18 Aralık 2005
İKİ haftadır eğitim konusunu arz açısından ele aldım. İşin önemli bir bölümü elbette eğitimin talep tarafıdır. Arz tarafında olduğu kadar, eğitimin talep tarafında da, devlet müdahalesi kaçınılmaz olmaktadır. Eğitimli insanların oluşturduğu toplumda verimliliğin daha yüksek olduğu, üretimin yüksekliği, kısacası, eğitimin ekonomik refaha çok önemli katkı yaptığı bilinen gerçeklerdendir. Eğitimde toplumsal bir ‘fayda’ söz konusudur.
GETİRİ - MALİYET
Toplumsal fayda yaratan bir faaliyetin (eğitim) talep açısından karar vericileri bireylerdir. Çocuğunu eğitip eğitmeme kararı veren anne-babanın bireysel düzeydeki kararı toplumsal faydanın düzeyini belirlemektedir. Konunun bu yanı, hedefi toplumsal refahı azamiye çıkarmaya çalışan devletin talep açısından da eğitime müdahalesini gerektirmektedir.
Eğitim alıp almamaya karar verirken mutlaka iktisadi açıdan konuya yaklaşılmasa da, konunun ihmal edilemeyecek bir tarafı iktisadidir. İnsanlar neden eğitim almak isterler? Eğer eğitim bir insanın gelecekteki gelirini artırıyorsa, eğitimle artan gelir (eğitimin getirisi), eğitim almanın maliyetinden fazla ise eğitim almaya karar vermek iktisadi olarak anlamlıdır.
Öyle bir toplum düşünün ki, eğitim almanın maliyeti çok yüksek. Buna karşılık, eğitimle artan gelir eğitimin maliyetini karşılamıyor. Böyle bir toplum bir süre sonra eğitimsiz insan sürüsü haline gelecektir. Dolayısıyla, toplumun refahını asgariye çıkarmaya çalışan bir devlet eğitimin maliyeti ne kadar yüksek olursa olsun, bedava ya da maliyetinin altında eğitim servisi üreterek bireyleri eğitim almaları için teşvik etmek durumundadır. Devletin eğitimin talep tarafına birinci müdahalesi bedava ya da maliyetinin altında eğitim servisi üretmekle olmaktadır.
Genelde, eğitimle artan gelir eğitim almanın maliyetini karşılayabilir. Ama, toplumun belli bir kesiminde bu ilişki doğru olmayabilir. Örneğin, tarım kesimindeki bir ailenin çocuğuna eğitim vermesi gereksiz görülebilir. Çocuk, eğitim alsa da, almasa da, büyüdüğünde aynı işi yapacaktır. Yani, eğitimin gelirlerini artıracağı düşünülmeyebilir. Böyle düşünüldüğünde, tarım kesiminde eğitimin çok düşük kalacağı bir gerçektir.
Toplumun refahını azamiye çıkarmaya çalışan bir devlet bu alana da müdahale ederek eğitimin getirisi ne olursa olsun, belli bir temel eğitimi tüm vatandaşları için zorunlu kılabilir. Böyle olduğunda, anne-baba, çocukları için eğitimin getirisinin olmadığını dahi düşünseler, çocuklarını temel eğitim almak için okula göndermek zorunda kalacaklardır.
ZORUNLU EĞİTİM
Devlet tarafından getirilen ‘zorunlu eğitim’ uygulaması bireyler açısından eğitimin getirisi ve eğitimin maliyeti arasındaki ilişkiyi koparmaktadır. Eğitimin getirisi bireyler açısından sıfır da olsa, belli bir düzeye kadar eğitim almak zorunlu olmaktadır. Bunun maliyetini de devlet, ‘zorunlu eğitim’ ilkesini getiren halk, yani vergi veren toplum üstlenmeye hazırdır.
Zorunlu eğitimin iktisadi mantığı böyle çalışmaktadır. Ama, zorunlu eğitimin 5 yıl mı, sekiz yıl mı, 12 yıl mı olacağı toplumsal bir karardır. Toplumun eğitimin getirisi konusundaki beklentilerine bağlıdır. Toplum olarak, daha fazla eğitimli olmak isteyip maliyetine de katlanmak istiyorsak, zorunlu eğitim düzeyi yükseltilmelidir.
