19 Mayıs 2009
<b>ANKARA</b><br>KÜRT meselesi tabii ki siyasi bir sorundur, ama çözümü illa ki ve sadece siyasetten geçmez. Hemen, "Nasıl oluyor?" tepkisini vermeyin, birkaç verinin üzerinden birlikte geçelim isterim. Madde bir: PKK’nın dağda 5 bine yakın silahlı adamı var, aşağı nasıl indirilecek?
Duyamadım, "af" mı dediniz, peki gelin tartışalım: Bu 5 bin kişinin yarısı Suriye uyruklu.
Kimin vatandaşına hangi yetkiyle af ilan ediyorsunuz?
Madde iki: "Affı boşverip savaşa ağırlık versek" diyenler için...
Türk Silahlı Kuvvetleri son 25 yılda 40 bine yakın PKK’lıyı "etkisiz hale getirdi". Ama dağdaki silahlı güç sayısı azalsa da hiçbir zaman ihmal edilebilir düzeye, örneğin 100 kişiye düşmedi.
Üstelik her yeni katılım, dağdakine moral veriyor, silah bırakmayı zorlaştırıyor. Madde üç: Kürt davası PKK’nın silahlı terörü başlattığı 1984 ile kıyaslanmayacak durumda.
"Dağda yaşarlar, karda yürürken, kırt kırt diye ses çıkan adları oradan gelir" saçmalığı resmi tezdi.
Bugün "Kürt meselesi" Cumhurbaşkanı’nın söylemi; Başbakan Kürt TRT’si açılışını yapıyor.
Ama kabul edelim ki, kültürel hak ve kimliğin teslimi savaşı bitirmeye yetmedi.
Madde dört: Kürtler dört ülkede, Türkiye, Irak, İran ve Suriye’de yaşıyor.
Sorun da, çözüm de ancak bu ortak coğrafyanın tamamında kabul görmeli.
İran’ın Kürdistan politikası, Irak’ta yankı bulmadı; Kuzey Irak’taki otonom yönetim, PKK’yı bitirmedi.
Tabii ki bu yerel çözüm, küresel gerçeklere ters düşmemeli.
* * *
Bu dört maddede anlaştıysak, gerisi çok daha kolay... Hani moda tabiriyle en kötüsü geride kaldı sayılır. Bakmayın siz bazı DTP sözcülerine... Silah yoluyla harita çizildiği, sınırların değiştiği günler artık tarih oldu.
Aksi halde ABD, Irak’tan çekilir miydi; Kürtler Irak’ın toprak bütünlüğüne bağlı kalır mıydı?
Bence artık bağımsızlığın tarifi değişti.
İnsanca yaşam ve ekonomik refah her değerin önüne geçti.
Kürtlerin kurtuluşu da ancak bu yönde ilerlemelerine bağlı.
Çözümü dağda arama, kimse kusura bakmasın ama çağdışı kaldı.
İşbu sebeple, Ankara’da son günlerde yüksek sesle tartışılan... Kürt Ekonomik Birliği modelini çok önemsiyorum. Türkiye, Irak ve Suriye’nin Kürtler için ortak bir cazibe merkezi kurması çalışmaları daha çok yeni. Ama hem yerel, hem de küresel ölçekte karşılığı olduğu ve bu yüzden hemen herkesten teveccüh gördüğü de belli.
Türkiye, Iraklı Kürtlerin Kerkük-Ceyhan boru hattından petrol ihracatına izin verdi, hatta teşvik etti. Yine Kürt gazı Avrupa’ya uzanan Nabucco şebekesine bağlanacak. Demek ki en azından ABD ve AB işin içinde!
İsterseniz hayal deyin, ama ben çok gerçekçi düşündüğüme inanıyorum. Altı yıl önce (20 Nisan 2003), bu köşede yine yazdım; belki o zaman çok erkendi.
Ama bugün kesinlikle zamanı geldi. Türkiye’nin tek caydırıcı gücü, saygın, modern ve savaşçı ordusu değildir. Erbil, Kamışlı (Suriye), Sine’yi (İran) alın, bir de Diyarbakır’ı düşünün. Hangi kent Kürtlerin kültürel ve ekonomik kıblesi olmaya adaydır?
Çözüm bu sorunun yanıtında yatıyor ve uzak değil.
Palyaço değil aykırı
TÜRKAN Saylan Hoca’nın son fotoğrafları arasında bir tanesi dikkatimi çekti. Palyaço burunlu olanı.
