7 Ekim 2006
<b>ANKARA</b><br>YALNIZCA başlığa bakıp aldanmayın. Niyetim Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ABD’den dönüş yolunda ortaya koyduğu, "Gelin irtica değil aşırılık diyelim" açılımına peşinen itiraz veya bu öneriyi küçümsemek asla değil. Zaten aksine, asker-sivil gerilimini azaltacak her türlü çabanın mutlaka ciddiye alınması gerektiğini düşünürüm.
Erdoğan’ın manşetlere taşınan sözlerini dört başlıkta özetlersek;
1) İrticayı 83 yıllık Cumhuriyet birikiminin tamamen kaybı saydığı ve böyle bir yakın/açık tehlikeyi, tehdidi mümkün görmediği,
2) Buna karşılık her toplumda olduğu gibi marjinal sayılabilecek bazı aşırılıklara Türkiye’de de rastlandığına inandığı,
3) Aşırılıklarla ilgili yasa ve uygulamaların yetersiz kaldığının ortaya çıkması halinde, eksiklikleri gidereceği,
3) Aşırılıkların sorumlusu kişilerin de "çevreden merkeze kucaklama" yoluyla kazanılmasının daha iyi sonuç vereceğini düşündüğü, anlaşılıyor.
* * *
Kendi varsayımları çerçevesinde tutarlı bir söylem olduğu kesin.
Çünkü irtica yerine aşırılık tabirinin kullanılması, mütedeyyin AKP seçmeni ile köktendincileri ayrıştıracak. Yaptırım uygulanması kolaylaşacak.
Ama káğıt üzerinde parlak gözüken tanı ve reçetenin hukuka tercümesi çok zor.
İnanmazsanız, gelin 97 yıllık irtica sözcüğünün siyasi evrimine bakalım.
Evet, 1909 yılında ünlenen irtica kavramı Cumhuriyet’ten eski.
31 Mart isyanının amacı meşrutiyetin kaldırılmasıydı.
Dolayısıyla mevcut rejimin yıkılıp, eskiye dönülmesi tehdidi vardı.
İrtica yani eski dille "eskiye dönüş isteği" bu isyanın haklı etiketi oldu.
Demek ki irticanın rejim sorunu sayılması, Cumhuriyet’in icadı değil.
Aksine Cumhuriyet rejimi, irticanın hukuki altyapısını kurdu.
8 adet inkılap (devrim) yasası çıkartıp, 50 yıldır anayasal güvenceye aldı.
Bu yasalara aykırı eylemler irticadır!
Tarif aslında bu kadar basit.
Ama irticayı sözlük anlamıyla kullanırsak... Mesela demokratik süreci aksatan askeri darbeler irtica sayılmaz mı veya generale paşa demek. Ya da devlet dairelerindeki mesaiyi iftar saatine uydurmak mürtecilik değil mi?
83 yıldır tartıştığımız irtica üzerinde fikir birliği sağlayamazken aşırılık gibi torba tarif yaratmak hangi akla hizmettir, bilinmez.
Bana göre her akşam içmek aşırılıktır, kimine göre akşamcılık.
Kürt’e "Kürt sorunu var" demek aşırılık gelir mi hiç, ama ya size?
Ezcümle yeni bir fikri labirente dalmak üzereyiz.
Üstelik Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in de farklı düşündüğünü sanmıyorum.
Çünkü Başbakan Ankara’ya indiği gün Çiçek yurtdışına uçtu.
Çiçek dün döndü, Başbakan bugün ve yarın Cidde’de.
Yani Erdoğan’ın istediği suç ve cezanın ilk randevusu pazartesiye kaldı.
Ama biz şimdiden tartışmaya başladık, öyle değil mi?
* * *
Kaçınız Anayasa’yı okudu bilemem... Ama inkılap yasalarını aşağıya sıralıyorum. Okuyun, kendiniz karar verin. Bu yasalara aykırı gidiş var mı, irtica yükseliyor mu? İşte yasalar:
1. Tevhidi Tedrisat Kanunu; 2. Şapka İktisásı Hakkında Kanun; 3. Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun; 4. Türk Kanunu Medenisiyle kabul edilen, evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağına dair medeni nikáh esası ile aynı kanunun 110’uncu maddesi hükmü; 5. Beynelmilel Erkamın Kabulü Hakkında Kanun; 6. Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun; 7. Efendi, Bey, Paşa Gibi Lákap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun; 8. Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun.
