8 Aralık 2005
TÜRKİYE yabancı sermaye fakiri bir ülke konumunda kaldı. Kendimizi Çin ile karşılaştırıp moralimizi bozmayalım. Bizim gibi dönemsel krizlerden kurtulamamış Meksika gibi ülkeler dahi son beş yıldır ortalama 10 milyar doların üzerinde doğrudan yabancı sermaye çekebiliyorlar. Latin Amerika Amerika’nın arka bahçesi olarak düşünülüp bu ülkelere giden yabancı sermaye ile Türkiye’nin karşılaştırılmasının doğru olmadığı düşünülebilir. Biz de Avrupa’nın arka bahçesi sayılırız. Neden bize şimdiye kadar Avrupa’dan benzer ölçülerde doğrudan yabancı sermaye gelmedi?
SON BEŞ YIL
Bu çeşit soruların yanıtını, kontrol edemediğimiz etkenler yerine, kontrol edebileceğimiz etkenlerde aramamız çok daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Ekonomik istikrarsızlık yabancı sermayeyi korkutmaktadır. Siyasi riskler, yüksek vergi oranları, rekabet ortamının sakatlıkları, hukuk sistemi, mevzuat ve mevzuatın uygulanması gibi etkenler de yabancı sermayenin baktığı önemli alanlardır. Bütün bu konularda Türkiye’nin karnesi zayıftı. Özellikle ekonomik istikrar konusunda son yıllarda belli bir mesafe alındı.
Düzelme rakamlara da yansıyor. 1980’lerden sonra, Türkiye ilk kez ekonomik istikrar konusundaki niyetini 1999 yılı sonunda IMF ile kapsamlı bir program hazırlayarak dünyaya gösterdi. 2001 yılında yok kazasına uğramış olsak bile, işlerin rayına oturması için büyük çabalar gösterildi.
2000 yılı başından 2005 yılı eylül ayına kadar Türkiye’ye giren doğrudan yabancı sermaye (gayrimenkul alımları dahil) 18.5 milyar dolar oldu. Yabancı sermaye yasasının çıktığı 1954 yılından 2000 yılına kadar bu boyutta Türkiye’ye yabancı sermaye girmemişti.
Türkiye’de yabancı sermayeli şirketlerin toplamı bu yılın ekim ayı itibariyle 11,700 oldu. Bu şirketlerin yüzde 61’i (7100 civarında) 2000 yılı ve sonrasında açıldı. Yalnızca bu yılın ilk on ayında açılan yabancı sermaye şirketi sayısı 2300’ü geçti.
Yabancı sermayenin Türkiye ekonomisine ilgisinde çok belirgin bir artış var. Özellikle son iki yılda bu ilgi çok daha belirgin hale geldi. Toplam yabancı sermayeli şirketlerin yüzde 40’a yakını son 22 ayda açıldı. Aynı dönemde gelen yabancı sermaye tutarı 7 milyar doları aştı. Yabancı sermaye çekmek için rekabet ettiğimiz ülkelere henüz yetişemedik, ama doğru yolda ilerliyoruz.
KALİTE
Yabancı sermaye deneyimizde henüz başlangıç noktasında sayılırız. Dikkat edilirse, Türkiye’ye gelen yabancı sermayenin çok büyük bir kısmı zaten faaliyette olan ekonomik birimleri satın almalar yoluyla geliyor. Yani, yabancı sermayenin büyük bir kısmı henüz yeni üretim kapasitesi yaratmıyor. Bu durumu küçümsemek doğru değil, ama yabancı sermaye dendiğinde de üretim kapasitesinin artıp istihdamın büyümesine önemli bir katkı beklendiği de akıldan çıkarılmamalı. Yani, kaliteli yabancı sermaye çekebilmeliyiz.
Kaliteli yabancı sermaye girişinin yoğunlaşması için yalnızca ekonomik istikrar, gerekli olsa da, yeterli değil. Siyaset, hukuk, vergi, mevzuat ve emek piyasası gibi alanlarda da istikrar gerekiyor. Yani, topyekun istikrara doğru gittiğimiz konusunda yabancı sermayeyi ikna edebildiğimiz zaman arzuladığımız yabancı sermaye türünde de akım hızlanacaktır.
Yazının Devamını Oku 7 Aralık 2005
UZUN bir aradan sonra Avrupa Merkez Bankası (AMB) Euro faizini geçen hafta değiştirdi. AMB faizi yüzde 2.25 oldu. Uzun müzakerelerden sonra faizlerin 0.25 puan artışı Avrupa’nın dertlerine derman olacakmış gibi görünmüyor.
