13 Mayıs 2006
HÜRRİYET’i ziyaret eden TÜSİAD Başkanı Ömer Sabancı, gazetemizin üst kademe yöneticileri, ekonomi bölümü müdürü ve gazeteci Sadi Özdemir’in bulunduğu bir heyetle toplantı yapmış. Bu toplantıda TÜSİAD Başkanı’nın ileri sürdüğü fikirleri "Türkiye’nin türbandan başka önceliği mi yok?" başlıklı haberden öğrendik. Beğensek de beğenmesek de TÜSİAD, ülkemizin etkili bir kurumudur. Bu dernek, daha önce kendileri tarafından ifade edildiği gibi "Kanarya Sevenler Derneği" değildir. TÜSİAD, çok önemli bir "baskı grubu"nun sesidir. Netameli ve hassas da olsa ülke gündeminde bulunan, hatta gündeme henüz girmemiş ama girmesi çok muhtemel her konuda fikir beyan eder. TÜSİAD’ın görüşleriyle, Avrupa Birliği (AB)’nin görüşleri hemen hemen aynıdır. Dolayısıyla, TÜSİAD’ın dile getirdiği görüşleri "AB böyle düşünüyor" şeklinde anlamak yanlış olmaz. Eğer TÜSİAD Başkanı Sabancı "Türkiye’nin türbandan başka önceliği mi yok?" diyerek "türbanla ilgili kısıtlamalar kalksın" mesajı veriyorsa, bunu bir AB bakış açısı olarak değerlendirmek gerekir. Halbuki son zamanlarda AB hukukçuları, bağlandığı şekliyle türbanı, geleneksel bir giyim aksesuarı değil, siyasi bir "manifesto" olarak nitelendirmiştir. Yani bu şekliyle türban takan bir hanım ve ondan böyle giyinmesini isteyen ailenin erkek fertleri, "Bizim yol göstericimiz, ilim değil, dindir" demektedir. İlk defa TÜSİAD’ın verdiği mesajla, AB’nin bize yansıyan görüşü örtüşmedi. Ama ben yine TÜSİAD Başkanı’nın beyanatını, AB’nin "esas görüşü" olarak kabul ediyorum.
* * *
TÜSİAD Başkanı’nın beni esas ilgilendiren sözleri, cari açıkla ilgili olarak söyledikleri. Başkan Sabancı, cari açığı risk olarak görenlerle aynı fikirde olmadığını ifade ettikten sonra "Hem büyüyelim hem de cari açık olmasın demek çok zor" demiş. Ben ise tam aksi kanaatteyim. "Hem büyüyelim, hem de cari açık vermeye devam edelim demek çok zor" diyorum. Alın bir çelişki daha. TÜSİAD’ın ulaşamayacağı iktisat uzmanı yok. Zaten kadrosunda da bu işin uzmanları bulunuyor. Eh Başkan Sabancı da Hürriyet gazetesine gelip, hiç irdelenmemiş ve imbiklenmemiş bir iktisadi postülat ortaya koymuyor herhalde. Anlaşılan bu konu TÜSİAD’da iyice tartışılmış ve yukarıda yer alan "sebep-sonuç ilişkisinin" var olduğuna karar verilmiş. TÜSİAD şöyle sesleniyor: "Ey Türkiye! mademki büyümek istiyorsun, öyle ise cari açık vermeye mecbursun." Bu batıl tez, 1850’den beri bu topraklarda en fazla "genel kabul görmüş" iktisat inancıdır. Gazetelerde ve TV’lerde halkı aydınlatan iktisatçıların çoğu, bu tezin abonesi ve avukatıdır. Az sayıda iktisatçı ve ben, bunun tam aksini haykırıp duruyoruz. Dünyaya bir bakın, sürekli cari açık vererek kalkınmış tek bir ülke var mı? diyoruz. Ama nafile. "Yabancı para içeri, büyüme yukarı" işte istatistikler diye tabloları milletin gözüne sokuyorlar. Anlaşılan bu batıl tez, şimdi de TÜSİAD’ın resmi iktisadi görüşü olmuş. Belki, bu da bir AB görüşüdür. Öyleyse, doğrudur.
