Enis Berberoğlu

Büyük Türk yalanları (1)

2 Eylül 2006
ANKARAHAŞEMA tipi mayo satışlarındaki artış, caddelerdeki tesettürlü kadın sayısı, yabancı gazetelerin yazdığı gibi laik Türk yaşam tarzına tehdit mi? Gelin önce bu rakamları daha geniş bir veri setine yerleştirelim:

Diyanet’in resmi rakamlarına göre, bayram namazlarına 20 milyon kişi katılıyor.

Her gün 2 milyon kişi yaklaşık 55 bin camide sabah namazı kılıyor.

Cuma namazı için camiye gidenlerin sayısı da 13 milyon kişi olarak tahmin ediliyor.

* * *

Şimdi
tekrar haşema mayo satışına dönersek:

4 milyon mayonun satıldığı pazarda 100 bin haşemanın payı yüzde 2’yi geçmiyor. Milyonluk cami cemaatinin yanında bu rakama fazla anlam yüklemenin álemi var mı sizce?

Veya namaz kılanların sayısını İran’la kıyaslarsak:

İran’da her cuma günü camiye gidenlerin sayısı 7 milyon kişi.

İran’ı 1979 yılından bu yana mollalar yönetiyor, anayasasında İslam Cumhuriyeti yazıyor. Ama Türkiye kadar nüfusa sahip komşumuzda cuma namazına gidenlerin sayısı bizdekinin yarısı kadar.

Bu rakamlara bakarak, İran halkının dindarlığından mı şüphe etmek lazım?

Yoksa Türkiye’de şeriat devleti kuruldu da haberimiz mi yok?

Tek bir rakama veya gözleme bağlı yorumlar, kişiyi ve toplumu bir uçtan diğerine savrulan hükümlere mahkûm eder. Ne yazık ki akıl yürütmenin yerini korku ve vaatlere bağlı refleksler alır.

* * *

Ama
daha da tehlikelisi, gerçekle alakası olmayan rakamlara bağlı yalanlardır.

Memleketi yöneten siyasetçiler bile bu yalanlara kanıp Diyanet’i arayarak hesap soruyor:

- Her yıl binlerce Müslüman din değiştiriyor, misyonerlik aldı yürüdü, siz ne yapıyorsunuz?

Oysa Diyanet’in herhangi bir eylemine, tedbirine zaten gerek yok.

Çünkü nüfus cüzdanında din değiştiren Müslüman sayısı belli.

Öyle onbinler, hatta binlerce kişi değil, sadece 210 kişi.

Tavsiye ederim, misyoner fobisi taşıyanlar günlük gazeteleri takip etsin. Her yıl tatil zamanı bir Türk kızına gönül verip sünnet olan veya başını örtüp İslam’a dönen yabancı erkek/kadın sayısı bu rakamın birkaç katıdır.

* * *

Diyanet
kökenli kadroların devleti ele geçirdiği efsanesi de rakamlarla doğrulanmıyor. Milli Eğitim Bakanlığı’nın din öğretmeni olarak istihdam ettiği imam sayısı 600. Diyanet’te görevliyken başka bir okuldan mezun olup kamuda meslek değiştirenleri de eklediğinizde bu sayı bini aşmıyor.

Rakamlar böyle diyor, peki ya gündelik gözlemler.

Örneğin, sokakta örtünmüş dolaşan kadın sayısındaki artışa ne demeli?

Diyanet’in yorumu bana makul geliyor: "Köyden kente göç, alışkanlıklarını da beraber taşıyor. Son zamanlarda kentteki tesettür artışı göçe bağlıdır diye düşünüyoruz."

Her cuma camide

Ertuğrul Özkök, 1996 tarihli Diyanet araştırmasını yazdı (26 Ekim 2005). O araştırmanın sonuçlarını bugünkü rakamlarla kıyaslarsak, on yıl içinde sabah, öğle ve yatsı namazına gidenlerin sayısında belirgin bir artış yok. Ama camilerde cuma namazı kılanların sayısı, 9 milyondan 13 milyona çıkmış, neredeyse yarı yarıya artmış. Üstelik on yıl önce yetişkin erkek nüfusun yüzde 40’ı cumaya giderken son rakamlarda bu oran yüzde 50’yi aşmış. Özkök, rakamları yorumlarken "Demek ki cami genellikle bir cuma olayı" diyor. On yıl sonraki rakamlar da bu yorumu destekliyor.
Yazının Devamını Oku

Kürt bağımsıza baraj (2)

29 Ağustos 2006
ANKARAKÜRTLERİN gelecek seçime parti yerine bağımsız adaylarla girme senaryosuna karşı geliştirilen formülü, "Kürt bağımsıza baraj" yazısıyla (8 Ağustos 2006) tartışmaya açtık. Ama bağımsızlara ülke barajı uygulanmasını (seçim şansının kalmamasını) savunan da, karşı çıkan da sanki 2002 seçim tablosundan habersiz gibi konuşuyor, yazıyor-çiziyor.

