19 Eylül 2006
<b>ANKARA</b><br>MECLİS açılırken Ankara güneşi yerini asık suratlı bir gökyüzüne bırakıyor. Siyaset daha yaz rehavetinden tam kurtulamadan ramazan imdada yetişecek.
O yüzden iktidar-muhalefet arasındaki yüksek tansiyon muhtemelen askıya alınacak.
Gözüken o ki, memleketi 2007 Nisan’ına kadar oyalayacak Çankaya tartışması asıl Ramazan Bayramı’ndan sonra ısınacak. O tarihe kadar herkes cephane toplayacak.
* * *
Anamuhalefet lideri, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, "Çok endişeliyim. AKP memleketin menteşelerini gevşetiyor. Her yerde fay kırıkları oluşuyor" diyor. CHP’nin seçim yılındaki ilk hamlesi belli: Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’le ilgili gensoru hazır. Baykal, Anadolu ve Fen Liseleri’nde 5 bin kontenjanın boş kalmasına isyan ediyor, "Bakan, Türkiye’nin doğru düzgün eğitim veren kurumlarını boş bırakıyor, öğrenciyi özel okullara sevk ediyor, vicdanı hiç sızlamıyor mu?" diye soruyor. CHP liderine AB uyum yasalarını soruyoruz, "Özel eğitim, azınlık vakıfları ve Sayıştay konusunda dikkat edeceğiz. Sayıştay’ı ele geçirmeye çalışıyorlar, izin vermeyiz" uyarısı yapıyor.
* * *
Anavatan Lideri Erkan Mumcu önümüzdeki bir yılın takviminde üç milat sayıyor: "Bütçe geçene kadar gündem siyaseti yapılır, yani AB, ekonomi ve uluslararası konjonktür takip edilir. Ardından ocak, şubat, mart döneminde Cumhurbaşkanı ve rejim tartışması birlikte yaşanır. Bu süreçte gerçek demokratlarla, ’bu kadar demokrasi bize fazla’ taraftarları ayrışır. Mayıs ayında eğer toplumun içine sinen bir Cumhurbaşkanlığı seçimi geride kalırsa seçim süreci başlar, herkes birbiriyle değil zamana karşı yarışır." Mumcu’ya göre, bugünkü birleşme dayatmaları yersiz, ama Çankaya seçimi toplumun içine sinmezse, kamuoyu belki de ilk kez siyasi aktör gibi devreye girebilir.
* * *
DYP Lideri Mehmet Ağar’a İstanbul’dan telefonla ulaşıyoruz. Çanakkale, İzmir, Burdur üzerinden Ankara’ya ancak Siteler’deki cuma namazı için dönebilecek. Keyfi çok yerinde, "Dip dalga çok kuvvetli. Eskiden iş dünyası bizim panellere teveccüh göstermezdi, bu kez panelistlerimiz İSO Başkanı Tanıl Küçük ile Yaman Törüner" diyor. Burdur’da oda/borsaların bölge toplantısına TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu ile birlikte katılıyor. Ağar, ramazan gezilerine Karadeniz’den başlıyor, ardından Diyarbakır üzerinden Adana’ya geçecek. DYP liderine göre, Çankaya tartışması ancak kasım ayında başlayacak, gerginlik gelecek seçimde AKP’yi bitirecek.
* * *
MHP Genel Sekreteri Cihan Paçacı, "AKP artık dikensiz gül bahçesinde dolaşamayacak" diyor ve iki gerekçe sunuyor: "AB ile zor bir süreç başlıyor, terör kente indikçe hükümet zorlanıyor."
Cumhurbaşkanlığı seçimini, Cumhuriyet değerlerini koruyup kollamak isteyenlerin yakından izleyeceğini vurgulayan Paçacı’ya göre AKP gelecek bir yılda büyük ölçüde güç yitirecek.
* * *
Ankara’nın parçalı siyasetinden çıkan tek cümlelik sonuç da belli: Bu yıl işler eskisi gibi gitmez.
Yazının Devamını Oku 17 Eylül 2006
<b>ANKARA</b><br>TÜRKİYE’nin Ortadoğu güvenlik çemberi, Ankara (Kara Kuvvetleri Komutanlığı), Diyarbakır (7. Kolordu), Malatya (2’nci Ordu) ve Van (Jandarma Asayiş Kolordusu) hattından geçer. Bu çemberin altında, Türkiye’nin güneydoğusunda, Suriye ve Irak’ın kuzeyinde, İran’ın doğusunda yaklaşık 20 milyona yakın Kürt nüfus yaşar.