Sorun, faizlerin artmış olup olmaması değil, AMB’nın hareket kabiliyetinin oldukça sınırlı olduğu konusunda piyasaların aldığı izlenimdir. Fiyat istikrarını hedef almış bir merkez bankası açısından, AMB’nın içinde bulunduğu durum çok rahatsız edicidir.
Kararlı bir biçimde uygulandığı yönünde izlenim veremeyen bir para politikası, doğru yönde adımlar atılsa dahi, çözümden çok sorun üretir. Avrupa da bu tuzağa düşüyor.
FARKLI YAPILAR
Mali (fiskal) birlik olmadan parasal birliğe gidilmiş olması Euro bölgesindeki her ülkenin maliye bakanında para politikası konusunda AMB üzerinde baskı oluşturma ihtiyacı doğuruyor. Sorunlar da Euro bölgesi ülkelerinde giderek farklılaşıyor. Farklılaştıkça, her kafadan farklı sesler çıkıyor.
Bazı ülkeler açısından faizlerin artması olumlu olarak algılanırken, bazı ülkeler için faizlerin artması sorunları daha da ağırlaştıracağı düşünülüyor. Sonuçta, faizlerin hiç değiştirilmemesi tercih edilen çözüm oluyor. Uzun süredir AMB’nın faizleri değiştirememesinin arkasında da ağırlıkla bu neden var.
İşsizlik Avrupa ekonomilerinin en büyük sorunlarından biri durumundadır. İşsizliğin büyük bir bölümü de büyük ülkelerdeki yapısal sorunlardan kaynaklanıyor. Avrupa ülkeleri yapısal sorunların çözümünü erteleyerek bu noktaya geldi. Emek piyasasındaki katılıkların yumuşatılması ve sosyal güvenlik sistemi reformları hep ertelendi. Sonuçta, işsizlikle mücadele düşük faizler olarak algılanmaya başlandı.
Yapılanlar göstermelik çözümlerden öteye gidemedi. Maliye politikalarında yaratılan günahların faturası şimdi daha yüksek faizlerle yaşamak olarak Avrupa ekonomilerine çıkıyor.
Euro bölgesindeki on iki ülkenin altısında kamu açıkları Birlik kriterlerinin ya sınırında ya da aşmış durumda. 2004 yılında, kamu açıklarının milli gelire oranı Yunanistan’da yüzde 6.6, Almanya’da yüzde 3.7, Fransa’da yüzde 3.6, İtalya’da yüzde 3.2, İngiltere’de yüzde 3.1 ve Portekiz’de yüzde 3 oldu.
Euro bölgesinde mali disiplini sürdükleri halde, enflasyonist baskıları hissetmeye başlayan ülkeler var. örneğin, tüketici fiyatları son dönemde yıllık bazda, Lüksemburg’da yüzde 5, İspanya’da yüzde 3.5, İrlanda’da yüzde 2.7 arttı. Bundesbank verilerine göre, Almanya’da üretici fiyatları ciddi bir artış eğilimine girdi. Bölgedeki ortamla enflasyon ise yüzde 2.5.
EURO’NUN İSTİKRARI
Kısacası, Euro bölgesinin bazı ülkeleri enflasyonla mücadelenin öncelikli olmasını savunurken, bazıları yüksek faizlerin işsizliği daha da artıracağından ve zaten bozuk olan kamu finansman dengesinin daha da bozulacağından çekinmeye başladılar. Her tarafa bakmak durumunda olan AMB da bugüne kadar uyarılar yaparak işi idare etmeye çalıştı. Ama, bir şekilde faizleri 0.25 puan artırabildi.
Avrupa’dan Amerika’dakine benzer sürekli bir faiz artışı beklemek çok gerçekçi olmayacaktır. Bu küçük faiz artışı enflasyondan çekinenleri bir süre susturmaya yöneliktir. Ama, kamu finansmanında kararlı adımlar atılmadığında, belli aralıklarla Avrupa’da da faiz artışları gündeme gelecektir.
Bu karışıklık içinde, Euro-dolar kurunda istikrarlı bir seyir beklemek çok gerçekçi değildir. Piyasadaki genel tahminlerin aksine, AMB’dan kararlı bir tutum görülmediği sürece, orta dönemde Euro’nun daha da değer kaybetmesi söz konusu olabilecektir.
