Enis Berberoğlu

Seri cinayetler ve seri hatalar

28 Ekim 2006
ANKARAÖNCE izninizle düzeltelim, her seri cinayet, seri katil eseri değildir. Seri katilin kurban seçimi, cinayet gerekçesi, zamanlaması prototiptir, profili ele verir.

Bizdeki seri cinayetlerin zanlıları, uyuşturucu hap etkisinde üç kuruş için rastgele cana kıyan iki sabıkalıdır, abartmayın, rütbe takmayın.

* * *

Ama sakıncası yoksa, gelin yedi cinayetin güzergáhından bir de birlikte geçelim.

Yoldaki adli çukurlara, uygulama kara deliklerine bir kez daha dikkati çekelim.

1) Yakalama emri yoktu:

Kurban sayısı 3’e yükseldiğinde Kocaeli Emniyeti doğru refleks gösterdi. Müdür Yardımcısı 21 Ekim’de 81 ile yazı yolladı, iki zanlının kullandığı aracın plakasını geçti.

Dahası aracın sahibinden bir zanlının cep telefonu numarasını buldu. Savcılık talimatıyla teknik takibe geçildi, baz istasyonu yardımıyla suçluların yeri saptandı.

Ama aynı savcı, iki zanlının yakalama emrini çıkarmayı unuttu.

Zanlıların onlarca polis noktasından elini kolunu sallayarak geçmesi affedilmez kusur, kabul.

Ancak polis, zanlıları durdursaydı bile savcı emri olmadan onları yakalamaya yetkili değildi.

Biliyoruz, komik ama gerçek!

2) 24 saatte soruşturma:

50 saatte yedi cana kıyılmasına hayret ediyoruz da...

10 ile yayılan 7 ayrı olayın soruşturmasının 24 saatte tamamlanmasını makul karşılıyoruz.

Acaba zanlılara yer gösterme yaptırıldı mı, olay yeri inceleme raporları tamam mı?

Dileriz dosyadaki kamera kayıtları dışındaki kanıtlar da sağlamdır.

Çünkü haberlere göre zanlılar şimdiden birbirini suçlamaya başladı.

İkisi de "Ben yapmadım, arkadaşım öldürdü" diyor.

İfadelerdeki çelişkileri gidermek zor gözüküyor.

Pompalı tüfekler malum yivsiz, setsizdir.

"İkimiz de yapmadık" derlerse bakalım ne olacak?

Belki farkındasınız, Avrupa uyum yasalarıyla roller tamamen değişti.

Hazırlık soruşturmasının patronu eskiden polisti, bugün yetki savcıda.

Ama Türkiye bu ölçüde büyük reformu eski ve eksik altyapısıyla becermeye kalktı. Tabir yerindeyse, bataklığa gökdelenler dikildi.

Büyük kentlerin asayişi bozuldu, nüfus artarken gözaltı sayısı azaldı. (Üstelik gözaltına alınanların büyük bölümü gösterici, hırsıza uğursuza diş geçmiyor.)

Polise, adalete güven kalmayınca yasadışı örgütlere gün doğdu.

Varoşlarda hırsızın, kapkaççının cezasını halk mahkemesi kesiyor.

* * *

"Peki ne yapılmalı?" diye soranlara somut iki önerimiz var.

1) Türkiye Cumhuriyet Başsavcılığı:

Soruşturmayı savcı yapacaksa takviye şart. Yurtdışında terörle mücadele koordinasyonu için bile başsavcı atanıyor. Bizde maşallah terörün yanında asayiş sorunu var, çeteler cabası.

Savcıların tayini, eğitimi, sicili konusunda tek merkez çok yararlı olabilir.

2) Polis asıl işine dönmeli:

Bakan çocuklarına birkaç koruma, bina nöbetleri, futbol maçları.

Söyler misiniz hangisi polisin asli görevi?

En fuzulisi de maçlar. Çünkü neredeyse her spor kulübü, olay çıkartan holiganları besliyor, cebine harçlık koyup, otobüs kiralayıp deplasmana bile götürüyor.

Ama perhiz ve turşu misali stat kapısından polis eksik kalmasın istiyor.

Dünyada statlar, binalar, VIP isimler özel güvenlik tarafından korunuyor.

Türkiye’de öncülüğü yine Silahlı Kuvvetler üstlendi, askerlik şubelerinde pilot uygulama başladı.

