8 Temmuz 2006
HEPİMİZİN üstüne her Allahın günü, bardaktan boşanırcasına propaganda yağıyor. Saf propaganda, kolay yutulmuyor. Dolayısıyla, propaganda, haber formatına sokuluyor. Haber olması için, bir olaya ihtiyaç var. O zaman havagazından bir olay yaratılıyor. Yok bir siyasi partinin grup toplantısı, yok uluslararası bilmemne kongresi, yok fuar açılışı, yok sayın bilmem kimin dış veya iç gezisi, yok Taksim umumi helasında kefeke bağlamış işemeliklerin değiştirme töreni. Böylece medya, sözde olay hakkında haber veriyormuş gibi yaparak kendini övmek isteyenlerin propagandasını yapıyor. Nadiren bir de bunun tersi oluyor. Kötü bir şey, uygun bir olay yaratılıp, birilerine fatura ediliyor. Bu faturalama haber oluyor. Maalesef halk da, akıl, bilim ve vicdan filitresinden geçmemiş kirli bilgilerle beslenmiş oluyor.
* * *
Bundan bir süre önce, haber formatına sokulmuş reklamların yasaklanması tasarlanıyor diye bir láf çıktı. Medya, hemen "bu bir sansürdür" diye ayağa kalkıp bu düşünceyi, doğmadan boğdu. Haber biçimine sokulmuş reklamlar yasaklansa veya bu kabil haber veya röportajlar siyah kalın çizgiyle çerçevelenip, köşesine "bu bir reklámdır" ibaresi yerleştirilse, hem gazeteciliğin onuru korunmuş, hem de halka karşı dürüst davranılmış olacak. Böyle yapılırsa, medyanın geliri azalır diye düşünülüyor herhalde. Bana göre yanlış. Ama altın çağını yaşayan medya sektörü, bu tarzı uygun buluyor.
* * *
Gelelim siyasi propagandaya. Geçen bir ay içinde başbakanın ve bakanların medyada ne kadar yer aldığının bir hesabı çıkarılsın. İddia ediyorum, alan ve süre olarak medyayı işgal oranı yüzde 50 çıkar. Acaba İngiltere’de, Japonya’da, Almanya’da veya Amerika’da hükümet veya devlet başkanlarının, medyada yer alma sıklık ve büyüklüğü ne? Elimde verilere dayalı bir istatistik yok. Kaba gözlemlerimden, bunun bizde çok yüksek olduğunu söyleyebilirim. Benim okumama göre Başbakan, pratik olarak tek bir işle meşgul: Propaganda. Herhalde büyük bir ekip, başbakanın medyada her gün, en geniş şekilde yer alması için olay planlaması yapıyor. Bu "vesile-olaylarda", başbakan veya bir bakan bir konuşma yapıyor. Konuşma dediğiniz yüzde 20 bilgi verme, yüzde 80 propaganda.
Formülü ise "Övün, kötüle, korkut."
* * *
Son iki ayda, ekonomi sarhoşladı. Önce nisan enflasyonu beklenenin üç katı çıktı. Derken, dış borsalarla birlikte İstanbul borsasında daha önce başlamış olan düşüş hızlandı. Arkasından döviz fiyatları yükseldi ve faizler arttı. İtibarını, iktisadi başarı üzerine inşa etmiş hükümet, çok telaşlandı. Gayretler, döviz fiyatını düşürme üzerine odaklandı. Yıllardır "dışarıdan döviz gelmezse, asla refaha kavuşamazsınız" propagandasıyla beyni yıkanmış halka, "merak etmeyin, ülkeye bol döviz gelecek" müjdeleri verildi. Propagandayla yönetim sonuç verdi ve piyasaların bozulmuş ásabı düzeldi. Acaba?
Son Söz: Bir haber, bin reklama bedeldir.