Anadolu’nun güvenlik çemberinin etkili derinliği, tehdide göre esnek ayarlıdır.
Örneğin, PKK ile mücadelede sınır güvenliği veya Kuzey Irak’ta 60 km tampon bölge yeterlidir.
Ama yüzlerce kilometre ötedeki Kerkük de bu güvenlik çemberinin dışında kalmaz.
* * *
İngiliz devlet adamı Winston Churchill, İran, Irak ve Filistin’le birlikte Kürdistan’ı da kurmak istedi ama beceremedi. Aynı isimli İngiliz parlamenter torunu Winston S. Churchill’e göre, "Koloni bürokrasisinin direnci kırılamadı ve Kürtler kendi devletleri yerine İran, Irak ve Türkiye’de bölünmüş yaşamak zorunda kaldı". (Wall Street Journal, 10 Mart 2003)
* * *
Küresel satrançta Kürt coğrafyasındaki hamlelere, yakın tarihte çok rastlanır.
Bugünkü popüler komplo teorileri aslında çoğu kez yaşanmış gerçekler/tezgáhlardır.
Mesela, İsrail ve Barzani yakınlığı, ABD himayesi, İran’ın değişken pozisyonu.
Çok değil 36 yıl öncesine dönelim, bizim kuşağın canlı tanıklık ettiği süreci hatırlayalım.
Şu günlerde Bağdat’ta Kürt hákimin yargıladığı Saddam, 1970’te Kürtlere otonomi tanıdı.
Ama İsrail ile ABD’nin hesabı başkaydı. MOSSAD silah, ABD para yardımıyla (14 milyon dolar) Kürtlerin isyanına destek çıktı. Silahlar İran Şahı’nın yardımıyla Barzani’ye ulaştı.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yıllarca Moskova’da yaşayan Sovyet yanlısı Barzani’nin ABD’ye yanaşması böyle oldu. Kürtlerin ABD ve İsrail’le ortak hedefi Irak’tı. Bu yüzden savaş Irak’la sınırlı kaldı, bağımsızlık hayali müttefik İran ve Türkiye’ye sıçramadı.
Ama 5 yıl sonra İran Şahı, Saddam’dan istediğini aldı, Kürtlere yardımı kesti.
Saddam’ın Kürt isyanını kanla bastırmasına ABD ve İsrail seyirci kaldı.
Washington’un Kürt ilgisi ancak 16 yıl sonra Körfez Savaşı’nın ardından hortladı. Irak’ın neredeyse üçte biri ile petrol yatakları -Ankara’nın da onayıyla- Kürtlere emanet edildi.
Yakın tarih, bizlere küresel oyuncuların belirleyici rolünü -ama fazla abartmayın lütfen- anlamamıza yardımcı olmakla kalmıyor. Kıyaslama yoluyla analiz imkánı da sunuyor.
Örneğin, özgürlüğün kriterlerini yeniden tarife muhtaç olduğumuz kesin.
Çünkü bakın, Kürtlerin yaşadığı ülkelerde demokrasiye en yakın rejim Türkiye. Ama Kürtçe eğitim, kitap, dergi, kaset hakkını en son tanıyan ve otonom bölgeye karşı çıkan yine Türkiye.
Irak Anayasası’nda Kürtçe 50 yıldır Arapça’nın yanı sıra resmi dil. Bağdat’ta Kürtçe eğitim veren üniversite var. Kürtçe TV günde birkaç saat yayın yapıyor, Ama bu haklar, Halepçe dahil sayısız soykırım teşebbüsüne, yüzbinlerce Kürt’ün defalarca Türk sınırına sürülmesine engel değil.
İran’da Kürdistan eyaleti ve aynı adı taşıyan bir uçak var. Kürt dergilerine devlet yardımı yapılıyor. Kürtçe radyo ve TV yayınları da yaygın. Yine de IKDP ve son zamanlarda PKK yanlısı Pejak’ın yüzden fazla İran askerini hedef alan terör eylemleri durmuyor.
Ya Suriye’ye ne demeli? PKK’ya yıllarca yardım yataklık etti ama 100 binden fazla Kürt vatandaşını "yabancı" sayıyor, temel haklarını tanımıyor. Maç gibi bahanelerle patlak veren ve günlerce süren kitlesel ayaklanmaların önüne geçemiyor.