Dileriz herkes aklını başına alır ve polis asıl işine geri döner.
Yazının Devamını Oku

Kolejli yine dönecek

22 Ekim 2006
<b>ANKARA</b><br>HEP söylerim; birisini itham için işaret parmağınızı sallarken, en az üç parmağınızın da sizi gösterdiğini sakın unutmayın. Dışladığınız, kuşkulandığınız, hoşlanmadığınız, size sandığınızdan çok daha yakın çıkabilir. Hatta belki de sizden birisidir, kim bilir?

* * *

1961 yılında USAID için çalışmak üzere İstanbul’a gelen ABD’li çiftin oğlu, Robert Kolej’e yazıldı. Orta üçte okula gitmek için 22 veya 30 numaralı otobüsü kullandı. Yağışlı günlerde okulun Bebek kapısından kampusa kadar 1952 model Chevrolet taksiyle yolculuk etti.

İki yıl sonra ABD’ye geri döndü. Türkiye’deki eğitimi yaşıtlarına göre o kadar iyiydi ki sınıf atladı, 16 yaşında mezun oldu. Yale için başvurduğunda bir yıl beklemesini istediler.

Tekrar İstanbul’a döndü, Robert’in Yüksek Bölümü’ne girdi.

Artık yatılıydı. Tek ıstırabı Boğaz manzaralı odasında soğuk suyla tıraş olmaktı.

O yıl Amerikan Hastanesi’nde apandisit ameliyatı geçirdi.

* * *

Yale’de tarih okudu. Tezini, "Atatürk Devrimleri: 1923-1938" olarak belirledi.

Araştırma yapmak üzere ertesi yaz Türkiye’ye, eski okuluna döndü.

Hocası Vakur Versan’a başvurdu, "Efendim mümkünse tezim için İsmet İnönü ve Celal Bayar ile görüşmek istiyorum" dedi. Versan, kısa bir süre düşündü, "Aslında eski mezunlardan birisi CHP’nin önde gelen isimleri arasına girdi, bakalım yardımcı olabilir mi?" karşılığını verdi.

İki gün sonra hocasının önerdiği aracıyla Ankara’da telefonla konuştu.

Karşısındaki isim, Bülent Ecevit’ti.

Amerikalı tarih meraklısı, genç Ecevit’in sayesinde İsmet Paşa ile buluştu.

Boğaz manzaralı bir evde Paşa’dan, Cumhuriyet yasalarını dinledi.

Büyük dönüşümün nasıl olup da rejimi tehdit etmeden gerçekleştiği sorusuna yanıt aradı.

Tarih öğrencisi gencin şansı yaver gitti, Celal Bayar’la da görüşme fırsatını buldu.

ABD’ye döndü; okulunu bitirdi, yüksek lisans çalışmasını tamamladı.

1970 yılında evlendiğinde balayı için yine Türkiye’yi ve hatta eski kampusunu seçti.

Hocalarından birisi kilim toplamak için Anadolu’yu dolaşırken lojmanında kaldı.

İki hafta sonra eşiyle Şile’deki Kumbaba pansiyonuna geçti.

Yıllar sonra balayını, "yaşamının en romantik günleri" olarak hatırladı.

* * *

Türkiye meraklısı ABD’li genç, 1977 yılında Dünya Bankası’na girdi.

Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nde uzmanlaştı.

Ardından güney Balkanlar’ın, yani Romanya, Bulgaristan ve Hırvatistan’ın sorumluluğunu üstlendi.

Yani yine bizim coğrafyadan uzak kalamadı.

Son olarak 2003 yılında Türkiye direktörü olarak Ankara’ya atandı.

Sözünü ettiğimiz uluslararası memurun adı Andrew Vorkink’ti.

Vorkink üç hafta sonra Türkiye’den ayrılıyor, ama yine dönecek.

Seneye ya Boğaziçi veya Koç Üniversitesi’nde hocalık yapacak.

* * *

Andrew Vorkink’in hikáyesini neden aktardım?

Belki de sadece Türkiye değil çoğu gelişen ülkede yaygın olan, uluslararası memurlara duyulan kuşkuya aykırı bir örnek sergilediği için. Ama daha da önemlisi, gazeteciliği fikri bir mertebe, tavır uzmanlığı saymadığım ve güzel hikáye anlatma sanatı olduğuna inancım yüzünden yazdım.

