30 Ekim 2005
EĞİTİMİN teşviki denince çoğu kez sapla saman birbirine karışıyor. Eğitim verenler mi yoksa eğitim alanlar mı teşvik edilmeli. Bu iki kesim içinde organize olan taraf eğitim verenler olduğu için, çoğu kez eğitimin teşviki eğitim verenlerin teşviki olarak algılanıyor. Ucuz elektrik, su ve doğal gazın teşvik olduğu sanılıyor. Birinci yanlış burada yapılıyor. Eğitime talep yaratırsanız, arz arkadan gelir.
İkinci yanlış eğitimin ucuz olması gerektiği konusunda doğru olmayan bir kanı vardır. Eğitim giderek pahalılaşan bir üretimdir. Kalitenin artması yönündeki talepler ve teknolojik gelişmeler eğitimi tüm dünyada giderek pahalılaştırmaktadır. Bu alanda taviz vermek çoğu kez kaliteden ödün vermek anlamına gelmektedir. Kaliteli eğitimin maliyetine katlanmak zorundayız. Bu konuda piyasa dışı formüllerle çözümler üretemeyiz.
MALİ YARDIM
Eğitimin teşviki özel okulların teşviki olarak algılanmamalıdır. Aksine, özel okullar doğrudan teşvik edilmemelidir. Hatta, özel okullar kar dağıtmayan organizasyonlar (vakıf ya da Batı’daki kar amacı gütmeyen kuruluşlar gibi) olarak kurulmalıdır. Bütçeleri devlet otoritesi tarafından çok sıkı denetlenmelidir. Ama, özel okulların fiyatına da devlet karışmamalıdır. Şimdi olduğu gibi, hedeflenen ya da gerçekleşen enflasyonun üzerinde özel okulların fiyatlarının artırılmasını engellemek kalitenin düşmesinden başka bir işe yaramaz.
Geçen hafta belirttiğim gibi, eğitimin teşviki özel okullara gitmek isteyenlerin mali kısıtının hafifletilmesi yoluyla olmalıdır. Özel okulların öğrencilerine mali yardım vermeleri özendirilmelidir. Şimdi, bir okulun toplam gelirinin asgari yüzde 2 oranında mali yardım verilmesi istenmektedir. Bu rakam zaten çok küçüktür. Bunu herkes yapıyor.
Asıl sorun, azami mali yardım verilmesine konan sınırdır. Gelirlerinin yüzde 10’undan fazla mali yardım veren okuldan verilen mali yardımın yüzde 10’unu aşan kısım için katma değer vergisi talep edilmektedir. Vergi kaçağı böyle komik düzenlemelerle durdurulabilir mi? Mali yardım vermek isteyen okul, kurallar içinde ve şeffaf bir biçimde, dilediği kadar mali yardım verebilmelidir.
Mali yardımı sınırlamak yerine, aksine, mali yardım programı belli bir sınırı aşan okullara devlet tarafından nakit yardım verilmelidir. Bu program otoritelerce sıkı bir biçimde denetlenmelidir. Amerika, İkinci Dünya Savaşı sonrasında tüm dünyanın insanlarını bu şekilde okullarında okutmuştu. Şimdi, bu programın meyvelerini yemektedir.
EĞİTİM KREDİSİ
Öğrenci velileri çocuklarını okutabilmek için uzun vadeli ve makul maliyetlerle kredi alabilmelidir. Türkiye’de eğitim için alınan kredi tüketici kredisi gibi muamele görmektedir. Konuya bu şekilde yaklaşmamız eğitime verdiğimiz önemin de bir göstergesi olmaktadır. DVD oynatıcısı almakla eğitim aynı kefeye konmaktadır.
Bankaların ucuz ve uzun vadeli konut kredisi vermeleri için devletin neredeyse bütün organları kafa yorarken, eğitimin uzun vadeli finansmanı için düşünen kimse yoktur. Kredinin uzun vadeli ve makul maliyetlerde olması aslında insana yapılan yatırımda çok daha önemli olmaktadır. Ülkemizde sanayide yatırım kredisi teşviklidir, ama eğitim kredisi diye özel bir program yoktur.
Krediyi çocuğuna iyi eğitim verebilmek için veli almalıdır, ama kredinin geri ödenmesi çocuk çalışıp para kazanmaya başladığında, eğitimi alan tarafından ödenmelidir. Yatırım budur. Ama, bu yatırımda, demir ya da çimento kullanılmadığı için çok fazla ilgilenilmemektedir. Tüketici kredisiyle eğitim finanse edilmeye çalışılmaktadır.