Kürt bağımsıza baraj önerisi çoğunlukla "rejim meselesi" olarak yansıtılıyor.

Oysa temel kaygı, basit bir siyasi hesaba, "o değil, ben seçileyim" hevesine dayanıyor. Kürt bağımsıza karşı çıkan "derin devlet" sanılıyor, ama aslında bastıran bölge milletvekilleri.

Neden mi? Gelin denklemi adım adım birlikte kuralım:

1) DTP bölgede çok yüksek (yüzde 50’ye varan oranda) oy alıyor, ama ülke barajına takılıyor.

2) DTP oyları çöpe gidince diğer partiler aynı coğrafyada çok az oyla vekil çıkartıyor.

3) DTP baraja karşı hile uygularsa, bağımsız adayları rahatça kazanacak, diğerleri kaybedecek.

4) O yüzden deniliyor ki, "Bağımsız en az ülke barajı kadar oy alırsa Meclis’e girebilsin!"

Yani bu formüle göre Diyarbakır’dan bağımsız seçilmek için milyonlarca oy gerekecek.

Peki ya geçen seçimde AKP aynı ilde kaç seçmenle milletvekili çıkarttı?

Yanıtı tabloda var: 8 bin oyla bir milletvekili, 67 bin oyla 8 milletvekili kazandı.

Dolayısıyla AKP (ve CHP) seçmeni kırk katır mı, kırk satır mı ikileminde bırakmamalı.

Kürt bağımsıza baraj, 1) Kürt oylarının temsilini önler, 2) Barajı geçen partinin 5 bin oyla bir sandalye kazanması (AKP, Hakkári) gibi eşitsizlik yaratır.

Eşitsizlik diyoruz; çünkü aynı sandalye için İstanbul’da 45 bin, Adana’da 30 bin oy gerekiyor.

Demokrasi çerçevesinde çözüm yolu da bellidir: Meclis açılırken seçim barajı yüzde 5’e çekilir. Kürtler hilesiz seçilir, AKP dahil herkes oyuna uygun parlamenter temsili bulur.
Yazının Devamını Oku

Ölmediler, dönecekler

27 Ağustos 2006
ANKARABU fotoğrafı Süleyman Arat, Metina Dağı’ndan Çukurca’ya dönüş yolunda helikopterde çekti. O gün, yani 7 Nisan 1995 öğleden sonra Kuzey Irak’ta, sınırdan 45 kilometre kadar uzaklıktaki 1516 rakımlı isimsiz tepede yaman muharebe vardı. Havan mermileri yağdı, Süpercobra helikopteri PKK mevzilerini vurdu, telsiz hiç susmadı. Gün batımına doğru Türk askeri göğüs göğüse çatışmaya dayanamayıp kaçan PKK’nın peşine düştü, biz de Süleyman’la Çukurca’ya döndük./images/100/0x0/55eb3452f018fbb8f8b2214d

Diyarbakır’a yine helikopterle uçarken yanımızdaki komutan, yaralı askerlere "Nasılsınız" diye sordu. Fotoğraf makinesini görünce önce bir el kalktı, ardından ikincisi, en sonunda hepsi birlikte zafer işareti yaptı. Komutan bize döndü ve dedi ki, "Görüyorsunuz ölmediler, dönecekler".

ÇUKURCA 1995

Çoktan unuttuğum bu fotoğrafı Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ ile aramızda geçen kısa diyalog hatırlattı. İlker Paşa kendisine "Hayırlı olsun" dileğimi iletirken, "İlk kez nerede karşılaştık hatırladınız mı?" diye sordu. "Güneydoğu mu?" dedim, "Çukurca, 1995" yanıtıyla yetindi. Gerisine zaten arşiv tanıktı. /images/100/0x0/55eb3452f018fbb8f8b2214f

1993-95 yıllarını Diyarbakır’da Jandarma Asayiş Kolordu Komutan Yardımcılığı’nda Tümgeneral rütbesiyle geçiren İlker Başbuğ, Metina gazilerinin, yaralı aslanların komutanıydı.