Bu hikáye anlatılmasa olmazdı.

Şimdiden iyi bayramlar.
Yazının Devamını Oku

Irak petrolü tutkal gibi

21 Ekim 2006
<br>ANKARA</b><br>Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir hangi paranoyayı tetikledi? 1) Türkiye tıpkı Irak gibi bölünüyor mu?

2) Zengin su ve enerji kaynakları elden gidiyor mu?

Tabii ki bu iki sorunun dayandığı temel bir varsayım var: Irak üçe bölünüyor; kuzey Kürtlere, güney Şiilere bırakılıyor, Sünni Araplar ortaya sıkışıyor.

(Aslında belki de paranoya deyip geçmemek lazım, Türk dış politikasının mimarları bu yüzden yıllarca Saddam’ı müttefik saydı, hálá öyle düşünenler var!)

* * *

Gelin Baydemir’in ne dediğinden önce temel varsayımı tartışalım.

Irak hakikaten üçe mi bölünüyor ve bu korku son günlerde neden hortladı?

Cevabı belli: Irak’ın idaresi o kadar güçleşti ki sonunda bıçak kemiğe dayandı.

Ülkenin üçe bölünmesi/petrol geliri paylaşımını öngören özerklik yasası gündeme geldi.

Ama ABD Başkanı George W. Bush, Irak Başbakanı Nuri El Maliki’yi aradı ve plana karşı çıktı.

Bush’un itirazı üç yönlüydü: i) Bölünme Sünni ve Şiiler arasındaki çatışmayı artırır ii) Özerkliğe kavuşan Kürtler, Türkiye ve Suriye’yi rahatsız eder iii) Irak petrolü bölünemez.

Maliki’nin ne dediğini merak bile abes, tabii ki Başkan Bush’u onayladı.

* * *

Zaten ABD’nin derdi belli. Eğer Bağdat’ı idare edebilirse, ülkeye hákim olacak.

O yüzden merkezkaç kuvvetine hizmet edecek hiçbir teori/eyleme tahammülü yok.

ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın son Irak gezisi Türkiye’de pek yankı bulmadı.

Oysa Rice bu gezide hem Kürtlere, hem de Bağdat’a -kamuoyuna açık mesajlarla- balans ayarı yaptı.

Mesut Barzani görüşmesinde, "Petrol için tek yanlı hareket etme" uyarısını dile getirdi.

Başbakan Maliki’ye "Kürtleri dışlama, işbirliği yap" tavsiyesinde bulundu.

Aslında Rice’ı alarma geçiren petrol kavgası adı konmamış özerklik testiydi.

ABD yönetimi Irak petrolü için yabancı şirketleri devreye sokan yasa için bastırıyor.

Kürtler bu yasayı fırsat bilerek kendi bölgelerinde antlaşma yapmak amacıyla harekete geçiyor.

Ancak Bağdat’taki merkezi otorite hem Kürtleri hem de yabancıları "yetkiniz yok" diye uyarıyor.

Yani Irak petrolü sanılanın aksine bölmüyor, aksine tutkal gibi bir arada tutuyor.

* * *

ABD şu anda Irak Kürtleriyle meşgul gibi gözükebilir. Ama Kürt bloku kurma vizyonunu yitirmediği, Bush’un Türkiye ve Suriye’nin hassasiyetini dikkate alan sözlerinden belli. Yani Washington Irak Kürtlerini korurken diğer ülkelerdeki Kürtleri hedef haline getirmekten özellikle kaçınıyor.

Eğer bölgede bir Kürt bloku mukadderse... Ortağı ve/veya hamisi kim olacak?

Aylar önce, "Kürtler birliği, Türkler petrolü özlüyor" diye yazınca çok tepki aldım.

Ama zaman beni haklı çıkardı, konjonktürü yanlış okuyan Osman Baydemir’i boş havuza atlattı.

En azından ben öyle düşünüyorum.
Yazının Devamını Oku

Türkiye ve AB için en kritik 10 hafta

17 Ekim 2006
LÜKSEMBURGBAŞLIĞI abartılı bulanlar için Lüksemburg uçağından bir fotoğraf karesi. Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, uçağın ortasında AB troyka buluşması için birlikte yolculuk ettiği 25 gazeteciyle sohbet ediyor.