Yazının Devamını Oku 3 Ekim 2006
ANKARA<br>BAŞKENTTE "irtica yükseliyor" analizini AKP ile irtibatlama mantığı ekonomik. Deniliyor ki, "AKP kendi zenginini yaratıyor, İslami sermaye yükselişte. Tehlike çok büyük!"
Cumhuriyet’in genetik şifre ve mirasında yer alan bu korkuyu yok sayamayız.
Haklı-haksız tartışmasını birkaç satır öteleyerek bu refleksin metne nasıl geçtiğine bakalım:
1) Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ’un, geçen hafta başında "Dünyada yaşanan devrimlerin büyük bölümünün kaynağı ve dayanağı olan güçlü, entelektüel ve ulusalcı sosyoekonomik kadroların Türkiye’deki varlığından bugün de söz edilebilir mi?" diyerek soru formatında dile getirdiği yakınmayı hatırlayın.
2) Sonra Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Yener Karahanoğlu’nun, birkaç gün sonra "Atatürkçülük milliyetçiliğinin karşıtı ümmetçilik, şeriat taraftarlığı, emperyalizm ve evrensel kapitalizmdir" çıkışını üstüne ekleyin.
3) Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Meclis’e veda konuşmasında "Küreselleşme adı altında uluslararası tekelci sermayenin iç pazarı ele geçirmesinin ekonomiye zarar vereceği gözden uzak tutulmamalı" dediğini de unutmayın.
Askeri dille ifade edersek; Mavi (dost) kuvvetler milli burjuvazi, Kırmızı (düşman) kuvvetler ümmetçi/işbirlikçi bujuvazi olarak tarif edildi.
* * *
Önce karargáhta yanıt arandığını varsaydığım bir soruyu rakamlarla tartışalım.
İslami sermaye ne kadar büyüdü, örneğin TÜSİAD’la boy ölçüşür hale geldi mi?
Peşinen söyleyelim, TÜSİAD ile MÜSİAD kıyas bile kabul etmez.
TÜSİAD’ın birkaç yüz üyesi, milli gelirin yaklaşık yüzde 35’ini yaratıyor.
Büyük şirketlerin cirosu 100 milyar dolara yaklaşıyor.
Buna karşılık Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği’nin (MÜSİAD) 2 bin 600 üyesi ve 8 bin şirketiyle ürettiği değerin büyüklüğü ne kadar biliyor musunuz? Sadece 30 milyar dolar veya milli gelirin yüzde 10’u.
Demek ki Cumhuriyet’in sermaye birikimi, kamuoyunda şakayla karışık "Müslüman İşadamları Derneği" olarak anılan ve yükselen Anadolu zenginini temsil eden MÜSİAD’ı üçe katlıyor.
* * *
Mutlak büyüklüğü bir kenara not edip AKP iktidarında kimlerin palazlandığına da bakalım.
Biliyorsunuz TÜSİAD üyesi büyük şirketler çoğunlukla halka açık.
Dolayısıyla borsa değerinden yola çıkarak patronlarının servetini hesap etmek mümkün.
İMKB’deki şirketlerin 2001 krizinden sonraki değeri yaklaşık 40 milyar dolardı.
Bu rakam Avrupa Birliği müzakere sürecinde dört katına çıktı, 160 milyar doları buldu.
Son piyasa türbülansına rağmen bu rakam 120 milyar doların altına düşmedi.
Yani büyük patronlar, AKP iktidarında en az 3 kat zenginleşti!
AKP, Ali Dibo marifetiyle yandaşlarına kaynak aktarmadı demiyoruz.
Ama genele bakıldığında MÜSİAD üyesi KOBİ ve orta/küçük boy şirketlerse hükümetin yüksek faiz/düşük kur politikasıyla kan kaybetti, küçüldü, istihdamı azaldı.