Yazının Devamını Oku 16 Aralık 2005
İÇ talep büyümesi ve artan dış borçlanma kapasitesiyle, Türkiye ekonomisinde gözlenen hızlı büyüme şimdilik bir sorun yaratmıyor. Özellikle dış borçlanma olanaklarının olabildiğince açık olması önemli bir enflasyon tehdidi yaratmadan büyümenin gerçekleşmesini sağlıyor. Bir anlamda, Türkiye ekonomisi kredi kartlarına borçlanarak yaşayan ve borçlandıkça kredi kartlarındaki limitleri sürekli artan bir aileye benziyor. Ailenin kazancı artıyor, ama kredi kartlarına borçları daha da hızlı artıyor. Bu arada, ailenin babası geçmişte çocuklarından aldıkları borçları ailenin yaşam standardını bozmadan kolaylıkla ödeyebiliyor. Baba mazbut, hanım ve çocuklar harcadıkça harcıyorlar.
İSTİKRAR
Dünkü yazımda söz ettiğim riskler giderek arz yönlü şokların yaşanma olasılığını artırıyor. Burada, arz yönlü şok kavramı şirketlerin mali yapılarının bozulması nedeniyle üretimlerini kısmak zorunda olması durumunu ifade etmektedir.
İçinde yaşanan ortamda, arz yönlü şokların yaşanmaması için döviz kurlarındaki istikrarın devam etmesi ve faizlerin yükselmemesi ön şartlardandır. Döviz kurlarındaki istikrarın bozulması döviz kazancı olmayan şirketlerin döviz borçlarının pahalılaşması nedeniyle şirketleri zora sokacaktır. Faizlerin yükselmesi ise, uzun vadeye yayılan ticari alacakların daha pahalı kısa vadeli kredilerle finanse edilmesi zorunluluğu yaratmasından dolayı şirketleri alt-üst edecektir. İki durumda da, mali durumları bozulup yeni kredi almaları zorlaşan şirketlerin üretimlerini kısmaları söz konusu olacaktır.
İç talep değişmese dahi, şirketlerin üretimlerini kısma eğilimine girmesi hem ekonomik büyümeyi durduracak hem de enflasyonist baskıları artıracaktır. Enflasyonist eğilimlerin güçlenmesi karşısında Merkez Bankası’nın haklı olarak kısa vadeli faizleri artırmak zorunda kalması ise arz yönlü şoku derinleştirebileceği gibi, ekonomik durgunluğun daha da artmasına neden olabilecektir.
İÇ TALEP İDARESİ
Geçmişte kurların istikrarı bankaların aldıkları döviz riskiyle, sonradan Hazine’nin aldığı döviz riskiyle yaşamaları için önemliydi. Artık, şirketlerin aldıkları döviz riskiyle yaşamaları için döviz kurlarının istikrarı önemli olmaktadır. Döviz kurlarındaki istikrar ise orta dönemde Türkiye ekonomisinin yurt dışından borçlanabilme kapasitesiyle yakından ilgilidir.
Uluslararası likiditenin bizim dışımızdaki nedenlerle daralması karşısında döviz kurlarındaki istikrarın bozulma tehdidi kısa dönemde elbette Merkez Bankası tarafından hafifletilecektir. Ama, tehdidin belli bir süreklilik arz etmesi ardından faiz artırımlarını da kaçınılmaz kılabilecektir.
Bu olasılıklar karşısında, Türkiye ekonomisinde kısa vadedeki en iyi çözümün, çeşitli riskleri asgariye indirme açısından, iç talep büyümesini kontrol alınması olarak görülüyor. Yani, kredi kartları yoluyla yaşamaya devam edelim, ama artan kredi kartları limitlerini şimdiye kadar olduğu gibi sonuna kadar kullanmamaya çalışalım.
Bunun en az zararlı yolu da kamu kesimi tasarruflarını daha da artırmaktan geçiyor. IMF Başkan Yardımcısı Anne Krueger’ın son uyarıları da bu noktaya odaklanıyordu.