Abdullah Gül, Kıbrıs sürecini, TCK 301’i yorumluyor, Fransa’nın Ermeni kararını eleştiriyor.

Ardından potansiyel başbakan adayı kimliğiyle, belki de gelecekteki muhtemel koalisyon ortağı olarak gördüğü Mehmet Ağar’a, "Sizi izliyorum ve ciddiye alıyorum" mesajını yolluyor.

Uçağın ön bölümündeyse bakanlık kurmayları, Abdullah Gül’ün bugünkü Meclis konuşmasını yazıyor.

Her satırın, ayrıntının üstünden defalarca geçiliyor:

- Ermenilerle bin yıldır birlikte yaşayan Türkler...

- Hatta belki de Anadolu’ya ilk gelişte Ermenilerin verdiği desteği vurgulamak lazım.

- Bilmem ama sizce abartılı kaçmaz mı?

Bu yoğun mesai karşısında aklıma Batılı büyük bir ülke sefirinin çarpıcı yorumu geliyor:

- Önümüzdeki 8-10 haftayı Türkiye’nin AB yolculuğu ve iç siyaseti için en kritik süreç olarak görüyoruz.

Hakikaten AB yolunda alınan ve/veya geciken kararlar artık sadece Brüksel’de yankı bulmakla kalmıyor. Seçim nedeniyle giderek ısınan/sertleşen iç siyasete de malzeme ediliyor, koz sayılıyor.

* * *

Ankara
, AB Dönem Başkanı Finlandiya’nın Kıbrıs önerilerine nasıl bakıyor, hızla hatırlayalım:

1) Maraş’ın BM’ye devri: Türkiye, Maraş’ı nihai çözüm paketinin parçası sayıyor. Kesin ret!

2) Magosa’dan ticaret: KKTC, Rumların izni gerekmeden mal satacaksa olabilir. Yani belki.

3) Limanların açılması: Türkiye’nin limanlarını/havaalanlarını Rumlara açması için KKTC’ye izolasyonun kalkması yönünde somut adım lazım. Ercan Havaalanı’ndan Londra gibi merkezlere doğrudan uçuşlar başlamalı. Başka deyişle bu madde pazarlığa tabi.

Fransa’nın ayıbı AB’yi Türkiye’ye karşı biraz yumuşatmış gibi. 301 değişir ve 9. paket eksiksiz çıkarsa işler düzelebilir. Ama aksi halde önümüzdeki 8-10 haftada neler olabilir?

Üç senaryoyu olasılık derecesine göre sıralarsak:

En olası senaryo:

Türkiye’nin Gümrük Birliği taahhütlerini yerine getirmediği, 8 Kasım’da yayınlanacak AB Komisyonu İlerleme Raporu’nda kayda geçer. Yıl sonunda toplanacak AB Liderler Zirvesi’nden Türkiye ile müzakerelerin bir bölümünü durdurma kararı çıkar. Gümrük Birliği ile irtibatlı en az 6 fasıl askıya alınır, ancak Avrupa süreci devam eder. (6 fasıl: Malların serbest dolaşımı, Gümrük Birliği, balıkçılık, taşımacılık, dış ilişkiler, dış güvenlik ve savunma politikaları.)

Bu senaryoda en önemli risk, Kıbrıslı Rumların müzakerelerin tamamını askıya alma girişimleri, tarama raporlarını önleme, başlıkların açılmasını veto ihtimalidir. Ankara böyle bir durumda, müzakerelerin hangi koşullarda gecikmeden başlayacağının önceden ilanında ısrarlı olacaktır.

En iyimser senaryo:

Rumlar, Finlandiya önerilerini reddeden ve uzlaşmayan taraf olur. AB, Kıbrıs meselesini bir süreliğine, örneğin 2008’e kadar erteler. Türkiye’ye seçim sonrasına, yeni hükümet kurulana kadar zaman tanınır. (Bu tür bir girişime ABD ve İngiltere ekseninden çok güçlü destek gelir.)

Sürpriz senaryo:

Yıl sonuna kadar Kıbrıs’ta adil ve kalıcı çözümde anlaşmaya varılır, tren kazası önlenir.

Bu senaryonun en güçlü taraftarı, sorunu kucağında bulmak istemeyen AB’nin gelecek dönem başkanı Almanya’dır.

