14 Kasım 2006
ANKARADİYELİM ki Başbakanlık Başmüşaviri Yalçın Akdoğan çok değil 100 yıl önce yaşasaydı. Ve bugünkü görevini yapsaydı, o zamanki unvanı muhtemelen "vak’anüvis" olurdu.
Doktor Yalçın Akdoğan, Başbakan’ın resmi tarihçisi.
Programını izliyor, görüşmelerine katılıyor, arşive not tutuyor.
Yani bir anlamda Başbakan’ın karakutusu gibi sürekli kayıt alıyor.
Akdoğan az konuşuyor, ender basın söyleşilerinde daha çok teoriye sığınıyor.
Yeni Şafak’tan Mehmet Gündem’le sohbetinde de aynı taktiği denedi.
Ama satır aralarında kritik tarif ve mesajlar saklıydı.
* * *
Yalçın Akdoğan’ın AKP için en ilginç tarifi "terkip partisi değiliz" sözleriydi.
"Ne demek istiyorsunuz?" diye sordum, basit dile indirgedi:
"Salatayı düşünün, domates, yeşillik, biber hepsi ayrı durur, tadını, kimliğini muhafaza eder. Ama çorba veya bir ilaçta farklı unsurlar bir araya gelir, dönüşür yeni bir bütün ortaya çıkar. Ak Parti de herhangi bir eski veya yeni partinin devamı değil."
Bu tarifi önemsememizin nedeni yakın tarihle irtibatlı.
ANAP dört eğilimin partisi olarak kuruldu, merhum Turgut Özal zamanında işler yolundaydı.
Ancak Turgut Bey Çankaya’ya çıkınca, dört eğilim hortladı, herkes kendi yoluna gitti.
AKP’nin kuruluşunda eskilerin (Milli Görüş) hákimiyetine izin verilmedi.
Ne var ki Refah, Doğru Yol ve MHP kadrolarından kuruculara rastlanmadı değil.
Şu anda kimse partinin çizgisini/liderliğini sorgulamıyor.
Ama eğer Erdoğan, Çankaya’ya çıkarsa tek sigorta "terkip partisi değiliz" olabilir.
Yeni Şafak’ı okurken altını çizdiğim ikinci cümle, "İktidarda, sadece partinin tercihleri değil, devletin tüm kurum ve mekanizmalarının görüşlerinin dikkate alınması zorunluluğu kaçınılmazdır" ifadesi oldu. Akla hemen siyasetin yerleşik düzene teslimiyeti geliyor, öyle değil mi?
Türban, imam hatipler ve AKP tabanının yerine getirilemeyen diğer beklentileri... Halbuki Yalçın Akdoğan’a bu ifadeyle neyi kastettiğini sorduğumda tamamen farklı bir yanıt aldım:
"Örnek vermek gerekirse, Almanya Başbakanı Angela Merkel muhalefette iken Türkiye’nin AB üyeliğine tamamen karşıydı. İktidarda gerçekle yüzleşti ve fikri, söylemi değişti."
* * *
Akdoğan’a göre partisinin önemli bir başarısı "siyasetin normalleşmesi".
Peki bu şifreden ne anlamak gerekiyor, kendi sözleriyle aktaralım:
"AKP çevreyle merkez arasındaki ilişkiyi onarmaya soyundu. Çevrenin değer ve beklentilerini merkeze taşıyarak, merkezin diline tercümeye çalıştı."
Bu siyasi tercümanlıktaki risk ortada... Herhalde sınırı Başbakan’ın "aşırılık" diye tarif ettiği çevrelerin propagandasını önleyecek şekilde çiziliyor.
* * *
AKP vitrininde başı açık kadınlar ve gençler lehine pozitif ayrımcılık.
Abdullah Gül’ün başbakanlığa yumuşak geçişi için taktik adımlar. Yalçın Akdoğan’ın şifreleri.
Hepsi bir arada okununca, Post-Tayyip Erdoğan partinin restorasyon çabaları gibi geliyor.