* * *
Dağda teröristle savaş tabii ki kaçınılmaz. Demokrasinin kimseye zararı dokunmaz.
Ama ne askeri önlemler, ne de yeni demokratik açılımlar tek başına yeterlidir.
Türkiye terörle savaşta, amaç ve araçlarını daha iyi seçmeli.
Diyelim ki meselemiz sadece PKK ile. O zaman bölgedeki Kürtlerin tamamını ve onlara şu an için şiddetle ihtiyaç duyan küresel güçleri karşımıza almanın álemi nedir?
Hatta aksine, tıpkı 40 yıl önce olduğu gibi küresel ve yerel ittifaklar denense kötü mü olur?
Ortadoğu’daki yapılanmanın iki hedefi olarak sayılan Suriye ve İran’la kader birliğine gitmek yanlıştır. PKK ile yıllarca silahlı mücadele veren Barzani’ye sırt çevirmek de öyle!
Dün, "Düşmanı tanımadan savaş kazanılmaz" dedik.
Bugün ekleyelim; yanlış tahkimat ve ortakla da kazanılmaz.
Yazının Devamını Oku 16 Eylül 2006
ANKARASAKIN bu soruya omuz silkip geçmeyin. Düşmanı tanımadan savaş kazanılmaz. Madde bir: Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı, MİT veya Emniyet en son ne zaman medyaya PKK brifingi verdi? Kamuoyu örgütün yeni hedefini, taktiklerini, propaganda yöntemini biliyor mu?
Oğlunu dağa, teröristle savaşa yollayan anne, terörle mücadelenin diğer cephelerinde aynı kararlılık ve fedakárlığın gösterildiğindenemin mi?
* * *
Madde iki: 1999 yılının 16 Şubat sabahı gazetelerin yıldırım baskıları "Zafer" manşetleriyle çıktı. Abdullah Öcalan’ın paketlenip Türkiye’ye teslimiyle Türk ordusu yakın tarihteki Vietnam ve Afganistan örnekleri yüzünden neredeyse imkánsız sayılan başarıya imza attı, gerilla taktikleri uygulayan örgüte karşı yürüttüğü mücadeleyi kazandı. Peki aradan geçen 8 yılda hangi hatalar yapıldı ki, Türkiye yine yüze yakın şehit verir hale geldi?
* * *
Dağdaki pusuyu, yoldaki mayını, Diyarbakır’daki bombayı anlamak için...
Önce PKK’nın ne istediğini bilmek gerekiyor. Örgütün üç ana hedefi var:
1) Anayasa’nın ilk 3 maddesinin değişmesini, Türk ve Kürtlerin "ortak kurucu" olarak anılmasını istiyor.
2) Yerel yönetimlere daha fazla yetki tanınmasını, Güneydoğu’da adı konulmamış bir federatif yapı öneriyor.
3) Self determinasyon (kaderini tayin hakkı), yani ayrılma talebini şimdilik kaydıyla askıya alıyor, öteliyor.
* * *
PKK’nın bu hedeflerini bilince meselenin askeri boyutu çoktan aştığı anlaşılıyor.
Ama yine de askeri alanda birkaç ukalalık izni varsa;
Örgüt artık Osman Öcalan’ın hatasını tekrarlamıyor, TSK ile cephe savaşına girmiyor, yüzlerce kayıp vermiyor. Bunun yerine, Saddam’ın işgal sırasında ABD ordusuna karşı savaşmak üzere verdiği uzaktan kumandalı bombaları kullanıyor. Dolayısıyla örgütü dağda tasfiye için TSK ve Emniyet’in farklı mücadele ve örgütlenmeye ihtiyacı var. Teröristin ismi de, resmi de elde. Yani alan savunması yerine özel birliklerin nokta operasyonları gündeme gelirse şaşırtıcı olmaz.
PKK, Kuzey Irak’taki El Kaide irtibatlı El Ansar örgütünden taktik kaptı. Artık bombayı ayrı, hedef krokisini ayrı kurye taşıyor, bombayı üçüncü terörist koyuyor. Bombalama olaylarındaki artış, bu taktiğin şimdilik sonuç getirdiğini gösteriyor. Demek ki gelecek günlerde emniyet ve askeri kesimin büyük kentlere dönük önleyici istihbarata odaklanmasını beklemek lazım.