Konu, çok derin, karmaşık ve çok yönlüdür. Zaman bulduğumda bu konuları işlemeye devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 28 Ekim 2005
TÜRKİYE’nin bankacılık sektöründe 2007 yılında Basel-II standartlarını uygulamaya koymayı planlaması çok iddialı bir yaklaşımdır. Bankacılık sektörü de, reel sektör de oyunun yeni kurallarını kısa sürede özümseyecek durumda değillerdir.
Sorun yalnızca Türkiye’ye özgü de değildir. Birçok küçük Avrupa ülkesi de yeni sermaye yeterliliği kavramını içselleştirmekte zorluk çekmektedirler. O nedenle de, konuyu yakından izleyen IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar gelişmekte olan ülkelere makul bir zaman verilmesini önermeye başlamışlardır.
ZAMAN İHTİYACI
Sorunun birkaç boyutu vardır. Birincisi, gelişmekte olan piyasalar (emerging markets) olarak adlandırılan ülkelerde finans piyasaları göreli olarak daha oynaktır. Oynak olan piyasalarda ‘piyasa riski’ doğal olarak daha fazladır.
Karmaşık piyasa riski hesaplamalarında bu ülkelerde bankaların tutmaları gereken sermaye doğal olarak daha fazla olacaktır. Bir başka açıdan, gelişmekte olan piyasalardaki bankaların büyüme potansiyelleri kısıtlanmış olacaktır. Daha fazla büyüme için daha fazla sermaye gerekecektir. Uluslararası rekabete karşı göreli olarak daha zayıf kalacaklardır.
Bu sorunun aşılması faiz ve kur gibi fiyatların geçmişteki oynaklıklarına bakılmaksızın ‘standart metot’ denen daha kaba bir yaklaşımın piyasa riskinin ölçülmesinde kullanılmasıdır. Türkiye’de şimdi bu yöntem uygulanmaktadır. Bu yöntem gerçekten piyasa riskini ölçmemekte, piyasa riski kavramına tek gözle bakmak anlamına gelmektedir.
Kredi riski hesaplamasında kredi müşterilerini dış değerlendirmeler ya da içsel yaklaşımlarla ayrıştırmak birçok açıdan gelişmekte olan piyasalardaki bankaları zorlayacaktır. Müşterilerin mali sağlamlığı konusunda güvenilen bilgilerin edinilmesi bir yana, bazen bankaların müşterilerinin adreslerini dahi bilmediği bilinen bir gerçektir. Kısacası, bankaların kredi riski hesaplamasında kullanılabilecek çok ciddi veri sorunları vardır. Gerekli verilerin toplanması ve sınıflandırılması zaman isteyen bir süreçtir.
Krediler konusunda veri toplanırken, düzmece bilançolarla kredi alan müşteriler zor durumda kalabileceklerdir. Bir milyar lira ödenmiş sermayesi görünüp 50 trilyon lira ciro yaptığı söylenen şirketlerin açıktan satışı çok olduğu için kredi değerliliğinin yüksek olması gibi bir resim inandırıcı olmaktan çıkacaktır. Bu şartlarda şirketler de kendine çekidüzen vermek zorunda kalacaklardır. Bu da bir süreçtir ve zaman isteyecektir.
Veri sorunu olan bir diğer alan operasyonel risklerin hesaplanmasıdır. Birçok gelişmekte olan piyasalarda çalışan bankalarda böyle bir veri yoktur. Bu alanda veri toplanması da zaman ve yatırım isteyen bir süreç olacaktır.
BASKININ BOYUTU
Uyum süreçleri tamamlana kadar denetim ve gözetim otoriteleri yalnızca zorlayıcı olmakla kalmayıp bankalar açısından yol gösterici olmak zorundadırlar. Aksi taktirde, yeni standartlara uyum tüm ülkeler için çok daha pahalı ve uzun zaman alan bir proje olacaktır. Kısacası, gelişmekte olan ülkelerin zamana ihtiyaçları vardır. Ara dönemde belli risk kategorilerine bakıyormuş gibi yapıp tek gölse bakmaya mecbur kalacaklardır.
Gelişmekte olan ülkelerdeki yabancı banka payı giderek artmaktadır. Riske tek gözle bakan bir bankacılık sisteminde gelişmiş ülkelerin denetim ve gözetim otoritelerince yönlendirilen yabancı bankalar rekabette zorlandıkça uluslararası baskılar artacaktır.
Gelişmekte olan ülkelere istemeyebilecekleri yönde gelişmeler için baskı yapılacaktır. Bazı uygulamalar baskılar sonucunda öne çekilebilecektir. Çok arzulanan banka birleşmeleri bu dönemde doğal olarak hız kazanacaktır. Mali piyasaların ve reel sektörün kırılganlıkları bu baskılarla artabilecektir. Yerli sermayenin tümden tasfiyesi dahi gündeme gelebilecektir. En büyük risk de burada yatmaktadır.