(MÜSİAD profili için referansım Orgeneral Fevzi Türkeri’nin 28 Şubat brifingleridir. 10 yıl önceki tespite göre İslamcı patronların yüzde 60’ının serveti 6 milyon doların altındaydı.)
* * *
Son olarak yükselen küresel sermaye karşıtlığına gelirsek... Sanırım OYAK’ın Renault ve Axa gibi yabancı ortakları bu korkuya en iyi ilaçtır! Türkiye, küresel ekonomiye ve AB demokrasisine entegre oldukça ayrılıkçı terör ve irtica heveslileri azalacaktır.
Yazının Devamını Oku 1 Ekim 2006
<b>ANKARA</b><br>HER sokak çocuğu bilir; çok bağıran, şişinen, etrafa tehditler savuran genellikle somun pehlivanıdır, aslında sakladığı gücü değil korkusudur. Irak Devlet Başkanı Celal Talabani’nin Türkiye’ye dönük açıklamalarını ciddiye alanların kalıbına, mevki ve makamına baktıkça hayrete düşüyorum.
Çünkü Talabani’nin sözleri sadece bir koşulla anlam ve ağırlık kazanır: Eğer Talabani’nin ağzından konuşan Başkan Bush ise, aktarılan ABD’nin yeni Kürt politikasıysa... Ki bu seçenek kesinlikle söz konusu değil.
Hatta tersi bile geçerli. Şöyle ki:
1) PKK’nın ateşkesi ABD imalatıdır ve Erdoğan’a gezi öncesi jesttir.
2) ABD’nin talimatını yerine getiren, PKK’ya ateş kestiren Talabani’dir.
3) Ama şimdi Talabani, yerel rakibi Mesut Barzani ve Ankara’ya karşı kozunu kaybetmenin telaşını yaşıyor.
* * *
Aslında temel mesele PKK’nın kimin projesi olduğu gerçeğinin eksik ve çoğu kez yanlış bilgiyle tartışılmasıdır.
Rusya, Suriye ve İran tarafından desteklenen PKK, kuruluşunda tamamen Ortadoğu dinamiklerine yaslandı. Üç ülkenin de PKK’yı beslemek için sebepleri vardı. PKK’nın Ortadoğu’da piyon niyetine nasıl kullanıldığını anlamak için sayalım:
Suriye, 1980’lerde PKK’ya siyasi ve askeri üs verdi.
Çünkü binlerce vatandaşının öldüğü isyanları çıkartan Müslüman Kardeşler örgütünün Türkiye’deki kamplarda eğitildiğine inanıyordu.
Ayrıca GAP’a başlayan Türkiye’den eski model barajlarını çalıştırmaya yeterli suyu alamıyor, sürekli elektrik kesintileriyle boğuşuyordu.
Rusya, PKK’nın kuruluşunda Suriye üstünden verdiği desteği 1990’ların ortasında resmileştirdi.
Aslında Moskova’nınki Ankara’nın Çeçen politikasına tepkiydi, Bakü-Ceyhan boru hattının güzergáhı açısından güvenlik tehdidiydi.
İran için zaten fazla söze gerek yok.
Türkiye’ye devrim ihracı teorisiyle başlayan, faili meçhul cinayetlerle devam eden zincirin sadece tek bir halkasıydı PKK.
* * *
Düşmanımın düşmanı dostumdur mantığıyla ABD hep uzak durdu PKK’dan.
Almanya başta olmak üzere Avrupa ise topraklarındaki Kürtleri kızdırmamak kaygısıyla PKK’ya fazla bulaşmadı. Para ve insan kaynağı teminine karışmadı.
Terörle mücadele açısından taviz sayılacak bu uygulama Türk kamuoyunda haklı olarak, "PKK, Avrupa projesidir" izlenimini yarattı.
Öyle ki biraz da AB treni kaçmasın diye cezaevinden salıverilen Leyla Zana’nın Avrupa merkezlerinde yeni muhatap seçildiği, PKK ve Apo’nun üstünün çizildiği gerçeği bile yeterince dikkate alınmadı.