* * *
PKK’nın yeni askeri taktikleri savaş coğrafyasını da değiştirdi.
Artık dağdaki PKK’lı kadar, a) Sivil unsurları, b) Siyasi kanadı da ciddiye almak lazım.
Başbakan’ın aydınlarla buluşması, Yılmaz Erdoğan’ın mektubu neden sonuçsuz kaldı?
Siyasi kanadın talepleri, PKK’nın öncelikli üç hedefinden farklı mı?
Bu soruların açıkça/cesurca tartışılması, sivil ve siyasi alanda -tıpkı askeri açıdan olduğu gibi- azimle/hızla harekete geçilmesi gerekiyor.
Yoksa şehit annesi haklı olarak "Oğlumu neden dağa gönderdiler?" diye sorgular.
Çünkü terörle mücadele, teröristle mücadeleden ibaret değildir.
Yazının Devamını Oku 12 Eylül 2006
<b>ANKARA</b><br>İSMAİLAĞA cinayetiyle ilgili iki yazıma cemaatin eleştirisi, "Sen ne anlarsın ki" diye özetlenebilir. Elhak doğru, tarikatla hiç işim olmadı, olmaz da... Ama hazretler kabul eder ki, katil de değilim.
Buna rağmen cinayet haberi yazacak kadar gazeteciyim.
Üstelik genç müritleri hatırlamayabilir.
Cüppeli Hoca ile bu sütunun tanışıklığı hayli eskidir.
* * *
Beş yıl kadar önce 19 Haziran 2001’de İsmailağa Camii’ne doğru yürüyen yaşlı bir adam kurşun yağmuruna tutuldu, bacaklarından vurularak kanlar içinde yere yığıldı.
Bacağa sıkılan kurşunun tercümesi, alacak-verecek meselesiydi. Nitekim polise teslim olan saldırgan Fahri Vural (41) ilk ifadesinde, "Fabrikasında müdür olarak çalıştığım bu şahıs, beni 1 milyon mark kadar borca soktu, 8 ay önce işten çıkarttı. Fakir fukaranın parasını yedi" dedi.
Suç mahalli İsmailağa, zanlı eldeydi, peki ya kurban kimdi?
O tarihte 65 yaşını süren işadamının ismi Yusuf Ünlü’ydü. Eşi Rabia ile 1960 yılında evlenirken nikáhı kıyan İsmailağa imamının ismi Mahmut Ustaosmanoğlu’ydu. 27 Şubat 1965 tarihinde doğan oğlu Ahmet’in din eğitimini yine aynı hoca üstlendi. Küçük çocuk daha ilkokula başlamadan sarık taktı.
Ve hálá çıkartamadıysanız biz söyleyelim: Yusuf Ünlü, İsmailağa cemaatinde Cüppeli Hoca olarak ün kazanan, liderliğe oynayan Ahmet Ünlü’nün babasından başkası değildi.
* * *
Yusuf Ünlü’nün işleri uzun süredir bozuktu. Demir çivi üreten fabrikası 1998 yılında, yani saldırıdan üç yıl önce iflas etti, alacaklılar sıraya girdi. Resmi kayıtlar böyle diyordu.
Ama ya her vaazında bugünün parasıyla yüzlerce YTL toplayan, kaset ve takvim pazarlayan, zengin müritlerine "Bir değil yüzlerce tane alın, dağıtın" diyerek adeta bayi teşkilatı kuran oğlu Cüppeli Ahmet’le maddi, manevi ilişkisi ne durumdaydı?
Anlaşılan sadece biz değil cemaati de merak ediyordu. Çünkü Yusuf Ünlü, aynı zamanda oğlunun kurduğu Fatih Hak ve Hizmet Vakfı’nın da başkanıydı. Cüppeli’nin önsözüyle 1999 yılında yayın hayatına giren Beyan Dergisi’nin Mart 2000 sayısında Yusuf Ünlü ile bir söyleşi yayınlandı.
Yani oğlu sordu, babası yanıtladı, bakın neler anlattı:
Beyan: Ahmet Hoca gecede 50 milyar lira para topladı, size aktardı iddiaları var.
Yusuf Ünlü: Kesinlikle yalan ve iftira.
Beyan: Fabrikanızda çalışanlara bozuk parayla ödeme yaptınız, bunlar vakıf parası mıydı?
Yusuf Ünlü: Vakfa yardım olarak gelen bozuk paraları kendi çekimle değiştirdiğim olmuştur.