Gördüğünüz gibi seçenekler arasında şimdilik "kıyamet senaryosu", yani tamamen kopuş yok.

Şimdilik!
Yazının Devamını Oku

Demokrasi unutkanların rejimidir

15 Ekim 2006
ANKARA<br>FRANSIZ mektebindeki kızım İstanbul’dan aradı.Malum yasa Fransız Meclisi’nden geçtiği saatlerde okul dağılmış. Tedbiren okul önüne yollanan sivil polis öğrencileri, "Üniformayla toplu yürümeyin, hedef olmayın" diye uyarmış.

Kızımı dinlerken TV’lerin son dakika haberini hatırladım: Orhan Pamuk, Nobel almış.

Sizce yıllar sonra, diyelim ki 2036 yılında kızım eşzamanlı bu iki olaydan hangisini hatırlayacak?

30 yıl sonra, yine varsayalım ki kendi kızına o günle ilgili ne anlatacak?

Orhan Pamuk’un ödülünü mü, yoksa okul önündeki tacizi mi?

Kızımı ve insanı biraz tanıyorsam; Nobel’i hatırlayacak ve anlatacak.

Çünkü insan doğası iyiyi hatırlar, kötüyü çabuk unutur.

Dahası, eminim sizin de anne ve babanızla tecrübeniz benzerdir.

Rahmetli anne-babamdan hep iyiyi dinledim, kötüyü kendilerine sakladılar. Geleceğe miras olarak hınç ve nefret bırakanlar, çıkış bulamayınca kuyruğuyla intihar eden akrep gibidir.

Bırakın Fransız Meclisi o kahreden zehirde boğulsun, gelin siz uymayın.

Nobel’in haklı keyfini yaşayın, Orhan Pamuk’un ne dediğini beğenmeseniz de ödüle kızmayın.

Zaten o sözleri unutacaksınız, şu boş kubbede baki kalacak hoş sedadır, gerisini takmayın.

* * *

Ben bazıları gibi (mesela Ertuğrul Özkök?) kendimi sakınmadan yazamam. Dolayısıyla siyaseten Polyanna metnini andıran bu girizgáh nasıl yazıldı, inanın ben de şaşkınım.

Üstüne bir de "Mehmet Ağar ilham verdi!" desem sanırım siz de hayret edersiniz.

Mehmet Ağar’la on yıl önce çok farklıydık. Susurluk sürecindeki duruşunu çok eleştirdim, sanırım kendisi de ısrar ve inatla yazdıklarımdan hoşnut değildi.

Tam on yıl geçti, bana sorarsanız ne o değişti, ne de ben.

Devir değişti, koşullar değişti, Ağar da farkında, ben de.

Mehmet Ağar özetle dedi ki: Vatanı kurtardık, şimdi de vatandaşı kurtaralım.

DYP tabanı da dahil çok kişi ayağa kalktı, isyanları oynadı.

Yine nefret gözleri mühürledi, kulakları tıkadı.

Oysa Ağar’ın cümlesinde iki hüküm var.

İlk olarak diyor ki, "Vatan kurtuldu".

Elhak doğru: Apo hapiste, kurtarılmış bölgeler, ilçeler kalmadı, yollar kesilmiyor, her ay yüzlerce şehit vermiyoruz, örgüt ateşi kesmek zorunda kaldı, vb.

İkinci olarak diyor ki, "Vatandaşı da kurtaralım".

Bu da doğru: Çünkü dağda 5 bin 500 eli silahlı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı var. Örgüt ham hayal uğruna ölüme hazır yüzlerce genci dağa çıkartabiliyorsa, bu işte bir yanlışlık yok mu?

Peki Mehmet Ağar ne demiyor?

"Af" demiyor, "Örgütü siyasi muhatap alalım" demiyor.

Neden demiyor, cesaret eksikliği mi, hiç sanmam.

Bence Ağar da siyasetin giderek Kürt ve Türk milliyetçiliği mengenesine sıkışmasından rahatsız.

Partisini ve liderliğini ortaya koymayı, çözümü makulde sunmayı deniyor.

Kızacağınıza düşünün: Gelecek yıl bu zamanlar sadece "laik mi, dinci mi?" veya "Türk milliyetçisi mi, yoksa Kürt milliyetçisi mi?" ikileminde oy atmayı içinize sindirecek misiniz?