Yazının Devamını Oku 27 Ekim 2005
BANKACILIKTA uygulamaya konacak yeni uluslararası kurallar (Basel-II) birçok gelişmekte olan ülkeyi zor duruma sokacak. Ülkeler de bunun farkındalar. Kuralların 2007 yılında uygulamaya konması düşünülse dahi, birçok ülke zaman istiyor. Birçok ülke ‘ülke inisiyatifi’ adı altında belli bir düzeyde farklılıklar getirmeyi düşünüyor.
Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri 8-10 büyük bankanın Basel-II kurallarını uygulayabileceğini, diğer tüm bölgesel bankalarla tasarruf sandıklarının (savings and loan) şimdilik bu kuralların dışında tutulacağını açıkladı. Avrupa’nın büyük ülkelerinin bankaları yeni kuralları uygulamakta daha hazır oldukları sanılıyor. Ama, AB’nin yeni ülkelerinde durum aynı değil.
HANGİSİ ÖNEMLİ?
Ülkelerin yeni kurallara yönelik olarak farklı düzeylerde olması birçok açıdan sakıncaları da beraberinde getiriyor. Sakıncaların en büyüğü de, finansal sistemi daha sağlam ve istikrarlı yapalım derken, rekabet ortamının sakatlanması olarak karşımıza çıkıyor. Basel-II’ye uyup uymamak rekabet şartlarını farklılaştıran bir unsur oluyor.
Yabancı bankaların ana ortağın bulunduğu ülkenin gözetim ve denetim otoritesi tarafından denetlenmesi soruna yeni bir boyut kazandırıyor. Birçok ülkede yabancı bankalar bulundukları ülkedeki bankacılık sisteminin ihmal edilemeyecek bir parçası olabilirler. Ama, ana hissedar açısından bir ülkedeki yatırım önemsiz bir ağırlıkta olabilir.
Geçekten de birçok küçük Avrupa ülkesinde durum böyledir. Bir anlamda, çok önemli görünmeyen bir ortaklık nedeniyle, bir ülkenin bankacılık sistemi için çok önemli olabilecek bir bankayı başkalarının denetlemesi ve gözetlemesi söz konusu olacaktır.
Çek Cumhuriyeti, Estonya, Hırvatistan ve Slovak Cumhuriyeti gibi ülkelerde yabancı bankaların sistem içindeki payları yüzde 90’ın üzerindedir. Ama, bu ülkelerdeki yabancı bankaların, gelişmiş ülkelerdeki ortaklarının toplam bilançosu içindeki payları (Avusturya hariç) yüzde 10’un altındadır.
Örneği daha da somutlaştıralım. Romanya’da yüzde 27 piyasa payına sahip bir bankanın Fransızlar tarafından satın alındığını düşünelim. Fransız bankası açısından Romanya’daki bankanın zora girmesi çok önemli olmayabilir. Ama, Romanya açısından, piyasa payı yüzde 27 olan bankanın zora girmesi sistemik risk yaratacaktır. Böyle bir senaryoda ipler Romanya otoritesinin değil, Fransa’nın gözetim ve denetim otoritesinin elinde olacaktır. Bu yaklaşım ne kadar doğrudur?
ZAMAN KISALIYOR
Basel-II kuralları içinde çalışan bir bankanın aynı kuralları uygulamak istemeyen bir ülkedeki ortaklığı ülke içinde diğer bankalarla hangi şartlarda rekabet edebilecektir? Basel-II standartları içinde çeşitli risklere çok hassas olan bir bankanın risklere çok fazla aldırmayan bir bankacılık sistemi içinde rekabetçi olabilmesi mümkün müdür? Bu sorular artırılabilir. Hiçbirinin yanıtı olumlu olmayacaktır. Özellikle kuralların uygulanması aşamasının başlarında çok ciddi sorunlarla karşılaşılması çok olası görünmektedir.
2007 çok uzak bir tarih olmaktan çıkmıştır. Zaman kısaldıkça, tedirginlikler de artmaktadır. Gözetim ve denetim otoritesi (BDDK) açısından Türkiye’de konuya gerekli önem veriliyor gibi görünmektedir. Ama, bankalarımızın ve genelde bankaların müşterilerinin konuya aynı önemi verip vermedikleri konusunda bazı tereddütler vardır. Daha da önemlisi, düzmece bilançolarla bankalardan kredi almaya alışmış bir piyasa yeni kurallara ne kadar hızlı uyum gösterebileceklerdir?
Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 26 Ekim 2005
BANKACILIK sektörünün sağlamlığına ve genelde finansal sistemin istikrarına yönelik gözetim ve denetim sürecinde kullanılan sermaye yeterliliği tanımının içeriği değişiyor. Bankacılıkta sermaye yeterliliği kuralı Basel (Bank for International Settlement - BIS kurumunun bulunduğu İsviçre’deki şehir) kuralı olarak bilinir. BIS merkez bankalarının ortak oldukları uluslararası bir bankadır.
Şimdiye kadar sermaye yeterliliği bankaların verdikleri kredilerin risklerine göre yeterli sermaye tutmalarına dayanırdı. Kredilerin risklerine göre ağırlıklı toplamının yüzde 8’i kadar bir bankanın sermayesi (özkaynağı) olması istenirdi. Bu kural (Basel-I) içinde, çok riskli kredi veren bankaların daha fazla sermayeleri olması esası geçerliydi.
RİSK ÖLÇÜMÜ
Yeni kurallar (Basel-II) içinde bir bankanın ne kadar sermaye tutması gerektiği yalnızca verdiği kredi riski ile sınırlı olmayacak. Bankanın aldığı piyasa ve operasyonel riskler de sermaye yeterliliği hesabına katılacak.
Piyasa riski, faiz, kur ve diğer fiyatların oynamalarından dolayı bir bankanın zarara uğrama riskini içeriyor. Operasyonel risk ise bir bankanın iş yapışı sırasında karşı karşıya gelebileceği risklerin ölçülmesine odaklanıyor. Örneğin, bir bankanın soyulması, bilgisayarlarının bozulması, binasının bombalanması ya da yapılan bir işlemin yanlış olarak kayıtlara girmesi operasyonel risk sınıfında kabul ediliyor.
Neredeyse on yıldır tartışılan yeni kurallar çerçevesinde, bankalar, kredi riskleri yanında, aldıkları piyasa ve operasyonel riskler için de ayrıca sermaye tutmak zorunda kalacaklar. Doğal olarak, bankaların sermaye ihtiyacı artacak. Bankalar nominal olarak daha fazla sermaye zengini olacaklar. Banka hissedarları bankaya daha fazla sermaye koymak durumunda kalacaklar. Yeni kurallar çerçevesinde, her şeyden önce, bankalar ile müşterileri arasındaki ilişkinin boyutu ve niteliği değişecek.
Kredi ve piyasa risklerinin ölçülmesi daha teknik bir hale getiriliyor. Birçok banka bugüne kadar kredi ve piyasa risklerini afaki bir biçimde ölçüyordu. Örneğin, devlete verilen kredilerle özel sektöre verilen krediler risk açısından ayrıştırılıyordu. Ama, özel sektör şirketleri açısından ayrıca bir ayrıştırılmaya gidilmiyordu. Giderek, şirketlere özel bilgilerin kredi riskinin hesaplanmasındaki ağırlığı artacak. Bankalar hem kredi derecelendirme kuruluşlarının verdikleri notları hesaba katacaklar hem de, zaman içinde, kendi kredi derecelendirme sistemlerini geliştirecekler.
Piyasa riskinde de yatırım yapılan menkul değerlerin yalnızca vadeleri ya da döviz pozisyonlarının büyüklüğü değil, geçmişteki faiz ve kur oynamaları dikkate alınacak. Kısacası, risk hesaplaması çok daha teknik bir hale gelecek.
HAZIR MIYIZ?
Yeni düzenlemeler çerçevesinde, bir ülkedeki bir bankanın gözetim ve denetimi bankanın ana sermayedarının bulunduğu ülkenin otoritesi tarafından (home country principle) yapılacak. Örneğin, Türkiye’de bir banka alan yabancı bankanın bulunduğu ülkenin otoritesi Türkiye’deki bankanın da gözetim ve denetiminden sorumlu olacak.
Bankaların yeni sisteme uyum göstermesi elbette zaman alacak. Avrupa’da büyük bir bankanın yeni sisteme ayak uydurması için 100-150 milyon dolara yakın yatırım yapması gerektiği tahmin ediliyor. Avrupa yeni sisteme 2007 yılında geçiyor. Türkiye de yeni sisteme 2007 yılında geçmeyi planlıyor. Acaba yeni sisteme dünyadaki bankalar hazır mı? Ya Türkiye’deki bankalar?
Yarın devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 25 Ekim 2005
SANKİ daha önce hiç bilinmeyen bir gerçek su üstüne çıkmış gibi şaşırıyoruz. Bir şirkette evrak getirip götüren bir çalışanın (ofisboy) banka hesabında 52 trilyon liralık hareket olmuş. Evrak getir-götür işi yapıp büyük bir olasılıkla asgari ücretle çalıştığı kayıtlarda görünen bir kişi nasıl olur da bu boyuttaki para ile oynayabilir? Gazeteler bu keşfi baş sayfalarında haber yapmışlar. Şirkete de, çalışana da yazık olmuş. Çünkü, bu işi neredeyse herkes yapıyor. Doğal olarak, herkesin yaptığı bir işin suç olup olamayacağı tartışma yaratıyor. Devlet istediğini yakalıyor, istemediğine tek gözüyle bakıyor. Onlar yakalanmışlar. Gazetelerde anlatılan iş şirketlerin kayıt dışında kalmalarının bir yolu.