Beyan: (Emlak Bankası’nı dolandıran) Kemal Horzum ve Fikret Öngen ile ilişkiniz tartışılıyor.
Yusuf Ünlü: Ben Kemal Horzum’u 1970’li yıllarda tanıdım, fabrikama demir lisansı almama yardım etti. Fikret Öngen’i ise Hamit Alp olarak biliyordum, hasta ziyaretinde tanıdım. Fabrikama geldi gitti, ama işyerimde çalışmadı.
* * *
Bir de sahte para basıp piyasaya sürerken yakalanan müritler var ama yerimiz kalmadı.
Ama herhalde meramımızı anlatabildik. Tarikatı bilmesek de suçu nerede görsek tanırız.
Çünkü suçun dini, imanı, etnik kökeni olmaz. Bunların arkasına sığınmak suçu ağırlaştırır.
O yüzden Müslüman’a düşen bu suçları örtmek değil aydınlatmak olmalıdır.
Değil mi ihvan?
Yazının Devamını Oku 10 Eylül 2006
<b>ANKARA</b><br>İSMAİLAĞA Camii merkezli üç cinayet de çözülmez. Çünkü tarikatta suç ve ceza için alternatif adalet sistemi vardır. Böylece yabancılar karışmaz, lüzumsuz sorularla iman sarsılmaz, rant düzeni bozulmaz.
* * *
Biliyorsunuz İsmailağa Cemaati, Nakşilerin Halidiye kolundan.
Dolayısıyla ben de tezime örneği Nakşi Cemaati’yle sınırlı tuttum, başka bir sebep aramayın.
Batman’da bu yılın 30 Ocak günü öldürülen Zilan Şeyhi Süleyman Bağdu’yu hatırlayalım.
Lüks cipinde kırmızı ışıkta beklerken üç araçtan açılan çapraz ateşle 26 kurşunun hedefi oldu.
Beşiri İlçesi Örmegözü’ndeki Zilan Türbesi’ndeki cenaze namazına binlerce müridi katıldı.
Siirt-Batman karayolunda 2 kilometrelik araç kuyruğu oluştu.
Buraya kadarki bilgiler gazete haberi... Ama dün önemli bir ayrıntı öğrendim.
İlginçtir, Bağdu ailesi suikasttan haftalar sonra bile adalete başvurup şikáyetçi olmadı.
Soranlara, "Bizde taziye merasimi uzun sürer, fırsat olmadı" diye garip bir gerekçe sunuldu.
* * *
Batman polisinin elindeki tek ipucu, şeyhin ölmeden bir gün önce İstanbul’da yaşayan kardeşi İsmail’e yaptığı ileri sürülen "Türbedeki gerginliği biliyorsun, sakın yalnız gezme" uyarısıydı.
Neydi bu gerginlik ve türbenin önemi... Anlamak için şeyhin aile hikáyesini bilmek gerekiyor.
Aile büyükleri Şeyh Halit ile Şeyh Kasım, önce 1925’te Manisa’ya, 1937’de Giresun’a ve son olarak da 1945 yılında yine Manisa’ya sürgüne yollandı. Aile bu sürgün yıllarında Trakya’dan Karadeniz’e kadar uzanan binlerce mürit (toplamının 200 bin olduğu tahmin ediliyor) kazandı.
Bağdu Ailesi, Örmegözü’ne dönünce müritleri de yılda bir kez mayıs ayında toplu ziyaret geleneği başlattı. Uzunluğu bir kilometreyi bulan yer sofraları kuruldu, şenlikler düzenlendi.
1975 yılında yani daha 24 yaşında babasının yerine posta oturan Şeyh Süleyman Bağdu’nun döneminde Zilan Türbesi, medya haberleriyle daha da ünlendi.
* * *
Cinayet, cemaatte iktidarın güç merkezi konumundaki türbeye defin izni yüzünden işlendi.
Süleyman Bağdu’nun amca oğlu Doktor Yavuz Tüzün, ocak ayının son haftasında ninesini kaybetti ve türbeye defnetmek istedi. Ancak Şeyh Bağdu kendisinden izin alınmadığı için itiraz etti.
Gerginlik arttı, şeyhin yakınları Doktor Tüzün’ü hırpaladı.
Batman polisi kentin ileri gelen isimlerinden, 23 ortaklı Özel Batman Hastanesi’nin ve turizm şirketinin sahibi doktorun dövülmesine kayıtsız kalmadı. Ama kimse polise yardım etmedi.