İşte o yüzden İlker Paşa’nın dünkü konuşmasında gözden kaçan şu uyarıyı çok önemsedim:

"1984 yılından bugüne kadar yaşanan terör olayları ve ayrılıkçı hareketler, Türk toplumunda herhangi bir kutuplaşma ve ayrışmaya neden olmamıştır. Ancak kültürel alandaki düzenlemeler daha fazla demokrasi başlığı altında siyasal alana doğru götürülmeye çalışılırsa, bu konular Türkiye gündemine sokulursa ülke kutuplaşmaya ve ayrılaşmaya sürüklenebilir."

Sosyal barışı umursayan herkesin bu tespite kafa yorması gerekmiyor mu?

Halef Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, 1996-98 arasında Diyarbakır’da 7’nci Kolordu Komutanı’ydı. Kara Kuvvetleri resepsiyonunda karşılaştığımızda o günleri andık. "Yine başladı Paşam, üzülüyorum" diyecek oldum, hemen rakamlarla itiraz etti:

600’DEN 50’YE

"Bakın o günlerle bugün çok farklı. O günlerde özel televizyon sayısı birkaç taneydi. İletişim çok sınırlıydı. Bugünse şehit sayısı çok daha az olsa da toplumdaki yankısı daha fazla oluyor. Yoksa o tarihlerde yılda 600 kadar şehit verirken bugün aynı sayı 50’yi geçmiyor. Tabii ki tek şehit bile bizi kahrediyor, o ayrı konu ama doğru tabloyu da bilmek lazım."

Büroya dönünce rakamlara baktım, Paşa haklıydı. 1993’teki şehit asker sayısı 564, 1994’te 793, 1995’te 533... Bugüne gelirsek 2004’teki şehit asker sayısı 60, 2005’te 92, bu yılın ilk altı ayındaysa 21.

PSİKOLOJİK CEPHE

Savaşı da barışı da iyi bilen iki (Işık Paşa’yı da sayarsak 3) komutan işbaşında.

Acaba ilk icraatları ne olacak? Sanırım yanıtı Orgeneral Başbuğ’un tören konuşmasında saklı:

"Örgüte katılımda terör örgütünün yaptığı propagandanın önemli rol oynayışı, devletin yürüttüğü psikolojik harekátın yetersizliğini göstermektedir. Terörle mücadele eden ülkelerde bu konu önceliklidir, hayatidir."

Bu ifade, terörle mücadelede uzun zamandır ihmal edilen bir cephenin yeniden açılacağına işaret gibi geldi bana.
Yazının Devamını Oku

Derin gırtlak işsiz kalsın

26 Ağustos 2006
ANKARAPARA Politikası Kurulu önceki günkü toplantısında faizle oynamadı. Halbuki piyasa faiz artışı bekliyordu ve bu yönde pozisyon tutanlar kayba uğradı.

Gelecek sefer belki daha doğru tahminde bulunacak ve para kazanacaklar, ama mesele bu değil.

Serbest piyasada her karar süreci şeffaf hale gelmeli. Kazanan veya kaybeden karar vericinin nedenlerini, nasılını ve zamanlamasını en ince ayrıntısına kadar öğrenme hakkına sahiptir. Aksi halde başarı tekrarlanmaz, hatadan dönülmez.

İşbu sebeple, Para Politikası Kurulu (PPK) toplantı tutanaklarının şimdiki gibi özet halinde değil tam metin yayımlanmasını öneriyorum. Tıpkı FED’in yaptığı gibi her üyenin karar sürecindeki argümanları kamuoyuyla paylaşılmalı, varsa ileriye dönük kaygılar kayda geçmeli.

Ayrıca şeffaflığın bazı sıkıntıların önüne geçeceğini de düşünüyorum.

Örneğin nisan ayındaki PPK toplantısında 0.25 puan faiz indirimi öneren üyenin ismi karar açıklandıktan sadece saatler sonra İstanbul ve Londra piyasası için sır olmaktan çıktı. Bu bilgi sızıntısı sadece yeni başkan Durmuş Yılmaz’ı değil, Devlet Bakanı Ali Babacan’ı da çok rahatsız etti. Hatta Babacan’ın, "Eğer dışarıya bilgi sızması engellenemezse tutanaklar tam metin açıklanmalı" görüşünü taşıdığını öğrendim.