Yazının Devamını Oku 6 Aralık 2005
KASIM ayı itibariyle enflasyon yüzde 8’in çok az altında gerçekleşti. Aralık ayı enflasyonu çok büyük bir sürpriz yapmazsa (ki böyle bir olasılık görünmüyor), yıl sonu enflasyonu hedefler doğrultusunda gerçekleşecek. Gelecek yıl sonu için hedeflenen enflasyon yüzde 5. Son dört yılda enflasyonun yüzde 90’lardan yüzde 7’lere inmesine bakarak, enflasyonun yüzde 7’lerden yüzde 5’lere inmesinin çocuk oyuncağı olacağı sanılmasın. Bugün gelinen nokta küçümsenemeyecek bir başarıdır. Ama, enflasyonla mücadelede en zor sınav şimdi başlamaktadır.
ŞARTLAR
Enflasyonla mücadelede bundan sonraki aşamada başarı için bazı önemli ön şartlar vardır:
1. Uygulanan ekonomi politikalarına güven sarsılmamalıdır. Yani, ekonomik birimlerin kafalarını karıştıracak uygulama ve demeçlerden kaçınılmalıdır. Kısa dönemli siyasi kazanımlar düşünülerek yalpalama izlenimi verilmemelidir. Açıklanan program kararlılıkla uygulanmalıdır.
2. Gündemdeki yapısal reformların kararlılıkla uygulamaya konması şarttır. Kamu finansmanının sağlamlığının kalıcı olacağına yönelik izlenim yaratılamadığı sürece enflasyonu yüzde 5’lere indirmeyi bırakın, kalıcı olarak tek haneli rakamlarda tutmak çok zor olacaktır.
3. Eskiden olduğu gibi, farklı nedenlerle dolaylı vergilerin ve devletin tekel konumunun maliye politikalarının ana unsuruymuş gibi kullanılmalarından vazgeçilmelidir. Yapısal reformların bir bölümü bu çeşit uygulamaların son bulmasına yöneliktir.
4. Merkez Bankası’nın uygulayacağı para politikası üzerine baskı kurulmamalıdır. Gerektiğinde, enflasyon hedefi diğer tüm hedeflerin önüne konmalıdır.
İç şartların yanında, enflasyonla mücadelede dış konjonktürün de önemi küçümsenemez. Örneğin, petrol ve birçok önemli hammadde fiyatlarındaki istikrar ülke içindeki fiyat istikrarına da katkıda bulunacaktır.
Döviz kurlarındaki istikrar enflasyonla mücadelede başarı için en önemli etkenlerden biridir. Bu açıdan, ekonomik birimlerin bekleyişlerindeki olumlu havanın devam etmesi ve gelişmekte olan piyasalara giden fonlarda radikal bir daralmanın yaşanmaması Merkez Bankası’nın işini kolaylaştıracaktır.
İTİBAR
2006 yılında Merkez Bankası enflasyon hedeflemesine geçmektedir. Yani, para politikasının şekillenmesi ve uygulanması hedeflenen enflasyonu tutturmaya odaklanacaktır. Diğer tüm hedefler enflasyon hedefinin yanında ikincil hedefler olacaktır. Gelecek yıllarda kesintisiz olarak enflasyon hedefinin tutturulması Merkez Bankası’nın itibarını artırabileceği gibi, hedeften kabul edilemeyecek boyutlarda sapma itibarı zedeleyecektir.
Merkez Bankası’nın kamuoyu önünde itibarının zedelenmesi yalnızca para politikasını değil, tüm ekonomi politikalarını zora sokacaktır. Yani, enflasyon hedefini 2000’li yıllardan önce olduğu gibi ‘göstermelik’ kabul etmek herkesin aleyhine olacaktır.
Bu aşamada, yapılacak en büyük hata enflasyonla mücadelenin yalnızca Merkez Bankası’nın bir meselesi olduğunu düşünmek olacaktır.
Yazının Devamını Oku 5 Aralık 2005
MERKEZ Bankası’nın basıp piyasaya sürdüğü banknotlar toplamına emisyon denir. Türkiye uzun yıllar enflasyonun emisyon artışından kaynaklandığını düşündü. Merkez Bankası’nın piyasayı paraya boğmasıyla emisyon artışının aynı şey olduğu düşünüldü. Halbuki, emisyonun büyüklüğü Merkez Bankası’nın etkileyebildiği, ama tam kontrolünde olan bir büyüklük değildir. Merkez Bankası’nın kontrol edebileceği büyüklük en geniş anlamıyla bilançosunun büyüklüğüdür. Toplam bilanço büyüklüğü içinde emisyonun ne kadar yer tutacağına makro ekonomik veriler ışığında Merkez Bankası’nın bastığı parayı kullanan ekonomik birimler karar verir.