* * *
ABD’nin PKK’ya karşı politikası/yaptırımlarında doz artarsa... Türkiye’nin terörle mücadelesinde en önemli viraj Mesut Barzani’nin iknasıyla alınacak.
Çünkü Talabani Bağdat’ta oturuyor, Barzani Erbil’de.
Talabani PKK kartını oynuyor, silahlı PKK’lılar Barzani köyünde barınıyor.
Yani Celal Talabani’nin ağzından çıkanlar değil, bölgenin hákimi Mesut Barzani’nin kararı/icraatı PKK’nın kaderini çizecek.
Taşlar yerinden oynarken siyasi cepheler de seçilecek.
Talabani-Öcalan-DTP çizgisiyle, Barzani-AKP ittifakı yarışacak.
Ama Kürt satrancında şimdilik hareketsiz duran ve hamle sırasını bekleyen bir taşı unutuyoruz galiba: Leyla Zana.
Silahlar sustuğunda sadece bölgede değil, Irak, AB ve ABD nezdinde sayılan, lider potansiyeli taşıyan Zana’nın da sesi daha gür duyulacaktır muhtemelen.
Yazının Devamını Oku 30 Eylül 2006
ANKARA<br>KİMİLERİ bu başlığı, "40 katır mı, yoksa 40 satır mı?" formatında okuyacak, biliyorum. Tepkilerini anlayabiliyorum, sadece meramımı ifade edecek kadar sabır bekliyorum.
Dün sabah masamda Yalçın Küçük’ün yeni kitabını buldum.
"İsimlerin İbranileştirilmesi" cildinin sayfalarında el yazısı not ilişikti.
Yalçın Küçük Hoca diyordu ki:
"Bu ara Barzani ve içerdeki Barzani Partisi’ne çok hoşgörülü yazıyorsunuz. Benzer görüşleri Ak-ist (Küçük, Ak Partilileri böyle anıyor) şeflerinden de duyuyoruz."
İmralı’dan ateşkes ilanının ertesi günü bu satırları okumak ilham vericiydi.
Çünkü Kürt coğrafyasında sorunlar da, çözüm önerileri de nedense hep çoğul ifade edilir. Misal, "Kürtler ne istiyor?" diye merak beslenir veya "Kürtler devlet mi kuruyor?" korkusu yaşanır.
Bu genellemeyi her duyduğumda gözümün önünde komik kareler canlanır: Düşünsenize, Kürtler koro halinde istek sıralıyor veya elde kazma kürek topluca duvar örüyor!
Yani Türk paradigmasının -anlaşılır sebeplerle de olsa- Kürt varlığını lidersiz tasavvuru abestir.
Ve madem ki Yalçın Küçük Hoca isim verdi, öyle devam edelim.
* * *
Kürt ve lider sözcüklerini birlikte kullanma fobisi aşıldığında mesele gelir isme dayanır.
İmralı mahkûmu mu, yoksa Kuzey Irak’ın mimarı Mesut Barzani mi?
Bu soru hiçbir şekilde "muhatap alma" hazırlığı sayılmaz, inanın.
Öncelikle durum tespiti ve dost/düşman tarifidir.
İsimlere dönersek; Türk solu bir süre PKK’ya sıcak baktı. Ama Marksist kılıf geçirilmiş ilkel milliyetçilik damarı -Yalçın Küçük de dahil- çoğu aydında hayal kırıklığı yarattı.
Oysa, aile, aşiret bağları güçlü muhafazakár Kürt camiasında Marksist aşının tutmayacağı belliydi.
Yani PKK’nın söylem-eylem tutarsızlığına düşeceği kesindi.
Bu dağınıklık, Abdullah Öcalan’ın yakalanmasından sonra iyice su üstüne çıktı.
Resmi makamlar, Öcalan’ın örgüt üzerindeki gücünün erimesini gün be gün takip etti.
Abdullah Öcalan’ın kamuoyuna yaptığı açıklamada geçen "... bir sonuç elde edilmezse, bundan sonra ne ben bir çağrı yapabilir, o gücü kendimde bulabilirim, ne de PKK beni dinler" cümlesi bile yolun sonunun yakın olduğu itirafı sayılmaz mı?