Nisan toplantısının üzerinden aylar geçti, sızıntı tekrarlamadı. Ama derin gırtlağı işsiz bırakmanın kesin yolu polisiye önlemlerden değil şeffaflıktan geçer, sakın unutmayın.

Piyasaya güveniyorsanız bilgiyi esirgemeyin.

Disney Lara’yı bozar

BU tespitin sahibi CHP lideri ve Antalya áşığı Deniz Baykal. Son derece haklı olduğunu düşünüyorum. Çünkü Disneyland’ı nereye kursanız kurun kendi müşterisini toplar, Lara gibi doğa harikasını panayır yerine çevirmenin alemi yok. Baykal bu gerekçeyle, Lara Park ihalesini kazanan işadamı Fettah Tamince’nin Disneyland projesine karşı çıkıyor.

Deniz Baykal diyor ki: "Lara bir tabiat harikasıdır. Ağaçlar koruma altındadır. Bu dokuyu Disneyland’la günü birlik müşteriyle, yoğun trafikle bozmak çok yanlıştır. Lara’ya başka proje bulsunlar, doğayla barışık uygulasınlar. Disneyland’ın zaten kendi müşterisi vardır. Nereye yapsanız gelir. Kepez gibi turistik ilgiye daha muhtaç bir yöreye yapılabilir."

Kürtlere fiili ambargo

NEW Anatolian Gazetesi’nde İlnur Çevik köşesinde yazıyor. Habur’daki yolsuzluk iddiaları ve şüpheli sevkıyat nedeniyle Kuzey Irak’a geçen kamyon sayısı onda birine düştü. Sonuç: Bölgede akaryakıt fiyatı 50 kat arttı, Mercedes deposu için 180 dolar ödeniyor. Fiili ambargo ihtimalini "Habur yeniden kapanırsa" (2 Nisan 2006) diye yazmıştık, galiba korktuğumuz başımıza geliyor.
Yazının Devamını Oku

Her görüşme ihanet mi?

22 Ağustos 2006
ANKARA KİMİ siyasi fetişler sadece hız bariyeri gibi çalışır. Süreci durdurmaz, süreyi uzatır. Örneğin çoğumuz, "devlet teröristi muhatap almaz" klişesine bayılır. "Kuzey Irak’taki Kürt gruplar muhatabımız değil, Irak’ın toprak bütünlüğünden yanayız" denilmesi ruhumuzu okşar.

Oysa hepimiz resmi gündeme paralel gelişmelerin varlığını bilmesek de en azından sezeriz.

* * *

En kritik sorudan başlayalım: Türkiye Cumhuriyeti gizli de olsa PKK ile hiç temas etti mi?

Örgütün yayın organlarına göre "evet", resmi makamlara göre "kesinlikle hayır".

Diyelim ki, devlet saklıyor ve PKK haklı, gizli temas söz konusu.

İlla ki her görüşmede vatan mı satılır? Alın size tersini gösteren iki örnek:

1) PKK’nın 1997 yılı nisan ayında Hollanda’nın Arnheim kentinde yapıldığını ileri sürdüğü gizli görüşmelerin neden kesildiğini nasıl izah ettiğini biliyor musunuz?

Görüşmeler sürerken Kuzey Irak’ta başlatılan büyük askeri operasyon!

2) 1998 yılı ağustos ayında Abdullah Öcalan’a "Türkiye’nin ateşkes istediği" haberi ulaştı. Hatta, iyi niyet ifadesi olarak Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in Mehmet Ağar’ın oğlunun düğününe katılmayacağı bile söylendi. Peki sonra ne oldu dersiniz?

Öcalan 1 Eylül günü tek taraflı ateşkes ilan etti, sadece birkaç gün sonra dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Ateş Paşa, Suriye’yi Hatay sınırında "Apo’yu kovmazsanız savaş çıkar" diye uyardı.

Kuzey Irak’taki Kürt liderler Barzani ve Talabani, 1991 yılından itibaren Türkiye adına PKK’nın muhatabı olmadılar mı? Bugün Irak Devlet Başkanı sıfatını taşıyan Talabani, örgütü 1993 yılında ilk ateşkese ikna eden isim değil mi? Mesut Barzani, PKK ile savaşta bir tabura yakın kayıp vermedi mi?