BİLANÇO YAPISI
Merkez Bankası’nın piyasayı paraya boğduğu dönemlerde, aslında emisyon, en az artma eğiliminde olan bir büyüklüktür. Çünkü, ekonomik birimler Türk parasının fazla olduğu dönemlerde Türk parasından kaçarak döviz, altın gibi değerini zaman içinde koruyabildiğini düşündüğü diğer yatırım araçlarına kayarlar. Dolayısıyla, Merkez Bankası’nın devlete kredi vererek bilançosunu şişirdiği dönemlerde emisyon fazla artmazken, Merkez Bankası’nın emisyon dışındaki diğer yükümlülükleri daha fazla artma eğilimine girerler.
İdeal bir merkez bankası bilançosunun yükümlülükler bölümünün tümüne yakını o merkez bankasının bastığı para (emisyon) olmalıdır. Çünkü, zaten para basmaya yetkili bir kurum bastığı paranın dışında yükümlülük biriktirmesinin bir anlamı yoktur. Emisyon dışında yükümlülük yaratan bir merkez bankası istemediği varlık yaratma durumunda kalmasından dolayı bu duruma düşebilir.
Kısacası, emisyon artışı tek başına enflasyon yaratmaz. Enflasyon yaratan merkez bankası bilançosunun büyümesidir. Merkez bankası bilançosu büyüdükçe de emisyonun toplam bilanço içindeki göreli ağırlığı düşer.
TÜRKİYE DENEYİMİ
Bu gerçeği Türkiye’nin son yirmi beş yıllık deneyiminden çok iyi görmekteyiz. 1980-89 döneminde ortalama emisyon 3 milyar dolardı. 1990-99 döneminde ortalama emisyon 4 milyar dolar oldu. Aynı dönemlerde ortalama yıllık enflasyon sırayla yüzde 50 ve 71 olmuştu. 1980’lerde 100 milyar doların biraz altındayken, 1990’larda milli gelirimiz 200 milyar dolara yaklaşmıştı.
2000 ve 2001 yıllarında emisyon ortalama 4 milyar dolar civarında kaldı, ama ortalama enflasyon yıllık yüzde 53 oldu. Bu dönemde milli gelirimiz yıllık ortalama 170 milyar dolar civarında gerçekleşti.
2002 yılından sonra durum radikal bir biçimde değişti. Enflasyon düştükçe emisyon arttı. 2002 yılından bu yana enflasyon yıllık ortamla bazda yüzde 45’den yüzde 8.3’e (kasım 2005 itibariyle) geriledi. Buna karşılık, emisyon ortamla 4 milyar dolardan 12.4 milyar dolara sıçradı. Kısacası, enflasyon düştükçe Türkiye Türk parası kullanmaya başladı.
Merkez Bankası’nın bilanço büyümesi de yavaşladı. 1980 ve 1990’larda emisyonun toplam bilanço içindeki payı yüzde 15-16 civarındayken, 2000-2001 döneminde emisyonun payı yüzde 12’ye geriledi. 2002 yılında emisyonun toplam bilanço içindeki payı yüzde 9.9’a kadar gerilemişken, 2005 yılının ilk on bir ayında emisyonun ortalama payı yüzde 21.5’e kadar çıktı. Daha da çıkıyor.
Fiyat istikrarı Merkez Bankası bilançosundaki istikrardan geçiyor. Fiyat istikrarı tesis edilmeye başlandığında, Merkez Bankası bilançosunun da yapısı değişiyor. Türkiye Türk parası kullandıkça bu yapı daha da normale dönecek.
Yazının Devamını Oku 4 Aralık 2005
EĞİTİM bir ülkenin insanına yapılan en önemli yatırımdır. İktisadi açıdan, eğitim alınıp satılabilen bir hizmettir. Dolayısıyla, eğitimin üreticileri (arz) ve talep edenleri (talep) olacaktır. Arz ve talebin olduğu yerde fiyat vardır. Ülke insanının eğitimi yalnızca eğitilen insana değil, aynı zamanda tüm topluma yarar sağlar. Yani, eğitimde önemli boyutlarda bir dışsallık (externality) söz konusudur. Eğitimi daha yüksek bir toplum aynı toplum içindeki eğitimi az olanlara da olumlu bir fayda sağlar. Devletin eğitime çeşitli yollarla müdahalesinin iktisadi gerekçesinin temelinde de bu gerçek vardır. En azından, devlet verilen eğitimin kalitesini kontrol etmek durumundadır.