* * *

Demokrasi, unutkanların rejimidir.

Unutmak size zor geliyorsa, tamam başa dönelim.

Yüz yıl öncesini haksız, yersiz ve zamansız önümüze koyanları hatırlayalım.

Yoksa unutalım mı?
Yazının Devamını Oku

Günde 150 bin kişiye iftar

14 Ekim 2006
<b>ANKARA</b><br>SANIRIM siz de iftar çadırlarının önünden her geçtiğinizde içeride kaç kişi olduğunu merak edersiniz. Bendeniz merakla kalmadım, AKP Genel Başkan Yardımcısı Dr. Şükrü Ayalan’a sordum. Şükrü Ayalan ve ekibi, AKP’nin büyükşehir, il ve ilçe belediyesini kazandığı 56 ili taradı, iftar çadırı sayısını saptadı. Parti kayıtlarına göre AKP’li belediyeler ramazanda bu illerde toplam 326 iftar çadırı kurdu.

* * *

İftar çadırlarının illere göre dağılımını aktaralım; rakamlar çadır sayısını gösteriyor:

Adana (2), Adıyaman (1), Afyon (11), Ağrı (7), Amasya (4), Ankara (31), Balıkesir (11), Bilecik (7), Bolu (5), Burdur (2), Bursa (14), Çanakkale (5), Çankırı (1), Çorum (3), Denizli (2), Diyarbakır (2), Erzincan (2), Eskişehir (2), Gaziantep (10), Giresun (5), Gümüşhane (2), Hatay (1), Isparta (13), İstanbul (71), İzmir (6), Kars (1), Kastamonu (2), Kırşehir (5), Konya (3), Kütahya (6), Malatya (1), Manisa (8), Mardin (1), Muğla (1), Muş (2), Nevşehir (1), Ordu (8), Rize (4), Sakarya (8), Siirt (1), Sinop (5), Sivas (2), Tekirdağ (8), Tokat (7), Trabzon (3), Şanlıurfa (2), Uşak (1), Van (1), Yozgat (3), Zonguldak (4), Bayburt (1), Batman (1), Yalova (6), Karabük (2), Osmaniye (3), Düzce (5).

* * *

Şükrü Ayalan’a ulaşan bilgiye göre bu çadırlarda her gün yaklaşık 150 bin kişi iftar açıyor. Aslında yaklaşık diyoruz ama Ayalan’da kesin rakamlar da var.

Sadece birkaç yerel örgütün verilerini abartılı bulduğu için kamuoyunu yanıltmak istemiyor, illere göre dağılım tablosunu kendisine saklıyor.

İftar çadırı coğrafyasına bakıldığında anlamlı bir matriks çıkarmak zor gözüküyor.

Nüfusa göre daha fazla çadır ölçü alındıysa; gerçi İstanbul başı çekiyor ama İzmir’de topu topu 3, AKP’li Adana’da 2 çadır bulunuyor. Dini hassasiyete göre desek, Konya’daki çadır sayısı 3. Güneydoğu’nun fakir illerinde daha fazla çadır var, ama zengin Gaziantep’teki çadır sayısı 10.

Gözüken o ki, tek merkezden, örneğin Ankara’dan belirlenmiyor.

Her belediye imkánına, sponsora göre hareket ediyor. AKP’nin çadırları ancak sorulunca sayması da tercihin yerele bırakıldığına bir başka kanıt!

Zaten bu yıl diğer partiler de iftar çadırı açarak hizmet rekabetine katıldı.

* * *

AKP Genel Başkan Yardımcısı Şükrü Ayalan’la sohbetimizde Cüppeli Hoca’yı da tartışıyoruz.

"Başbakan irtica değil, aşırılığı tarif ve cezalandırmayı öneriyor. Alın size kitabi aşırılık ve dahası din ticareti örneği, neden tavır almıyorsunuz?" diye soruyorum.

Ayalan, "Kişisel olarak kanaatim inanın sizden farklı değil" diyor.

Ama AKP’den çıkan tek tük ve cılız tepkiye bakılırsa, tabiri caizse filmin sonu merak ediliyor, "İşin ucu acaba bize de dokunur mu?" korkusu unutulmuyor.

Aslında mütedeyyin ile aşırıyı ayıran sınırın somut örnekle çizilmesi mümkün.