Israrlı sorular, "Bilmiyoruz, tanımıyoruz" diye geçiştirildi.
Ama birkaç gün sonra şeyhe pusu kuruldu, öldürüldü.
Bir süre sonra üç zanlı yakalandı, ardından Doktor Yavuz Tüzün bir köy evinde saklanırken ele geçti. Azmettirici olduğu iddiasıyla cezaevine konuldu.
* * *
Vuran da, vurulan da, polisle, savcıyla, hákimle işi olsun istemiyor.
Tarikat dediğin zaten tanımı gereği "alt kimlik", bir de alternatif adalete sığınılırsa. Korkarım hukukun üstünlüğü rafa kalkar, yalnızca üstünlerin yani şeyhlerin hukuku işler.
Yazının Devamını Oku 9 Eylül 2006
<b>ANKARA</b><br>İSMAİLAĞA Camii cinayeti çözülmez; çünkü gerçek nedeni açığa vurmak kimsenin işine gelmez. Hatta mağdurun bile!
Katilin meczup (ve ölü) olması meseleyi basit adli vakaya dönüştürmez. Hatta tam aksine "meczubun arkasında kim ve/veya kimler var?" sorusu önem kazanır. Birkaç sebeple;
1) İsmailağa Cemaati’nin lideri yaşlıdır, hastadır. Dolayısıyla ortada bir "hilafet" yarışı vardır. Mesele sadece veliaht olarak algılanan ismin tasfiyesinden ibaret değildir.
Cinayet potansiyel adaylardan birisine yıkılırsa (ki herhalde cemaatin önde gelen isimlerinden Zekeriya Yücedal’ın Cüppeli Ahmet Hoca’yı işaret eden sözlerini okudunuz) rakiplerin önü açılır.
2) İsmailağa Cemaati kapalı toplum olabilir, ama yoksul sayılmaz. TV’si, radyosu, dergisi, vakfıyla 200 milyon dolarlık bir servete sahiptir. Çarşamba’nın ortası Medine Çarşısı’dır. Cemaatin üniformayı andıran kıyafeti bu çarşıda üretilir. (Hatta geçenlerde bu işlerde uzman bir isme "Kendi özel parfümleri, kokuları varmış" dedim, "Zaten kendileri üretiyor" diye doğruladı.)
3) İsmailağa Cemaati, Trabzonlu, Rizeli yani çoğunlukla Karadeniz kökenlidir. Ancak cemaatin İslami çevrelerdeki ünü, rakip cemaatleri kıskandıracak hal almıştır. Gerçi İsmailağa’dan bir cemaat önderinin "Yol birden fazladır, herkesin yolu ayrıdır" sözü anlamlıdır, ama bu ifade bile rekabetin izini taşır. Bu arada, katilin Menzil’den geldiğini hatırlamakta yarar vardır.
(Bu son noktayı fazla abartılı ve uçuk bulanlar için hatırlatalım ki; Menzil şeyhi Muhammet Raşit Erol 1991 yılı Ramazan Bayramı’nda bayramlaşırken zehirli böcek ilacı dolu bir şırıngayla suikasta uğradı. Hayatı kurtuldu ama elindeki yaralar iyileşmedi. Şeyh Erol 1993 yılında öldü.)
* * *
İsmailağa Camii cinayeti çözülmez; çünkü "iyi saatte olsunlar" kadrosunun ayağı bu cemaate alışıktır. Ve eğer dış müdahale ya da azmettirme varsa, o zaman, ne katil, ne de kurbanı eylemin gerçek neden ve sonuçlarını kestirebilir.
Mesela, 28 Şubat’ın ünlü kıldığı Ali Kalkancı tarikatını hatırladınız mı?
a) Kimilerine göre Kalkancı (ve Fadime Şahin) skandalı İsmailağa Cemaati’ndeki iç çekişmeyle patlak verdi.
b) Diğerleri Mahmut Ustaosmanoğlu’nun damadı Hızır Ali Muratoğlu’nun sekiz yıl önce ve yine İsmailağa’da öldürülmesini Kalkancı olayına misillemeye bağlayacak kadar ileri gitti.
Tüm bu soruları telefonla ulaştığımız Ali Kalkancı’ya yöneltmeyi denedik.
