5 Ağustos 2006
İKTİSAT, maksatlı davranmak demektir. Ben de gece gündüz demiyor, memleketimden "iktisat/maksat" manzaraları seyrediyorum; gözlerim açık. Birden Demirel’in ünlü sözlerinden birini hatırlıyorum. "Neyin olacağını, nelerin olamayacağı belirler". Mühendis Demirel, matetamikte "olmayana ergi" yöntemini hayata tercüme etmiş diyorum. Durumdan vazife çıkartıp, Türkiye’de nelerin yapılabileceğini saptamak için, yapılamayacakların listesini çıkarmaya karar verdim.
1. Ne Boğaziçi’nde, ne Bodrum’da; ne sosyete eğlencesinde ne de köy düğününde gürültü ile mücade edilemez. Gürültü, hayatımızın ayrılmaz bir parçasıdır. Gürültü, neşedir. Gürültü, aslanın kükremesi gibidir. Gürültü çıkaran insan, çevresine hükmetmiş olur. Gürültü, toplumsal tercihtir. Dolayısıyla medyada çok büyük destekçileri vardır. Birçoklarının, o istese mutlaka yaptırır dediği, başyazarımız ve hukukçu, zavallı Oktay Ekşi, kendi evinde, kendi yatağında geceleri uyuyabilmek için, burnunun dibindeki sosyetik gece kulübünün sesini kısmaya çalışmış, başaramamıştı. Kulüp kendiliğinden kapandı da hikaye bitti.
2. Başıboş köpeklerinin, sokak hakimiyetine engel olunamaz. Geçen hafta İstanbul’un üç semtinde köpeklerin bulaştırdığı kuduz vak’aları görüldü ve karantina ilan edildi. Sokak köpeklerinin toplanması meselesi gündeme bile gelmedi. Nasıl Hindistan’da inekler, Hindu inanışına göre kutsalsa, ülkemizde de köpekleri "kutsal hayvan" kabul eden güçlü bir tarikat vardır. Osmanlı’dan beri bu gelenek değişmemiştir. Asrın başında, Avrupa’da geçerli olan sokak köpekleri nizamnamesini İstanbul’da da uygulamaya kalkan Belediye, bunları toplayıp Hayırsızada’ya enterne etmiş, halk kayıklarla Hayırsız’a gidip, köpekleri geri getirmeye başlayınca kararından çark etmiştir. Türkiye eskaza Avrupa Birliği’ne girse, AB ülkelerinde uygulanan "sokak köpekleri yönetmeliği" yine de uygulanmayacaktır. Buna yargı karar verse, medya izin vermez.
3. Kaçak inşaata engel olunamaz. Diyelim tatil beldelerinde denize sıfır arsalarda, özel konut olarak kullanılacak bina inşa edilemez diye bir imar yasağı var. Ne gam? Siz de "turistik tesis" izni alıp lebiderya arazilere, özel konut olarak kullanılacak binalar inşa edersiniz. Hatta "pansiyon tapusu" gibi bir "hülle" yaratıp, bağımsız bölümleri ayrı ayrı satarsınız. Daha da cesursanız, sahiline kulübe bile yapılamayan "ulusal park" olarak belirlenmiş cennet koyların birinde, "duba üstü konak" inşa edersiniz. Dubaya, uyduruk bir motor koyarsanız, onun adı "gemi" olur. Dubayı da sahile bağlarsınız. Dubayı yıllarca hiç yerinden oynatmasanız da olur. Her gemi, sefere çıkacak değil ya? Bu da sefere çıkıp da memnun olduğu için dönmeyen değil, bağlı olmaktan memnun olduğu için sefere çıkmayan bir gemi olur. Neden olmasın? Dikkat edeceğiniz iki husus vardır: Medyayı ve hukuku arkanıza almak.
Son Söz: Hukukun üstünlüğü varsa, kanun hakimiyeti yoktur.
Sevgili kardeşim, ODTÜ’nün ünlü hocası Muhan Soysal aramızdan ayrıldı. Onun ruhu öğrencilerinde yaşamaya devam edecektir.