* * *
Yalçın Küçük’ün "Barzani Partisi" diye tarif ettiği Şerafettin Elçi’ye gelince...
Daha önce de yazdığım gibi kendisiyle 1990 Nevruz’unda Cizre’de tanıştık.
Gazeteci olarak PKK’nın kaşıdığı ve çok kan dökülmesine yol açacak bir gerginliği nasıl yatıştırdığına tanıklık ettim, yazdım. Geçen yaz da, PKK’nın Kürt halkına reva gördüğü zulmü cesurca ifade ederek yola çıktığı yeni parti örgütlenmesini izledim.
Yani partiye veya şahsa değil, fikre ve duruşa prim verdim.
Haklı çıktığımı düşünüyorum.
1) Çünkü PKK ve liderinin son kullanım tarihinin geçmiş olduğuna inanıyorum.
2) Ateşkes süreci, yeni düşman aramak yerine çözüm ortağı yaratmak için kullanılsın diyorum.
Yazının Devamını Oku 29 Eylül 2006
Türkiye’ye ifade özgürlüğünü kısıtlayan 301’inci maddenin değişmesi için Avrupa Birliği kaynaklı telkinler sürerken AB üyesi Fransa’da Ermeni soykırımına karşı çıkanlar için hapis ve para cezası öngören yasa tasarısı sosyalistlerin girişimiyle Temsilciler Meclisi’nin 12 Ekim gündemine alındı. Ankara’da diplomatik kaynaklar, "Bu tasarı, TCK’nın 301’nci maddesinden bile beter" diye tepki gösterdi.
FRANSIZ Meclisi, 29 Mayıs 1998’de aldığı bir kararla sözde Ermeni soykırımını tanımıştı. Bu yıl sosyalistler tarafından gündeme getirilen tasarı ile de sözde soykırımın inkárı halinde 5 yıla kadar hapis ve 45 bin Euro para cezası öngörüldü. Ancak Türk Hükümeti’nin girişimleri sonuç verdi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Viyana’da Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ile AB-Latin Amerika liderleri yemeği sırasında görüştü ve Chirac, Erdoğan’a tasarının "yoğun gündem" nedeniyle Temsilciler Meclisi gündemine alınmayabileceği mesajını verdi. Chirac’ın dediği oldu, Meclis’in 18 Mayıs oturumunda tasarı gündeme alınmadı.
ERMENİSTAN ZİYARETİ
Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın bu haftasonu Ermenistan’a yapacağı ziyaretin hemen ardından Fransız Temsilciler Meclisi, Ermeni soykırımı inkar edenlere ceza verilmesini öngören tasarıyı ele alacak.
Tasarı Temsilciler Meclisi’nde kabul edilirse, Senato’ya yollanacak. Senato’nun da kabulü halinde yasa Chirac’ın önüne gelecek. Fransa Cumhurbaşkanı’nın yasayı veto hakkı bulunuyor, ancak seçim yılında bu yetkisini kullanması çok olası gözükmüyor.
3 KÖTÜ SONUCU VAR
Ankara’daki diplomatik kaynaklar, tasarının yeniden gündeme gelmesini, yaratacağı sonuçlar dikkate alındığında 3 açıdan eleştirdi:
Türkiye, soykırım dosyasının Türk ve Ermeni tarihçiler tarafından bağımsız bir komisyonda ele alınması açılımını geliştirdi. Fransız tarihçiler de bu çalışmaya davet edildi. Fransız Meclisi’nin alacağı siyasi karar bu çabaları boşa çıkartır.
Başta Fransa olmak üzere Avrupa Birliği, Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin düzelmesini, geliştirilmesini istiyor. Sözde soykırıma karşı çıkmanın cezalandırılması, ilişkilerin mevcut düzeyinin korunmasını bile zorlaştırır.
Türkiye’de ifade özgürlüğünün kısıtlandığı eleştirileri gündemde iken önce Hollanda’da soykırımı tanımayan Türk adayların seçim listelerinden dışlanması, ardından Fransa’da soykırım tasarısının gündeme gelmesi talihsiz bir zamanlama oldu. Çifte standart, Türkiye’de AB karşıtı eleştirilerin artmasına neden olur.
