TÜRKİYE ekonomisinde işsizlik bir sorundur. Bu sorunla daha uzun süre yaşamak zorundayız. Demografik etkenler ve ekonominin daha verimli olması gereği sorunun çözümünü hem güçleştirmektedir hem de uzun vadeye yaymayı gerekli kılmaktadır.
Kısa sürede işsizlik sorununu çözmeye yönelik her türlü girişim ekonomik istikrarı tehdit edebilecektir.
Cari işlemler açığının geldiği boyut ekonomik istikrar açısından bir risktir. Bu riski makul düzeylerde idare etmek zorundayız. Cari işlemler açığı vermemeyi hedefleyen bir ekonomi politikası çok gerçekçi olmadığı gibi, gerekli de değildir.
Türkiye’de kişi başına gelir Avrupa Birliği’nin yeni üyelerine göre de düşüktür. Bu sorunun çözümü de ekonomik istikrarı tehdit etmeyecek bir biçimde bulunmalıdır. Sorunların üstesinden gelmek için kısa vadede aceleci çözümlere değil, uzun vadede kalıcı çözümlere yoğunlaşmamız gerekmektedir.
GELİŞMELER
Sorunları sıralarken son dört yılda elde edilen bazı çok önemli kazanımları da not etmek lazımdır. Bu kazanımların kaybedilmesi durumunda bugün sorun olarak nitelediğimiz gelişmeleri tersine çevirme olanağımız hiçbir biçimde olamayacaktır.
1. Enflasyon 1990-99 yılları arasında yaklaşık ortalama yüzde 75 olmuşken, şimdi yüzde 8’in altındadır. Enflasyonun geldiği nokta hiçbir biçimde küçümsenemez.
2. Enflasyon göreli olarak kısa bir sürede düşerken, 2002-2005 yıları arasında ekonomi reel olarak yüzde 30’un üzerinde büyümüştür. Bu dönemde ortalama büyüme oranı yaklaşık yüzde 7.1 olmuştur.
3. 2002 yılından bu yana TL diğer dövizlere karşı reel anlamda küçümsenmeyecek boyutlarda değer kazandığı halde, ihracat 2002 yılında 36 milyar dolarken, 2005 yılında 70 milyar doları geçmesi beklenmektedir. İhracat üç yılda ikiye katlanmıştır.
4. Daha 2002 yılında kamu sektörü finansman dengesi milli gelirimizin yüzde 13’ü civarında açık verirken, bu yıl sonunda açığın milli gelir içindeki payı yüzde 1 civarında kalacağı tahmin edilmektedir. Kamuda finansman disiplini söz konusudur.
5. 2002 yılında milli gelirimizin yüzde 90’ının üzerindeyken, kamu sektörünün borçluluğu 2005 yılında yüzde 75’in altında kalacaktır.
6. Merkez Bankası’nın döviz rezervleri 2002 yılında 30 milyar doların altındayken, 2005 yılında 40 milyar doların üzerine çıkmıştır.
7. Nominal faizler yüzde 100’lerden yüzde 13’lere düşerken reel faizler yüzde 40’dan yüzde 9’lar düzeyine gerilemiştir. Hala haklı olarak reel faizlerin yüksekliğinden şikayet edilmektedir.
8. 2002 yılında Hazine’nin iç borçlarının yüzde 60’ı döviz üzerinden ya da dövize endeksliyken, bu oran 2005 yılında yüzde 15’e düşmüştür. Hazine artık ülke parasını kullanmaya başlamıştır. Ekonomik istikrarın en önemli boyutu budur.
9. Türk halkı 2002 yılında toplam mevduatlarının yüzde 43’ünü TL’de, yüzde 57’sini dövizde tutarken, bugün mevduatların yüzde 60’ı TL’de, yüzde 40’ı dövizde durmaktadır. Az da olsa, dövizden TL’ye dönüş söz konusudur.
10. Merkez Bankası’nın ortalama bilanço toplamı 1990’lı yıllarda yıllık ortalama yüzde 80 civarında büyürken (2001 yılında yüzde 175 büyümüştür), 2004 yılında yüzde 2.5, bu yıl da şimdiye kadar yüzde 1.2 büyümüştür. Yani, artık kamu sektörünü doğrudan ya da dolaylı finansman sağlamak için para basılmamaktadır.
Bütün bu gelişmelere bakarak ‘rakamlarda enflasyon düştü ama, mutfakta yangın var’ ya da ‘memleketi parselleyip yabancılara pazarlıyorlar’ gibi söylevlerle gelinen noktayı ve uygulanan politikaların başasısını küçümseyemeyiz. Bu çeşit söylevlerle eleştiri yapmak ancak üçüncü sınıf siyasi bir yaklaşım olur.
Ekonomi alanında gelinen noktadan daha ileri gitmemiz gerekiyor. Ekonomi dışı risklerin ekonomideki eğilimleri tersine çevirmesine izin vermemeliyiz.