Yapılan satışlar şirket elemanları üzerinden geçiriliyor. Çekler şirket çalışanın üzerine kesiliyor. Toplanan paralar patronun cebine gidiyor. Patron bir çalışanın üzerine kesilen çekleri bankalara teminat vererek şirkete kredi alıyor. Krediye ihtiyacı yoksa, patron bir çalışanın üzerinden dolaşan paralarla kendine ev ya da arsa alıyor. Sonra, alınan evler ve arsalar bankalara ipotek verilerek kredi alınıyor. Yani, para ekonomide kalıyor, ama devlete gösterilmiyor.
KORKAN KİM?
Genellikle, şirket fakir, ama patron varlıklıdır. Fakir şirketin varlıklı patronu olur mu? İşte böyle oluyor! Zaten, biz bu çeşit firmalara genellikle KOBİ diyoruz.
Bankalar bu şirketlere trilyonlarca kredi veriyor. Çünkü, şirketin bilançosu düzmece olduğu bilindiği halde, patronun mal varlığı açık ya da zımni kredilerin teminatı oluyor. İşler bozulunca, şirketler batıyor, patron ya ortadan kayboluyor ya da mal varlıkları el değiştirmiş oluyor. Bankalar kredileri işte böyle batırıyorlar.
Bu gerçeği herkes biliyor. Ama, bir şey yapılmıyor. Sonuç olarak, kayıt dışılık artarak devam ediyor. Bir zavallı (!) yakalanınca, hepimiz şaşırmış gibi yapıyoruz.
Eskiden ‘enflasyon canavarımız’ vardı. Şimdi, ‘kayıt dışılık canavarımız’ var. Bu canavarlar birbirine çok benziyorlar. İki canavarla da mücadeleden devletimiz hep korktu. Uzun süre enflasyon ile etkin mücadele edilememesinin en büyük nedeni enflasyonla mücadelede gerekli önlemlerin ekonomiyi durma noktasına getirmesinden korkulmasıydı. Enflasyon indi, ama ekonomi durmadı. Demek ki, korku yersizmiş.
Kayıt dışılık ile mücadele etmekten devlet korkuyor. Alınacak önlemlerin ekonomiyi durduracağından korkuluyor. Halbuki, çok büyük bir haksızlık yapılıyor. Kayıt içindekilerin kayıt dışındakilerle rekabet etmesi olanaksız hale getiriliyor. Kayıt dışılığın kendiliğinden yok olacağını ummak istiyoruz. Yanılıyoruz. Aksine, rekabet edemedikçe, kayıt içindekiler de kayıt dışına çıkmanın yollarını aramaya başlıyorlar.
UNSURLAR
Kayıt dışılık devletten korkacağına, devlet kayıt dışılıktan korkuyor. Konunun komik boyutu burada başlıyor. Halbuki, kayıt dışı ekonomik faaliyetin yok olmasının ya da azalmasının en önemli unsurlarından biri kayıt dışılığın devletten korkmasıdır. İkinci unsuru ise kayıt dışı kalmanın ekonomik bir getirisinin olmaması ya da ekonomik ilişki içinde bulunan taraflardan en az biri için maliyetinin olmasıdır.
Türkiye’ye bu iki unsur da yoktur. Dolayısıyla, kayıt dışında kalmak her zaman arzulanan bir durumdur. Kayıt içinde kalma zorunluluğu Türkiye’de genellikle şirketlerin geldiği büyüklükten kaynaklanmaktadır. İç denetim teşkilatını bu yönde kurabilmiş büyük şirketler de kayıt dışında kalabilirler. İmar Bankası bunun örneklerinden biriydi.
Artık kayır dışılığa şaşırmış gibi yapmayalım, şaşırtalım.
Yazının Devamını Oku 24 Ekim 2005
TÜM ülkeler doğrudan yabancı yatırımları çekmek için uğraşıyorlar. Üretimi ve istihdamı artırmak için tüm ülkeler birbirlerinin sermayesini kendine çekmek istiyor. Türkiye bu pazarın çok yeni bir oyuncusu. İşin çok başlarındayız. Doğrudan yabancı sermaye yeni gelmeye başladı. Gelenler, zaten çalışan firmaları satın alıyorlar. Yani, Türkiye’deki bazı şirketlerden Türk sermayesi çıkıyor, yabancı sermaye giriyor.