Yazının Devamını Oku 12 Kasım 2006
ANKARA<br><br>BAŞBAKAN’ı dinleyen her AKP delegesinin kafasından sanırım aynı soru geçti: "Acaba siyasi bir veda konuşması mı, Tayyip Erdoğan’ın son kongresi mi?"
Çünkü eğer Tayyip Erdoğan, Çankaya’ya çıkarsa, aynı delegeler en geç haziranda yeniden buluşacak. Yeni bir genel başkan ve daha önemlisi başbakan seçecek.
Dolayısıyla adı olağan da olsa bu kongrenin genetik şifresinde Çankaya yazıyor.
Nitekim sürpriz tüzük değişikliği de yine Çankaya yokuşunu gösteriyor.
Biliyorsunuz AKP’de genel başkan adaylarına yüzde 20 barajı getirildi.
Yani aday olabilmek için delegelerin en az beşte birinin imzası gerekecek.
Tayyip Erdoğan’ın böyle bir düzenlemeye ihtiyacı veya bu engele takılma ihtimali yok.
Ama asıl Erdoğan’dan sonraki kongrede yaşanabilecek risklerden korkuluyor.
Anlaşılan Erdoğan arkasında -merhum Turgut Özal gibi- 18 Türk büyüğü bırakmak istemiyor.
Veliahtı için -ki çok kuvvetle muhtemel Abdullah Gül- şimdiden yol temizliğine başlıyor.
* * *
İstanbul, Başbakan’ın Çankaya için bavul toplamasını artan tedirginlikle izliyor.
Başkente ulaşan duyumlara göre, iş dünyası Başbakan’a beş mesaj vermeye kararlı.
İlki, "Cumhurbaşkanı olma" dileği, ki zaten Güler Sabancı tarafından açıkça söylendi.
Diğerleri, sırasıyla;
AB ile 301 ve Kıbrıs geriliminden kaçınalım.
Türk Silahlı Kuvvetleri ile hükümet kavgası yaşanmasın.
Hükümette laiklik karşıtı isimleri ayıklayın.
AKP’de vitrini değiştirin.
Aslında iş dünyası kulislerinde bu mesajların Başbakan’a, İstanbul’da son derece gizli tutulan bir toplantıyla iletildiği dedikodusu dolaşıyor. Ancak bu bilgiyi doğrulatamadım.
* * *
Cenaze ve kongre heyecanı, ABD seçimlerini Ankara gündeminden düşürdü.
Seçim günü ABD Büyükelçiliği’nde iki uzmanın katıldığı bir tartışma vardı. Elizabeth Sherwood-Randall ile Steven Cook, akademisyenlerin, vekillerin sorularını yanıtladı.
Tahmin edileceği üzere tartışmanın odağına Irak ve "Bundan sonra ne olur?" sorusu oturdu.
İki uzman, Demokratların zaferinin Irak politikasında dramatik değişim yaratmayacağı görüşünde.
Hatta daha ileri giderek, Baker Komisyonu raporunun daha önemli olduğunu vurguladılar.
Irak politikasının geleceğini çizecek bu raporun iki maddesi şimdiden belli:
1) Irak’ın toprak bütünlüğü korunacak, federasyon modeli denenecek.
2) Irak’ın komşularıyla bugüne kadar ihmal edilen ilişkiler geliştirilecek.
İşte bu ikinci madde, ABD’li uzmanlara göre Türkiye için yeni fırsat penceresi.
Çünkü ABD, Türkiye’nin bölgesel güç ve tecrübesini kullanabilir.
* * *
Türkiye’nin gelecek bir yıllık yol haritası risksiz sayılmaz.
Ama her geçen gün bilinmezlerin sayısı azalıyor, önümüzü daha rahat görüyoruz.
Yazının Devamını Oku 11 Kasım 2006
ANKARABAŞKENTTE bugün hava soğuk ve kar yağışlı olacak. On binler Bülent Ecevit’in cenazesi ile iktidar partisinin kongresinde buluşacak.