Yazının Devamını Oku 2 Ağustos 2006
SON üç ay içinde, döviz kurlarında önce yüzde 30 kadar bir yükseliş oldu. Sonra kurlar yüksediği noktadan yüzde 12 aşağıya indi. Geride şimdilik, yüzde 18’lik bir artış kaldı. Reel sektörün 75 milyar dolar civarında döviz borcu varmış. Bunun ne kadarı, patronların kendi parasıdır bilmiyorum. Zaten bunun da bir önemi yok. Patronun parası, patronun parasıdır; şirketin parası değildir. Her ne kadar, şirketin parası çoğunlukla patronun parası sayılsa bile, tersi doğru değildir.
Döviz fiyatlarında yükselince, sanki bu yükseliş bilançoların aktifini hiç etkilememiş gibi, muhasebeciler şirketlerinin döviz borçlarından doğan "kur farkı zararlarını" hesapladılar. Yukarıdaki rakamlara göre reel sektör, döviz fiyatının tepeye vurduğı gün itibariyle 22 milyar dolar veya 38 milyar YTL zarar yazdı. Bilahare kurlar düşünce, "kur farkı kazancı" ortaya çıktı. Bu sefer şirketler kár yazdı. Muhasebe, her şeyden önce bir "ölçme" disiplinidir. Ne önce hesaplanan kur farkı zararlarının, ne de sonra yazılan kur farkı kárlarının, şirketlerin máli durumunu "doğru ve ádil bir şekilde" yansıtmaya hizmet etmez. Ne demişler, "kambiyo zararı yazdım diye yerinme, kambiyo kárı yazdım diye sevinme." Güreş devam ediyor.
* * *
2006 ilkbaharında "kur farkı zararı" denilen nebat yeşerince, şirketlerin finansman modelleri yeniden sorgulanmaya başladı. Reel sektör bu kadar açık pozisyon taşımamalıdır gibi "yanlış" hükümler telaffuz edildi. Türkiye’de çok uzun zamandır "yüksek faiz-düşük kur" politikası uygulandığı ve uygulanmaya devam edileceği için, dövizle borçlanmak, TL ile borçlanmaktan daima daha ucuza gelmiştir; gelmeye de devam edecektir. Bu babta Merkez Bankası’na güvenmek gerekir. Dövizle borçlanmanın tek sakıncası devalüasyon fırtınasına yakalanmaktır. Devalüasyon yüzünden acze düştü denilen firmalar, aldıkları devalüasyon değil, "vade riskilerinin" kurbanıdır.
* * *
Yönetiminde etkili olduğum firmalara bir zamanlar, döviz borcunuz, dövizli alacaklarınızdan fazla olmasın diye akıl verirdim. Sonra bunun ne büyük bir yanlış olduğunu anladım. Dövizle borçlanmak gibi, ucuz bir finansman imkánı varken, firmaları TL ile borçlanmaya zorlamak hayatdı. Kimsenin, tedbirli olmak iyidir gibi, dede külahlı gerekçelerle, şirketleri "dövizli borç" gibi bir ballı börekten mahrum etmeye hakkı yoktu. Bunu, ben bile anladım. Uzun bir süredir artık bana danışanlara, mümkün olduğu kadar dövizle borçlanın diye tavsiyede bulunuyorum. Sadece, faiz ve borç anapara taksitlerinin ödeme tarihlerini zamana yayın diye ikazda bulunuyorum. Kredinin süresi boyunca, eskaza devalüasyondan bir gol yerseniz, bilin ki; revalüasyondan beş gol atarsınız diyorum. Nasıl olsa her kur artışından sonra TL kredi faizleri daha da yükselecek ve finansman pahalılaşacaktır. Döviz fiyatı ise bir süre sonra, Merkez Bankası tarafından bastırılacaktır. Korkmayın.
Son Söz: Ödenmeyecek borç yoktur; ödenemeyecek faiz vardır.