Son Söz: Gece, gündüzü izler; ama gece, gündüzün sebebi değildir.
Yazının Devamını Oku 10 Mayıs 2006
SON on beş yıl içinde, iş idaresi anlayışı çok değişti. Bu değişikliğin sebebi hikmeti, doğru dürüst kár etmeyen ama bu arada pazar payını artıran firmaların, sahip değiştirmesi sırasında oluşan yüksek devir fiyatlarından anlaşılıyor. Firma yönetimi teorisi, "kullanılan sermayenin getirisi ile götürüsü arasındaki farkı azamiye çıkarma" ilkesi üzerine inşa edilmiştir. Buna "maksimum katma değeri yaratma" veya daha bilinen tabiriyle "iktisadi kárı maksimize etme" ilkesi de denilebilir. Hatta, öz kaynak maliyeti pratikte sıfır kabul edildiği için, firma yöneticilerinin yönetim becerisinin ölçüsü "vergiden sonra kár" rakamı dahi olabilir. Buna İngilizce’de "bottom line management" denilir. "Bottom line" gelir tablosunun son satırı demektir. Son satırda vergi düşüldükten sonra kalan sáfi kár rakamı bulunur. Tepe yönetici, dip satırda yazan kár rakamını ne kadar büyütürse, o kadar başarılı addedir (di).
* * *
Halka açık şirketlerin yaygınlaşmasıyla birlikte, tepe yöneticinin beceri ölçüsü, firmanın borsa değerini azamiye çıkarmak olarak tanımlandı. Buna "hissedarların servetini büyütme" ilkesi (best value for the shareholders) adı verildi. Özellikle küçük hissedarın, elindeki hisse senetlerinin değerinin artması kadar sevindirici bir şey olamazdı. Uzun müddet, "son satır yönetimi" ile "hissedarların servetini artırma" ilkelerinin birbirini tamamladığı kabul edildi. Çünkü borsa değeri, "fiyat-kazanç" çarpanıyla hesaplanıyordu. Kısaca bir şirketin borsa değeri, onun yıllık kárının belli bir katına tekabül ediyordu. Zamanla bu ilkelere uygun finansal yönetim ve borsa değerini artırma yöntemleri geliştirildi. "Finansal kaldıraçlama" icat edildi. a) Dağıtılan temettü (öz kaynak maliyeti), b) faiz (borç kaynak maliyeti) ve c)vergi yükleri hesaba katılarak "optimum borçlanma oranı" bulundu.
* * *
Bütün bu hesaplar, firmalarının geçmiş performansları esas alınarak yapılyordu. Halbuki hisse senedi alan bir kişi, o firmanın geçmişine değil geleceğine ortak oluyordu. Geçmiş ise geleceğin doğru bir göstergesi olmayabilirdi. O zaman, borsada hisse senetlerine yatırım yapmak isteyenlerin paralarını yönlendiren fon yöneticileri "acaba gelecekte hangi firmanın kárlılığı ve dolayısıyla borsa değeri en fazla artacak?" sorusuna cevap aramaya başladılar. Vardıkları kanaat şu oldu: Hangi firmanın cirosu ve pazar payı en hızlı artarsa, o firmanın borsa değeri gelecekte o kadar yüksek olacaktır. Bunu da firmaların tepe yöneticilerine açık açık söylediler. Bunun üzerine firma yöneticileri, "bottom line" yönetiminden "top line" yönetimine geçti. Gelir tablosunun en üst satırına yani ciro rakamına odaklanmış bir yönetim biçimi moda oldu. Eski paradigmaya yani "son satıra bakılmalı" ilkesine sadık yöneticiler gözden düştü. Büyümeci atak girişimciler öne çıktı. Pazar payı büyüyen firmaların değeri yükseldi.