Yazının Devamını Oku 15 Aralık 2005
Ekonominin çeşitli kesimlerinden şikayetler her zaman gelecektir. Ekonomi normalleştikçe, anormal ortama alışmış ekonomik birimlerin normale alışmaları hem zaman alacaktır hem de sermaye isteyecektir.Ekonominin iyi yolda gitmesi risklerin azaldığı anlamına da gelmemektedir. Aksine, enflasyon, büyüme, faizler ve kamu finansmanı gibi bazı makro alandaki iyileşmeler sürdükçe, bazı mikro alanlardaki riskler artabilmektedir. Hatta, mikro düzeydeki artan riskler sayesinde makro alanlardaki bir takım iyileşmeler gerçekleşmekte ve hızlanmaktadır. İyi havalarda bu çeşit riskler çok dikkat çekmezken, kötü havalarda şimdi pek fazla dikkat çekmeyen riskler ekonominin en zayıf halkalarından olabilmektedirler.
ŞİRKETLER VE BANKALAR
2001 yılına kadar ‘döviz riski’ çoğunlukla bankaların üstlendikleri bir riskti. Bankalar aldıkları bu riskin fiyatını fazlasıyla ödedikler. Sonunda, bankaların döviz riskini devlet üstlendi. Devlet de üstlendiği döviz riskini kazasız belasız göreli olarak son dört yılda azalttı.
Şimdi, özel sektör kapasitesinin üzerinde döviz riski alıyor. Dikkat edilirse, son yıllarda artan dış borçların çok büyük bir bölümü özel sektörün artan dış borçlarından oluşuyor. Özel sektörün bir kısmı yut dışındaki kendi paralarını kredi gibiymiş gibi yurt içine getiriyor.
Kimi özel sektör kuruluşları ise doğrudan yurt dışındaki bankalardan döviz borçlanıyor. Bunların da çoğu Türk bankalarının garantisi altında yurt dışından borçlanıyor. Yani, özel sektör dış borçlarını ödeyemez duruma gelirse, risk bankaların olacak. Bankalar bu yolla kredi riski alıyorlar, belki de daha önemlisi çok iyi ölçülmeyen ve yönetilmeyen ‘kur riski’ alıyorlar.
Tasarruf sahipleri Türk Lirası üzerinden yaptıkları tasarrufların vadelerini çok fazla artırmadı. Ortalama TL mevduatlarının vadesi üç aydan biraz fazla. Ama, banka kredilerinde ve şirketlerin kendi müşterilerine açtıkları kredilerin (ticari alacakların) vadesi çok uzadı. Yani, hem bankacılık kesimi hem de şirketler kesimi küçümsenmeyecek bir ‘vade riski’ almaya başladılar. Vade uyumsuzluğu iki kesim için de önemli hale geldi.
RİSKLER DEĞİŞTİ
Vade uyumsuzluğu iki yönden ekonomik birimleri zorlayabilecektir. Birincisi, likiditenin sıkıştığı (para bulmanın zorlaştığı) dönemlerde, alacaklar uzun vadeli, borçlar kısa vadeli olduğunda ekonomik birimler zorlanacaklardır. İkincisi ise, faizler yükseldiğinde, alacaklar düşük faizli, borçlar yükselen faizlerle pahalılaşacağından, ekonomik birimler ciddi miktarlarda zarar etme tehlikesiyle karşılaşacaklardır.
Şirketlerde, alacakların vadeleri uzadığından, ticari alacaklar şişmektedir. Doğal olarak, artan ticari alacaklar şirketlerin ‘işletme sermayesi’ ihtiyacını artırmaktadır. Kısa vadeli banka kredileri ile daha uzun vadeli ticari alacaklarını finanse etmek durumunda kalmaktadırlar.
Bankalar bireysel kredilere ağırlık vermektedirler. Bireysel kredilerin vadesi uzamıştır. Örneğin, konut kredilerinde, ortamla 7-10 yıl arasında olsa da, otuz yıl vade konuşulmaktadır. Bu kredilerin bir bölümünün finansmanı çeşitli finans mekanizmalarıyla yurt dışından sağlanabilse de, sonuçta ‘taşıma suyu ile değirmen döndürülmeye’ çalışılmaktadır. Kötü havalarda bu risklerin tümü bankacılık sisteminin üzerine yıkılabilecektir.
Risklerin adı, rengi ve biçimi değişmiştir. Ama, şirketlerde ve dolaylı ya da doğrudan finans kesiminde küçümsenmeyecek riskler söz konusudur. Ekonomideki iyileşmelerin bir bölümü de bu artan riskler yoluyla beslenmektedir.