Yazının Devamını Oku 5 Temmuz 2006
YÜKSEK faiz-düşük kur mücahitlerine göre, Batı’da faizlerin ve Türkiye’de risklerin artması, Türkiye’ye sıcak para girişlerinin yavaşlayacağı ve hatta terse döneceği anlamına gelmiyordu. O gerekçeyle "finanse edildiği sürece, cari açık sorun değildir" fetvasını vermişlerdi. Yüksek sesle teláffuz etmeseler de, akıllarından geçen çözüm şuydu: Gerekirse, verirsin daha yüksek faizi, sıcak para akışı devam eder. Eğer sıcak parayı ülkeye çeken, Batı ile Türkiye arasındaki faiz farkı ise, ki öyledir, bu izáfi fark muhafaza edildiği sürece, akım devam edecektir. Nereye kadar? Arjantin’de dolara yüzde 40 faiz verinceye kadar bu süreç devam etmiş. Bizim gidecek daha çok yolumuz var.
Merkez Bankası Başkanı göreve geldikten sonra, ilk iş olarak hedeflenen enflasyona göre verilen faiz yüksektir deyip, faizleri çeyrek puan indirdi. Tam o sırada nisan enflasyonu da yüzde 1.34 çıkmaz mı? Aylık bazda hesaplanınca, bırakın yüksek reel faizi, faizler eksiye dönmüş oldu. Sen misin fazileri indiren? Derhal zinde güçler harekete geçti. Döviz fiyatları bir fırladı ki, sıcak paracı bankaların ve hükümetin feleği şaştı. O zaman derhal çözüm tabağı sofraya kondu. Faizleri arttır, döviz sat; indir şu dövizi. Yer misin, yemez misin? Merkez Bankası tabaktaki çözümü yedi tabii. İki hamlede faizleri, düşürdüğünün 16 katı arttırdı. Allah adamı sıcak paraya muhtaç hale düşürmesin bir kere. Bu askerlikte, terhis yok. Nöbete devam.
Neticede döviz fiyatları gerilemeye başladı. Herkes mutlu oldu. Haziran enflasyonu da geçen yılın aynı ayının 2.5 katı fazla çıkmasına rağmen, enflasyon tahmininde yanılma şampiyonlarının beklentilerinin altında kaldığı için, büyük başarı olarak değerlendirildi. Hükümet sözcüsü, durumu veciz bir şekilde açıkladı: Yangın söndü.
* * *
Anlayacağınız bu yazıyı, "yüksek faiz-düşük kur" mücahitleriyle kafa bulmak için yazıyorum. İzninizle devam edelim. Döviz fiyatları, iki ayda yüzde 30 zıplayınca, haklı olarak bazılarının aklına "acaba izlenen dalgalı kur politikasında sistemik bir hata olmasın?" diye bir soru geldi. Bizim mücahitler, derhal durumdan vazife çıkarıp diklenmeye başladı. "Ne yani? Sabit kur rejimine mi geçilsin? Olmaz öyle şey!" Sanki ortada sabit kur rejimine geçilsin diyen varmış gibi? Neyse. Şimdi ben soruyorum: Madem ki, dalgalı kur rejimi içindeyiz, kuru bastırmak için gösterilen bu kadar gayret ve halkın cebinden ödenen bu kadar maliyet niye? Var mı dalgalı kur rejiminde yüksek reel faiz vererek, sıcak para çekmek? Bırakın kurlar dalgalansın. Nereye kadar inerse insin, nereye kadar çıkarsa çıksın. Pek tabii bunlar boş konuşmalar. Türkiye gibi, ulusal parası yumuşak olan bir ülkede, sert paranın yani dövizin fiyatına hákim olunmadan, istikrar sağlanamaz.
Son Söz: Kur inerken sevinen, çıkarken ağlamaz.