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2006
PİYASALAR, Merkez Bankası’nın faizleri yüksek, dövizi düşük tutacağına inandı. Diğer bir deyişle, yatırım uzmanları, parasına en çok parayı TL’den kazanacağını gördü. En azından bir süre daha "akan yüksek faiz çeşmesinden kazanç kovalarını doldurmaya" devam kararı aldı. Yabancı bankalar, döviz satmaya başlayınca, döviz fiyatları iyice geriledi. Londra bankerleri ve onların yerli işbirlikçilerinin neşesi geldi. Herhalde uzun purolar yakılmış, pahalı şaraplar açılmıştır. Afiyet olsun.
Afyonsuz kalmış afyonkeşi mutlu etmenin en kestirme yolu, ona afyon vermektir. Aranan "afyon" yani sıcak döviz bulunmuştur. İlgililere teşekkür ederiz. Bu arada ödenen yüksek faiz kimin cebinden çıkmaktadır, bunu anlatan yok. Sanki yerli ve yabancı yatırımcının faiz geliri, halkın faiz gideri değilmiş gibi konuşan "resmi kanaat ağaları" onu bunu azarlamaya devam ediyor. Tek söyledikleri şu: Madem ki Türk’sün, öyleyse yüksek faiz ödemelisin.
* * *
Özel sektörün elektrik üreticileri, maliyetleri satış fiyatlarını karşılamadığı için, üretimi durdurma kararı aldı. Üretimi durdurmak, bir sanayi kuruluşu için yarı ölüm demektir. Çünkü, üretim durunca, gelirler durur, ama giderler durmaz. Ancak "tam ölümü" gören sanayici, üretimi durdurma kararı alabilir. Yaşanan elektrik krizinin sebebi, yüksek vergilerdir. Boşu boşuna bu sektörün içindeki insanlar, sebebi sistem dışında olan bir şeyi, sistem içinde kalarak çözmeye çalışmasın. Onların çözmesi gereken pek çok sistem içi sorun ve aksaklık olabilir. Ama yaşanan olayın, öyle "enerji politikamız yok" gibi süslü cümlelerle giriş yaparak açıklanacak bir yanı yok.
Hükümet, ne aldığı vergilerden fedakárlık etmek istiyor, ne de enflasyonla mücadelede kazaya uğramaktan korktuğu için elektrik fiyatlarının artırılmasına razı. Bir sürü gerçekten akıllı ve bilgili adamın, yalan ve yanlış olduğunu bildiği sözleri, medyaya açıklama diye sunması bana pek hazin geliyor. İyi ki aralarında yokum. Olsam, aynı konu saptıran salak konuşmaları ben de yapmak zorunda kalacağım. Bir de Türkiye’de elektrik pahalı muhabbetine değinmek istiyorum. Dünyada doğal gazın fiyatı, petrol gibi bellidir. Doğal gazla çalışan bir santralın işletme maliyeti de üç aşağı beş yukarı aynıdır. Dolayısıyla, hangi ülkede üretilirse üretilsin, doğal gaz yakarak üretilen elektriğin "sınai maliyeti" aynıdır. Satış maliyeti ile sınai maliyet arasındaki fark, finansman maliyeti yani ödenen faiz ile alınan vergilerden oluşur. Türkiye’de elektriğin fiyatı değil, dolaylı vergiler ve faizler yüksektir. Bu iktisadi bir tercihtir.
* * *
Hurdaya çıkan uçakların gövdelerinden lokanta yapmak isteyenler çoğalmış. Bir insanın tapulu ve imarlı bir arsası olsa ve orada lokanta açmak istese, hiç gider hurda uçak gövdesi alır, üç parçaya ayırır, kamyona bindirir, taşır, tekrar birleştirir ve bunu lokantaya çevirir mi? Bu kadar salak bir işadamı olur mu? Hurda uçak gövdesi, mülkiyeti kamuya ait ve/veya imar izni olmayan arsaların "rantını apartmaya" yarar. Buna da olsa olsa "hurda uçak gövdesiyle arsa çalmak" denir.
Son Söz: İktisadı yaratan, hayatın kendisidir.
