşünmek ihracat yapanların tekelinde değildir.
Kendi Merkez Bankası’na sahip çıkmayan toplumlar enflasyon ile boğuşmaktan kendilerini kurtaramazlar. Ekonomideki amigolar, amigoluğu bırakıp lobici olmayı başarabilmelidirler. Çünkü, amigolar da değişir.
Bir seyahatim nedeniyle yazılarıma bir süre ara veriyorum.
Yazının Devamını Oku