Yazının Devamını Oku 14 Aralık 2005
İÇ talep büyüdüğü ve Türkiye ekonomisi yurt dışından borçlanabildiği sürece ekonomik büyümede rekorlar kırmaya devam ederiz. Türkiye’nin ekonomik büyümesinin önündeki en önemli, belki de tek kısıt yurt dışından borçlanabilme kapasitesidir. Son açıklanan milli gelir verileri bu gerçekleri bir kez daha bizlere hatırlattı. Sanayi üretimindeki büyümenin biraz düşmesiyle ekonomik büyüme konusunda kaygı duymanın gereksiz olduğunu bir kez daha gördük. Borçlanabildikçe büyüyoruz.
İÇ TALEP
Bu yılın üçüncü üç ayında (haziran-eylül dönemi) özel tüketim harcamaları yüzde 11.2 arttı. İlk dokuz aylık ortamla yüzde 6.9 oldu.
Devletin tüketim harcamaları da yılın üçüncü üç ayında yüzde 3.3 arttı. Dokuz aylık ortalama yüzde 3.9 olarak gerçekleşti. Faiz harcamalarının düşmesiyle geçmişe göre devletin tüketimindeki artışta ciddi bir yavaşlamanın yaşandığını söyleyebiliriz.
Yatırımlar ikinci bir patlama dönemini yaşıyor. Toplam yatırımlar (amortismanlar çıkmadan) yılın üçüncü üç ayında yüzde 27.8 arttı. Dokuz aylık ortalama yüzde 26.4 oldu. Yatırımlardaki asıl patlama kamu yatırımlarında oldu. Kamu yatırımları yılın üçüncü üç ayında yüzde 32,8 artarken, özel sektör yatırımları aynı dönemde yüzde 26,7 oldu. Yılın ilk dokuz ayında ortalama olarak kamu yatırımları yüzde 32,7, özel sektör yatırımları yüzde 15.9 arttı. Kamu yatırımlarının dörtte üçünün de inşaat olduğu gözden kaçırmayalım.
İç talep artışı biraz şaşırtıcı olmuş ki, geçmişte Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın yüzde 10’u kadar stok biriktiren ekonomi yılın üçüncü üç ayında stok artışı sağlayamamış. Milli gelir istatistiklerinde stok değişmeleri kalemini ciddiye alanlar için bu gelişme ileriye dönük olarak üretimin daha da artacağı yönünde bir işaret olabilir.
Yılın ilk dokuz ayında mal ve hizmet ihracatındaki artış ortalama yüzde 5.8 olmuş. Dönemler itibariyle bakıldığında her üç aylık dönemde mal ve hizmet ihracatındaki büyümenin düştüğünü görüyoruz. Buna karşılık, mal ve hizmet ithalatı yılın ilk dokuz ayında ortalama yüzde 10.1 büyümüş. Bu kalemdeki büyümede dönemler itibariyle hafif bir artış eğilimi gözleniyor.
RİSKLER
Mal ve hizmet ihracatındaki büyümenin ortalama ekonomik büyümeden düşük olması büyümenin ihracata dayalı değil, büyük ölçüde klasik iç talep büyümesine bağlı olduğunu gösteriyor. Buna karşılık, mal ve hizmet ithalatındaki büyümenin ortalama ekonomik büyümeden daha yüksek olması ekonomik büyümenin giderek ithalata daha fazla bağımlı hale geldiğinin bir göstergesi olarak kabul edilebilir.
Ekonomik büyüme için iki önemli unsur son verilerde de açıkça ortaya çıkıyor: İç talep büyümesi ve ithalatın artması. İthalatın artması Türkiye’nin yurt dışından borçlanabilme kapasitesiyle yakından ilgilidir. Son dört yıldır gözlendiği gibi, iki unsur bir arada olduğunda, enflasyon tehdidi olmadan büyümek mümkün olabilir. Ama, yurt dışı borçlanma olanaklarının azaldığı bir ortamda iç talep büyümesinin devamı enflasyon tehdidini de beraberinde getirecektir.
Üzerinde oturduğumuz dengeler doğal olarak farklı yerlerde farklı riskleri oluşturmaktadır. Yarın bu risklere değineceğim.