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2006
SÖZE, basından öğrendiğim bir "rant avcılığı" vakasını anlatarak başlayacağım. Gazetemiz yazarlarından Gila Benmayor geçen salı günkü bu olayı anlatıyor. Arkasından dostum Güngör Uras, bu haberi, Milliyet’teki köşesinde, kendisinin DPT’de çalıştığı günlerden başlayarak, günümüze kadar hikaye ediyor. Vak’a şu: Türkiye’nin en çok yağmalanmış kasabası unvanını hakkıyla taşıyan Kuşadası’nda mülkiyeti devlete, yani halka ait bir tatil köyü bulunuyor. 325 dönüm lebiderya (rantçı dilinde denize sıfır) bir arazi üzerinde kurulu bu işletme, özelleştirme kapsamında 35 milyon dolara satılıyor. Tatil köyünün arazi üzerinde de yüzölçümü itibarıyla azami % 20 "turistik" tesis inşa etme izni var. Fazlası yasak. Satış işlemleri bittikten sonra, yeni sahipleri önce imar iznini % 53’e çıkartıyorlar; bu da yetmiyor, yapılacak binaların turistik tesis olma zorunluluğu kaldırıldığı gibi 12 katlı bina yapma izni veriliyor. Buyrun, bir tane de buradan yakın.
* * *
Gelin bir hesap yapalım. 325 dönümün % 20’sine ortalama 2 kat hesabıyla inşaat yapılırsa, 130 000 metrekare kapalı alan elde edilir. Yani beher metrekare kapalı alana isabet eden arsa bedeli, 35 milyon dolar bölü 130 000 metrekare = 270 Dolar/m2 olur. 325 dönümün % 53’üne ortalama 10 kat inşaat yapılsa, 1,722,500 m2 kapalı alan elde edilir. Eğer burada beher kapalı alana isabet eden arsanın değeri 270 dolar ise, imar izni değiştikten sonra ortaya çıkan arsanın değeri 1,722,500 metrekare x 270 Dolar = 465 milyon eder. Tekrarlayalım: Devlete, ( halka) ödenen bedel 35 milyon, imar durumu değiştirilerek yaratılan değer 465 milyon dolar. Böylece 430 (465-35) milyon dolarlık bir "rant" yaratılmış oluyor. Hesabın hangi kabullere dayanarak yapıldığı yukarıda yazıyor. Farklı varsayımlarla farklı sonuçlar elde edilebilir. Mertebesi değişse bile, rantçılığın aslı budur.
* * *
Türk Dili Kurumu, kötü atasözlerini sözlüklerden çıkarmaya karar vermiş. Kötü, yani zımnen ahlaksızlığı onaylayan bu deyişlerden biri de "devletin malı deniz, yemeyen domuz" muş. Soru şu: Ahlaksız davranışlar genel kabul gördüğü için mi kötü atasözleri ortaya çıkıyor; yoksa bu atasözleri mi ahlaksız davranışları yaygınlaştırıyor? Yoksa burada bir "tavuk-yumurta" döngüsü mü var? Peki öyleyse, acaba önce hangisi ortadan kaldırılmalı?
Ahlak’ın kapsama alanı, herhalde donun uçkuru ile paçaları arasına sıkışmış kalmış olamaz. Ahlak, öncelikle "iktisadi" bir kavramdır. Özünde, şahsi menfaat için başkalarının ve özellikle halkın hakkını yememektir. Sorun, dönüp dolaşıp hukuku, hayata egemen kılmaya geliyor. Hukuk herkese lazımdır. El hak doğru. Bir soru aklıma takılıyor. Öncelikle hak yiyenlere mi, yoksa hakkı yenenlere mi?
Son Söz: Hukuk, mahkemeye gitmeyenlerin de hakkını korur.