DENETİM
Devletin eğitime müdahalesi yalnızca kalite ile ilgili değildir. Toplumun eğitim düzeyini yükseltmeye yönelik olarak, devlet belli bir düzeydeki eğitimi tüm bireyleri için zorunlu kılabilir.
Örneğin, Türkiye’de ilk sekiz yıllık okul eğitimi zorunludur. İktisadi açıdan, devletin zorunlu tuttuğu bir yükümlülüğün maliyetini de ödemek durumundadır. Bu nedenle devlet en azından zorunlu tuttuğu eğitimi tüm bireylerine ücretsiz olarak sağlamak zorundadır. Zorunlu eğitimi yürürlüğe koyan demokratik mekanizma aynı zamanda vergi gelirlerinin bir kısmının da eğitime harcanmasını peşinen kabul etmiş demektir.
Devletin eğitim servisinin bir üreticisi olarak piyasada bulunması devlet dışındaki girişimlerin eğitimde olmamasını gerektirmez. Özel girişimlerin de eğitim sektöründe hizmet sunması doğaldır. Bu şekilde, yalnızca eğitim servisinin arzı artmayacak, aynı zamanda rekabet yoluyla eğitimin kalitesi de artacaktır.
Eğitim sektöründe devlet dışındaki girişimlerin bulunması devletin eğitimin yarattığı dışsallık nedeniyle kendi bünyesi dışındaki eğitime de karışması normaldir. Okulların fiziksel olanaklarından, öğreticilerin uygunluğuna kadar bir dizi konularda devlet kural koyucu olmak durumundadır. Yani, devlet belli kurallar çerçevesinde okullara lisans vermektedir (accreditation). Kurallar koyan otoritenin koyduğu kuralların uygulanıp uygulanmadığını da denetlemesi kadar doğal bir şey olamaz.
Eğitim kalitesinde asgari bir düzeyi sağlamanın yolu olarak devletin temel eğitim alanlarında derslerde okutulan konuların saptanmasında da bir rolü olabilir. Yani, asgari ders müfredatının tespiti de eğitimin kalitesini azamiye çıkarabilmek için bir mekanizma olarak kullanılabilir.
LİSANS
Bütün bunlar devletin eğitim kurumlarının her işine müdahale etmesi gerektiği anlamına gelmemektedir. Devlet dışında eğitim veren kurumlar bir anlamda bir bütün olarak devletten eğitim verebilmek üzere lisans almaktadırlar. Lisans, o kurumun belli bir asgari düzeyde eğitim verebileceği konusunda devletin onayını kanıtlamaktadır.
Lisansı olan bir eğitim kurumu eğitim hizmetini daha iyi sağlayabileceği konusunda kendi stratejilerini belirler ve uygular. Uygulanan stratejilerin devletin koyduğu asgari kurallarla uygunluğunu elbette devlet denetleyecektir.
Eğitim her gün gelişen son derece dinamik bir alandır. Tüm ülkeler eğitimin kalitesini yükseltebilmek için yeni metotlar geliştirmeye çalışmaktadırlar. Eğitim kurumları da kendilerinin geliştirdikleri ya da başkanlarında görüp uygulamalarının kaliteyi artıracağına inandıkları öğretim metodolojilerini uygulamakta serbest olmalıdırlar. Aksi taktirde, devlet dışındaki eğitim kurumlarından beklenen faydayı sağlamanın yolu kalmayacaktır. Bu kurumlar devletin güdümünde, ama devlet okullarından farklı olarak paralı okullardan başka bir şey olmayacaklardır.
Gelecek pazar günü devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 2 Aralık 2005
VERGİ indirimleri olacağı ilk kamuoyuna yansıdığında, zamanlamanın biraz erken olduğu düşünülebilirdi. Ama, ayrıntılar açıklandığında, vergi indirimlerinin korkulacak boyutlarda devletin vergi gelirlerini etkilemeyeceği anlaşıldı. Türkiye kamu sektörünün borçlanma ihtiyacını düşürmeyi hedefleye devam etmek zorundadır. Sürdürülebilir bir ekonomik büyümeyi sağlamak ve çeşitli şoklara karşı daha dirençli bir ekonomi yaratmak için bu stratejiye sıkı sıkıya bağlı kalmak zorundayız.
GELİR ETKİSİ
Türkiye’de vergi oranları çok yüksektir. Vergi oranlarının yüksekliği kayıt dışı ekonomik faaliyetleri özendirmektedir. Kayıt dışı ekonomik faaliyetlerin yoğunluğu ise ekonomide rekabet ortamını bozmaktadır. Sonuçta, ekonomi daha verimsiz çalıştığı gibi, devletin vergi gelirleri de olması gerekenin çok altında kalmaktadır.