Son Söz: Kárın büyüğü, cirodan değil, şirketin satışından doğar.
Yazının Devamını Oku 6 Mayıs 2006
ESKİDEN olsa bu başlığı "enflasyon hortladı" diye atardım. Nisan ayı enflasyonu, beklentilerin çok üstünde çıktı. Memleketin iktisadi düşünce ufku üzerinde monopol kurmuş "fon yönetim danışmanı" iktisatçılar, alınan pozisyonlar zarar görmesin diye, bu artışın aslında artış olmadığını anlatacaklar. Efendim, petrol fiyatları yüzünden oldu; ayakkabı elbise fiyatları yüzünden sonuç böyle çıktı; yok efendim esas suçlu tarımdır, onun da gerisinde kötü hava şartları vardır diyecekler. Arkasından çareyi söyleyecekler: "Faizler arttırılmalıdır". Hani bir deyiş vardır, elindeki tek alet çekiç olan kimse, karşılaştığı her meseleyi çivi olarak görürmüş. Bizimkilerin hali bu örneğe uyuyor.
* * *
Kimsenin, enflasyon düşmedi diye sevinecek hali yok. Ümit ediyoruz ki, nisan ayında ortaya çıkan bu anormal yükseliş, fiyat zammı yapmak için pusuda bekleyenleri tahrik etmez. Kaldı ki; daha önce de söylediğimiz gibi, istatistikte "nokta" ölçümlerinde hata payı yüksektir. Eğilimin değişip değişmediğine karar vermek için, en az birkaç ay daha enflasyonu izlemek gerek. Enflasyon denilince anlaşılması gereken TÜFE’deki (Tüketici Fiyat Endeksi) yıllık değişimdir. Nisan 2005’te yüzde 8.18 olan genel fiyat artış seviyesi, Nisan 2006’da yüzde 8.83’e çıkmıştır. Bu, enflasyon artış eğilimine girdi demek için yeterli bir veri olmasa bile, herhalde enflasyonun düşmeye devam ettiğine dair bir işaret de değildir. Gelinen nokta "hedeflenen enflasyon" açısından hoş değildir.
* * *
Bu vesileyle bir derdimi sizinle paylaşmak istiyorum. Birincisi, TV’lerde veya gazetelerde enflasyon tahmini yapmaya meraklı arkadaşların, tahminlerini yüzde, binde değil, onbinde hassasiyette ifade etmeleri. Ne zaman onbindeli bir tahmin dinlesem veya okusam içim daralıyor. İki gün sonra bakıyorsunuz yüzde 0.71 çıkar diye tahmin edilen enflasyon, yüzde 1.42 çıkmış. Yani yüzde yüz şaşmış. Ertesi ay aynı tiyatro tekrar oynanıyor. Kimsenin elinde, bir sonraki ayın enflasyonunu onbinde hassasiyette tahmin edecek (aslında olmuşu ölçecek bile) bir teknik yok. Tahmin uzmanı arkadaşlar, öngörülerini sonu sıfırlı sayılarla söyleseler daha bilimsel olacak.
* * *
Gelelim işin ciddi yanına. Enflasyon, izafi fiyat artışı demek değildir. Fiyatların genel olarak ve sürekli artması demektir. Mal veya hizmet fiyatı ile kişisel gelir bir paranın iki yüzü gibidir. Tıraş bedeli, saçını kestiren için satın aldığı hizmetin "fiyatı", berber için elde ettiği "gelir"dir. Enflasyon son tahlilde, kişilerin milli gelirden daha fazla pay almak için "fiyatları yukarı" ittirme kavgasıdır. Bu fásit bir dairedir. Her ne kadar, sıkı para ve sıkı maliye politikaları, enflasyonu frenlese bile, bu tedbirlerin işe yaraması bir yerde fertlerin, toplumsal sorumluluk bilincine bağlıdır. Yoksa alınan makro önlemler, fiyat istikrarına refahta değil, "fukaralıkta" kavuşulmasıyla sonuçlanabilir.