Yazının Devamını Oku 1 Temmuz 2006
ÖNCE bir hikaye anlatayım. Genç bir çocuk, kamyon şoförü amcasının yanında ilk defa uzun yola çıkmış. Bir yandan etrafı seyrediyor, diğer yandan amcasının yaptığı hareketlere bakarak, nasıl araç sürüldüğünü anlamaya çalışıyormuş. Derken içi geçmiş ve uyuya kalmış. Bu sırada kamyon uzun bir yokuştan hızla aşağı inip, üzerine aldığı enerjiyle motor gücüne ihtiyaç duymadan (gaza basılmadan) önündeki kısa bir rampayı çıkmaya başlamış. Amca şoför, kamyon tepe üstündeki viraja yaklaşırken, aracın hızını düşürmek için hafifçe frene basmış. Tam bu sırada bizim delikanlı uyanmış. Bakmış ki, kamyon hızla bir yokuş çıkıyor; amcası da fren pedalına basıyor. Bu gözleminden şöyle bir sürüş kuralı çıkarmış. "Kamyon yokuş yukarı çıkarken, sürücü frene basar". Sonra tekrar uykuya dalmış.
* * *
Hepimiz, hayatı gözlemliyoruz. Gözlemlerimizden de kendimizce bazı kurallar çıkarıyoruz. Hatta bu kuralları, kuram (zaman ve mekan boyutlarında geçerli kural, yani teori) haline dönüştürüyoruz. Gözlemden kural çıkartmak, hele hele, kurallardan kuram türetmek bilim adamlarının üstesinden gelebileceği zor bir uğraştır. Bilim adamları, hayatı bütünsel olarak ve zaman boyutu üzerinde gözlemler. Olayın öncesini ve sonrasını da hesaba katar. Gözlemlediği olayın içine karışmış ve görüntüyü kirleten etkileri ayıklar. İşin en zor yanı, burasıdır. Buna eski dilde "tecrit" yeni dilde "soyutlama" denir. Sonunda yalın bir ifadeyle evrensel düzenin bir gerçeğini en saf haliyle, insanlığın emrine sunar. İnsanlar kitaplardan veya hocalarından öğrendikleri bu kuramları hayatın içinde bir türlü göremez. Çünkü hayatın içinde saf olay yoktur. Kişi o zaman şöyle bir hükme varır. "Kuram, uygulamaya uymaz." Halbuki, bu mümkün değildir; çünkü kuram, uygulamadan çıkmıştır, sadece onun damıtık halidir. Uymuyorsa, ya kuram yanlıştır; ya da uymadığını ileri süren kişi yanılmaktadır. Ama hem teoriyi kabul etmek hem de bu teori pratikte geçerli değildir iddiasında bulunmak olmaz.
* * *
İktisadi hayatta, hiçbir iktisat teorisini, kitapta yazdığı gibi göremeyiz. Bir örnek vereyim. Döviz fiyatı yükseldikçe, döviz alanlar azalır; döviz satanlar çoğalır. Bu herkesin bildiği arz-talep yasasının emridir. Bazan, bunun tam tersi cereyan edebilir. Fiyat arttıkça, talep de artar. Bu arz-talep yasasının yanlış olduğunu göstermez. Bunun mutlaka bir açıklaması olmak gerekir. Mesela, döviz fiyatlarının bir süre sonra çok artacağı beklentisinin zihinlere iyice yerleştiği bir sırada, küçük bir kur artışı, döviz fiyatlarında bir tırmanışın işareti kabul edilebilir ve talepte büyük bir sıçrama olabilir. Bu esnada, "hani kur artışı, döviz talebini azaltırdı diye etrafla dalga geçmek" hatadır. Çünkü döviz alan, dünkü fiyatla bugünkünü değil, yarınki fiyatla bugünkünü kıyaslamış ve dövizi ucuz bulmuştur. Yáni, fiyatı düşük malın, talebi çok olur diyen arz-talep kanunu çalışmıştır.
Son Söz: Bilmeyen, öğrenir; bilmediğini bilmeyen cahil kalır.