Yazının Devamını Oku 13 Aralık 2005
2001 yılından geçen yıla kadar, ekonomik büyümenin çok büyük bir kısmı sanayi üretiminden gelmişti. Bu yıl durum değişti. Son yayınlanan veriler ışığında, imalat sanayi üretimindeki büyümenin yüzde 10’lardan yüzde 4.5 düzeyine düştüğünü görüyoruz.
Sanayi üretimindeki yavaşlama mutlaka ekonomik büyümenin de aynı paralelde yavaşladığı anlamına gelmiyor. Ekonominin yaklaşık dörtte üçünü oluşturan hizmetler ve tarım sektörlerindeki üretim performansı da önemli. O alanlardaki üretim verileri sanayi üretimi verileri kadar sık aralıklarla yayınlanmıyor. Gördük ki, yılın üçüncü üç ayında milli gelirimiz reel olarak yüzde 7’nin üzerinde büyümüş. Büyümenin önemli bir bölümü hizmetler sektöründen geliyor.
KATMA DEĞER DÜŞÜYOR
Yılın ilk dokuz ayına yönelik verilere bakılırsa, tarım sektöründe yalnızca haziran-eylül döneminde görülen bir büyüme var. Ama, inşaat sektöründe geçen yıldan başlayan gözle görülür bir kıpırdanma var. Yılın ilk dokuz ayında inşaat sektöründeki üretim artışı yüzde 20’yi buldu. Yılın geri kalan kısmında da bu eğilimin devam edeceği tahmin ediliyor.
İmalat sanayi sektöründeki üretim artışındaki yavaşlamanın tümü ihracat içinde payı göreli olarak yüksek olan alt sektörlerden kaynaklanıyor. Örneğin, yılın ilk on ayında toplam üretim ortalama olarak tekstil sektöründe yüzde 13, giyim eşyaları sektöründe yüzde 12.5 ve deri ürünlerinde yüzde 24 düştü. Geçen yıl bu sektörlerde ortalamanın altında da olsa bir büyüme söz konusuydu.
İhracatın kompozisyonu da değişiyor. 1990’lı yıllarda ihracatımız içinde önemli bir paya sahip olmayan otomotiv ve elektrikli eşyalar sektörleri son dönemde ihracatın motoru durumuna geldiler. Bu dönüşüm aynı zamanda ihracatımızın daha az katma değer yaratan sektörlere doğru da kaydığına işaret ediyor.
Bu yılın ilk on ayında ortalama olarak üretim elektrikli eşyalarda yüzde 14, kara taşıtlarında yüzde 10 kadar arttı.
İnşaat sektörünün canlanmasıyla sektöre girdi veren diğer sektörlerde de kıpırdanma kaçınılmaz olacaktır. Bu yılın ilk on ayında ortalama üretim metal eşyalar ve mobilyada yüzde 34, plastik-kauçuk sektöründe yüzde 20, metalik olmayan mineral ürünlerde yüzde 10 arttı.
YAPI DEĞİŞİMİ
İmalat sanayi üretiminin hem yapısı hem de kompozisyonu belirgin bir değişim içinde görülüyor. Toplam sanayi kesimindeki rahatsızlıkların bir bölümü de bu değişmeden kaynaklanıyor. Kısa dönemde, bu değişim imalat sanayi üretimindeki artışın düşmesi olarak karşımıza çıkıyor. Ama, bu verilere bakarak ekonomik büyüme konusunda kaygı duymak çok anlamlı değildir.
Aksine, özel sektör yatırımlarındaki artış devam ediyor. Özel sektör ve hane halkları (özel kesim) geçmişte tasarruf fazlası verirken artık tasarruf açığı vermeye başladı. Yani, iç talep artmaya devam ediyor. Özel kesimin toplam tüketim harcamaları bu yılın ilk dokuz ayında reel olarak yüzde 7 civarında artmış. Artış üçüncü üç ayda daha da hızlanmış. İç talep artışının yansıması olan cari işlemler açığı da artarak devam ediyor.
Sonuç olarak, uluslararası sermaye akımlarında (uluslararası likidite) bir tıkanma olmadığı sürece Türkiye’de ekonomik büyüme konusunda kaygı duymak çok geçerli olmuyor. Ancak, dış konjonktür değişip kurlardaki istikrar bozulup enflasyonda kazanımlar yitirilmeye başladığında, ekonomik büyüme konusunda kaygı duymaya başlamalıyız.