Protokol iki kıble arasında koşuşturacak, mümkünse ikisine de yetişmeye çalışacak.
* * *
CHP Lideri Deniz Baykal dün sabah saatlerinde Rahşan Ecevit’e başsağlığı diledi.
"Nasıl geçti?" diye sordum, "En sıcak geçen görüşmelerimizden biri oldu" dedi.
Rahşan Hanım’la Şili’den, Neruda’dan, sanattan söz etmişler.
Deniz Bey kendisiyle birlikte gelemeyen eşi Olcay Hanım’ın taziyesini iletmiş.
Kapıda gazetecilerin "Yarınki (bugünkü) cenaze için kaygılı mısınız?" sorusuna şaşırmış.
"Neden kaygı duyayım ki, sevilen, sayılan bir devlet ve siyaset adamına son görevimizi yerine getireceğiz" diyor ama yine de temkini elden bırakmıyor:
"Kimsenin istismar etmemesi gereken bir törendir."
CHP bugünkü cenazede pankart ve bayrak açmayacak, slogan atılmayacak.
Peki ya genel sekreterliğin cenaze genelgesi, otobüs kiralayan örgütler.
Baykal, "Hepimiz orada olacağız ama eski genel başkanımızı uğurlamak üzere, ben de tek başıma eski başkanıma gidiyorum" sözleriyle cenazeye parti kararıyla değil, bireysel katılımı öne çıkartıyor.
* * *
AKP cenazeye rastlayan kongresinde programı siyasi nezaket ölçüsüyle elden geçirdi.
Bir milyon dolarlık kongredeki gösteriler, "kamuoyu yanlış anlar" diye iptal edildi.
Partinin ikinci olağan kongresinde vitrin değişikliğine kesin gözüyle bakılıyor.
Yönetimin yenilenmesi, önümüzdeki kritik bir yılın yol haritasında daha ilk adım.
İkinci adım, tabii eğer Tayyip Erdoğan Çankaya’ya çıkarsa, hükümet revizyonu olacak.
Üçüncü viraj, genel seçim öncesinde aday listeleri hazırlanırken alınacak.
Parti, hükümet ve Meclis grubundaki dengeler Erdoğan’ın yetki paylaşımını ne kadar sindirebildiğini gösterecek... Çankaya’ya çıkarsa yerine gelecek lideri ne ölçüde kuşatacağını gösterecek.
* * *
Bülent Ecevit’in vefatı, başkentteki çılgın senaryolara da noktayı koydu.
Geçen altı ayda (aslında 171 gün) çok uçuk senaryo dinledim ama dünkü hepsine tüy dikti.
Merhum Ecevit ile ABD’de yaşayan Fethullah Gülen’in yakınlığı malum.
Son senaryoya göre, eğer Fethullah Gülen Türkiye’ye dönebilseydi, Kocatepe’de Ecevit’in cenaze namazını kıldıracak; devlet de arkasında saf tutacaktı! Bu tablonun yerleşik düzen ve siyasette yaratacağı depremin şiddetini düşünebiliyor musunuz?
* * *
Dileriz, bugün tüm paranoya, ihtiras ve ikbal hesapları evde unutulur.
Cenaze sahipleri ve yoldaşları acılarını yaşar, siyasetçi kongresinde coşar.
Aksine Bülent Bey de itiraz ederdi.
Yazının Devamını Oku 7 Kasım 2006
ANKARABAŞKENTİN Bülent Ecevit’siz ilk gününde siyaset bildiğiniz/alıştığınız gibiydi. CHP kadroları, Genel Başkan Deniz Baykal’ın Şili’den verdiği işaretle Ankara’ya koşuyor.
İstanbul’dan, İzmir’den diğer büyük kentlerden otobüsler tutuluyor, Kocatepe randevusu veriliyor.
Bülent Ecevit, sosyal demokrasi/demokratik sola kenarından dokunmuş herkesin tartışmasız başkanı.