Yazının Devamını Oku 22 Temmuz 2006
İKTİSAT, dalga geçmeye çok müsait bir bilimdir. Bu dalga geçmelerden biri de, birbirini nakzeden iki bilim adamına da Nobel ödülünün verildiği tek alan iktisattır, ifadesidir. Allah, okura kolaylık versin. * * *
1. Enflasyonu düşürmek için faizleri yükseltmek gerekir diye bir kural vardır. Acaba, faiz yüksek olunca, enflasyon niçin düşer? Yüksek faizle, dezenflasyon arasındaki sebep-sonuç ilişkisi nasıl çalışır? Türkiye’de de enflasyonun düştüğü son dört yılda, faizler yüksek tutulmuştur. Parası döviz olan Batı ülkelerinde uygulanan, faizi yükselterek, enflasyonla mücadeleyle, Türkiye tecrübesi aynı nedensellik ilişkisiyle açıklanabilir mi? Elcevap: Kesinlikle hayır.
2. Öncelikle, paracı iktisatçıların çok sevdiği, "enflasyon, parasal bir olgudur önermesi"nin bir totoloji olduğunu söyleyeyim. Yani ifade mantıken doğrudur; ama karşı karşıya kalınan fenomeni anlamak için gerekli açıklamayı içermez.
3. Türkiye’de 30 yıl yapışkan hale gelen enflasyonun sebebiyle, Batı ülkelerinde bazen rastlanan enflasyonun yükselmesinin nedeni farklıdır. Sert paralı (hard currency) ekonomilerde, enflasyonu yukarı çeken sebep, yüksek taleptir. Merkez bankaları, "ödünç verme" faizini arttırarak, borçla yatırım yapacak şirketlerin fizibilite hesaplarını bozar. Ev, otomobil ve dayanıklı mal alacak hane halkının harcama cesareti kırılır. Talep kısılarak, fiyat artışları baskı altına alınır. Kısaca, ekonomi, soğutulur; büyüme yavaşlar.
4. Türkiye gibi parası yumuşak yani döviz olmayan ülkelerde, enflasyon "devalüasyon-enflasyon" sarmalı yüzünden yapışkan hale gelir. Kur artışlarını yavaşlatmadan, fiyat artışları yavaşlamaz. Dolayısıyla bu ülkeler, ekonomiyi soğutarak değil, döviz kurunu düşürerek enflasyonu yavaşlatır. Bunun için ulusal paralarına yüksek faiz verip, sıcak parayı ülkelerine çeker. Artan döviz arzı yüzünden düşen kurla, döviz fiyatına endekslenmiş fiyat artışları yavaşlar. Buna karşı ucuz döviz borçlanarak yatırım yapan şirketlerin, verimi en düşük projeleri bile kárlı hale gelir. Yatırım harcamaları patlar. Taksitli satışlar dövize endekslendiği için coşar. Toplam talep artar, milli gelir büyür, cari işlem açıkları ve dış borçlar artar. Özetlersek:
Parası döviz olan ülkelerde merkez bankaları faiz arttırınca, "paranın maliyeti" yükselir. Pahalı para, yatırımları yavaşlatır. Enflasyon düşer. Bu sürdürülebir bir tablodur. Türkiye gibi parası yumuşak (döviz olmayan) ülkelerde merkez bankası faizi arttırınca "paranın getirisi" yükselir. Bu, ülkeye döviz çeker. Artan döviz arzı, döviz fiyatlarını düşürür. Düşük döviz kuru parayı ucuzlatır. Ucuz para ekonomiyi canlandırır. Aynı anda enflasyon kura endekslendiği için düşer. Ne var ki bu süreç, ortaya gitgide büyüyen "sürdürülemez" bir döviz açığı çıkartır. Şimdi karşımızda duran mesele şu: Ekonomide, sürdürülemez bir "hoş" hálden, sürdürülebir, ama pek de "hoş olmayan" denge haline, nasıl ve ne zaman geçilecektir?
Son Söz: Saadet zinciri, kopuncaya kadar, herkes mesuttur.