Yazının Devamını Oku 26 Eylül 2006
ANKARAYİNE Talabani, yine PKK, yine ateşkes. Bu üç sözcüğü kaç kez birlikte kullandım, ben bile unuttum. Talabani ilk ateşkese (1993) aracılık ettiğinde Kuzey Irak’ta Barzani’ye karşı zemin kazanmaya, palazlanmaya çalışan Kürt lideriydi, bugünse Irak Devlet Başkanı. Abdullah Öcalan o tarihte bölgenin en güçlü ordusuna karşı cephe savaşına hazırdı, artık İmralı’da mahkûm.
Yanlış ortak (Suriye ve Saddam), yanlış düşman (Türkiye) ve yanlış hesabın sonu belli ki hüsran. Buna karşılık doğru ortak (ABD), doğru düşman (Saddam) ve kıvrak politikanın yarattığı izzet, ikram ile ikbal merdiveni de ortada!
* * *
Hürriyet Gazetesi 18 Mart 1993 tarihli yazı işleri toplantısını ateşkes vesilesiyle Diyarbakır’a taşıdı. Editörler, yazarlar kente dağıldı, yerel kanaat önderleriyle buluştu.
Bendeniz coğrafyanın yabancısı sayılmadığından kaytardım, Kaburgacı Selim Usta’ya kaçtım.
Masalardaki tenhalığı önce ramazana yordum, sonra tifo salgınını duydum.
İçme suyuna karışan kanalizasyon yüzünden çoluk çocuk yüzlerce kişi hastanedeydi.
Akşam erken indi Diyarbakır’a ve Hürriyet ekibi Demir Otel’de dönemin OHAL Bölge Valisi Ünal Erkan’ın iftar sofrasına kuruldu. Bölge vekillerinden Leyla Zana ve Hatip Dicle de davetliydi.
Sohbet döndü dolaştı tifo salgınına geldi.
Vali Erkan, yanında oturan Diyarbakır vekili Zana’ya takıldı:
- Memleket meseleleri de önemli tabii, ama biraz da bu kentin altyapı sorunlarıyla ilgilenseniz.
Zana’nın yanıtı çok düşündürücüydü:
- Sayın Valim, can güvenliği her şeyden önce gelir.
(Bu sohbet için hafızama güvenmedim. Zeynep Göğüş’ün 19 Mart 1993 tarihli yazısını yeniden okudum)
Doğruya doğru, can güvenliği o günlerde Diyarbakır’da hakikaten akla gelen ilk sorundu.
Kamu görevlileri PKK yüzünden karanlık basınca sokağa çıkamıyor, eli satırlı Hizbullah katilleri kentte terör estiriyor, devletin gölgesinde dolaşan çeteler adam kaçırıyor, öldürüyordu.
Ama Leyla Zana’nın radarına yakalanmayan insan hakları ihlalleri, can güvenliği kazaları, siyasi kurbanlardan çok daha fazla hasar yaratıyordu.
Örneğin çeşme suyuna karışan kolibasili, bostanların atık suyla beslenmesi, yağlı sanılan ama kirli Hevsel marulu, tim mermisinden, Kaleş kurşunundan daha az tehlikeli değildi.
Üstelik çözümü Kürt sorunundan çok daha basitti! Yeter ki önemseyen, niyetlenen çıksın.
* * *
Celal Talabani’nin ateşkes ilanını duyunca Apo’yu... Hakkári’de askerin çöp topladığı haberini okuyunca Diyarbakır tifosunu hatırlamam bu yüzden. Serbest çağrışım yani.
Kürt belediyelerde yaklaşık on beş yıldır yabancıya oy çıkmıyor.
Beyaz Türklerin büyük kentleriyse o kadar süredir Refah-Fazilet-AKP çizgisine teslim.
İstinası mutlaka vardır ama gördüğüm o ki Kürt başkanlar hemşerilerine hizmette aciz.
Buna karşılık büyük kentlerdeki belediyeler, AKP’ye oy depoları yarattı.