Yıllar önce Patch (Hunter) Adams’ın filmini izleyince bu sıra dışı ve aykırı doktoru çok sevmiştim. Tıp Fakültesi’nde rahat edemeyen, mesleğini sosyal güvenlik şemsiyesinden yararlanmayan yoksullara adayan bu Amerikalı doktor, bildiğim kadarıyla hálá yaşıyor. Kimsesiz çocuklara, ağır hasta miniklere palyaço kıyafetiyle şifa dağıtıyor.
Türkan Hoca’nın siyaseten kimin izinde gittiği hepimizin malumu. Mesleğindeki rol modellerinden birisine de son fotoğrafıyla işaret etti diye düşünüyorum.
Yazının Devamını Oku 17 Mayıs 2009
<b>ANKARA</b><br>BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ı "hakiki" ve halkı temsil eden politikacı yapan özelliği çok. Sayalım: Karadenizli, bıyıklı, futbolcu (ayrıca ve hálá Fenerli), muhafazakár, dindar, eşi ve kızları tesettürlü, bunlar aklıma ilk gelenler. Demek ki Tayyip Bey, Türk toplumunun çok sayıda genetik şifresini bünyesinde taşıyor. (Dilerseniz aynı testi diğer liderler için de yapın, bakalım kaç ortak vasıf bulabileceksiniz.)
* * *
Nitekim önceki gün Polonya’nın Gdansk kentinde üniversite talebelerine hitap ederken... Türklere has bir başka özelliği, ev sahipliği kompleksini dışa vurduğunda açıkçası pek şaşırmadım.
Türkiye-Azerbaycan-Ermenistan üçgeninde diplomasinin dar koridorlarında dolaşan Başbakan hızını alamayınca ekmeğini Türkiye’de, İstanbul’da arayan, kaçak çalışan 40 bin Ermenistan vatandaşı hakkında şu ifadeyi kullandı:
"Niye bunlar bizim ülkemize geldiler? Çünkü Ermenistan’da sıkıntı büyük, sefalet var. Bizim ülkemizdeler, ama biz bunları iade etmiyoruz. Şu anda ülkemizde barınma mücadelesi veriyorlar. Gerekirse geri de göndeririz, ama böyle bir şeyi biz insani yaklaşım olarak doğru bulmuyoruz." Türkiye ve Ermenistan arasında tarihten kaynaklanan, Yukarı Karabağ işgali ile alevlenen sorunlar varsa... Devletler arası meselede Kumkapı’da boğaz tokluğuna çalışan garibanın suçu, günahı ne?
Denklemi tersten kuralım... Alman Başbakanı bizimkine her kızdığında... "Bakın yıllar önce misafir işçi (Gastarbeiter) olarak davet ettiğimiz Türkler ülkemize kazık çaktı, kaçağıyla, resmisiyle Türkiye’ye geri yollamıyorsak lanet olsun içimizdeki insanlık sevgisine" dese hoşumuza gider miydi?
* * *
Başbakan’da bu haller yeni belirdi... Hatta bence ev sahipliği kompleksini aşan miras hukukuna giren arazlar gösterdi. Mesela İsrail’e Gazze nedeniyle haklı öfkesini göstermek isterken... Kalktı 600 yıl önceye gitme ihtiyacını hissetti:
"Biz, dedeleriniz, ecdadınız kovulduğu zaman, sizi kalkıp da bu topraklarda ağırlayan, bu topraklarda misafir eden Osmanlı’nın torunları olarak konuşuyoruz."
600 yıl bile ev sahibini, misafirinin artık yerleşik düzene geçtiğini ikna edemiyorsa... Bu topraklarda öteki sayılma suçunun zamanaşımı konusunda hayli kötümser olma hakkımı kullanıyorum. Yıllarını kiracı olma sanatına adayan bir ağabey veya kardeşiniz olarak ekliyorum. Ev sahibinin kötüsü, geçici konumunuzu sürekli kafanıza kakandır... "Almanya’dan kardeşim gelebilir, size her an çıkın diyebilirim" hissini yaşatandır... Evim dediğiniz mekána çivi bile çaktırmayan, sizin kılmayandır. Türkiye gibi 72.5 milletin bir arada barış içinde yaşadığı coğrafyada.... Ev sahipliği taslamak sadece Kürt meselesini düşünseniz bile tehlikelidir.