Ama ne yazık ki 28 Şubat fobisi/duvarı aşılamıyor.

* * *

Yazının sonunu yorum yerine haberle bağlayalım:

Genelkurmay’daki nöbet değişimi vesilesiyle gelecek hafta içinde medya yöneticilerine (genel yayın müdürleri ile Ankara temsilcileri) tanışma ve sohbet daveti planlanıyor.
Yazının Devamını Oku

10 soruda Fransa krizi

10 Ekim 2006
<b>ANKARA</b><br>BAŞKENTİN diplomatik ve ekonomik kulislerinde bu haftanın öncelikli gündem maddesi Fransa krizi. Çünkü sözde Ermeni soykırımını inkára ceza öngören yasa tasarısı 12 Ekim’de Fransa Ulusal Meclisi’nde oylanacak. Dün Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, hükümete bilgi verdi. Bakanlık yöneticileriyse başkent gazetecilerine krizin, dünü-bugünü-yarınını anlattı.

Sizler için 10 soru ve yanıtta Fransa krizini özetlemeye çalıştım.

* * *

1) 12 Ekim’de ne olacak?: 18 Mayıs’ta görüşülmesi ertelenen yasa tasarısı muhtemelen hiç tartışılmadan ilk gündem maddesi olarak oya sunulacak. Milletvekillerinin büyük bölümü seçim bölgesinde çalışma yürüttüğü için tasarının düşük katılımla yasalaşması bekleniyor.

2) Yürürlük tarihi ne zaman?: Yasanın Ulusal Meclis’ten sonra Senato’dan ve Cumhurbaşkanı onayından geçmesi gerekiyor. Cumhurbaşkanı’nın yasayı inceleme süresi 15 gün ve veto hakkı da bulunuyor. Ama Fransa’yı bilenler, yasanın seçim sonrasına kalmasına yüksek ihtimal veriyor.

3) Fransa’da benzer yasa var mı?: Yahudi soykırımını inkár edenlere de ceza uygulanıyor. Ancak bu yasa da ifade özgürlüğüne aykırı düştüğü için eleştiriliyor. 12 Ekim’de oylanacak tasarı, beş yıl önce yürürlüğe giren "Ermeni soykırımı vardır" yasasına muhalefete benzer mantıkla ceza öngörüyor.

4) Kimler inkárdan ceza alır?: Teorik olarak Ermeni soykırımını incelemek için kurulacak komisyona üye seçilecek Fransız tarihçisi bile "soykırım yok" hükmüne varırsa cezaya aday. Ama pratikte sokaktaki adam bu yasadan etkilenmez. Daha ilk cezada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bozar.

* * *

5) Ankara ne zaman öğrendi?: Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün birkaç hafta önceki Fransa gezisinde yasa tasarısı gündeme geldi. İçişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı adayı Nicolas Sarkozy, Bakan Gül’e bu tasarının önlenmesi için TCK 305’in değiştirilmesi de dahil bazı önerilerde bulundu.

6) Şimdiye kadar ne yapıldı?: Dışişleri’nin girişimlerinin yanı sıra Türk parlamenterler heyeti, her görüşten Fransız politikacılarla buluştu. Sadece teklif sahibi sosyalistler görüşmekte isteksiz davrandı. Başbakan, Türkiye’de iş yapan Fransız şirketlerini uyardı.

7) Büyükelçimiz geri çekilecek mi?: 12 Ekim’de tasarı Ulusal Meclis’ten geçse bile büyükelçinin geri çekilmesi düşünülmüyor. Çünkü sadece Paris’teki Türk büyükelçisi değil, Ankara’daki Fransa sefiri de çok başarılı bulunuyor, iletişim kanallarının kapatılması sakıncalı görülüyor.

8) Cezayir örneği doğru mu?: TBMM’nin "Fransa, Cezayir’de soykırım yaptı" yasasını çıkartması diplomatik kaynaklara göre hata olur. Öncelikle Türk Meclisi, Fransa’nın yanlışını tekrarlar, daha önemlisi Türkiye-Fransa arasındaki soruna üçüncü ülke (Cezayir veya Ermenistan) eklenir.

* * *

9) Ekonomik misilleme olur mu?: Zaten Türkiye tepkisini sivil toplum örgütleri yoluyla ve ekonomik misillemeyle göstermeyi planlıyor. Ancak tepki ulusal çıkarlara zarar verecek ölçüye taşınmayacak. Fransız şirketlerinin Türk ortakları ile Türk işçilerinin durumu göz önünde tutulacak.