Ayrıca siyasi konjonktür, Ecevit’in laiklik/ulusalcılık/dürüstlük mirasına rağbeti artırdı.
Bu yüzden Kocatepe’deki Danıştay mitinginin tekrarı kimseyi şaşırtmayacak.
Ecevit rüzgárı muhtemeldir ki bu 10 Kasım’daki Cumhuriyet refleksini daha güçlü kılacak.
* * *
1980 öncesini unutan iki lider Bülent Ecevit ve Devlet Bahçeli’nin barışı çok anlamlıydı.
Ama dün Bahçeli taziye için Oran yerine DSP’ye gidince akıllara bir soru takıldı.
Acaba Bahçeli, 1999 koalisyonu öncesinde MHP ile ortaklığı içine sindiremediğini açıklayan Rahşan Ecevit’le karşılaşmak istememiş olabilir miydi? Genel Sekreter Cihan Paçacı’ya sorduk, dedi ki:
- Katiyetle hayır, sadece acılı hanımefendiyi rahatsız etmek istemedik.
Cihan Paçacı ile Devlet Bahçeli dün Ecevit’li iktidar yıllarını yád etti.
Ağabey acısı yaşayan Bahçeli’nin Ecevit’in vefatından dolayı çok üzüldüğünü anlattı Paçacı.
Ve lideriyle uzun Ecevit sohbetinden sadece tek bir cümleyi aktardı:
- Sayın Bahçeli, daha önce de söylediği gibi, Bülent Bey’den devlet yönetimiyle ilgili çok şey öğrendiğini vurguladı.
* * *
Oran’a taziyeye giden siyasi liderlerden birisi de Mehmet Ağar’dı.
Sayın Ağar, Rahşan Hanım’a sakinleştirici vermişler mi?
- Hayır, gayet metin ve bilinci açık gördüm kendilerini, eski günleri andık.
Hangi eski günleri ve anıları konuştunuz?
- Biliyorsunuz, Bülent Bey Susurluk Komisyonu’nda bana büyük destek verdi. Ben de kendisine "Sizin gibi namusu ve dürüstlüğüyle tanınan bir ismin desteği beni de, ailemi de çok mutlu etti" dedim. O da, "Ben gerekli yerlere sordum, sizin hizmetten başka icraatınız olmamış" yanıtını verdi. İşte bu anımı aktardım ve "Bülent Bey bana ’Sizi daha büyük görevler bekliyor’ demişti" diye ekledim.
Rahşan Hanım ne karşılık verdi?
- Çok mutlu oldu, "Demek ki öngörüsü tutmuş" dedi.
* * *
Bu hafta başkentteki üçüncü kritik randevu AKP Kongresi.
AKP Kongresi’nde 50 kişilik Merkez Karar ve Yönetim Kurulu’nda (MKYK) değişiklik muhtemel.
Eğer Başbakan parti vitrininde ciddi değişikliğe giderse kimilerine göre Çankaya kararı kesinleşmiş olacak. Aksi halde her oyun kıymetli olduğu bir süreçte kimseyi kırmak istemez diye varsayılıyor.
Ama Başbakan’ın yakınları bu yoruma katılmıyor, "MKYK’da köklü değişiklik bir dönem daha başbakan olarak hizmet verme amacına bağlı olabilir" görüşünü savunuyor.
Yani AKP Kongresi’nden ne sonuç çıkarsa çıksın...
Biz Başbakan’ın Çankaya niyetini okumaya devam edeceğiz.
Yazının Devamını Oku 5 Kasım 2006
<b>ANKARA</b><br>NEW York’ta vakit öğleden sonra. Küresel bankanın gökdeleninde önemli bir toplantı var. Aslında masadakiler Türk mali piyasalarına tanıdık.
Türk pazarında 40 milyar doları aşkın yabancı portföyü var.
Bu rakamın üçte ikisini toplantıdaki isimler yönetiyor.