Hem zaten tapusuna sahip çıkacak kadar uzun süre hangimiz yaşadık ki bu topraklarda?
Erbil sınır istemiyor
YAKLAŞIK iki aydır Barzani yönetimindeki Kuzey Irak’ın Erbil kentinde Türkçe bir gazete internette yayımlanıyor. Gazetenin imtiyaz sahibi ve Başyazarı Rebvar Kerim Veli, dün çıkan son sayıda Türkiye’nin Kürt sorununu çözmesi halinde muhtemel geleceği kendi penceresinden yorumladı. İki paragrafı hiç dokunmadan aktarıyorum:
"Türkiye kendi içindeki Kürt sorununu çözdüğü zaman artık daha güçlü bir ülke olmuş olacak ve daha rahat hareket etmiş olacaktır. Bunların bir sonucu olarak da Türkiye nasıl ki dünyadaki bütün Türklere destek çıkıyorsa artık Kürtlere de destek çıkmak zorunda olacaktır. Bundan dolayı da Iraklı Kürtler artık Ortadoğu’ya hükmeden güçlü bir Türkiye’nin himayesi altına girecekler."
"Çözümle birlikte Iraklı Kürtler ve Türkiye’deki Kürtler arasında bulunan ve Türkiye sınırı olarak bilinen sınır belki tarihe karışacak ve Iraklı Kürtler, Türkiye’ye entegre olacaklar."
Kürt meselesini sadece "ayrılıkçı" etiketiyle mahkûm edenler... Bu bütünleşme arzusunu görmezden gelmesinler lütfen.
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2009
ANKARAAKP’nin 29 Mart’taki oy kaybı... Başbakan’ın hálá teğet geçtiğini sandığı küresel kriz... İkisi arasındaki nedensellik ilişkisi sokakta boş gezenlerce zaten aylar önce kuruldu, sandığa yansıdı.
Gecikmeli yayımlanan işsizlik rakamları bu açıdan malumun ilamından öteye geçemedi.
Ancak şeytan yine ayrıntıda gizliydi... İşsizlerin adresi 2 yıldan az sürede değişti.
Nasılını anlatabilmek için -ne yazık ki- kısaca teknik bilgi sunmak zorundayım.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) işsizlik rakamlarını üç ay geriden takip ediyor.
Dolayısıyla örneğin şubat rakamları kamuoyu ile mayıs ayında paylaşılıyor.
TÜİK geçen ay işsizlik hesabında kullandığı nüfus veri setini değiştirdiğini açıkladı: Eskiden nüfus sayımı ve buna bağlı tahminleri esas alıyordu... Artık Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) rakamlarını kullanıyor.
Bu amaçla TÜİK geçen yılın nüfus ve işsizlik rakamlarını da yeni veri setine göre düzenledi.
İki sistem arasındaki fark işsizlik oranı yönünden fazla büyük değil.
Yeni hesaplamada işsizlik eski verilere göre iki aydır binde 3 daha yüksek çıkıyor.
Asıl büyük değişim nüfusun ve dolayısıyla işsizlerin kent-kır dağılımında gözleniyor.
Çünkü TÜİK yeni veri setinde kent nüfusunu eskisine göre 4 milyon kişi fazla kabul ediyor. İşsizlik kırdan çok kentlerin hastalığı... Dolayısıyla işsizliğin adresi artık daha gerçekçi tarif ediliyor. Ve AKP’nin oylarının büyük kentlerdeki serbest düşüşe geçmesinin rastlantı değil, siyasi kader olduğu ortaya çıkıyor.
Peki aklınıza şu soru gelmiyor mu?
TÜİK’in eski işsizlik rakamlarında kullandığı nüfus veri seti 22 Temmuz 2007 seçimlerinde de esas alındı. İşsizlikteki farka bakınca, "Acaba?" diyorum, nüfusa dayalı sistem kullanılsaydı seçim sonucu nasıl çıkardı?
22 Temmuz seçimlerinden sonra aniden ortaya çıkan 5 milyon yeni seçmenin sırrı çözülecek miydi?
Sormaya, bakmaya değmez mi?