10) Fransa ihale alacak mı?: Hayır. Başta Eurocopter ve nükleer santral olmak üzere Fransız şirketlerinin üstü çizildi.

* * *

Fransız krizini yorumsuz aktardım.

Bir de kişisel duyurum olacak.

Yüce Meclis’e saygım sonsuz, ama eğer "Fransa, Cezayir’de soykırım yapmadı" diyene ceza öngören bir yasa çıkartırlarsa kesinlikle itiraz ederim. Hatta yasayı ilk çiğneyen belki de ben olurum.

Çünkü ifade özgürlüğü, çifte standart kaldırmaz. Ne Paris’te, ne de Ankara’da!
Yazının Devamını Oku

Siyasi aşırıyıtarifin 16 ipucu

8 Ekim 2006
<b>ANKARA</b><br>BAŞBAKAN’ın "mürteci" (eskiye dönüşü isteyen) yerine kullanmayı tercih ettiği "aşırı" (muhtemelen İngilizce extreme sözcüğünün tercümesi) tarifinin hukuken suç ve ceza formatına oturtulmasının çok zor olduğunu dün izaha çalıştım. Çünkü aşırılık kişiye, yaşa, etnik/dini aidiyete göre bile değişir.

Bugünse pazar ve uzun/sıkıcı cümleler yerine basit bir hafta sonu testi sunuyorum.

Çevrenizdeki siyasi aşırıyı fark etmeniz için tam 16 ipucu. Okuyun ve bakın bakalım, etrafınızdan, TV ekranlarından veya köşelerden tanıdık gelen birkaç başlık çıkacak mı?

* * *

Öncelikle aşırıyı mücadele yönteminden tanırsınız; çünkü;

1) Haysiyet infazını sever. Fikirler yerine kişiliği hedef alır.

2) Ad uydurarak hakaret eder, hoşuna gitmeyen komünisttir, faşisttir, liboştur vb.

3) Çifte standart rahatsız etmez. Kendisi için istemediğini başkasına reva görür.

4) Muhalefete sansür sık sık aklına gelir, böylece sadece kendi sesini duymak ister.

5) Eleştiriyi aşağılama alışkanlığıdır, onlara karşı çıkan zaten aşağılıktır, öyle değil mi?

* * *

Bakalım aşırılığın akıl yürütme yöntemleri de tanıdık mı?

6) Yetersiz kanıt kesin hüküm vermeleri için yeterlidir, onlar zaten doğruyu bilir.

7) Muğlak genelleme tezlerine çok yarar. İki olay arasında tek benzerlik bile onlara yeter.

8) Siyah-beyaz dünyaları vardır, renkli TV’yi bile öyle izlerler, griye şans tanımazlar.

9) Kıyamet senaryolarını álemi korkutmak için kullanırlar, ya nükleer savaş kapıdadır veya bölünme.

10) Kestirme sloganlar çok işe yarar; çünkü milletin düşünüp yanlışı bulmasını önler.

* * *

Aşırı beyinler için konumlanma çok önemlidir:

11) Düşmanıyla tanımlanmayı severler, ne savundukları değil, kime karşı çıktıkları bellidir.

12) Olağanüstü hikmet sahibi olduklarına inandırmak isterler, ruhani, siyasi referans verirler.

13) Korkuyla kabulü ikna ederek kazanmaya yeğlerler, karşı çıkışları sindirirler.

14) Ahlaki üstünlük en büyük kozlarıdır, bir tek onlar namuslu ve düzgündür.

15) Duygusal tepki yaratmaya bayılırlar; çünkü duygu genellikle aklı bastırır.

16) Amaç için araç haklılığına inanırlar, yumurta kırılmadan omlet yapılmaz misali.

* * *

Şöyle bir baktım da, sanki birilerini tarif etmişim gibi.

İnanın öyle değil, aslında sadece Laird Wilcox’un 1987 tarihli "Siyasi aşırılık nedir?" makalesini aslına sadık kalarak biraz eğlenceli hale getirdim o kadar.

Tarifin gerçek hayata benzerliği sadece rastlantı eseridir...

Veya belki de değildir, karar size ait!
Yazının Devamını Oku