* * *

Ezcümle savaşın da, barışın da gizli dinamikleri vardır. Koşullar elvermezse ne savaş, ne de barış olur. Bugünkü koşullar 10 yıl öncesine göre çok farklıdır. 10 yıl önce barış zordu, bugünse Türklerle Kürtlerin savaşı anlamsız, hatta abes hale geliyor. Çünkü yeni Ortadoğu’da;

1) İran, Suriye ve Lübnan Şii kuşağı kırılıyor.

2) Sünni Türk, Kürt ve Arapların birliği aranıyor.

3) HAMAS, Hizbullah ve PKK gibi iktidarı namlunun ucunda gören örgütler zorlanıyor.

Türkiye, ayrılıkçı Kürtlerle silahlı mücadelede rüştünü ispat etti, hiçbir komplekse yer yok.

Zaten savaşı bilmeyen barışı da kuramaz.

Koordinatör eşkáli

ABD’nin atayacağı PKK koordinatörünün arabulucu gibi işlev görmesinden korkuluyor. Aslında çaresi basit. Türkiye’nin atayacağı koordinatör emekli bir asker, Jandarma Genel Komutanlığı’ndan ayrılan Fevzi Türkeri Paşa olabilir. ABD’nin manevra alanı daralır.
Yazının Devamını Oku

Lara’nın yüzdelik sırrı

20 Ağustos 2006
<b>ANKARA</b><br>DÜN bu köşede Başbakan’ın Lara Park ihalesi sırasında yarışın galibi işadamının otelinde tatil geçirmesini siyasi etik açısından tartıştık. Bugünse Lara Park projesini takip rehberini bilginize sunacağım. Çünkü Lara Park’ın hayata geçirilmesi sırasında yaşanacak her sapma ve bu yolla yaratılan her kuruş rant önceden kurgulanan siyasi rabıtanın ipucunu sergileyecek. O yüzden parayı takip etmek, suçu ve suçluyu yakalatacak!

Belki de Lara Park tartışmasında önceliği ihale yönteminin neden değiştiğine vermek lazım... Hatırladığım kadarıyla Kültür ve Turizm Bakanı Erkan Mumcu’nun Lara Park projesi oldukça farklıydı:

1) Önce Lara Park için proje belirlenmesi amacıyla, bakanlık, sivil toplum örgütleri, mimarlar odası, şehir planlamacıları odası gibi birimlerin temsilcilerinden oluşan jüri kurulacaktı.

2) Jürinin seçtiği proje için yap-işlet-devret modeliyle ihaleye çıkılacaktı. Yani ihalenin galibi kafasına değil projeye göre çalışacaktı. Lara Park’ı en kısa zamanda devlete iade eden yarışın galibi olacaktı.

Nedense Erkan Mumcu ayrılınca bu basit ve şeffaf yöntemden vazgeçildi.

Yerine arazinin yüzde 2’si kadar yapılaşma izni modeliyle ihaleye çıkıldı.

Yani Lara Park’ı alan 3 bin 500 dönümün yüzde 2’si (70 dönüm) yapılaşmayla yetinecek. Masraflarını bu yapılarla çıkartıp, kára geçecek.

Lara Park’ın sırrı işte bu yüzdede yatıyor.

Yapılaşma yüzdesinin aşılmasına izin verilirse yaratılan rant da yükselecek. Mesele klasik siyasi yağmaya dönüşecek.

Mumcu’ya söz verdi

RIXOS Otelleri’nin sahibi işadamı Fettah Tamince sadece Ak Parti iktidarının değil Anavatan Lideri Erkan Mumcu’nun da yakından tanıdığı, takdir ettiği bir işadamı. Tamince Lara Park ihalesinden sonra Mumcu’yu aradı ve kafasındaki projeyi aktardı: "Sayın bakan, bıraktığınız yerden devam edeceğim. Sivil toplumla, mimarlarla, şehir plancılarıyla görüşüp herkesin kabul edeceği projeyi ortaya koyacağım. Antalya’nın benimsemediği bir projeyle işim olmaz."

Kıbrıs değil davalar

25 yılı aşkın meslek yaşamımda kitap ve yazarlara bu kadar keyfi ve pervasız dava açıldığını pek hatırlamıyorum. 50 yaşında üç darbe artığı olduğum da düşünülürse Avrupa Birliği yasalarına bu direnişi hayra yormam mümkün değil.