2001 yılından bu yana olumsuzlukları giderek hafifleyen olağanüstü bir dönemden geçilmektedir. Geçmişten gelen finansman yüklerinin hafifletilmesi için katma değer vergisi ve özel tüketim vergisi gibi dolaylı vergiler yoluyla devlet gelirlerini artırmaya çalıştı. Kısacası, devletin hovardalıklarının faturası doğal olarak vergi verenlere çıktı.
Vergi gelirlerinin artırılmasında bir ölçüde başarılı da olundu. Ama, rekabet ortamı daha çok bozuldu, kayıt dışı daha olağan hale geldi. Dolayısıyla, vergi oranlarının düşürülmesi ekonominin normalleşmesinin bir işareti olacaktır. Ekonomide olağanüstü hal yumuşadıkça, vergi indirimleri de maliye politikasının hedeflerinden biri olmalıdır.
Vergi oranları düştükçe, verimlilik artacaktır. Rekabet ortamı gelişecektir. Kayıt dışılığın teşvik edilmesi ne azından duracaktır. Sorun, bu aşamada devletin toplayabildiği vergilerden feragat edebilme lüksünün olmamasıdır. Çünkü, bütçede harcamaları kısacak alan yok gibidir. Bütçe dengesini olumlu etkileyen tek kalem son yıllarda faiz giderlerindeki düşüştür. O alanda da marj artık daralmıştır. Gerçek faiz indirimleri ancak bütçe yapısını sağlamlaştıracak olan yapısal reformlar yapılıp olumlu sonuçları elde edilmeye başlandıktan sonra gündeme gelecektir.
Ücretlerden alınan gelir vergisi toplam ücretlerin yaklaşık yüzde 25’i civarındadır. Gelir vergisi diliminde yüzde 25’lik kısmın yüzde 27’ye çıkarılmasıyla, eski tarifedeki ortalama sınır kabul edilmiştir. Büyük bir olasılıkla, yeni düzenlemenin vergi gelirleri üzerine etkisi olumlu olacaktır. Buna karşılık, gelir vergisinin en üst dilimi düşürüldü. Yani, tasarruf yapma eğilimi daha fazla olan, aynı zamanda harcama eğilimi de daha fazla olan yüksek gelir grupları daha az vergi ödeyecekler. Bunun iç talebi artırıcı bir rol oynaması söz konusu olabilir.
Kurumlar vergisi oranının düşürülmesinin etkisini kestirebilmek çok zor. Şirketlerin istedikleri kadar vergi verdikleri bir sistemde kurumlar vergisi oranının düşürülmesinin şimdilik fazla bir sonucu olmayacağı söylenebilir.
DOĞRU ADIM
Son düzenlemelerde asıl önemli olan nokta bazı dolaylı vergi oranlarının düşürülmesidir. Önümüzdeki dönemde üzerinde durulması gereken alan da burasıdır. Vergi toplama gayreti içinde son dönemde vergi yapısı daha da bozulmuştur.
Devlet topladığı vergilerin üçte ikisini dolaylı vergilerden almaya başlamıştır. Normalleşme sürecinde, dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki göreli ağırlığı düşürülüp gelir ve kurumlar vergisi gibi doğrudan vergilerin göreli ağırlığı artırılmalıdır.
Yeni düzenlemeler doğru yönde atılmış bir adımdır. Ama, bu bir başlangıç kabul edilmelidir. Yeni düzenlemelerin ne ekonominin tümüne ne de kamu finansmanına olağanüstü bir ekonomik etki yapması beklenmemelidir. ‘Vergi oranlarını düşürülüyor’ başlığı altında bu girişimin siyasi tarafı şimdilik daha ağır basmaktadır.
Yazının Devamını Oku 1 Aralık 2005
TÜRKİYE, sermaye piyasalarının denetim ve düzenlenmesinde çok kötü bir sınav veriyor. Şirketlerin halka açılması sermayeyi tabana yaymaktan çıkıp halkı tokatlamak anlamına geliyor. Dün ve bugün yapılan yanlışlar yarın sermaye piyasalarının gelişmesine en büyük engel olacaklardır. Geldiğimiz yer zaten bellidir.
Geçmişte, halka açık bazı bankalara bankaların denetim otoritesi el koydu. Bu bankaların hisse senetlerine sahip küçük yatırımcıların da hisselerine el konmuş sayıldı. Halkın elindeki bu hisse senetleri tuvalet kağıdına dönüştü. Sorumluların sorumluluklarını yerine getirmemelerinin faturasını ödediler.