Toplantının açılışını yapan banker, Türkiye uzmanı konuğu tanıtırken hatırlatıyor:
- Konuğumuzu en son 1997 yılında davet etmiştik!
Peki 1997 ile 2006’nın benzerliği nerede yatıyor.
Ekonomik göstergeler açısından Türkiye 9 yıl öncesiyle kıyaslanamaz.
Ama ya siyasi tansiyon yönünden?
Kimi muhafazakár kalemlere göre durum 28 Şubat öncesini andırıyor.
Evet ilginçtir ki, bu benzerlik hükümete yakın medya tarafından kuruluyor. Cüppeli Ahmet haberleri, Yimpaş’taki aile fotoğrafı eski yarayı kaşıyor, paranoyayı besliyor. Her eleştiri darbe kışkırtıcılığı sanılınca yabancı piyasalarda "Türkiye’de neler oluyor?" sorusu uyanıyor.
Nitekim New York’taki toplantıda iki kötü dış örnek gündeme geliyor: Tayland darbesine dünya kamuoyunun sessiz kalması ve Tunus’ta sokaktaki kadınların başının zorla açılması.
Türkiye uzmanı konuk ısrarlı sorular üzerine, "Askeri darbe olasılığı hiç yok" diyor.
Ama ardından ekonomik dengeleri bozacak iki riski saymayı ihmal etmiyor:
1) AB ile müzakerenin askıya alınması.
2) IMF ekonomik programından sapılması.
* * *
Bize sorarsanız AB ve IMF takvimi yakından ilintili.
Eğer AB ile muhtemel tren kazası engellenirse IMF programı savsaklanır.
Ne de olsa 2007’de iki seçim birden var, hükümet eli serbest kalsın ister.
Bu kadarı yabancı yatırımcıyı belki ürkütür ama kaçırmaya yetmez.
Ama üstüne bir de siyasi gerginlik eklenirse risk analizi değişir.
Tıpkı mayıs ayındaki gibi yabancılar Türkiye’den geçici olarak çıkar.
YTL yabancı paralar karşısında değer yitirir, faiz daha da yükselir.
Yabancı yüksek kurdan parasını bozar, dünyadaki en cazip faizi kazanır.
Üstelik bir daha gitmek istediğinde dövizini yüzde 20 daha ucuza alır.
Bu anlattıklarımız ne model, ne de senaryo...
Mayıs ayında yaşananlar Merkez Bankası tarafından hükümete ve Meclis’e 2 tabloyla özetlendi:
1) İlk tabloya göre, YTL küresel krizde en fazla değer yitiren para birimi oldu. Üstelik dış dalga durulduğunda bile eski haline dönemedi.
2) İkinci tabloda ise Türkiye’nin risk faizinin bize benzeyen ülkelere nasıl fark attığı görülüyor. Merkez Bankası, "Daha 6 ay-1 yıl faiz düşmez" diye boşuna uyarmıyor.
Çünkü siyasetin hatası, yüksek faizle ödeniyor.
* * *
Madem konu açıldı, 28 Şubat’ı yaşayan bir gazeteci sıfatıyla ve izninizle Erbakan ve Erdoğan hükümetlerini kıyaslayayım: Erbakan hükümeti, 28 Şubat’a her emareyi yok sayarak sürüklendi, Erdoğan hükümetiyse alakasız alametleri tehdit sayıyor.
Sonuçta Cüppeli’ye, Yimpaş’a, Danıştay katiline sahip çıkan bir hükümet izlenimi yaratıyor.
Dileriz siyasi acemiliğin faturasını yine hep birlikte ödemek zorunda kalmayız!
Yazının Devamını Oku 4 Kasım 2006
<b>ANKARA</b><br>YİMPAŞ haberleri Başbakan’ı kızdırdı, hükümete yakın medyayı rahatsız etti. Demek ki hükümet ve medyası ya bu konuda hiç haber çıksın istemiyor.
Veya yaygın basındaki haberlerde amacını aşan kasıt arıyor, tavır alıyor.