Ölüsü de, dirisi de para ediyor nitekim
YEŞİL’in ölüsü sessizliği açısından tercih sebebiydi. Ama son dönemde dirisi daha iyi para etmeye başladı. Çünkü oğlu Murat büyüdü, serpildi. Mesleği itibarıyla babasının namını yürütmeye muhtaç. Hatırlayanlar çıkabilir. 2 yıl önce İstanbul’da evi polis baskınına uğradığında da "Yeşil yaşıyor" haberleri almış yürümüştü.
Peki bence Yeşil yaşıyor mu? Açıkçası bilmiyorum, ama fiziken yaşasa da fiilen ölü olduğu kesin. Ergenekon sürecinde tek bir izine rastlanmamış olması, yaşıyor olsa bile bu işlerden tamamen çekildiğinin en güçlü kanıtı.
Yazının Devamını Oku 12 Mayıs 2009
BAŞLIĞA kanıp Türkiye’nin Güneydoğu’sunu veya İstanbul gibi büyük kentlerde yaşayan Kürtlerden söz ettiğimi düşünmeyin. Sorumun muhatabı Kuzey Irak sakinleri. Yani soydaş Kürtler...
Malumunuz, Türkiye 2. Körfez Savaşı’ndan bu yana izlediği Kuzey Irak politikasını bu yıl başında tamamen değiştirdi.
Ankara’da aşiret reisi diye aşağılanan Mesud Barzani ve Celal Talabani ile resmi temas kuruldu. Irak Cumhurbaşkanı Talabani, Türkiye’ye geldi; Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Tayyip Erdoğan, Bağdat’a iade-i ziyarette bulundu. ABD’nin vesayetinde bile olsa Türkiye ve Kuzey Irak yönetimi, PKK’ya karşı yürütülen askeri mücadelede koordinasyon sağladı.
* * *
Ama bence askeri yakınlaşma kadar önemli proje bir önceki MGK’da şekillendi. Kurul’dan, Irak’ın kuzeyi ile ticari ve ekonomik işbirliğini geliştirme tavsiye kararı çıktı.
Kuzey Irak’la ticaret denilince akla ne gelir?
Tabii ki petrol ve mazot gibi petrol ürünleri.
Silopi’den Irak’a giriş yapan Türk kamyonları yıllardır resmi ve kaçak yoldan mazot taşıdı. Ama bu kadarı Erbil’e yetmedi. Kuzey Irak’taki kuyulardan çıkan ham petrolün gelirine şiddetle ihtiyaç vardı.
Bağdat yönetimi, haklı olarak Kuzey Irak’ın merkezden bağımsız petrol anlaşması imzalamasına, satış yapmasına itiraz etti. Irak’ın toprak bütünlüğüne saygı açısından Türkiye bu karara uydu.
* * *
Washington-Ankara ve Erbil arasında aylardır süren müzakere geçen hafta sonuç verdi. Herkesi tatmin edecek orta yol bulundu. Kuzey Irak’taki iki petrol sahasından çıkan petrolün Türkiye üzerinden geçerek Ceyhan’dan ihracına izin çıktı. Petrolün gelirini Bağdat’ın Petrol Pazarlama Örgütü SOMO tahsil edecek, Kürtlerin payı merkezden ödenecek.
Rakamlar hiç küçük değil... Takwe sahasından ihracat haziran başında günde 60 bin varille başlayacak, kısa zamanda 100 bin varile çıkacak. Tak Tak sahası üretimi günlük 40 bin varil önce karayoluyla Kerkük-Ceyhan boru hattına taşınacak, yine aynı güzergáhtan satışa sunulacak.
* * *
Kuzey Irak’ın iki sahibi belli: Barzani ile Talabani.
Petrol gelirinde aslan payının bu ikili ile yakın çevresine akacağını düşünmek yanlış olmaz.
Dolayısıyla PKK açısından iki kader sorusu bellidir:
Türkiye üzerinden ihracatla zenginleşen Kürt liderler dağda silahlı eşkıya ister mi?
Bence istemez.
Türkiye, Kuzey Irak’ın refah kapısı olurken... Sadece PKK ile savaştığı için Kürt soykırımı ile suçlanabilir mi?
Bence artık zor gözüküyor.
Yazının Devamını Oku 10 Mayıs 2009
<b>ANKARA</b><br>ERGENEKON savcıları Danıştay saldırısı dosyasını neden yeniden açıyor? Kanlı baskının ülkede hükümeti devirmek isteyen ve bu amaçla kaos ortamı yaratmaya çalışanların eseri olduğu kuşkusunu taşıdıklarından dolayı, öyle değil mi? Peki bu ülkede mütedeyyin-laik çatışmasından daha tehlikeli hangi fay hattı var? Tam da bu fayı harekete geçirmek üzere atılan bombanın dava etiketi Şemdinli koduyla anılmıyor mu?