Son Söz: Fiyat, fiyata bakarak zamlanır.
Yazının Devamını Oku 3 Mayıs 2006
AKP’nin Tekirdağ İl Kongresine katılan Başbakan Tayyip Erdoğan, IMF ilişkileri hakkında hükümete yöneltilen eleştirileri cevaplamış. Kendilerinin, ülkeyi borç ödeyecek güce ulaştırdıklarını, geçmişteki iktidarlar gibi IMF’nin talimatlarını kuzu kuzu yerine getirmediklerini ifade edip şunları söylemiş: "Biz IMF’ye istersek hemen borcu öderiz; istersek iki taksit yapar, borcu bitiririz. Bizim kasamızda yeterli para var. Önümüzdeki günlerde bu kararı da vereceğiz."
Önce Türkiye ile IMF arasındaki borcun miktarı ve mahiyetini hatırlayalım. IMF’ye olan borcun halihazır tutarı 13 milyar dolar civarında. Mevcut geri ödeme takvimine göre bu borç, kabaca iki yıl içinde kapatılacak. Ancak, Türkiye’nin IMF ile ilişkileri bununla sınırlı değil. Türkiye’nin bir yandan borç geri öderken, diğer yandan IMF’den farklı başlıklar altında yeni borçlar alması da öngörülüyor. İkinci olarak IMF’ye olan borcu Hazine ödeyecek. Başbakanın kastettiği hazır döviz ise, Merkez Bankası’nın kasasında. Yani Hazine, IMF’ye ödeyeceği kadar ilave borçlanmadan, bu borcu kapatamaz. Kısaca, yapılacak işlem bir borcun bir başka borçla kapatılmasından başka birşey olmayacak. Kaldı ki, Türkiye cari açık veren bir ülke. Bunun anlamı Türkiye’nin dış borçlarının sürekli arttığıdır. Cari açığın bir kısmı (pek de doğru olmayan bir ifadeyle) borç yaratmayan dış kaynakla kapatılsa bile, dış borç artışı daha uzun yıllar sürecektir. Bu şartlar altında Başbakan, acaba Türkiye’nin IMF’ye olan borcunu kapatmasını niçin düşünüyor?
1. IMF bize, ülke çıkarları açısından uygulamak istemediğimiz iktisadi ve mali politikalar dayatmaktadır. Biz bu baskılardan kurtulmak istiyoruz. (Seçim ekonomisi mi geliyor?)
2. IMF’nin uyguladığı faiz haddi, bizim yeni bulacağımız borcun faizinden yüksektir. Dolayısıyla faiz gideri tasarrufumuz olacaktır.
3. Bütçe, artık fazla vermeye başlamıştır. Bütçe fazlasını, kamunun yatırımlarını veya cari harcamalarını arttırmak yerine, borç kapamakta kullanmayı tercih ediyoruz.
4. Yukarıdakilerin hiç biri geçerli olmasa bile, Türkiye’nin uluslararası finans piyasalarında itibarını yükseltmek için "IMF’ye borçlu bir ülke" damgasından kurtulması faydalı olacaktır.
Devletler ve hatta şirketler finasman mantığı açısından sonsuz ömürlü kabul edilir. Devletlerin, kamu borçlarını, arttırabildiği kadar arttırması ve sıfırlaması diye bir kural yoktur. Şartlar icap ettirirse, kamu borçları azaltılabilir veya artabilir. Borcun toplamından (milli gelire oranı anlamında da) daha önemli olan, borca ödenen "reel faiz"dir. Bu faizin, milli gelir artış oranından az olması gerekir ki, borç yönetimi, milli geliri "fakirden alıp, zengine veren" bir tekrar dağıtım mekanizması haline gelmesin.