Ama Kalkancı ne güncel, ne de eski günlere ilişkin soruları yanıtlamak istedi. Sadece, "Bir insanın bir haftada nasıl canavar haline getirildiğini gördünüz" demekle yetindi.
Haklı, çok ilginç bir süreçti!
* * *
İsmailağa Camii cinayeti çözülmez; çünkü suçu aydınlatması gerekenler isteksiz olabilir.
Hatta belki de önce onların kıblesinin veya tarikinin (yolunun) sorulması gerekebilir.
Ezcümle, tarikat cinayetinin çözülmesine sırasıyla;
i) önce tarikat hiyerarşisi,
ii) sonra diğer tarikatlar,
iii) ve son olarak da kamu görevlileri dahil tarikat düzeninden beslenenler engeldir.
Yani İsmailağa, üst üste dizilen küplerden sadece bir tanesidir.
Yerinden bir oynasa seyreyleyin siz gümbürtüyü!
Yazının Devamını Oku 5 Eylül 2006
<b>ANKARA</b><br>SONBAHAR, tezkereyle erken geldi Ankara’ya ve her yıl olduğu gibi senaryo mevsimi açıldı. Dün sağa sola danıştım, yeni sezonda en çok merak edilen konu başlıklarını seçtim.
Yerimiz elverdiği kadarını alt alta sıraladım.
* * *
Başkent şifrelerinde liste başı kuşkusuz Çankaya seçimlerine ilişkin.
Başbakan’a yakın bir kaynağa danıştım, "niyet" ve "ilan" arasındaki takvim farkına dikkati çekti.
Yani Başbakan’ın Çankaya’ya çıkma niyeti hakkında kimsenin kuşkusu yok.
Ama, "Bugün için verilmiş kararı var mı?" diye sorsanız, yakınları "henüz yok" diyor. Çünkü Başbakan’ın karakteri verdiği kararı hemen uygulamasını, mümkün değilse acil ilanını zorunlu kılıyor. İşte o yüzden yakınlarına göre Başbakan "karar vermek" yerine "karar takvimi" belirledi.
Çankaya hakkındaki kararı mümkün olduğunca geciktirerek, mesela nisan ayında almayı hedefledi.
Bu demektir ki Çankaya adaylığı konusunda önümüzdeki aylar niyet okumayla geçecek.
Anlamı: Siyasete ve piyasaya rahat yok!
* * *
Henüz yüksek sesle sorulmasa da, özellikle yabancı fonların merakı, raporların satır aralarından okunuyor: Terörle mücadelede yükselen maliyet acaba ekonomik dengeleri bozar mı?
Bu soruyu dün en yetkili isimlerden birisine yönelttim, bakın ne dedi:
"Hiç kimse merak etmesin, bu hükümet terörle mücadele için gerekli kaynağı her koşul altında bulur, esirgemez. Bütçenin o kalemi aşılırsa, diğerlerinde kesintiye gidilir, oraya aktarılır. Ama belki şaşıracaksınız, böyle bir ihtimal görmüyoruz. Çünkü son üç yıldır savunma bütçesinin tamamı hiç kullanılmadı, bu yıl da gerçekleşme bütçenin altında. Askerlerin tasarruf bilinci çok yüksek."
Anlaşılan düşük kur, terörle mücadeleyi en azından parasal anlamda ucuzlatıyor.
* * *
Lübnan tezkeresinden sonra hükümet üzerindeki PKK baskısı ve ABD’ye dönük yardım beklentisi artacak. ABD geçen hafta emekli bir generali "PKK koordinatörü" olarak atadı.
Ankara’nın da benzer bir atamayla (emekli bir paşa) süreci hızlandırması beklenirdi.
Ama beklentinin aksine, hükümet ve diplomatlardan ses çıkmadı.
Kimilerine göre Ankara önce üçüncü tarafın, yani Bağdat’ın hamlesini görmek istedi.
Yabancı bir diplomata danıştım, şu yorumu yaptı:
"Bildiğimiz kadarıyla geçen hafta Bağdat’ın üst düzey bir koordinatör atayacağı haberi Ankara’ya ulaştı. Koordinatörün Arap kökenli olacağı garantisi de verildi."
Yani PKK’yı bitirme görevi bir Türk, bir ABD’li ve bir de Arap’a düşecek.