Yazının Devamını Oku 12 Aralık 2005
YILLARDIR yüksek enflasyonla yaşamaya alışmış bir toplum olarak Türkiye’de enflasyonun tek haneli rakamlara düştüğüne inanmak istemiyoruz. Kimileri rakamlarla oynandığını düşünüyor. Kimileri de, enflasyon düşmüş olsa da, burada kalmayacağını bekliyor. Kısacası, birçok ekonomik birim ‘böyle gitmez’ diye düşünüyor. 2002 yılından bu yana döviz kurlarında göreli bir istikrar söz konusudur. İstikrarın da ötesinde, herkesin gözünün üzerinde olduğu dolar kuru ortalama olarak bu dönemde düşmüştür. Çoğu ekonomik birim kurlarda bir ‘düzeltme’ bekledi. Bir türlü beklenen olmadı. ‘Böyle gitmez’ beklentisi yeniden güçlendi.
Şirketler her yıl hazırladıkları bütçelerde kurların en azından enflasyon paralelinde artacağını varsaymışlardır. Varsayımları üç yıldır her defasında yanlış çıkmıştır. Bir sonraki yıl yeni bütçeler hazırlandığında, ‘böyle gitmez’ beklentisiyle, yine kurların artacağı varsayımı yapılmaktadır.
YURT DIŞI
‘Böyle gitmez’ beklentisi yalnızca bize özgü bir beklenti tarzı değildir. Uluslararası piyasalarda da işler belli bir süre iyi gittiğinde ‘böyle gitmez’ beklentisi oluşmaya başlıyor. Batı dünyasında, özellikle Amerika’da, şirketler açısından 2005 yılı son yılların en iyi yıllarından biriydi. Bankaların ciroları ve karları rekorlar kırıyor. O nedenle bankalar kazandıkları paraları ne yapacaklarını bilemiyorlar. Başka ülkelerde banka satın almaya çalışıyorlar. Ama, herkesin kafasının arkasında ‘böyle gitmez’ beklentisi oluşuyor.
Gelişmekte olan piyasalara giden mali sermaye son üç-dört yıldır çok büyük paralar kazandı. Para kazandıkça ‘böyle gitmez’ beklentisi yayılmaya başladı. O nedenle de, en ufak bir belirsizlik doğduğunda, piyasaların tepkisi daha sert olmaya başladı. Petrol fiyatları biraz kıpırdıyor, mali piyasaların siniri bozuluyor. FED’in yayınladığı bir rapor sert bulunuyor, piyasalar kıpırdıyor. ‘Böyle gitmez’ beklentisi ‘havadan nem kapma’ eğilimlerini de artırıyor.
Dünya ekonomik büyümesinin motoru durumundaki Amerika’da ekonomik büyüme rekorlar kırmaktadır. Ama, ‘böyle gitmez’ beklentisiyle gelecek yıllarda büyümenin düşeceği hesaplanmaktadır. Amerika 2004 yılında yüzde 4.2 büyüdü, bu yıl yüzde 4’e yakın büyüyeceği tahminleri yapılıyor. Gelecek yıl ise büyümenin yüzde 3’e düşeceği düşünülüyor. Benzer beklentiler geçen yıl da geçerliydi.
RİSK İDARESİ
Bu yıl gelişmekte olan piyasalara akan mali sermaye tarihin en yüksek düzeyine çıktı. Yıl içindeki tahminler devamlı yukarı yönde revize edildi. Son tahminlere göre, gelişmekte olan piyasalara 2005 yılı içinde akan mali sermayenin 350 milyar dolara ulaşacağı düşünülüyor. Sermaye akımları rekorlar kırdıkça, ‘böyle gitmez’ beklentisi bu alanda da gündeme geliyor.
Bizim gibi ülkelerin bugün üzerinde oturdukları ekonomik dengelerin korunabilmesi için uluslararası sermaye akımlarının önemi küçümsenemez. ‘Böyle gitmez’ beklentisiyle işlerin böyle gitmemesi gelişmekte olan ülkelerde dengeleri sarsacak nitelikte olacaktır.
İşlerin böyle gidip gitmeyeceğine yönelik kesin bir yargıya varmak olanaksızdır. Ama, ‘böyle gitmez’ beklentisi yaygınlaştıkça, işlerin böyle gitmesi olasılığı da azalmaktadır. Bu açıdan, Türkiye ekonomisinin dış şoklara karşı dayanıklılığını artıracak ‘risk idaresi’ odaklı ekonomi politikalarını uygulamaya geçirmesi orta dönemde istikrarı ve istikrar beklentilerini güçlendirecektir.