Son Söz: Gerçek dış borç ödeme, cari işlem fazlası vererek sağlanır.
Yazının Devamını Oku 29 Nisan 2006
GEÇEN hafta Nobel ödüllü iktisatçı Mundell’in Türk ekonomisini de değerlendiren bir konuşmasını dinledik. Bu değerli fırsatı yaratan İş Bankası’nın "İş Yatırım" firmasına teşekkür ederiz. Mundell’in konuşmasının başlığı "Değerli Türk Lirası, Cari İşlemler Açığı ve Enflasyon Hedeflemesi" idi. Yani, gündeme tam oturuyordu. Zaten Mundell’in uzmanlık alanı da bu. Konuşmanın çarpıcı noktalarını, çarşamba günkü yazımda Mundell’in kendi yazılı ifadelerini kullanarak bilgilerinize sunmuştum. Bugün, geniş açıdan Mundell’in anlattıklarını, resme kendi ampirik gözlemlerimi katarak yorumlayacağım.
* * *
1. Mundell, "sıkı para" politikasının, yani ulusal paraya yüksek faiz uygulamanın, ülkeye yabancı para girişini hızlandırdığını, bu girişlerin döviz kurlarını bastırdığını ve böylece enflasyonun aşağıya çekildiğini söyledi. Bu "sebep-sonuç ilişkisini" hepimiz (veya çoğumuz) biliyoruz.
Mundell’in gözünden kaçan husus şuydu: Bu uygulama, döviz kredilerinin faizini "düşük, hatta negatif" düzeye indirmektedir. Böylece ülkede, bir yandan enflasyonu aşağı çeken "sıkı para" politikası uygulanırken, diğer yandan yatırımları ve dolayısıyla büyümeyi artıran "gevşek para" politikası uygulanmış olmaktadır. Eğer kendisi bu tabloyu yorumlasaydı memnun olurdum. Bu suretle, "olmaz denileni oldurduk; hem enflasyonu düşürdük, hem de büyüdük; bu bir mucizedir" diye konuşanlara bunun mucize olmadığını gösterirdi.
2. Mundell, bütün istikrarsızlık sorunlarının, bütçesini denk hale getiremeyen hükümetlerden kaynaklandığını söyledi. O zaman, simetrik bir çıkarımla, bütün çözümler de "bütçesini denkleştirebilen" hükümetlerden kaynaklanmaktadır demeliydi. Böylece, Türkiye’de enflasyonun düşüşünde "para politikası" mı yoksa "maliye politikası" mı daha etkili olmuştur tartışmasına bir ışık tutmuş olurdu.
3. Mundell’in söyledikleri arasında bana en çarpıcı gelen "enflasyon yeterince düştükten sonra yapılacak (veya oluşacak) bir devalüasyon, enflasyonun tekrar yükselmesine sebep olmaz" ifadesidir. Mundell bu argümanını, çeşitli ülkelerden derlediği ampirik kanıtlarla destekledi.
4. Mundell, Merkez Bankası’nın rezervlerini daha artırmasını tavsiye etmiştir. Ben ise bu rezervlerin "TL’nin aşırı değerlenmesine katkı yaptığı" kanaatindeyim. Eğer kur kendi kendine düzelecekse, yüksek rezerv, sıcak paracılara güven vererek bu oluşumu geciktirmektedir. Acaba Mundell’in kafasının arkasında "Bütçeyi dengele, enflasyonu iyice bastır. En güçlü anında aniden bir devalüasyonu yap. Sıcak paracıların o güne kadar aldıkları fahiş faizi, anaparalarını küçülterek geri al. Döviz dengesinin sağlanacağı ortamı yarat. Yüksek rezervinle kuru dengede tut. Enflasyon bir yere kıpırdayamaz" tavsiyesi mi yatıyor?