* * *
Bugün AKP, asker tezkeresini Meclis’ten geçirmekte fazla zorlanmaz. Ama siyaseten asıl zorluk tezkere geçtikten sonra cami avlularında yaşanacak. Bakalım cumhuriyet tarihinde belki de ilk kez konuşan şehit annelerine kim nasıl dert anlatacak. Tekrar başa dönersek; Cumhurbaşkanı’nı Meclis seçecek ama siyasi meşruiyeti bu defa ana yüreği onaylayacak!
Yazının Devamını Oku 3 Eylül 2006
<b>ANKARA<br></b>DÜN bu köşede "Şeriat geliyor" ile "Din elden gidiyor" yelpazesinde tezgáhlanan Büyük Türk Yalanları’ndan ilkini Diyanet’in az bilinen resmi rakamlarıyla tartıştık, çürüttük. Bugünkü meselemiz bence daha ilginç. Çünkü devletin açık kayıtları/rakamları aksini kanıtlasa da, Türk vatandaşı "İsrail, GAP’ı kapıyor" yalanına inansın isteniyor.
Din konusunda taraflar ve gerçeklere neden sırt çevrildiğini anlamak zor değil.
Ama topu topu Kınalıada kadar vatan toprağının yabancıya satıldığı belli iken bu tartışmayı kamuoyu gündeminin ilk sırasında kim, nasıl ve hangi nedenle tutmaya çalışıyor?
Sanırım asıl yanıt arayan sorular bunlar.
Aktaracağımız olay belki "ilk kaynağı" yakalamaya yetmeyecek.
Ama çarkın nasıl döndüğünü anlamamıza yardım edebilir.
* * *
Bir yıl kadar önce GAP’ta istihbarat koordinasyonundan sorumlu subaya komutanlıktan yazı geldi. Yazıda, "GAP bölgesinde İsrailli şirket ve şahısların büyük miktarda toprak aldığı güvenilir kaynaklardan öğrenilmiştir. Gerekli incelemeyi yapın" talimatı vardı.
Yazının muhatabı subay hemen beş ilde kendisine bağlı birimleri harekete geçirdi.
İki aylık bir çalışmanın ardından sonuç masasına konuldu:
İsrail vatandaşına, şirketine kayıtlı tek metrekare toprak yoktu!
Ancak yanıt yazısı Ankara’ya ulaştığında kıyamet koptu.
Bu sefer en tepeden gelen yazıyla araştırmanın devamı istendi, "Kaynağımız çok güvenilir, daha iyi inceleyin, mutlaka bulun" diye emir tekrarı yapıldı.
Koordinatör subay bu kez işi bizzat üstlendi. Harran Ovası’nda konuşmadığı muhtar kalmadı, tapu kayıtları tek tek tarandı... Ama nafile, sonuç değişmedi, GAP’ta İsrail izine rastlanmadı.
Yine iki-üç aylık bir çalışmanın sonucunda Ankara’ya "maalesef bulamadık" yanıtı giderken, bir de rica iletildi: "İncelemenin derinlik kazanması açısından İsrail’in GAP’ta toprak aldığını gösteren güvenilir kaynağın tarafımıza bildirilmesi..."
Yani çaresiz kalan yerel birimler, komutana kaynağını sordu. Ankara’nın yanıtı gecikmedi, "çok gizli" damgalı dosyadan tek bir "kaynak" çıktı. GAP’ı İsrail’in kapattığını sayısız kez kapak yapan haftalık bir derginin üç ay önceki sayısı.
* * *
Dördüncü kuvvet medya güvenilirliğini yitirdi diyenler utansın. İnancı teyit, korkuyu tahrik, saplantıyı tatmin edince nasıl bir anda güvenilir oluyoruz gördünüz mü!
Neyse şaka bir yana, bu hikáye bana çok bildik/tanıdık geldi.
Ankara’da sıkça yaşadığımız bir oyundur bu.
Tembel muhabir, örneğin bir yolsuzluğu kendisi araştıracağına muhalefet milletvekiline başvurur. Vekil, Meclis’e soru önergesi verir, gazeteci de vekili kaynak göstererek, risk almadan, yorulmadan haberini yazar. Ama bazen tersi de olur. Önce medyaya haber sızdırılır, ardından yazılan-çizilen kaynak gösterilerek soruşturma açılır, kamuoyu yaratılır.
GAP meselesinde bu ikinci yöntem mi kullanıldı, açıkçası kuvvetli şüphelerim var.
Eğer haklıysam, meselenin nasılını çözdük sayılır, geriye kalıyor nedeni.
Yazının Devamını Oku