Henüz yabancı sermayenin yeni üretim tesisleri kurma aşamasına gelmedik. Yabancı sermayeyi çekme konusunda asıl rekabet bu alanda yaşanıyor. Türkiye artık bu rekabete hazırlanmak zorunda.
ÇİN VE HİNDİSTAN
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri doğrudan sermaye ihraç eden neredeyse tek ülke konumundaydı. Amerika’nın bu rolü değişti. Şimdi, en çok doğrudan yabancı sermaye çeken ülkelerin başında Amerika geliyor.
2004 yılında Kuzey Amerika’ya giden yabancı doğrudan sermaye 100 milyar doları buldu. Bir yıl öncesine göre, Kuzey Amerika’ya giden doğrudan yabancı sermaye yüzde 60’ın üzerinde arttı. Daha 1995 yılında Amerika’daki yabancı sermaye şirketlerinin defter değeri 50 milyar doların biraz üzerindeyken bu rakam 2003 yılında 1.4 trilyon dolar oldu.
Son yılların yabancı sermaye şampiyonları Asya ekonomileri oldu. Asya ekonomileri içinde parlayanlar Çin ve Hindistan ekonomileri. 2004 yılında Asya ekonomilerine giden doğrudan yabancı sermaye 200 milyar dolar civarındaydı. Bir yıl öncesine göre, 70’den fazla bir artış gerçekleşti. 2005 yılında yalnızca Çin ve Hindistan’a gidecek doğrudan yabancı sermayenin 90 milyar dolara ulaşacağı tahmin ediliyor.
Geleneksel olarak en fazla doğrudan yabancı sermaye çeken kıta Avrupa’dır. Örneğin, 2004 yılında Avrupa’ya giden doğrudan yabancı sermaye miktarı 250 milyar dolar civarında oldu. Ama, bu miktar giderek azalıyor.
Yabancı sermaye doğal olarak gittiği ülkelerde ‘adil muamele’ görmek istiyor. Ayrımcılığı ve kayırımcılığı sevmiyor. Kısacası, piyasa şartları içinde rekabetçi olabileceği ülkeleri seçiyor. Aslında, son yıllarda Çin ve Hindistan’ın yıldızının parlaması da bu nedenledir.
Davos’ta düzenlediği toplantılarla ünlenen World Economic Forum’un hazırladığı dünya rekabet endeksine göre, Çin ve Hindistan ekonomilerinin rekabetçi konumu hızla artıyor. Dünya ülkeleri sıralamasında Çin 49., Hindistan 50. durumda. Konumları hiç de fena değil. Aynı listede İtalya 47., Yunanistan 46., Fransa 30., Almanya 15. ve durumları giderek bozuluyor. Türkiye Çin ve Hindistan’ın gerisinde 66. durumda.
Avrupa ekonomilerinin rekabetçi konumu giderek geriliyor. Piyasanın doyuma yaklaşmasının yanında, Batı Avrupa’ya doğrudan yabancı sermaye girişlerindeki gerilemenin önemli nedenlerinden biri de bu. Fransa doğrudan yabancı sermaye çekebilmek için gazete ve dergilere reklam vermeye başladı.
REKABET
Doğrudan yabancı sermaye bir süre daha Türkiye’de zaten kurulmuş şirketlerle ilgilenecektir. Yabancı sermaye ile ilişkilerimizin bir sonraki fazında yabancı sermayenin yeni üretim alanlarına girmesi söz konusu olmalıdır. Bu aşamada, Türkiye yabancı sermaye çekebilmek için giderek rekabetçi olan bir ekonomik yapıya kavuşmalıdır. Aksi taktirde, beklenen yabancı sermaye girişi gerçekleştirilemeyecektir.
Rekabetçi yapı yalnızca malların serbest pazarda satılması değildir. Emek ve kredi piyasalarından, rekabetçi düzenin denetlenmesine kadar geniş bir yelpazede yapılacak işimiz çoktur. Her şeyden önce, rekabet ortamının baş düşmanı kayıt dışı ekonomik faaliyetlerin boyutunu azaltabilmeliyiz.
Listede 66. sıradan ilk 50’ye doğru ilerlememiz gerekiyor. Bu arada bütün ülkeler aynı şeyi yapmaya çalışıyorlar. Küresel düzeyde rekabetçi olmak için rekabet oldukça fazla ve giderek artıyor.