Son Söz: İktisat, maksada göre davranmaktır.
Yazının Devamını Oku 26 Nisan 2006
GEÇEN hafta İş Bankası grubunun bir üyesi olan İş Yatırım şirketinin düzenlediği "Geniş Açı" toplantılarının dördüncüsü yapıldı. Bu toplantının konuşmacısı, Nobel İktisat ödülünü 1999 tarihinde almış Robert Mundell idi. Türkiye’nin içinde bulunduğu iktisadi durumu değerlendirmek açısından Mundell’den daha uygun bir isim bulunamazdı. Halen Columbia Üniversite’sinde profesör olan Mundell, enflasyonla mücade yöntemleri ve faiz kuramı, kur rejimleri, para ve maliye politikaları konularında tartışılmaz bir usta. Gerek iktisat kuramlarına gerekse "Euro" gibi uygulamalara ilham vermiş bir bilim adamı.
Mundell’in konuşmasının başlığı "Değerli Türk Lirası, Cari İşlemler Açığı ve Enflasyon Hedeflemesi" idi. Mundell’in analizleri, benim Türkiye’deki iktisadi gelişmeleri kavrayış ve okurlara anlatışımla şaşılacak şekilde örtüştü. Tabii bu husus bana huzur verdi. Mundell’in dedikleri hakkında iki yazı yazacağım. Birincisinde sadece onun yazılı metinde yer alan ifadelerini kullanacağım. İkinci yazıda Türkiye gerçeğinde Mundell’in söylediklerini yorumlayacak ve eksik bulduğum yönlerine işaret edeceğim. Mundell şunları söylüyor:
1. Türk Lirası muhtemelen "aşırı" değerlidir.
2. Kurun aşırı değerli olup olmadığını test etmek gerekir. Bu testte; a) Sanayi üretiminin, milli gelirden daha düşük artması, b) ülkeye doğrudan yatırımdan çok, potföy yatırımı gelmesi, c) dış ticaret açığının kötüleşmesi, d) dış ticaret açığının, cari işlem açığına oranının artması, e) işsizlik oranının artmasıdır. Bunlar, Türkiye’de kurun aşırı değerli olduğuna işaret ediyor.
3. Sıkı para politikaları (yüksek faiz), yerel paranın değer kazanmasına (düşük kura) sebep olur.
4. Hükümetler zaferlerini ilan ederken, kurdaki aşırı değerlenme büyük ölçekli devalüasyonlara yol açar.
5. Enflasyonla mücadelede başarıyı getiren temel unsur, dövizin ucuzlamasıdır. Hatta döviz fiyatı ne kadar çabuk düşerse, enflasyona karşı başarı da o kadar çabuk gelir.
6. Ancak, bu durumda, sonradan kurda büyük bir düzeltme yaşanma ihtimalide artmaktadır.
7. Altın kural: Enflasyonun hedeflenen seviyeye indirilmesinin ardından, aşırı değerli kurun denge seviyesine doğru değer kaybetmesi gerekmektedir.
8. Enflasyon hedeflemesinde sağlanan başarı, ulusal parada her zaman aşırı değerlemeye ve cari açığın genişlemesine neden oluyor. Bu nedenle çoğu zaman devalüasyon kaçınılmaz olur.
9. Değerlenen Türk Lirası ve genişleyen cari açık, tarihin tekerrür etme (devalüasyon) riskini de beraberinde getirmektedir.
10. Bütün küçük ekonomiler, kuvvetli ve istikrarlı bir para birimini çapa olarak kabul edip, kuru sabitlemek suretiyle daha başarılı olurlar
Son Söz: Deterministler, kaderci olamaz.