ŞEFFAFLIĞIN ZAMANI
Hisse senedi yatırımcıları risk alırlar. Hisselerini aldıkları şirketler batabilirler. Dolayısıyla, kar güdüsüyle Borsa’da hisse senedi alımı yoluyla oluşturulan ortaklıklardan zarar edilebilir. Bu, normaldir. Normal olmayan, halka açık şirketlere ait bilgilerin doğru ve zamanında küçük yatırımcılara ulaştırılmamış olmasıdır.
Sermaye piyasalarını düzenleyen ve denetleyen otoritelerin en önemli ve en öncelikli görevi Borsa’da alım-satımı yapılan hisselere ait şirket bilgilerinin doğru ve zamanında küçük yatırımcılara ulaştırılmasını sağlamaktır. Bu görevlerini icra edemedikleri alanların sermaye piyasalarına girmelerine izin verilmez.
Geçmişte bankaların denetim otoritesince el konulmuş bankaların mali durumları hakkında yanlış ve yanıltıcı bilgiler hisse sahiplerine verildiğinden, her şey yolunda gidiyormuş sanan küçük hissedarların elindeki hisseler tüm değerlerini yitirmişlerdir. Halka açılmak halkı çarpmak olmuştur. Bunun bahanesi olamaz.
Geçen hafta sonu hakim ortağı el değiştiren bir bankanın bilançolarının şimdiye kadar gerçeği yansıtmadığı açıklandı. Yaklaşık 2.5 milyar YTL’lik bir öz kaynak düzeltmesi yapıldığı kamuoyu ile paylaşıldı. Üç ay önce böyle bir şey bilinmiyordu. Açıklamadan sonra otoriteler çıkıp nihayet bankacılık sisteminin tam bir şeffaflığa kavuştuğunu açıkladılar. Halbuki, bizler bankacılık sisteminin 2001 yılından bu yana tam şeffaf olduğunu sanıyorduk! Demek ki değilmiş.
Kamuoyundan çok hayati bir bilgi saklanmıştır. Bu banka halka açık bir bankadır. Yalnızca kamuoyu değil, bu bankanın küçük yatırımcıları da aldatılmışlardır. Aldatmanın ulvi bir nedeni olamaz. Kamuoyunu aldatmak sistemin sağlığı için yapılıyorsa, sistemin sağlığı küçük yatırımcıların sırtından sağlanmamalıdır. Küçük yatırımcının korunamadığı yerlerde şirketlerin halka açılmalarına izin verilmemelidir.
Öyle anlaşılıyor ki, bankalarımızın gerçek bilançolarını görebilmek için bankaların hakim ortaklarının değişmesini beklememiz gerekecektir. Çünkü, ancak bu şekilde, kamuoyunun şeffaf bilançoları görme olanağı olmaktadır. Sistemin sağlığı adına yapılanlar birçok açıdan çok ciddi bir ‘itibar sorunu’ ortaya çıkarmıştır.
SORULAR
Geçmişte halka açık bir bankanın bilançosunu makyajlayarak yayınlanmasına izin veren otoriteler bilmediğimiz diğer bankaların bilançolarının gerçeği yansıttığı hakkında kamuoyuna nasıl bir güvence vereceklerdir? Dönemsel olarak açıklanan ve ağız sulandıran banka karlarının doğru olup olmadığı konusunda kamuoyunu kim ikna edecektir?
Sermaye piyasalarını denetleyen ve düzenleyen otorite küçük yatırımcıların doğru ve zamanında bilgi aldıkları konusunda nasıl bir güvence verecektir? Daha geçen ay halka açılan büyük bir bankanın kamuoyu ile paylaşılan hesapları acaba doğrumuydu? Yaşananlardan sonra kamuoyunun şüpheci olması yadırganmalı mı?
Bütün bunlar olurken, bağımsız denetim kuruluşları ne yapıyor? Kendilerine nasıl talimat verilirse, onu mu yapıyorlar?
Bu soruları sorduran uygulamalar Türkiye’de halka açılmayı halkı çarpmakla eşit hale getirmektedir.
Yazının Devamını Oku 30 Kasım 2005
DIŞ borç ödeme krizleriyle, ‘çevrilebilir dış borç’ kavramı iktisatçılar arasında popüler kavramlardan biri oldu. Gelişmekte olan ülkelerdeki finans piyasası reformlarıyla, dış borçların yanında devletin yurt içinde borçlanmaları da kolaylaştı. Bu kez, ‘iç borç krizi’ kavramı gündeme geldi. Kamunun mali piyasalardaki ağırlığı (fiscal dominance) iktisatçıların diline dolandı.