Yazının Devamını Oku 28 Haziran 2006
DOĞRUDUR; bu çalkantı da bir şekilde sona erecektir. Hiç bir uçak havada kalmaz. Bir kısmı, düşer; bir kısmı, iner. İnenlerin bir kısmı, sert, bir kısmı yumuşak iner. Bu anlatım tarzı, iktisatta yeri geldikçe kullanılır. Ben de iki üç yıldır bu tabirleri sıkça kullandım. Anlamı şudur: Eğer bir ekonomide, döviz fiyatı, reel faizler, döviz açığı, bütçe açığı gibi bazı makro parametreler sürdürülemez bir düzeydeyse, sistemin içinde bunları normalize edecek bir enerji birikir. İçten veya dıştan gelen tetiklemeyle, bu enerji kontrolsuz bir şekilde boşalır. Eğer bünye kuvvetli ve biriken enerji küçükse, düzeltme "yumuşak iniş" (soft landing) şeklinde olur. Yok, bünye zayıf ve biriken enerji yüksekse, düzeltme "sert iniş" (hard landing) şeklinde olur. Son günlerde yaşadığımız düzeltme, bunların bir karışımıdır. Türk ekonomisi yapı olarak bir hayli güçlüdür. Ancak "yüksek faiz- düşük kur" politikasıyla oluşan enerji birikimi de bir hayli büyüktür. Nitekim, Nobel ödüllü bilim adamı Mundell, bundan daha üç ay önce İstanbul’a kadar gelip Türk Lirası’nın, "Özel Çekme Hakları" denilen bir döviz sepeti hesabına göre yüzde 50 değerli olduğunu söylemiştir. Bu yüzde 50 rakamını, lütfen bu kadar devalüasyon şarttır diye anlamayın. Bu rakam TL’deki aşırı değerlenmenin ne kadar büyük boyutlara ulaştığını göstermek için kullanılmıştır. Hatta yine Mundell’in yaptığı hesaba göre, bir Dolar 1.34 YTL iken, TL’nin dolara göre aşırı değerlenmesi yüzde 75’e ulaşmıştı. Kanaatım (belki de umudum) bu finansal krizin fazla hasar yaratmadan, yáni milli geliri çok düşürmeden biteceği yönündedir.
* * *
Tecrübe, insanın başından geçenler değil; başından geçenlerden çıkardığı derstir. Eğer resmi iktisatçılar, Türkiye’nin başına gelenlerden, çıkarılması gereken dersleri çıkarmıyorsa, başından kaç tane kriz geçmniş olursa olsun, Türkiye’nin kriz önleme becerisi "sıfır" düzeyindedir. Maalesef, krizden önce başlayan ve hálá devam eden tartışmalardan çıkardığım sonuç da budur. Finansal çalkantıların sebepleri ve önleme yöntemleri konusundaki engin aymazlığın, ülkemin düşünce ufkuna egemen olması beni endişelendiriyor.
* * *
Türkiye’nin karşılaştığı finansal sorunların nasıl çözüleceğine dair IMF’de, AB’de veya başka bir Batı kurumunda güvenilir bir reçete yoktur. Hatta diyebilirim ki; onların elindeki elindeki basmakalıp çözüm reçeteleri aslında sorunların kaynağıdır. Mesela merkez bankasının faizleri arttırması, Batı’da paranın "pahalılaşması" dolayısıyla yatırımların azalması demektir. Böylece ekonomi soğur ve enflasyon düşer. Türkiye’de faizleri arttırmanın amacı amacı ise, TL’nin getirisini dövizin getirisinin üstüne çıkartarak, ters para ikamesiyle döviz kurlarını düşürmektir. Döviz kurlarının düşmesi ise enflasyonu indirir; ama ucuz döviz yatırımları hızlandırır. Bu da ekonomiyi ısıtır ve enflasyon artışına zemin hazırlar.
Son Söz: Her bünyeye uyan tek bir iktisadi model yoktur.