Lafı uzatmayacağım, piyasacılar ve İstanbul iş dünyası sonbaharda AB ile yeni bir gerilim bekliyor. "Tren kazası" teşbihi ile anılan bu muhtemel krizin nedeni olarak Kıbrıs sorunu gösteriliyor. Oysa bence Kıbrıs konusu daha çok tartışma götürür. Ne var ki sözünü ettiğim davaları izahta çok zorlarınız.
Yazının Devamını Oku

13 yıl önce bir 18 Ağustos günü

19 Ağustos 2006
<b>ANKARA</b><br>SİYASET ve medyada çalışmanın ortak kaderi sabırdır. Çarpıcı bir iddia gündeme gelir ama ortada kanıt yoktur.

Hele itham edilen işbaşındaki hükümetse kaynaklar tamamen kurur.

Ta ki hükümetin oyu düşene veya seçim yaklaşana kadar.

İşte o zaman dosyalar muhalefete ve medyaya akmaya başlar.

Siyasete damgasını vuran çoğu büyük yolsuzluk dosyasının macerası yıllara yayıldı.

Örneğin Tansu Çiller, 13 yıl önce yine bir 18 Ağustos günü Başbakanlık Konutu’nda TOFAŞ hisselerinin satışına ilişkin ihaleye verilen teklif zarflarını açtı. Refahlı Şevket Kazan ve 56 arkadaşı, üç yıl sonra meseleyi Meclis gündemine taşıdı. Çiller talihin cilvesine bakın ki başbakanı olduğu Refahyol koalisyonu sayesinde Yüce Divan’da yargılanmaktan kurtuldu.

Mesut Yılmaz, 1997 yılında Başbakanlık Konutu’nda Türkbank ihalesine ilişkin olarak işadamlarıyla görüşmenin bedelini çok daha ağır ödedi. Yılmaz bu nedenle Yüce Divan’da yargılandı.

Yukarıdaki iki örneğe bakarak, Laraport ihalesinin zamanlaması ve galibini hayli yadırgadığımı söyleyebilirim. Nitekim, Hürriyet Ankara Bürosu muhabirlerinden, AKP’lilere "Bu meselede siyasi etik açısından bir sorun görüyor musunuz?" sorusunu yöneltmesini istedim. Görüşü alınan ama ismini vermeyen önemli bir yetkili, "Şeffaf bir ihalenin sonucunun Başbakan ile ve onun tatil köyünde kalmasıyla ne alakası var? Başbakan kendi imkánlarıyla tatilini yapıyor. Burada kalmasa başka yerde kalacaktı. Zaten Fettah Tamince’yi yeni tanıyor değil. Eskiden beri tanıyordu" dedi.

Bu yanıta kesinlikle katılmıyorum; çünkü Türk siyaseti ve hukuku yukarıdaki iki örnekten de anlaşılacağı üzere, niyet kadar şekil şartına da itibar eder.

Başbakan Erdoğan’ın misafirliği de, ihalenin sonucu da kaçınılmaz olarak tartışılacak.

Bu iktidarda veya bir başkasının döneminde tarihin tanıklığı ve hakemliğine başvuracağız.

Beraat mi, yoksa siyasi fatura mı çıkacak muhtemelen yıllar sonra göreceğiz.

Aceleye hiç gerek yok!

Yolun adı yok ama çilesi çok

ŞAİRİN yanıtı ne yazık ki hükmünü yitiriyor.

"Ankara’nın en çok neyini seversiniz?" diye sorana, "İstanbul’a dönüşünü" demek artık mümkün değil. Hatta İstanbul’a dönen bin pişman oluyor.

İstanbul Belediyesi bu kenti her geçen gün daha zor yaşanır, en kısa mesafeleri bile ulaşılmaz hale getiriyor. Yüzü aşkın yol çalışması için gereken koordinasyon ve hız sağlanamıyor. Ne mühendisim ne de kent planlamacısı. Ama aynı kavşaklardan günün değişik saatlerinde geçiyorum. İş makineleri çalışmıyor, ortada işçi gözükmüyor. İşin bitmesine fiilen imkán yok!

Buna karşılık yeni taşındığım başkentte bazen sabaha karşı, kimi zaman gün ortasında kullandığım havaalanı yolunun yenilenmesini adım adım izledim. Gecenin karanlığında ışıldaklar yakıldı, gündüz kamyon konvoyları hepimizi çileden çıkardı. Ama her an, her saniye çalışıldı. Sonuçta 30 Ağustos’ta resmi törenle açılacak protokol yolu daha bu aybaşında devreye girdi.