Kamu burçlarının ağırlığı çeşitli şekillerde ölçülebilir. En kaba ölçümle, kamu borçlarının milli gelir içindeki payı kamu borçlarının göreli boyutunu gösterir. Belki daha iyi bir gösterge, kamu borçlarının vergi gelirlerine oranıdır. Çünkü, gelecekteki vergilerle borçların ödeneceği gerçeği kamu borçlarının göreli büyüklüğünü daha iyi yansıtabilir. Ama, kamu borç stokunun göreli ağırlığını anlayabilmek için bütün bu ölçüler yeterli olmayabilir. Borçların vadesi ve borçlanılan piyasanın büyüklüğü de önemli parametrelerdendir.
BORÇ STOKU
Daha ayrıntıya girildiğinde, kamu borçlarının göreli ağırlığını belirleyen unsurlardan biri de borçların ortamla vadesidir. Ortalama borç vadesi 10 yıl olduğunda, bu borcu çevirmenin mali piyasalar üzerindeki etkisi borç vadesinin bir yıl olmasına göre çok farklı olacaktır. Tüm borç stokunun yüzde 10’unu bir yıl içinde çevirmekle tümünü çevirmek zorunda kalmak farklı olgulardır.
Örneğin, bazı Avrupa ülkelerinde, Avrupa Birliği normlarına aykırı olarak kamu borçlarının milli gelirlerine oranı yüzde 100’ün üzerindedir. Bizde bu oran yüzde 100’e geldiğinde devlet borçlarının yeniden yapılandırılması konuşuluyordu. Halbuki, o ülkelerde kamu borçlarının mali piyasaları esir ettiği hiç konuşulmuyor. Çünkü, o ülkelerde borçların vadesi çok uzun. Bir yıl içinde vadesi gelen borçlar için yeni borçlanma yapmak milli gelirlerinin göreli olarak küçük bir oranı.
Japonya’da kamu borcu milli gelirlerinin yüzde 160’ına dayanmıştır. Bu oran Yunanistan’da yüzde 109, İtalya’da yüzde 106 ve Belçika’da yüzde 95 civarındadır. Avrupa Birliği’nin 25 ülkesinde toplam kamu borcunun milli gelire oranı 2004 yılında yüzde 63 olmuştur. Bu ülkelerin çoğunda bankacılık sisteminin büyüklüğü milli gelirlerinin birkaç katıdır.
İŞ BİTMEDİ
2001 yılında kamu borçlarının milli gelirimize oranı yüzde 100 civarına gelmişti. Kamunun toplam brüt borçları vergi gelirlerinin 4.8 katıydı. Hazine’nin iç borçlanmaya ödediği ortamla faiz yüzde 99’du. Toplam borçlanmaların ortamla vadesi 250 gün idi. Yani, Hazine her yıl toplam iç borçlarını ödeyebilmek için aynı yıl içinde borç stokunun 1.3 katı kadar borçlanmak durumunda kalıyordu. Kamu borçlarının mali sistemi esir etmesi buydu. Kamunun ek kaynak ihtiyacı bankacılık sisteminin yarattığı kaynaklardan daha büyüktü.
2001 yılından bu yana kamu borç stokunda küçümsenmeyecek bir değişiklik yaşandı. 2004 yılından sonra toplam kamu borçlarının milli gelire oranı yüzde 75’in altına düştü. Brüt kamu borçları vergi gelirlerinin 3 katına indi. İç borçlanmaların ortamla vadesi 730 güne çıktı. Yani, Hazine artık toplam iç borçlarının yarısını bir yıl içinde yeniden borçlanmak zorunda. Borçlanmaların ortamla faizi de yüzde 16.5’e (Ocak-Kasım 2005 dönemi) geriledi.
Türkiye ekonomisinde kamu borçluluğunun göreli ağırlığı son yıllarda azaldı, ama yok olmadı. Kamu sektörü hala göreli olarak çok borçlu durumdadır. İç borçların ortalama vadesi hala kısadır. Bankacılık sisteminin toplam büyüklüğü hala milli gelirimizin yüzde 70’i civarındadır. Dolayısıyla, doğru yönde ilerleme sağlanmaktadır, ama işin sonuna gelinmiş değildir. Bu nedenle de kamu sektörünün tasarruflarını artırması ekonomi politikalarını oluştururken hala önemli bir gündem maddesidir.
Yazının Devamını Oku