Güneydoğu’da halktan kopan başkan örgüte yaslanıyor. Oysa büyük kentlerde belediye hizmeti yoluyla seçmen tabanı genişleyen AKP merkeze kayıyor. Birlikte yaşıyorsak, herkes birbirinin seçiminden ders çıkartmalı, öyle değil mi?
Yazının Devamını Oku 24 Eylül 2006
ANKARA<br>ÖNCE "Yine internet balonudur" denildi, hatta gülündü geçildi. Sözde, TSK’ya bağlı özel kuvvetler, yerel Kürt hükümeti Başbakanı Neçirvan Barzani’yi kaçırmıştı. Tabii ki kimse inanmadı. Ama aradan günler geçti, Mesut Barzani’nin 40 yaşındaki yeğeni ortada gözükmedi.
Bu kez Talabani’nin internet sitesi, farklı bir iddia ortaya attı: Mesut Barzani’nin ağabeyi Lokman Barzani’nin oğlu, Kürt Başbakan’a üç el ateş etmişti. Ağır yaralanan Barzani yurtdışında (Almanya’da) tedavi altındaydı. Kürt yönetimi dedikodulara yanıtı 20 gün sonra vücut lisanıyla verdi. Barzani, İngiliz bir konukla kameraların önüne geçti, sağlık ve afiyette olduğunu kanıtladı.
Merak ettim, başkentte bu işten anlayanlara danıştım:
- Barzani hakikaten vuruldu mu?
- Hayır olmadı diyemeyiz.
- Peki bizimkilerin işi mi?
- Hiç alakası yok.
- Kim yaptı öyleyse?
- Kardeş kurşunu.
* * *
PKK’nın, terörün, ayrılıkçı Kürt hareketlerinin geleceği Kuzey Irak’la yakından irtibatlı.
Ama Kuzey Irak yönetimi, sadece devletini arayan Kürtlerin kıblesi olmakla kalmıyor.
ABD ve AB’nin hayalindeki yeni Irak’a "rol modeli" sıfatıyla da hizmet ediyor.
Kürtler 1991 savaşından bu yana ABD’nin himayesinde ve ülkedeki tek müttefiki.
O yüzden arada sırada patlayan bombalar ve intihar saldırıları bir yana, yabancı sermayenin aradığı istikrar ortamına en yakın düşen coğrafya olarak görülüyor.
Nitekim geçen hafta, 14-17 Eylül tarihlerinde bölge başkenti Erbil’de düzenlenen ticaret fuarına katılan yabancı firmaların listesi bu yaklaşımı kanıtlıyor: General Motors, Ford, Motorola, FedEx, Carrier, Cummins, Volkswagen ve Daimler-Chreysler. Irak Ticaret Bankası’nın Visa kartı müjdesi de yine fuara yetişti. Kürtler yurtdışında kartla harcayıp, Irak’ta dinarla ödeyebilecek.
* * *
Yakın tarih tanıktır ki, siyasi denetimi, ekonomik altyapısı kurulmadan, topraktan fışkıran petrolle veya gökten yağan dolarla gelen zenginlik ancak yoksulluk ve yolsuzluk yaratır.
Kürtlerin petrol gelirinden alacakları yüzde 17 payın karşılığı zaten milyarlarca dolar.
Üstüne bir de yabancı sermaye ortaklıkları ve doğrudan yatırımları eklersek... Dileriz Kuzey Irak’ta on yıl öncesine dönülmez. Barzani ve Talabani’nin birkaç yüz milyon dolarlık Habur geliri için savaştıkları günler geri gelmez. (Bu kavgayı bastırmak için Ankara süreci başlatıldı, Süleymaniye’ye ateşkesi denetleyecek birlik yollandı. Teşekkür olarak çuvalla döndük!)
* * *
Türk firmalarının Irak genelindeki işlerinin toplamı 10 milyar dolar. Bu rakamın üçte biri Kuzey’de. Süleymaniye, Erbil ve Duhok’ta iş yapan yaklaşık 400 Türk firması var.