Güzel, madem ki bu kadar ısrarcılar, o zaman sözü kendilerine bırakalım.
Hükümeti destekleyen medyada son 5 yılda kaç tane Yimpaş haberi çıktı sayalım.
Sitelerindeki arama sonuçlarına göre, Yeni Şafak’ta 97, Zaman’da yüzlerce haber var.
Çok azı Yimpaş’ın küçük ortaklarının paralarını alamaması ve takip eden krizle ilgili.
Yeni Şafak 12, Zaman 15 haberde bu meseleye değiniyor.
Gerisi mağaza açılışı, tören, maç haberi.
Ezcümle, hükümet Yimpaş’la ilgili tek adım atmıyor, destekçisi medya sessiz kalıyor.
Üstelik bir de Yimpaş rezaletini yazanlara çamur atılıyor.
Neden bu asabiyet?
Çünkü Yimpaş aslında bir töre cinayeti.
Kol kırılsın, yen içinde kalsın...
On binlerce yatırımcının mağduriyeti duyulmasın, saklansın isteniyor.
* * *
Başlığa ilham veren cümle, İttifak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Seyit Buğa ile sohbetten çıktı.
Seyit Buğa, 1990’larda yükselen yeşil bankerliğe hep kuşkuyla baktı, açıkça eleştirdi.
Dün telefonla konuşurken o dönemi, "sahtekár ile tamahkárın ortak eseri" diye tarif etti.
İttifak Holding Başkanı, Zaman’la aynı bünyede yayımlanan Aksiyon Dergisi’nin 1999 yılında yaptığı kapak haberde yeşil bankerlerin yaklaşan sonunu açıkça ilan etti, uyardı.
Peki aradan geçen sürede neden kimse önlem almadı?
Seyit Buğa’ya göre, "çatışmacı zihniyet" yüzünden. Buğa ekliyor: "Namus cinayeti diye bir kavram bile uydurduk. Ne dine münasip, ne de insanlığa... Ama var işte böyle bir kavram."
* * *
İslami etiketle para toplanmasını en şiddetli eleştiren isimlerden birisi de AKP Tokat Milletvekili Resul Tosun. Tosun, 1999 yılında Milli Gazete’deki köşesinde "yakında batarlar" diye yazdı. Tosun bugün o yazıyı hatırlarken, "2-3 yıl ömür biçtim, daha kısa sürdü" diyor.
Resul Tosun’a göre, Yimpaş’ta çözümsüzlüğün iki ana nedeni var:
1) Mal varlığı karşılar ama:
Yatırımcı kár payını değil ana parasını istiyor. Yoksa Yimpaş’ın mal varlığı, borcunu karşılar.
2) Suç yeri yurtdışı:
Paranın toplandığı, kayıtdışı havalelerin yapıldığı coğrafya yurtdışı.
Peki aklına hiç çare gelmiyor mu? Aslında tamamen kişisel bir fikri var:
- Uzan yasası gibi bir düzenlemeyle mallara el konulup borç ödenebilir.
Sahi, Dursun Bey’in soyadı Uyar değil de Uzan olsaydı...
İki harf farkla süreç farklı işler miydi acaba, insanın aklına gelmiyor değil.
* * *
Yazının akışındaki çelişkiyi herhalde fark ettiniz. Dün Yimpaş konusunda kamuoyunu haklı olarak uyaranlar, aktardığımız bir-iki istisna dışında bugün sessiz. Konuşana da kızılıyor.
Acaba "Biz üzerimize düşeni yaptık" rehavetini mi yaşıyorlar.
Yoksa "Dün hükümet farklıydı, bugünse iktidardayız" diyerek sorunu yok mu sayıyorlar.
Hazretlerin vicdan muhasebesine karışmak haddimiz/niyetimiz değil.
Sonucunu seçim sandığında, tiraj raporunda zaten görürler.
Derdimiz, yeter ki o gün de, bugün de işini yapan gazetecilere haksızlık edilmesin.