O zaman neden Şemdinli’yi yeterince ve açıkça tartışmıyoruz.
Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, 32. Gün programında dönemin Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun’u TBMM’nin Şemdinli olaylarını araştıran komisyonunda verdiği ifade nedeniyle suçladı...
Hatta Sabri Uzun’un, şikáyeti nedeniyle görevden alındığını ileri sürdü. Bence doğruyu eksik söyledi, çünkü asıl kıyameti kopartan... Hakkári’nin Şemdinli İlçesi’nde 9 Kasım 2005 günü patlayan bombanın hemen ardından Başbakan’a sunulan ve Sabri Uzun’a mal edilen bir bilgi notuydu.
* * *
Altı sayfalık bu bilgi notunda Şemdinli olaylarının gelişimi ve muhtemel zanlılar anlatılıyor.
Ardından, "Alınmasında fayda görülen tedbirler" sıralanıyor. Özetleyerek aktaralım:
Susurluk benzeri yapılanmaya izin verilmesin.
Jandarma, polis bölgesinde istihbarat toplamasın.
Büyük kentlerde jandarma bölgesi polise devredilsin.
Jandarma kanunsuz dinleme cihazları satın almasın.
PKK’ya mal edilen bazı eylemler yeniden soruşturulsun.
Jandarma operasyonlarını Meclis komisyonu incelesin.
Genelkurmay ve hükümet sorumluları bulsun, cezalandırsın.
Tek tek üzerinden geçelim... Susurluk benzeri yapılanma isteyen zaten yok.
Jandarmanın istihbarat toplama yetkisi mahkemelik, kentlerde jandarma bölgeleri polise geçiyor.
Ergenekon iddianamesinde yasadışı satın alınan/kullanılan dinleme cihazlarının izi sürülüyor.
Savcılar, PKK’nın işlediği bazı suçların çete eseri olup olmadığını yeniden soruşturuyor.
Hükümet siyaseten Ergenekon davasının arkasında duruyor, Genelkurmay yasaları uyguluyor.
Durum bu! Ama olacakları ve/veya olması gerekeni dört yıl önce yazan polis şefi kovuldu.
* * *
Türkiye’de tartışma adabı belli. Söylenenler değil kişilikler masada. Karşılıklı olarak çürütülen asla tezler olmuyor, kimlikler, inanç, haysiyet ve onur hedef alınıyor. Olgular, gerçekler yerine kişileri konuşmak herkese daha kolay geliyor. "O mu yazdı, cemaatçi" veya "Bırak canım, o zaten solcu" gürültüsü aklıselimi bastırıyor.
Keşke kimin söylediğine değil, ne söylendiğine bakabilsek.
Dört senelik rötar, toplum ve devlet yaşamında az süre değil.
Hele Güneydoğu coğrafyasında sönen yüzlerce hayatı düşünürsek!
Analiz
TÜRKİYE’de 58 bin geçici köy korucusu var. Bu sistemi Türkiye icat etmedi. Vietnam’da aynı isimle doğdu. Güneydoğu’da 58 bin korucu devletin izniyle silah taşıyor, PKK ile savaşa yardım ediyor, 17 yıldır düzenli maaş alıyor. Sivile silah vermek kolay, toplamak zordur. Bu insanlara ihtiyaç kalmadıysa bile kaldırıp bir yana atmak ciddi risktir.
Yazının Devamını Oku 9 Mayıs 2009
MERHUM Uğur Mumcu, 12 Eylül öncesi sağda ve solda kurşun sıkanlara silahın tek ve aynı adresten, Bulgaristan’dan satıldığını belgesiyle kanıtladı. Türk mafyası aracılığıyla temin edilen kaçak Bulgar silahı, devrimcilerle ülkücüleri birbirine kırdırdı.
Denilebilir ki, "O silahlar Sofya bağlantısı olmasa da bulunurdu"...
Doğru ama o güne kadar sadece iki cepheli görülen sağ-sol denkleminin... Aslında üçüncü bir kenarının olduğunu öğrenmek, Şeytan Üçgeni’ni yaşamış kuşaklar açısından çok eğitici oldu. Bana sorarsanız, eski tüfeklerin o gün bugündür silahtan külahtan uzak durması boşuna değildir. Midemiz fena bulandı!