Yazının Devamını Oku 23 Ekim 2005
TÜRKİYE’de tüm yatırımlar az ya da çok teşvik edilmektedir. Üretimin en temel direği olan insan ve üretkenliğin en temel unsuru olan insanın eğitimi teşvik edilmemektedir. Bu alanda verildiği sanılan teşvikler yanlıştır. Çünkü, şimdiye kadar teşvik kavramından hep bina yapımını ve makine alımını özendirmeyi anlamışız. Devletimiz, paraları toplumdaki emeklilere, çalıştırdığı personele ödeyip ödediği paraları borçlandığından, borçlara ödenen faizler nedeniyle eğitim ve sağlık gibi en önemli konulara kaynak bulamamaktadır. 2006 yılı bütçe tasarısına göre, Milli Eğitim Bakanlığı’nın bütçesi 16.5 milyar YTL olacaktır.
Yani, devlet öğrenci başına yılda yaklaşık 1000 YTL eğitime kaynak aktarabilmektedir. Biz öğrenci başına yılda 750 dolar harcarken, rekabet etmeye çalıştığımız ülkelerin ortalaması 4000 dolar civarındadır. İyi eğitim veren özel okullarda bir öğrencinin yıllık maliyeti 8000 dolardan aşağı değildir.
TEŞVİK MANTIĞI
Eğitim göreli olarak bütün dünyada pahalı ve giderek pahalılaşan bir endüstridir. Bu eğilimi tersine çeviremeyiz. Tersine çevirmeye çalışmak da kaliteyi düşürmek ve kaynakların israfı anlamına gelir.
Okul binaları yapımına teşvik vererek eğitim teşvik edilmemektedir. Eğitim öğrencilere fırsat eşitliği sağlayarak teşvik edilebilir. Galiba, gündemdeki özel okulları teşvik tasarısı ilk kez böyle bir yaklaşımı benimsiyor. Bu açıdan, çok doğru bir iş yapılıyor.
Doğru bir yaklaşım benimsenirken, sistemin sağlam ve kalıcı ayaklar üzerinde oturtulması amaca ulaşmayı kolaylaştıracaktır. Konuya, özel okulların teşvik edilmesi gibi dar bir çerçevede bakmak yerine, eğitimin topyekun teşviki olarak bakılması çok daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Eğitimde teşvik sisteminin ana direği ‘eğitim kalitesini yükseltmek’ ve ‘öğrencilere fırsat eşitliği sağlamak’ ilkesi olmalıdır.
Bu açıdan bakıldığında, devletin neden olduğu mali yükler (vergi ve benzeri yükler) dışında, özel okulların maliyetini yapay yollarla düşürmeye çalışmak bir amaç olmamalıdır. Yapay yollarla ucuzluğu sağlamak kaliteden ödün vermek anlamına gelir. Önemli olan, eğitim kalitesi artarken belli kriterleri sağlayan öğrencilerin mali kısıtlar nedeniyle bir özel okula gidememesi olasılığı düşürmektir.
Özel okullara ucuz elektrik ve su sağlamak, bu amaca hizmet etmeyeceği gibi, maliyete karışan devletin, ürünün fiyatına karışmak gibi bir hakkı da elde edeceği bir ortam yaratacaktır. Bu yaklaşım bizim geleneksel teşvik mantığımıza uygundur, ama yanlıştır. Devlet okulların bütçelerini denetlemelidir, ama okulların ücretlerine karışmamalıdır.
EĞİTİMDE VERGİ
Özel okullar ücretlerinin velilerin vergi matrahından (vergi yükümlülüğünden değil) düşürülmesi doğru bir yaklaşımdır. Ama, bu çeşit düzenlemeler, kalıcı olmaları için vergi yasalarında yapılmalıdır.
Bir şirket üretimde kullandığı bir makineyi finansal kiralama yoluyla aldığında, ödenen KDV oranı yüzde 1 olurken, okul ücretleri yüzde 8 KDV’ye tabidir. Eğitim, yatırımların en önemlisi ve en kutsalıysa, eğitimde KDV sıfırlanmalıdır. İleride, eğitilen kişilerin kazandığı ücretlerden alınacak vergilerle bu KDV kaybı fazlasıyla karşılanacaktır.
Eğitimde fırsat eşitliği yaratmanın en önemli unsuru olarak ‘eğitimde mali kısıdı yumuşatmak’ ilkesi benimseniyorsa, özel okulları ucuz değil, gidilebilir yapmak amaç olmalıdır. Eğitimde vergi ve benzeri yüklerin kaldırılması ve okul harcamalarının (kitap, araç ve gereçler dahil) vergi matrahından düşürülmesi bu amaca hizmet edecektir. Ama, bunun esas yolu özel okullara çocuklarını gönderen velilerin uzun vadeli, makul maliyetlerde kredi alabilmeleri ve okulların ihtiyaç içindeki velilere mali yardım vermesinin özendirilmesidir.