Yazının Devamını Oku 24 Haziran 2006
İLKOKULDAN itibaren, üniversite bitene kadar bütün Türkiye’de okuyan tüm öğrencilerin, en az üç yıl "Nasrettin Hoca" dersi almalarını teklif ediyorum. Hatta üniversitelerde "N.C.101-Nasrettin Hoca’ya Giriş" ile başlayıp "N.C.401- İleri Nasrettin Hoca" adı altında dört Nasrettin Hoca dersi verilmesini öneriyorum. Nasrettin Hoca fıkralarının esası, "Türkün, Türk kafasıyla dalga geçmesidir". Burada dalga geçilen alaturkalık, bu topraklarda yaşayanların, kendi kendilerine nasıl hayatı zehir ettiklerinin hikayesidir. Türk tarihçilerin, kendi uluslarını "Etrak-ı bî idrak" (İdraksız Türkler) diye aşağılamasının sebebi de bu alaturkalıktır. Bunun ne olduğunu bize en iyi Nasrettin Hoca anlatır.
* * *
Oyun Teorisi, özet olarak şunu söyler. İnsanlar sadece ve sadece kendi çıkarlarını, üçüncü şahıslara karşı korumaya kalkarsa, günün sonunda kendi çıkarını koruyamamış olur. Çünkü çıkarını koruyan bireyin karşısında, kendi çıkarlarını koruyan binlerce hatta milyonlarca başkalarının çıkarına tecavüz eden üçüncü şahıs vardır. Bu kadar çok tecavüzcüye karşı birey, kendi çıkarını koruyamaz. Tam aksine; eğer insanlar kendi kişisel çıkarlarından, başkaları için fedakárlık etmeyi bir yaşam biçimi haline getirirse, günün sonunda kendi çıkarlarını korumuş olur. Çünkü her birey, başkası için üçüncü şahıstır. Eğer insanlar, kendi çıkarlarını öne çıkarmak yerine, üçüncü şahısların çıkarlarına saygılı davransa, bireyin çıkarları, milyonlarca üçüncü şahıs tarafından korunmuş olur. Bu kadar çok kollayanı olanın, sırtı da kolay kolay yere gelmez.
* * *
Birkaç yıldan beri, kitapta yazan trafik kurallarının tamamı yürürlükten İstanbul’da kalkmış bulunuyor. Bu şehir, artık dileyenin dilediği gibi araç sürdüğü, ters türs her yola girdiği, dilediği her yere aracını fütursuzca park ettiği bir diyar oldu. Son kalan trafik polisleri de (eğer hálá böyle bir polis teşkilatı varsa) kural dışı araç sürenlerin, kural ihlallerini mükáfatlandırmaya veya trafik ışığını rakip bilip, sürücüleri, ışığın işaret ettiğinin tersini yapmaya zorlamaya devam ediyor. İstanbul’da kanun hakimiyetine dayanan bir trafik düzeninin, polis veya belediye tarafından hiçbir zaman kurulabileceğini sanmıyorum. Çünkü İstanbul halkının içselleştirdiği trafik düzeni, trafik kanununda yazan kurallara aykırı araç kullanmaktır.
* * *
Peki, İstanbul’da bir trafik düzeni yok mu? Pek tabii var. Zaten o "derin kurallar" olmasa, her gün on bin kavgalı kaza olur. İstanbul’da araç sürmenin temel kuralları şunlardır. 1. Sen benim kural ihlalime karışma, ben de seninkine. 2. Kuralı önce ihlal edenin, geçiş üstünlüğü vardır. 3. Kafasını araya sokan, yolu alır. 4. Ara veren yanar. 5. Her yol, isterse dört şerit gidiş-dört şerit geliş olsun, tek şeride ininceye kadar doğal otoparktır. 6. Motoru güçsüz olanın, ayak bileği güçlü olmalıdır. 7. Önündeki aracı geçmeyen şerefsizdir. 8. Şikayetçi olanlar trafiğe çıkmasın.
Son Söz: Halk istemezse, kanun hakimiyeti tesis edilemez.