* * *
Mehmet Ali Birand’ın 32. Gün programında eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ı izlerken nedense yine üçüncü bir gücün varlığını hisseder gibi oldum. Okurla paylaşmak istedim, bakalım hak verecek misiniz?
Yaşar Paşa diyor ki, "Ben de Ergenekon mağduruyum"... Şener Eruygur arşivine bakıldığında, atama arifesinde doruğa çıkan SMS’li iftira kampanyası hatırlandığında elhak doğru... Paşa kurbandır!
Ama Büyükanıt kendisini savunurken öyle bir cümle kurdu ki, üçüncü tarafın eşkáli belirdi, bu yazıya ilham verdi:
- Şemdinli olayları sırasında Emniyet İstihbarat Daire Başkanı, benim hakkımda uydurma beyanatlar veriyordu. Ben bunu ilgili makamlara ilettim ve o adam hemen görevden alındı. Paşa’nın "o adam" diye andığı polis şefi kim? Sabri Uzun. Devam edelim, Paşa’yı hedef alan mihraklar arasında savcılığın Ergenekon adını verdiği darbeci çetenin bulunduğu da belli. O zaman Sabri Uzun o çeteden mi? Kesinlikle hayır... Tam tersine, kellesi alınana kadar darbecilerin hedefinde olduğu aşikár. Hatta Yaşar Paşa kusura bakmasın ama... Şemdinli’nin sadece bardağı taşıran son damla ve bahane olduğunu düşünüyorum.
Sabri Uzun’un -tabii ki darbecilere göre- günahı çok daha büyük.
* * *
1 Ekim 2003 günü polis ve jandarma, bir masanın etrafında toplandı, sorunlarını ve çözümleri tartıştı. Ardından topluca öğle yemeği yenildi. Sabri Uzun, jandarma kayıtlarına "sakıncalı" sıfatıyla bu yemek vesilesiyle geçti. Çünkü Sabri Uzun o yemekte dedi ki:
Siyasi otoritenin temsil edilmediği bu tür toplantılardan bir sonuç çıkmaz.
Yüksekokul mezunu birinci sınıf emniyet müdürü, bir başçavuş kadar bile maaş almıyor.
Cumhuriyet döneminde rejimin kesintiye uğramasının sebebi, polis ve jandarmanın işini yapamamasıdır. Ama kimse hesap sormuyor. Bu durum demokrasi ile bağdaşmıyor.
180 bin çalışanı bulunan Emniyet, hálá genel müdürlük olarak faaliyet veriyor. Müsteşarlık olmalı, jandarma, sahil güvenlik, Gümrük Muhafaza bu müsteşarlığa bağlanmalı. Böylece aynı işin birden fazla kurum tarafından tekrarı önlenmeli.
Çoğunuzun zararsız bulduğu veya en azından yadırgamayacağı bu masa sohbeti jandarma kayıtlarına "...sonuç olarak anılan şahsın jandarma teşkilatı ve askere bakışının olumsuz olduğu..." notuyla geçti. Yetmedi, Levent Ersöz, dönemin Emniyet Genel Müdürü Gökhan Aydıner’le yaptığı 5 Aralık 2003 tarihli uzun görüşmede Sabri Uzun’u şikáyet etti, görevden alınması telkininde bulundu. O yüzden diyorum ki, Sabri Uzun’un suyu Şemdinli’den çok daha önce ısınmıştı.
* * *
27 Mayıs, 21 Şubat, 9 Mart ve 12 Mart...
Hepsi gösteriyor ki, darbeci cuntalar yola çıkarken... Hem ordu içindeki muhaliflerini (örneğin Yaşar Paşa) hem de dış düşmanlarını (mesela Sabri Uzun) hedef alır, tasfiyeye çalışır. O sebeple Yaşar Paşa ve Sabri Bey gibi taban tabana zıt düşünen, inanan kişiler de... Aynı üçüncü ve hasım tarafın saldırısına, iftirasına kurban gidebilir.
Dolayısıyla Türkiye’nin son beş-on yılına damgasını vuran karanlık ilişkileri analiz ederken, sadece asker ve düşmanları (örneğin cemaat) çelişkine takılıp kalmasınlar, yanı sıra üçüncü bir tarafın gölgesini de arasınlar.