Şimdi tüm Türkiye ve dolayısıyla İstanbul, bu yola Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın isminin verilmesini tartışıyor. Bu siyaseten çok tartışılır ama hiç değilse biz Ankaralılar yolumuzu kullanabiliyoruz. Ya siz İstanbul sakinleri; belki yolunuzun ismi yok, ama çilesi çok.

Üstelik 15 ay sonra seçim olduğu ve AKP’nin de İstanbul’u kaybetme şansının bulunmadığını düşünürsek... Melih Gökçek’in İstanbul adaylığı gibi bir sürpriz çok ihtimal dışı gözükmüyor, haberiniz olsun.
Yazının Devamını Oku

Barışı kurmaya gidersek çatışmanın tarafı oluruz

15 Ağustos 2006
<b>ANKARA</b><br>BAŞKENTTE Lübnan’a asker yollama zirvesinin yapıldığı saatlerde CHP Lideri Deniz Baykal’a görüşünü soruyoruz. "Hükümet çok acele ediyor" diye başladığı sözlerini şöyle sürdürüyor: "Barışı kurmaya mı gidiyoruz, yoksa idame ettirmeye, korumaya mı? Arada dağlar kadar fark var. Ateşkesle barış arasındaki mesafe uzundur. Eğer Türk askeri Lübnan’a barışı kurmaya gidiyorsa, çatışmaların tarafı olması kaçınılmaz. Zaten İsrail’in hedefi de bu."

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ateşkes öncesinde Lübnan’a asker yollanması için üç koşul saymıştı: "1) Ateşkes ilanı, 2) Ateşkesin uygulanması, 3) Barış Gücü’nün taraflarca kabulü."

Deniz Baykal bu koşullara atıfta bulunarak Başbakan’a şu soruları yöneltiyor: "Türk askerini kim çağırıyor, kim talepte bulunuyor? Hangi yetkiyle gidiyor, hiçbiri belli değil. Uluslararası dayanışma var ama hukuki çerçeve eksik. Ortada TBMM kararı yok. Hükümetin acelesini anlamak zor."

Baykal ile görüşmemiz sırasında AA’ya düşen bir haberde, Lübnan’a asker yollayacak ülkeler arasında Türkiye’nin de adı geçiyor. Lübnan Başbakanlığı’nın açıklamasına göre dün itibarıyla asker yollamayı kabul eden diğer ülkeler Fas, Endonezya, İtalya, İspanya ve Malezya idi.

Bu listeyi yorumlayan Baykal’ın son uyarısı da bölgesel risklere ilişkin:

"İspanya, İtalya ve Fransa’nın asker yollaması bize benzemez. Biz bölge ülkesiyiz. Lübnan’da çatışmanın tarafı olursak Türkiye çok daha büyük maceraya sürüklenebilir."

Giriş başladı

MAYIS çalkantısı sırasında yüzde 30’u bulan kur artışı karşısında sessiz kalanlar, döviz gerilemeye başlayınca sözel müdahale ile seviye belirlemeye çalışıyor. Oysa kur mayısta neden yükseldiyse o yüzden düşüyor. Yani Türkiye’den çıkışlar durdu, giriş başladı. Tam rakamını merak ediyorsanız, iki hafta önceki rakam 2 milyar dolar düzeyindeydi.

Memleket kime emanet

CHP bir zamanlar bırakın toplantı düzenlemeyi, nezaket ziyaretinde bile zorlandığı illerde miting yapmaya, kalabalık toplamaya başladı. CHP Lideri Deniz Baykal, Gümüşhane’den sonra geçen hafta sonu Kahramanmaraş’ta binlerce kişiye konuştu. Ama en yoğun ve sürpriz ilgiyi Andırın İlçesi’nde yaşadı. Yörenin DYP yöneticileri topluca Baykal’ı karşıladı, başkan herkesin ortasında, "Memleket size emanet" dedi. Bu anısını aktaran Baykal rakip ilgisini, "İlkinde nezaketen duymazdan geldim. Ama üç kez daha tekrarladı. Demek ki siyaset üstü bir ilgi söz konusu. Vatandaş gelecek seçimin hayati öneminin bilincinde. Meydanlar bizim zamanında zorluk yaşadığımız yörelerde seçime 15 ay kala bu yüzden doluyor" diye izah ediyor.
Yazının Devamını Oku