Gelecek pazar günü devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2005
ALIŞTIĞIMIZ devlet bütçesi bakanlık bütçeleri ile Meclis ve Cumhurbaşkanlığı gibi kurumların bütçelerini kapsardı. Katma bütçeli dairelerin gelir ve giderleri arasındaki fark da eklendiğinde konsolide devlet bütçesi ortaya çıkardı. 2006 yılı başında durum değişiyor. 1990’lı yılların ortasından bu yana yapılan çalışmalar sonucunda devlet bütçesinin sınıflandırılmasında IMF’nin Devlet Mali İstatistikleri (Government Finance Statistics) ilkeleri kullanılmaya başlıyor. Artık, devlet bütçesinin tanıtımı uluslararası standartlarda ve Avrupa Birliği’nde kullanılan ESA’95 (European System of Integrated Economic Accounts) standardına uygun hale gelecek.
Yeni bütçe sınıflandırılmasında daha önce olmayan mahalli idareler, sosyal güvenlik kuruluşları, özel bütçeli kurum ve kuruluşlar ile denetleyici ve düzenleyici kurumların bütçeleri de dahil edilmektedir. Kısacası, yeni bütçe tanımı kamu sektörünün tümünü içermektedir.
SINIFLANDIRMA
Kamu hesaplarının düzenlenmesi (data compilation) ile bütçe uygulaması birbirine karıştırılmamalıdır. 2005 yılı bütçesi büyük bir olasılıkla 145 milyar YTL harcama ile bitecektir. Halbuki, yeni bütçede tanıtımında merkezi yönetim bütçesinde harcamaların 174 milyar YTL olacağı teklif edilmektedir. Sanki, bütçe harcamalarının gelecek yıl yüzde 20 artması planlanıyormuş gibi bir izlenim doğmaktadır. Halbuki, 174 milyar YTL tutarındaki harcamalar içinde 2005 yılı bütçesine dahil edilmemiş kuruluşlar vardır.
Maliye Bakanlığı 2006 yılı bütçesinin 2005 yılı bütçe uygulamasıyla doğru karşılaştırılmasına yönelik olarak yeni bütçenin eski bütçelerle karşılaştırılmasına olanak verecek sınıflandırmayı da en azından birkaç yıl yayınlamalıdır. Uygulama eski sınıflandırma bazında bir süre takip edilecektir. Yeni sınıflandırma uygulamaya yönelik olmaktan çok devletin mali istatistiklerinin konsolide edilme biçimiyle ilgili olacaktır.
Yeni sınıflandırma ile uygulamaya yönelik ciddi riskler de oluşabilecektir. Örneğin, denetleyici ve düzenleyici kurumlar merkezi yönetim bütçesi içinde yer almaktadırlar. Bu kuruluşlar kendi bütçelerini kendileri yapmakta ve uygulamaktadırlar.
UYGULAMA RİSKLERİ
Bankacılık Üst Kurulu (BDDK) bankaların bilançoları büyüklüğü üzerinden belli bir oranda harç almaktadır. Bu kurumun gelirlerinin çok büyük bir bölümü bu kalemden oluşmaktadır. Bütçe açığının kapatılmasına ya da azaltılmasına yönelik olarak BDDK bankalardan aldığı harçları artıracak mıdır? Böyle bir uygulama düzenleyici ve denetleyici kurumların kuruluş felsefesine idari ve mali bağımsızlık ilkesine tamamen aykırıdır.
Düzenleyici ve denetleyici kurumlar bazı yıllarda bütçelerinde fazla verebilirler. İşin ruhu icabı geçmişteki finansman fazlaları gelecek yıllardaki harcamaları karşılamalı ve cari yılda daha az harç almalıdırlar. Şimdi yürürlüğe konan uygulamaya göre, düzenleyici ve denetleyici kuruluşların yıl sonunda gerçekleşebilecek finansman fazlalarına Hazine el koyacaktır (önceleri üç ayda bir el koymayı planlıyorlardı). Bu kurumlar bir yıl sonra sıfırdan başlayacaklardır. İstanbul Menkul Kıymetler Borsası da aynı kefeye konmuştur. Bu da yanlıştır.
Bu uygulama işin felsefesine de, devletin gelir elde etme hukukuna da aykırıdır. Denetlenen ve düzenlenen sektörlerdeki kuruluşların ne felsefi ne de şekil olarak vergi hukukunda yeri olmayan vergilendirilmeleri söz konusu olmaktadır.
Devletin mali durumunun kağıt üzerinde gösterilmesine, şeffaflığa ve hesap verilebilirliğe yönelik sınıflandırma ile devletin harcama ve gelir elde etme uygulamalarını birbirine karıştırırsak çok daha büyük karışıklıklara yol açmış oluruz.
Yazının Devamını Oku