Yazının Devamını Oku 5 Mayıs 2009
ANKARA Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün, Ergenekon’un ikinci dalgasında gözaltına alındı, bir süre tutuklu kaldı. Serbest bırakıldıktan kısa bir süre sonra, kendisiyle konuşarak bir haber yazdım. Haberde, Sinan Aygün’ün Genelkurmay Başkanı ve hükümetten önemli bir isimle görüşerek mesaj trafiğine aracılık ettiğini kayda geçirdim. Kapatma davası sürecinde kurulan bu temas, Ergenekon davası da dikkate alındığında önemliydi.
Gazetem haberime güvendi ve manşete çekti. Ancak Aygün kendisiyle bir gün önceki görüşmemi yok sayarak haberimi yalanladı, "Ne görüştüm, ne de mesaj taşıdım" açıklamasını yaptı.
Ben de o yalanlamayı yalanladım, "Belgeler mahkeme kayıtlarında" diye yazdım.
Sağolsun başta Genel Yayın Müdürüm Ertuğrul Özkök olmak üzere Yazı İşleri arkamda durdu.
Sinan Aygün’ün inkárı kadar, gazetecilik inadıma da söz hakkı tanındı.
* * *
Aradan yaklaşık bir yıl geçti, ikinci iddianame ekleri yayımlandı. 64’üncü klasörün 182’nci sayfasında Sinan Aygün’ün İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde verdiği ifade yer aldı. İfadenin 15’inci sayfasına göre Sinan Aygün’e "Ağabey" dediği kişiyle yaptığı görüşme soruldu. Ama soruya temel oluşturan telefon konuşması kaydını okuduğumda anladım ki, ağabey bir değil aslında iki... Daha fazla kafanızı karıştırmadan dilerseniz 1 Mayıs 2008 günü saat 13.38’e dönelim.
Aygün ismi bilinmeyen bir erkekle telefonda konuşuyor, karşısındaki soruyor:
- Ne yaptın görüştün mü?
- Kimle, he abiyle mi, görüştüm görüştüm. Abi ne yapsın, Adapazarı olaylarından (Türk-Kürt çatışması EB) çok rahatsız olmuş, başımıza bela olur bu iş diyor. Ankara’da olsa bu ayaklanmaya kadar götürür diyor. Partinin (AKP) kapatılacağına kesin gözüyle bakıyor. Baştaki adamlara ceza geleceğini biliyor. "Onlar dinci, kesin saklanacaklar" diyor.
Sinan Bey, ağabey dediği kişiye verdiği siyasi tavsiyeyi de telefonda anlatıyor:
- E ondan sonra ne olacak?.. Dedim ki bunların içinde hem muhafazakár, hem milliyetçi adamlardan bir şey olur. Cemil Çiçek’e yönlendirdim işi. Bunların aklını başına toparlayabilecek, işte 301. maddeye karşı duran, Kürtlere karşı bayağı mücadele eden bir adam. Çağır bir konuş kendisiyle... ’Bizim çağırmamız olmaz, o talep etse görüşeyim’ dedi.
Peki kim bu ağabey derseniz, konuşmanın ilerleyen bölümünde eşkáli ortaya çıkıyor:
- Devam edecek misiniz, "Yok" dedi, "Şerefsiz miyim, Sinan öyle şey olur mu, ben evi yaptırıyorum, boyası badanası bitti, yengen mobilya alıyor, beğeniyor." Fenerbahçe Orduevi’nde oturacakmış.
Sondan başlarsak, Fenerbahçe Orduevi’nde oturacak kadar yüksek rütbeli bir komutan.
Görev süresi uzatılması ihtimali tartışılıyor ama kendisi istemiyor.
Hilmi Özkök gibi İzmir’de değil, İstanbul’da ev sahibi.
Evet bildiniz, bence de eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt.
* * *
Gelelim ikinci ağabeye... Kim olduğu aşağı yukarı belli.
O ağabey de Sinan Aygün’ü aramış, telefon konuşmasından anlıyoruz:
- O ağabey aradı beni. "Beni bir ağabey aradı" dedi. "Görüştün mü?", "Görüştüm, anlattım ona da, seninle bir görüşmek istiyor, herhalde bugün yarın görüşecekler" dedim.
* * *
Burası Ankara... Çok ağabey yaşar. Her zaman birbirlerine diyecek lafları olur.