Yazının Devamını Oku 22 Nisan 2006
"AYNASI şehirdir, medeniyetin Görünür trafikte, akıl rütbesi belediyenin." İstanbul Belediyesi, trafik sıkışıklığını azaltmak için çok ciddi yatırımlara girişti. 100’den fazla alt-üstgeçit projesi birer birer tamamlanıyor. Trafikte sıkışıklık yaratan engellerin başında hemzemin kavşaklar gelir. Üzerinden çok sayıda araç geçen bir yolda, trafik akışının kısa bir süre kesilmesi, uzun kuyruklar oluşmasına sebep olur.
Kavşaklarda duraklamaları ortadan kaldıran alt-üstgeçitler, trafiği rahatlatır. Bunda hiç kuşku yok. Ancak trafik sıkışıklığı denilen kentsel bela, alt-üstgeçit inşa ederek çözülebilecek bir yol mühendisliği meselesi değildir. Bunu, alt-üstgeçit inşa edenler de biliyor. Ama nedense, trafik sıkışıklığının "sosyal ve ekonomik" nedenleri ve bunların çözüm yöntemleri üzerinde pek durulmuyor.
Bunda da anlaşılmayacak bir şey yok. Siyasetçiler, "bireylerin, bencil davranışları" yüzünden ortaya çıkan sorunlarda bile, oy kaybederim kaygısıyla halkın üstüne gidemez. Bu "seçen-seçilen sözleşmesi"ne aykırıdır diye düşünür. Halbuki, şehrin verimsizleşmesine sebep olan ahlaksız davranıştan zarar görenlerin sayısı, bu davranıştan kár edenlerden kat be kat fazladır.
Hatta trafikte ahlaksız davrananlar bile bu kötü geleneğin mağdurları arasındadır. Bu durumda trafik meselesinin kökenine inmek ve topluma çıkış yolunu göstermek, bilim adamlarına kalmaktadır. Ne yazık ki; gazeteciliğin paradigması "vatandaş iyi, yönetici kötü"dür. Bu yüzden bilim adamlarının, basın yoluyla sesini duyurması da pek kolay değildir.
* * *
Trafik sıkışıklığının, altgeçit inşa edilerek giderilemeyeceği semtlerde bu mesele nasıl çözülür? Önereceğim yöntem hukuk dışıdır; ama yüzde yüz etkindir. Eğer önerim kabul edilirse, çok kısa bir süre sonra, İstanbul’un her semtinde ve her saatte trafik yağ gibi akacaktır. Bu neticeyi çok arzulamanıza rağmen, teklifimi kabul etmeyeceğiniz kesin. Olsun, yine de bir düşünün.
* * *
Nüfus yoğunluğu yüksek semtlerde trafik sıkışıklığının tek sebebi, mevcut yolların, yol olmaktan çıkıp otopark haline gelmesidir. Trafikte sıkıştığınız bir an, bulunduğunuz yolda park etmiş tek bir araç olmadığını tahayyül edin. Park edemeyeceği için oralara hiç gelmeyecek özel araçları hesap edin. Göreceksiniz ki, o yolda trafik sıkışıklığı oluşması hemen hemen imkánsızdır.
Bu durumda insanlar, toplu taşıtlarla veya taksilerle ama mutlaka, daha fazla yürüyerek, istedikleri yere çok daha çabuk gidebilecektir. Bakın çözüm kendiliğinden şekillendi: Park edilmesi yasak yerlere, araç park etmeyi caydırmak.
İşine gelen her yere aracını park edenlerin, kár-zarar hesaplarını değiştirmek, yani onları park etmemeye ikna etmek için görevliler, "yasak yere park etmiş araçlarının arka camlarını, uzun saplı bir balyozla kıracak". Dörtlü flaşörü yanıp sönen ikinci sırada park eden araçların ise hem yan hem de arka camları kırılacak.
Son Söz: Vahşet, vahşeti davet eder.