Yazının Devamını Oku 11 Aralık 2005
ARZ açısından, eğitim bir servis üretimidir. Ama, eğitim servisini diğer servis üretimlerinden ayıran önemli bir unsur söz konusudur. Eğitimin uzun dönemli bir devamlılığı vardır. Bir lokanta da servis üretir. Bir lokantadan aldığınız servisi beğenmediğinizde, bir daha aynı lokantaya gitmezsiniz. Bir kereye mahsus kötü bir servis satın almış olursunuz. Eğitim ise uzun dönemde alınan bir servistir. Yani, çocuğunuz ilkokula başladığında iyi eğitim veren bir okul sonradan bozulduğunda, çocuğunuzun aldığı eğitiminde kalitesi düşüyor demektir. Kaliteye göre iki yılda bir çocuğunuzun okulunu değiştirmeye mecbur kalmanız eğitimin devamlılığını bozan bir olgudur.
Dolayısıyla, eğitim kalitesinin zaman içinde bozulmadan devamı da önemlidir. Zaman içinde eğitim kalitesinin düşmesi de toplumda kaynak israfı anlamına gelir. Bu konuda da bir dışsallık söz konusudur. O halde, devletin, eğitimin bir denetleyicisi olarak, kendi dışında eğitim veren kurumların sunduğu eğitim hizmetlerinin kalitesini denetlemesi ve gözetlemesi önemlidir.
KALİTE DEVAMLILIĞI
Eğitim hizmetinin kalitesini zaman içinde bozan unsurların başında kaynak sıkıntısı gelmektedir. Başlarda büyük yatırımlarla başlayan bir eğitim kurumunun zaman içinde sunduğu hizmetlerin fiyatını piyasa şartları içinde ayarlayamaması, zarar etmesi ve zararların kurum sahibi tarafından karşılanamaması kaynak eksikliğinin önemli nedenlerindendir.
Bir diğer neden, eğitim kurumu sahibinin yaptığı yatırımların karşılığını alabilmek için zaman içinde gerekli yeni yatırımlardan kısıp aldığı nakit temettüleri artırma arzusudur. Ortadoğu ve Uzak Doğu’daki bir çok ülkede kurulan özel okullar başlarda çok kaliteli iken sonradan bu okullarda eğitim kalitesinin düşmüş olmasının en önemli nedeni yatırımcının temettü gelirlerini azamiye çıkarma arzusu olmuştur.
Devlet dışında eğitim veren kurumların sahiplerinin zaman içinde değişen yatırım tercihlerine göre şekillenen bir eğitim sistemi çok ciddi riskler içerir. Her şeyden önce, eğitimin devamlılığı risk altına sokulmuş olur. Eğitim kalitesinin de zaman içinde oynaklıklar göstermesi işin bir başka boyutudur.
Farklı kurumlar farklı eğitim kalitesi sunacaktır. Burada vurgulanmak istenen tüm eğitim kurumlarını aynı kalitede eğitim verdirmeye çalışmak değil (zaten bu olanaksızdır), eğitim kalitesinin zaman içinde bozulmasının önüne geçmektir.
FİNANSMAN KALİTESİ
Yatırımcının tercihlerinin değişmesi ya da diğer ekonomik şartlarla zora giren özel eğitim kurumlarını birçok ülkede bu nedenle devlet devralmak zorunda kalmıştır. İlk ya da orta öğrenim düzeyinde böyle bir olay yaşandığının farkında değilim, ama 1970’lerde yüksek okul düzeyinde bu gibi olayları Türkiye’de de yaşadık.
Bu çeşit oynaklıklara meydan vermemek için eğitim kurumlarının ‘kar amacı gütmeyen kuruluşlar’ ya da ‘vakıf’ şeklinde kurulup idare edilmesi gerek eğitim açısından gerekse ekonomik açıdan birçok riskleri yok edecektir ya da asgariye indirecektir. Aksi taktirde, eğitim kurumunun sahibinin ya da kurumun kendisinin içinde olduğu finansman durumuna göre, eğitim de büyük oynaklıklar gösterebilecektir.