Dolayısıyla yolsuzluk ve rüşvet paylaşımı kavgası sürerse, sadece Kürtler değil Türkler de kaybedecek. Dahası, aşiret düzenine karşı pozisyon tutan PKK ve İslami partiler zemin kazanacak.
Kuzey Irak riski yükselecek!
Yazının Devamını Oku 23 Eylül 2006
<b>ANKARA</b><br>HER kış yaklaşırken olduğu gibi PKK’nın en azından kırsaldaki terör eylemleri azalacak. Hatta güvenlik birimlerinde örgütün ay sonuna kadar koşulsuz/süresiz ateşkes ilan edeceği beklentisi yaygın. Murat Karayılan’ın 1 Eylül Dünya Barış Günü’ne rastlayan basın toplantısı ilk adımdı. Bunu, DTP’nin ateşkes çağrısı, İmralı mahkûmunun son ziyaret notları takip etti.
Bütün işaretler aynı yönde: Dağda silahlar susabilir!
Zaten PKK’nın 5 bin 500 kadrosundan 2 bini yaz aylarını Türkiye’de geçirdi.
Havaların soğumasıyla birlikte bu sayı bin 200’e kadar indi.
Dolayısıyla ateşkes aslında fiili durumun ilanı sayılacak.
* * *
Güneydoğu’dan gelen tabut sayısında azalma siyasete nefes aldıracak. Cami avlularındaki haklı acı ve fakat tehlikeli etnik nefret patlamaları ekranlardan silinecek.
Bu saydıklarımız mutlaka hayırlı gelişmeler, ama terör riski sürecek, çünkü;
1) Belirli bir coğrafyada silah kullanma tekeli devlete aittir, bu hak hiçbir ülkede tartışılamaz. Oysa PKK ateşkes ilan etse de silah bırakmayacak. Dolayısıyla asker ve polis bu ateşkesi tanımayacak. Güvenlik birimleri düşman saydığı silahlı güce karşı savaşa devam edecek, çatışmaların yoğunluğu düşse de tamamen durmayacak.
2) PKK’nın dağ kadroları Türkiye’yi terk etse bile, yakın adrese taşınacak. Bakmayın siz, Irak’ın PKK bürolarını kapattığı haberlerine... Türkiye için asıl tehdit, Bağdat veya Süleymaniye’deki kravatlı milisten değil, sınırımıza 20 kilometre ötedeki Barzani köylerinde yaşayan keleşli teröristten kaynaklanıyor. Üstelik yerel halka karışan bu teröristlere karşı operasyon da çok zor!
3) Terörle mücadelede bazı rakamları kamuoyunun dikkatine sunmak riskli. Örneğin herkes patlayan bombaları ve acı sonuçlarını biliyor. Ama yakalanan patlayıcı miktarını açıklamakta, örgütün reklamı yapılır, korkuya yol açılır tereddüdü yaşanıyor. Rakamı duyunca belki hak verirsiniz; son bir yılda yakalanan plastik patlayıcı miktarı tam 1.5 ton.
* * *
Ateşkesle birlikte "plan" meraklılarına da gün doğacak, af tek çare gibi gösterilecek.
Geçmişteki pişmanlık yasaları, son eve dönüş yasası unutulacak.
Son derece karmaşık bir sorun, toplumdaki açık yaraları kaşıyan tartışmaya hapsolacak.
Oysa sadece İran’ın iade ettiği 50’den fazla PKK’lı örneği bile tektip/kestirme çözüm olmadığına kanıt. İran’dan teslim alınanların çoğu, Türkiye’de karıştığı terör eylemi olmadığı, aranmadığı için mahkemede serbest kaldı, elini kolunu sallayarak evine döndü.
Yani plana veya pilava gerek kalmadı, sadece hukuk yetti.
* * *
Bu yazı, bir hafta on güne kadar ateşkes varsayımına göre yazıldı, dileriz yanılmayız.
Savaş zamanı silahlar konuşur, sivil siyasetin sesi kısık çıkar.
Ama ateşkes zamanı farklı olmalı, siyaset tam siper saklanmamalı.
Aksi halde hükümetin ömrü ateşkesten uzun sürmez.
Yazının Devamını Oku