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2006
İÇİNDE benim de yer aldığım az sayıda iktisatçı, ülkenin döviz gelirlerinin, döviz giderlerini karşılamamasının kötü bir şey olduğuna inanıyor. Bu açığı, dışarıdan borç alarak ve hatta varlık satarak kapamanın "sürdürülemez" olduğunu vurguluyor. Buna karşı çok sayıda iktisatçı, kısaca cari açık denilen döviz gelir-gider farkına kafayı takmanın demode bir görüş olduğunu söylüyor. Aslında Türk ekonomisinde genel kabul görmüş tez, yabancıların parasını ülkeye çekerek (cari açık vererek) kalkınmadır. Antitez ise cari fazla vermeyi hedefleyen bir ekonomik yapılanmadır. Bir kişi eğer Merkez Bankası döviz satsın, faizleri yükseltsin diyorsa, ülkedeki hákim görüşü, yani tezi savunmaktadır. Enflasyonla mücadelenin bu tezle ilgisi yoktur.
* * *
Bu gruba yakından baktığımızda, bunların çoğunun iki alt kümede toplandığını görüyoruz.
1. Resmi iktisatçılar,
2. Banka iktisatçıları.
Resmi iktisatçılar, adından anlaşıldığı üzere, bulundukları mevkiler itibariyle düzeni savunmak durumunda olan eski ve yeni bürokratlardır. Onlara çok kızmıyorum. Ancak bankalarda görevli bazı genç iktisatçılar TV’lere çıkıp konuşmaya başladıklarında çoğu zaman tansiyonum çıkıyor. Herhalde, çalıştıkları kuruluşların kárı, dışarıdan gelecek dövizin, yurt içinde yaratacağı kur ve faiz arbitrajına bağlı olduğundan, bu gençler saçmalamak zorunda kalıyor diyorum. Son günlerde neşesi biraz kaçmış bu arkadaşların, sıkıştıkça kullandıkları bir söylem var. "Kur artışı, cari açığın çaresi değildir." Peki çare neymiş? Çare; sanayide verimliliğin artmasıymış. Emriniz olur paşam. Hadi gerisini de ben tamamlayım. Diğer önlemler, katma değeri düşük mallar yerine katma değeri yüksek mallar üretilmesi ile marka ve model geliştirerek, dış ülkelerde rekabet üstünlüğünün, fiyatla değil, kaliteyle sağlanmasıdır.
* * *
Demek sanayicilerin aklına bugüne kadar hiç verim arttırmak, yüksek katma değerli mal üretmek, model geliştirmek, dış pazarlarda marka yerleştirmek gelmemiş. Sanayici, döviz fiyatı yüksek olsun, kötü malları ucuza satıp para kazanalım stratejisi uygulamış. Böyle haksız bir suçlama olur mu? Kırkbeş yıldır sanayide görev yapan bir kişi olarak, dışarıdan okunan bu gazeller benim kanıma dokunuyor. Sanayici, hayatı boyunca bunları yapmaya çalıştı. Sanayici, uygulanan kur politikasının, sanayinin gelişmesine engel olmasından yakınıyor. Mesela, verimlilik, büyük hacımdan geçer. Düşük kurlar, yüksek ihracatı engellemektedir. Yüksek katma değer de son tahlilde yüksek emek girdisi demektir. Türkiye’de emek girdisi, kurların bastırılmasından dolayı, döviz cinsinden pahalılanmıştır. Bu da sanayiciyi ithal ara malı kullanmaya, dolayısıyla düşük katma değerli imalata zorlamaktadır. Sanayinin istihdam yaratamaması bu yüzdendir. Düşük kur, bankalara yarar; sanayiye değil.
Son Söz: İhracat milli geliri artırır; ithalat düşürür.