Yazının Devamını Oku 9 Aralık 2005
MACARİSTAN bu yılın başında Avrupa Birliği’nin tam üyesi oldu. Oldukça uzun, inişli çıkışlı bir uyum süreci geçirdi. Ama, Macaristan’da sürdürülebilir bir ekonomik istikrarın oluşturulduğu iddia edilemez. 1980’lerin sonunda ve 1990’ların başında Macaristan Türkiye’nin reform deneyimlerini öğrenmeye ve deneyimlerden ders çıkarmaya çalışırdı. Biz durduk, onlar ilerlediler. Sonuçta, AB’ye tam üye oldular. Ama, geçenlerde Macaristan’ın kredi notu A- den BBB+ a düşürüldü. Yani, Macaristan ekonomisi hakkında kaygılar büyüyor. AB üyeliği Macaristan’ı kurtarmadı.
RİSK: Kredi notunun düşmesi Macaristan ekonomisinin raydan çıktığı anlamına alınmasın. Aksine, Macaristan’da son yıllarda yüzde 5’in üzerinde seyreden enflasyon yüzde 3’lere indi. Sanayi üretimi ortalama yüzde 7’nin üzerinde büyüyor.
İthalatı da ihracatı da her yıl yüzde 30’lara yakın büyümeye devam ediyor. Macaristan’ın döviz rezervleri de artış eğiliminde. Döviz kurları göreli olarak istikrarlı. Çünkü, Merkez Bankası’nın hedeflerinden biri istikrarlı kurlar. 2007 yılından sonra Macaristan’ın Euro’ya geçmesi planları yapılıyor.
Macaristan’da iki alanda işler iyi gitmiyor: Kamu finansmanındaki disiplin sürdürülemiyor, cari işlemler açığı büyüyerek devam ediyor. Göreli olarak yüksek cari işlemler açığı verip açığın önemli bir bölümünü borçlanarak finanse eden dünyada belli başlı iki ülke kaldı: Macaristan, Romanya ve Türkiye.
Son beş yılda Macaristan’ın milli geliri hem kendi paraları cinsinden hem de dolar bazında neredeyse ikiye katlandı. Gayri Safi Milli Hasıla’ları yaklaşık 100 milyar dolar civarında. Ama, Macaristan’da cari işlemler açığının milli gelire oranı son dönemde yüzde 10’a yaklaştı. Yine son beş yıl içinde paraları reel olarak yüzde 30 civarında değer kazandı.
İç talep artışı devam ederken kamu açıkları da artma eğilimine girdi. Kamu açıklarının milli gelire oranı yüzde 5’in üzerine çıktı. Aynı paralelde kamu borçlarının milli gelire oranı da Avrupa Birliği’nin koyduğu sınır olan yüzde 60’lara yükseldi.
Reel faizler Macaristan’da da yüksek. Nominal faizler oldukça oynak. Bütün bunların ima ettiği gerçek Macaristan’ın Euro’ya geçişinin büyük bir olasılıkla ertelenmesidir. Bu tek başına büyük bir risktir. Macaristan ekonomisinin verdiği izlenim Avrupa ülkeleri ile bir parasal birliğe girme aşamasına gelemediğidir, hatta bu noktadan uzaklaşmaktadır. Macaristan 2000’li yılların başında gösterdiği ekonomik performansı ve ivmeyi kaybetmektedir. Dolayısıyla, kredi notu da düşmektedir.
GEVŞEME
Macaristan Türkiye’ye göre oldukça küçük bir ülkedir. Nüfusu on milyon civarında ve azalma eğilimindedir. Milli gelirleri bizimkinin üçte biri kadardır. Ama, kişi başına gelirleri 10 bin doları geçmiştir. Ekonomideki temel eğilimler bize çok benzemektedir. Macarlar da iç kaynaklarından daha fazla harcamaktadırlar. Tek fark, bizde kamu finansmanında disiplin devam ederken, onlarda hızla bozulmasıdır.
Avrupa Birliği üyeliği beklentisi bir ülke için mutlaka olumlu sonuçlar doğuruyor. Macaristan bu olumluluğu yaşadı. Ama, tam üye olmaya az kala ipleri gevşetti. Ekonomideki risklerin artmasına engel olamadı. Macaristan’da ekonomik istikrarın bozulma riskindeki artışa AB üyeliği engel olamadı.
Yazının Devamını Oku