Yazının Devamını Oku 31 Ekim 2006
ANKARADÜN ABD Büyükelçiliği tarafından öğle yemeğine davet edilen Ankara temsilcileri, masada ilginç bir çiftle tanıştı. Hatta belki de "tanıştı" demek bile doğru değil; çünkü Adam Ereli en azından ismen tanıdıktı. Mesela, daha bir yıl kadar önce HAMAS’ın fırtınalar kopartan Ankara ziyaretini ABD Dışişleri Bakanlığı adına yorumlayan Sözcü Vekili Adam Ereli’den başkası değildi.
Ama bu kez Adam Ereli ve meslektaşı Diane Zeleny, ABD’nin en taze imaj projesi için başkentteydi.
Müslüman ülkelerdeki ABD imajı, Washington’u kaygılandırıyor.
ABD imajının güçlendirilmesi projesi Bakan Yardımcısı Karen Hughes’e emanet.
Hughes da ilk iş olarak dünyada üç merkez seçti.
Kıdemli danışmanı Adam Ereli’yi Londra’ya, Diane Zeleny’yi Brüksel’e yolladı.
Arap ülkelerine dönük çalışmaların Dubai’den yürütülmesi kararlaştırıldı.
* * *
Adam Ereli sohbete sözünü esirgemeden başladı:
- Bakın, misyonumuz kamuoyunda ibreyi ABD’den yana döndürmek değil. Herkesi ikna etmenin bazen mümkün olmadığını biliyoruz. Ama en azından savaş alanını tamamen boşaltmayacağız.
"Savaş alanı" ifadesi bir PR (halkla ilişkiler) operasyonu için maksadını aşan tarif olabilir.
Ama Adam Ereli bu ifadeyi bilinçle kullanıyor ve ısrarlı gözüküyor:
- Evet savaş alanı. Çünkü muharebeyi kaybetseniz bile savaş alanında bulunmanız lazım. Bizim de savaş alanımız yayın saatidir. TV’ye çıkacağız ve doğrularımızı anlatacağız, kimse inanmasa bile!
Galiba bu sefer daha açık ve anlaşılır oldu!
ABD yönetiminin amacı, dünyada ve Türkiye’de sıkça rastlanan komplo teorilerine, ülkelerine dönük suçlamalara karşı ilk elden yanıt yetiştirmek, referans noktası oluşturmak.
Bu açıdan en uygun mecranın TV olduğunu düşünüyorlar.
Adam Ereli ve ekibi, hem bulundukları merkezlerde hem de ziyaret ettikleri ülkelerde Amerikan görüşüne dönük "talebi" uyandırmaya uğraşıyor.
TV istasyonları, tartışmalarda Amerikan görüşüne yer vermek isterse, meselenin "arz" kısmına ABD Büyükelçilikleri ile diğer temsilcilikler bakıyor. İşin Türkçesi, canlı yayına sözcü yolluyor.
* * *
Masada bizlerin de fikrini alan Adam Ereli’ye göre bu proje aniden patlak veren krizlerde, son dakika haberlerinde pek işe yaramaz -ki Adam Ereli’ye katılıyoruz-.
Buna karşılık yıllanmış "Irak’ta neler oluyor?" tarzı tartışmalarda Amerikan görüşünün temsilinin ülkesine zamanla daha inandırıcı pozisyon kazandıracağını düşünüyor -ki Adam Ereli’ye katılmıyoruz-.
Çünkü, Türkiye’de Washington eksenli kafa karışıklığının temel nedeni niyet ve güç ikileminde yatıyor. Genç nesil ABD’yi dünyanın tek güçlü ülkesi olarak tanıyor -örneğin Vietnam’ı hatırlamıyor-.
Dolayısıyla Amerikan eylemleri nedeniyle Türkiye zarara uğrayınca...
Bunu güçlü bir ülkenin hatası saymıyor, mutlaka kötü niyet arıyor.