Yazının Devamını Oku 17 Haziran 2006
BU başlık pazartesi günkü Hürriyet’in kırkbirinci sayfasında yer aldı. Metne göre, Galatasaray Kulübü Başkanı’nın sağ kolu olan Refik Arkan, dört yıldır südürdüğü başkan yardımcılığını son kongrede bırakmış. Halen başkanın máli danışmanı olarak çalışıyormuş. Refik Bey, Galatasaray camiasında "Riva ve Seyrantepe Projeleri"nin mimarı olarak biliniyormuş. Refik Bey durumu şöyle özetliyor: "Galatasaray’da tüm ümitler, Riva Projesi’ne bağlanmıştı. Zaman kaybı, projenin değerini düşürdü. Bu olay, kulübün nakit akışını bozdu. Futbolculara verilen çeklerin karşılığı çıkmadı." Anlaşıldığına göre şimdi ümit, Seyrantepe Projesi olmuş. Maliye Bakanı imzalar ve finansman da sağlanırsa, Galatasaray, Seyrantepe Stadı’na 2008’de kavuşacakmış. Pazartesi akşamı, Ihlamur Kasrı bahçesinde Kerem Görsev ve arkadaşlarının vereceği konsere davetliydim. Davet sahibi inşaat firması, Beşiktaş Jimnastik Kulübü’ne devletin verdiği idman sahası üzerine binalar yaptıklarını anlattı. Fenerbahçe’nin de, Kalamış koyu civarındaki bütün kamu arazilerini kullanma imtiyazı vardır.
* * *
Gazetelerde okuduğuma göre Avrupa’daki futbol kulüpleri son derece zengin. Hatta bir İngiliz kulübünü Rus bir milyarder çok büyük paralar vererek almıştı. Yani taraftarı çok olan büyük futbol kulüpleri aslında değerli birer iktisadi işletme. Bizde ise kulüplerimizin hepsi para sıkıntısı içinde. Muhtemelen bir kısmı teknik olarak müflis. Bu kulüpleri yönetenlerin, kulübün içine düştüğü máli sıkışıklıktan kurtarılması için akıllarına gelen tek çare "kamudan arsa rantı apartmak". Batı kulüpleri futbol oynayarak kár ediyor, bizimkiler rantlarla ayakta duruyor. Zaten benim bu konuyu irdelememin sebebi rant avcılığını, gayri iktisadi ve hatta gayri ahláki bulmamdır. Rant peşinde koşmanın ahláki olup olmadığını bir yana koyalım, gelelim işin iktisadi yönüne. Ekonomide, kişiler ve kurumlar, başkalarının gönüllü olarak satın alacağı mal ve hizmetleri üreterek geçimlerini sağlar veya varlığını sürdürse, milli gelir artar. Eğer bir kişi veya kurumun "geliri-giderini" karşılamıyorsa, o kişi veya kurum başkalarının sırtından geçiniyor demektir. Bu bir gelir transferidir. Transferler, milli geliri arttırmaz.
Şimdi bir çok kişi, yukarıda yazılanların haksızlık olduğunu söyleyecek. Mesela güçsüz insanlara devletin bakmasının sosyal bir dayanışma olduğu ileri sürecek. Eğer güçsüz gerçekten güçsüzse, buna bir itirazım yok. Ya da eğitim ve sağlık hizmetleri sunan kamu kurumlarında "gelir-gider" dengesine bakılmamalıdır denecek. Bu da bir dereceye kadar geçerli haklı bir savdır. Örnekleri çoğaltabiliriz. Bale ve operanın da gelirlerinin, giderlerini karşılamaması normaldir. Çünkü bu bir kültür hizmetidir denebilir. Aynı mantıkla, büyük futbol kulüplerimiz, ülkenin moral ve gurur kaynağıdır, onlara da devlet topladığı vergilerden pay verilmelidir sonucuna varabiliriz. Ben buna da varım. Ancak bir şartım var. Yardım, TBMM’nin onayladığı bütçeden yapılsın. Arsa tahsisi yoluyla, rant dağıtımı olmasın.
Son Söz: Saydamlık, adaletin temelidir.