Ama onlara güvenip kulaktan kulağa oynayanın çoğu kez canı yanar!
Yazının Devamını Oku 3 Mayıs 2009
GALİBA her siyasetçiyi kovalayan bir hayalet var... Süleyman Demirel korkusu merhum Turgut Özal’ı iflah etmedi. Erbakan Hoca’nın gölgesi son kabinenin üzerine fena düştü.
Başbakan yeniden Milli Görüş gömleğini giydi.
* * *
Revizyonun Çankaya Köşkü ile ortak yapım olduğu ortada.
Ama tabii ki başka siyasi denklemler de çalıştı.
Mesela revizyon eğer AKP Kongresi ve TBMM Başkan seçimi sonrasına kalsaydı...
Bülent Arınç kabineye alınır mıydı, açıkçası kuşkuluyum. Nedenini izah edeyim...
Türkiye’de en önemli üç plaka Çankaya, Meclis ve Başbakanlığa ait.
AKP’de üç kurucu ortak kaldı, biri Çankaya’da, diğeri Başbakanlık’ta mukim. Üçüncüsü yani Bülent Arınç, eylül ayında Meclis Başkanlığı’na oynasaydı... Durdurmak zor olurdu; Arınç’ın seçilmesi parlamentoyu kilitleyebilirdi.
Abdullah Gül, iki yıl önce Çankaya seçiminde desteğini esirgemeyen Arınç’tan yana tavır koydu. Başbakan daha büyük tehdidi fark ederek razı geldi, Bülent Abi’nin kabineye dönüşü muhteşem oldu.
Peki MGK’ya girmesi sorun çıkartır mı? Hiç sanmıyorum.
Çünkü Başbakan’ın MGK politikası bireysel çıkışlara izin vermiyor. Her MGK öncesinde kurul üyesi bakanları toplayan Başbakan, gündemi zaten belli toplantı için rol dağılımı yapıyor, işi riske bırakmıyor.
* * *
Her ne kadar Başbakan kriz ve teğet edebiyatını sürdürse de... Belli ki son revizyonda en büyük tırpanı ekonomi bakanları yedi... Biri bile koltuğunu koruyamadı, kibar deyişle en azından kaydırıldı.
Ekonominin yeni patronu Ali Babacan’ın Mehmet Şimşek’le ilişkisi sanıldığı kadar taze mi?
Hiç değil, bu irtibatın en az 7 yıllık mazisi var, anlatalım, bilmeyen öğrensin.
AKP 2002 seçimi öncesinde ekonomi politikasını yurtdışı yatırımcıya anlatmak üzere heyet kurdu, tur düzenledi. Ali Babacan, Şaban Dişli ve Nazım Ekren Hoca yollara düştü. Heyetin ağabeyi tabii ki Nazım Hoca idi.
Ama turun yabancı aracı kurum sponsoru nedense her yerde Ali Babacan’ın konuşmasında ısrar etti.
Tur bittiğinde yabancıların beğenisi Babacan’a Hazine Bakanı koltuğunu adeta hediye etti.
Sponsor aracı kurumdaki muhatap kimdi, herhalde anladınız: Mehmet Şimşek. Babacan o gün bugündür, Şimşek’i yanından ayırmadı, kamuda görev aradı, beceremedi, sonunda siyasete girmesine yardımcı oldu.
İki genç arkadaş yıllar sonra aynı kabinede ekonomik kader ortaklığına girdi.
Ve Nazım Ekren Hoca yine devre dışı, pardon kabine dışı kaldı. Bak şu rastlantıya!
* * *
Son cümlem de Milli Eğitim’e dair.
Bayrak Gülen Hareketi’nden Aile Meclisi’ne geçti.
Dur bakalım neler olacak?
Baskıya isyan
BAŞBAKAN’ın dağınıklığı dünkü TOBB konuşmasına da yansıdı. AKP’nin muhafazakár değerlerine çok yakın duran TOBB tabanı Başbakan’dan iki mesaj bekliyordu: 1) "İşyeri kapanan beceriksizdir" sözüne düzeltme, 2) "Krizi ciddiye alıyoruz" itirafı. Ama Başbakan her iki beklentiyi de karşılamadı. Buna karşılık Rıfat Hisarcıklıoğlu’nun iş dünyası üzerindeki baskıya isyan eden sözlerinin salonu ayağa kaldırması dikkat çekiciydi.
Yazının Devamını Oku