Adam Ereli bu analizi dikkatle dinledi, ama projesine inancını yitirmedi. (Ne var ki hemen ardından PKK konusu açıldı ve çeyrek saatin sonunda anlaşamadığımızda anlaştık!)
* * *
Aslında ABD’nin resmi sesinin yeniden duyulmasının en azından bir faydası olacak.
ABD’nin sesi niyetine piyasada dolaşan/nemalananlar işsiz kalacak.
Ahalinin kafası daha fazla karışmayacak.
Yazının Devamını Oku 29 Ekim 2006
<b>ANKARA</b><br>İTİRAF edelim ki, Avrupa Birliği muhalifleri en azından bir noktada haklı. Hani hep, "Yasalarımızı Avrupa istediği için değil, ihtiyacımız olduğu için değiştiriyoruz" deniliyor ya. Galiba yalan, çünkü uygulamadaki samimiyetsizlik tam tersini işaret ediyor.
Müziği duymadan dans eden balerinler misali, emir tekrarı havasındayız.
Oysa inanmadan yasalaşan reformlar asla uygulanamaz, kimseye faydası dokunmaz.
Dün seri katilleri yakalamaktan aciz hukuk sürecini anlattık, bugünkü örneğimiz azınlık vakıfları.
* * *
Meclis’teki yasayla amacın azınlık vakıflarının mallarının iadesi olduğu söyleniyor.
Peki ama malların ne kadarı iade edilecek, kimse üzerinde durmuyor.
Yani yasayla şekil şartını yerine getirmek yeterli görülüyor, amaç ıskalanıyor.
Patrikhane’nin kaba hesabıyla yasa böyle çıkarsa mallarının sadece dörtte biri iade edilecek.
Ama Patrikhane’nin bu konudaki uzmanı Metropolit Meliton’a göre o kadarı bile zor.
56 yaşındaki Metropolit, son dört yıldır azınlık vakıflarının mal varlığını inceliyor. "Özür dileyerek gerçekleri söylüyorum, ben de bu ülkenin vatandaşıyım" diye söze başlıyor ve ilk örneğini veriyor:
Burgazada manastırı:
Burgazada’daki Aya Yorgi Karipi Manastırı’nın üç adet gayrimenkulü ve müştemilatı (azınlık vakıfları mal edinemediği için) şahıs üzerine kayıtlıydı. Zarifi Ailesi yurtdışına gidince 56 dönüm, 10 dönüm ve 8 dönüm büyüklüğündeki üç arazi ile müştemilat Hazine’ye geçti. Hazine geçenlerde bu gayrimenkulleri Silahtar Abdullah Ağa Vakfı’na trampayla devretti.
* * *
Diğer örneklere de göz atalım:
Mazbut vakıf malları:
Mevcut yasayla "mazbut vakıf" mallarının iadesi söz konusu değil. "Mazbut vakıf" denilince karışık gelebilir, ama mal varlığına bakılırsa mesele daha iyi anlaşılır.
Mesela, Büyükada’daki iki kilise ve manastır ile Kınalıada’daki bir manastır iade edilmeyecek.
Metropolit Meliton, "Geçenlerde Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden bir yetkili elinde tapuyla kiliseye geldi. Oysa Lozan’ın ikinci maddesi açık. Kiliseler, havralar, mezarlıklar azınlık cemaatlerine aittir hükmü çiğneniyor" diyor.
Ortaköy’deki okul
ve park:
Ortaköy’deki Rum kilisesine komşu okul, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne geçti.
Belediye okulun yanındaki bahçeyi park yaptı, okulun yerine otel inşa edilecek.
* * *
Din, uzmanlık alanım değil. Ama İslam’ın sadece "Bu ülke nüfusunun yüzde 99’u Müslüman" diye övünmekten ibaret olmadığına kuvvetle inanıyorum. Hele, "Hani bunun ilk sahibi" diye sorgulayan bir geleneğe ters düşülmesine hakikaten üzülüyorum.
Yazının Devamını Oku