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2006
METAFİZİK kelimesini herkes biliyor. Kelimenin, genel kabul görmüş anlamı, hayatta karşımıza çıkan bazı olayların, bilimlerin anası olan fiziğin kanunlarına göre izah edilemez olduğudur. Tarih boyunca metafizik, bilimsellikten sıkılanların, bilimin getirdiği baskıdan kaçış yoludur. Meta-iktisat da iktisadi olayları açıklamada sıkıntıya düşenlerin ve bilhassa öngörülerinde hataya düşenlerin "emercency exit"idir. Evrende herşey, herşeyi etkiler. Özellikle iktisatla, siyaset arasında köklü ilişkiler mevcuttur. Ama iktisadi hayatta ortaya çıkan olumlu veya olumsuz bir tablonun sebebi, siyasetten önce iktisadın içinde aranmalıdır. Mesela, 2001 krizi, Cumhurbaşkanı, Başbakana Anayasa kitapçığı attığı için çıkmamıştır. 2001 krizinin sebebini arayanlar önce yüzde 7000’lere kadar çıkan bir gecelik faizlerin nasıl bir felaket habercisi olduğunu düşünmelidir. İçi boşaltılmış bankaların, dolara yüzde 25 faiz vererek mevduat topladığını hatırlamalıdır. Sonra da bu dövizi bozdurup, TL’li devlet bonolarına yatıran bir bankanın kárlılığının niçin sürdürülemez olduğu hesaplanmalıdır. Eğer hálá, krizin iktisadi bir açıklamasını yapamıyorsa, o zaman "nakör kedi" edebiyatına başvurulabilir.
* * *
Ne garip ki; bugün de enflasyonun fırladığı, ekonomik beklentilerin kötüleştiği bir ortamda benzeri bir söylem ortalıkta dolaşıyor. Enflasyonun ve kurların böylesi bir tırmanışa geçmesinin sebebi, siyasiymiş. Herşey yolunda giderken, Danıştay’a silahlı saldırı yüzünden piyasalar karışmış. İki ay önce Nobel ödüllü iktisatçı Mundell, İstanbul’a gelip bir konferans veriyor ve aynen şunu söylüyor: Türk Lirası son 5 yıl içinde yüzde 50 değerlenmiştir. Bir kur artışı kaçınılmazdır. Ama bizim resmi iktisatçılara göre, TL’nin aşırı değerli oluşuyla, kur artışının bir ilgisi yok. Enflasyondaki yükselmenin de, ucuz ve bol döviz girişiyle oluşan iç talep balonuyla bir ilgisi yok. Peki neyle ilgisi var? Van Savcısı’nın görevden alınmasıyla. Bir de dış borsalardaki düşüşle. İşte metaiktisat. Pes vallahi.
* * *
Türkiye’de artan enflasyonla birlikte, aylık reel faizlerin "eksi"ye dönüştüğünü rakamlarla anlattım. Kurlar ve faizler bu yüzden arttı. Başka sebep aramaya gerek yok. Niçin böyle oldu onu da anlatayım. Geçen dört yıl içinde, iddia edildiği gibi "sıkı" değil, tersine yatırımları ve iç talep artışını teşvik eden büyümeci bir "gevşek" para politikası izlenmiştir. Türkiye gibi "çift paralı" (biri ulusal para birimi diğeri döviz) ülkelerde, yerel paranın faizinin yüksek olması, "sıkı para" politikası uygulandığı anlamına gelmez. Tam aksine, TL faizi gereğinden yüksek tutulursa, ülkeye bol ve ucuz (özellikle uluslararası likitide bolluğu varsa) döviz girer. Böylece hem A) Döviz fiyatları düşer. B) Dövize endekslenmiş enflasyon düşer. C) Piyasadaki para miktarı çoğalır. Üstelik çoğalan para uzun vadeli kontrat yapmak isteyen yatırımcının istediği paradır. Dolayısıyla yaratılan tam bir sıkı değil "gevşek" para ortamıdır. Bu ortamda yatırımlar artar, iç talep artar, milli gelir büyür ve cari açık artar. Bu da ekonomiyi, dış şoklara dayanıksız hale getirir.
Son Söz: Bilim, açıklamak için vardır.
Yazının Devamını Oku