Yazının Devamını Oku 19 Nisan 2006
İKTİSADI bana sevdiren sevgili hocam Sadun Aren, "İktisatta sorulabilecek yaklaşık 25 soru vardır; ama bunlar çok farklı şekillerde karşımıza çıkabilir" derdi. İktisatçı, kendisine yöneltilen herhangi bir soruyu yanıtlamadan önce bunun, temel 25 sorudan hangisi olduğunu saptamalıdır. Ancak ondan sonra, tutarlı bir cevap verebilir. Döndük dolaştık yine "Ne olacak bu cari açığın háli?" sorusuna geldik. Eh, "yüksek faiz, düşük kur" politikasına azimle devam edilirse, sonucun böyle olacağını "öngörmemek" için herhalde büyük iktisatçı olmak gerekirdi. Önce bazı karşı görüşleri irdeleyelim.
1. Eğer cari açık, kategorik olarak sorun değilse, cari açık nasıl kapanır diye kafa yormaya gerek yoktur.
2. Cari açık vermeye mecburuz deniyorsa, kadere karşı gelinmez.
3. Cari açık iyidir; cari açık, başka milletlerin tasarruflarının ülkemize akması demektir. Kalkınmak için daha çok (yerli veya yabancı) tasarrufa ihtiyacımız var. Bu sermaye girişleri bizim tasarruf açığımız kapatıyor. Böylece hem milli gelir artıyor, hem de enflasyon düşüyor deniyorsa, cari açığı değil azaltmak, büyütmek gerekir.
4. Cari açık, serbest pazar ekonomisinin tezahürlerinden biridir. İyi veya kötü diye nitelendirilemez. Başka türlü olamadığı için, sonuç böyle çıkmıştır. Serbest pazar ekonomisinin kurallarına sadık kalındıktan sonra, tasalanacak bir şey yoktur. Önemli olan liberal kapitalist sistemin işlemesidir. Bu açık, gerekli şartlar oluştuğunda, eşyanın tabiatı icabı kendiliğinden kapanacaktır. Eğer görüşümüz bu ise, yapacak bir şey yoktur.
Yukarıda yazdıklarımın hepsi kendine göre geçerli argümanlar. Bunları, gelebilecek itirazları, peşinen defetmek için yazmadım. Ben, cari açığın, Türk ekonomisinde "kaynak tahsisi burkulmalara" sebep olduğu, sanayileşmeyi kösteklediği ve "sürdürülemez bir ödemeler dengesi" ortaya çıkardığı kanaatindeyim. Buna rağmen, yukarıda yazdığım tezleri de sürekli zihnimde değerlendiriyorum.
* * *
Cari açığın sıfır olması veya bir ülkenin sürekli cari fazla vermesi gerekir diye bir kural yoktur. Zaten dünyada cari açık ve cari fazlalaların cebirsel toplamı daima sıfırdır. Eğer Çin gibi ülkeler, cari fazla verecek bir kur ve sanayileşme stratejisi uyguluyorsa, bazı ülkelerin cari açık vermesi şarttır. Şimdi gelelim Türkiye’nin niçin cari açık verdiği sorusuna. T.C Hazine’si, kamu borçları döndürmek veya gerekiyorsa ilave borçlanmak için TL ve Döviz cinsinden tahvil ve bono ihraç etmektedir. TL’li kağıtların faizi % 14, Euro’luların faizi % 5, dolarlıların faizi de % 7 dolayındadır. Merkez Bankası’nın bir gecelik faizi de % 13 civarındadır. Enflasyon hedefi % 5’tir. Áni döviz çıkışlarını karşılamak için bankacılık siteminde (M.B. dahil) 75 milyar dolar rezerv vardır. Mali kuruluşların kárlılığı bu izafi fiyatlandırmanın devamına bağlıdır. Şimdi bu "yüksek faiz-düşük kur" politikası olmuyor mu? Kur düşük olunca, cari açık oluşmaz mı?
Son Söz : Dünyada aptaldan çok, anlamak istemeyen vardır.
Yazının Devamını Oku