Yazının Devamını Oku 19 Temmuz 2006
TÜRKİYE’yi ve Türkleri yakından tanıyan IMF’nin baş iktisatçılarından profesör Anne Krueger, geçenlerde ülkemize geldi. Hükümete, izlenmesi gereken iktisadi stratejiler hakkında tavsiyelerde bulundu. Bu tavsiyelerden biri de kısaca "ücretlerin indirilmesi" idi. Profesör Krueger, böylesi sevimsiz bir tavsiyeyi acaba niçin yaptı? Şüphe yok ki, bir bilim insanı olarak, inandığı doğruyu söyledi. Bu tedbirin ülkemiz ekonomisinin hayrına olacağını düşündüğü için böyle konuştu. Hiç kimse, düşman kazanmak istemez. Her kurum, sevimli olmak ister. IMF’nin de buna çok ihtiyacı var. Olaya sadece halkla ilişkiler açısından baksaydı, Krueger böyle bir öneriyle Türk kamuoyu önüne çıkmazdı herhalde. Ama o bir bilim insanı olarak acı gerçeği söylemeyi yeğledi. Bu bakımdan kendisi kutlanmalıdır.
* * *
Krueger, ücretler düşürülürse, istihdam artar demektedir. Demek ki, ücretler ve döviz fiyatları bu düzeyde iken, istihdamın artmayacağını öngörmektedir. Halbuki, iktisadi politikanın beş temel hedefinden biri de istihdamı arttırmaktır. Bir iktisatçı olarak, bu sorunu gözardı etmesi mümkün değildir. Ziyaret etttiği ülkenin en önemli derdi olan işsizlik hakkında da bazı tavsiyelerde bulunmak istemiştir. Belki de kendisine bu soru hükümet üyelerince yöneltilmiştir. O da bu açıklamayı yapmaya mecbur kalmıştır. Yani durup dururken, ücretleri düşürün dememiştir. Kendisine istihdam nasıl artar diye soru gelince, düz iktisat mantığı ile "ücretler düşünce" demiştir. Haklıdır.
* * *
Peki ücretler düşünce istihdam nasıl artacaktır? Bir şirket içinde teşekkül eden maliyetin (katma değerin) dört unsuru vardır. Bunlar sırasıyla 1. ücret, 2. faiz, 3. kira ve 4. kárdır. Amortisman dahil edilirse, buna "brüt katma değer", edilmezse "net katma değer" denir. Net katma değer maliyeti içinde, ücretin payı yüzde 60-70 arasındadır. Firmaların katma değer maliyetlerini düşürmek için, ücretleri düşürmekten daha etkili bir yol yoktur. Katma değer maliyeti düşünce, sanayi şirketleri iç pazara mal satarken, ithal malları karşısında maliyet avantajı elde edecektir. Fiyatları düşürse bile zarar etmeyecektir. Hakeza bugünkü döviz kuru seviyesinde, dış pazarlara satış yaparken kár edemezken, ihraç fiyatlarını döviz cinsinden değiştirmese bile, düşük katma değer maliyetiyle kára geçecektir. Bu sebeple daha fazla sipariş alacak ve üretimini arttıracaktır. Üretim artışı da ilave işgücü ihtiyacı doğuracaktır. İstihdam artacaktır.
* * *
Tıpatıp aynı sonuç, döviz kurları arttırarak da sağlanır. Öyleyse sorunun doğru sorulma biçimi şudur: İstihdamı arttırmak için, kurları mı arttıralım, yoksa ücretleri mi düşürelim? Çünkü, ücretleri bu düzeyde tutarken kurları arttırmak matematik olarak aynı kapıya çıkar. İki strateji arasındaki fark, milli gelirin dağılımında kendisini gösterir. Pek tabii bir de hangi stratejinin, siyaseten daha kolay uygulanabilir olduğu meselesi var.
Son Söz: Yan tesirini hesaba katmazsan, her illetin çaresi vardır.
Yazının Devamını Oku 15 Temmuz 2006
BUNDAN bir süre önce İstanbul Sanayi Odası, bazı iktisatçılara şöyle bir soru sordu. Sizce Türkiye’nin en önemli üç ekonomik sorunu nedir ve nasıl çözülür. Bu ankete verilen cevaplar İstanbul Sanayi Odası dergisinde daha sonra yayımlandı. Ben, Türkiye’nin en önemli üç ekonomik sorununu, sırasıyla 1) Yüksek reel faizler, 2) Vergi kaçakları ve 3) Vahşi şehirleşme olarak gördüğümü söyledim.
* * *
Dünya turundan dönen Rahmi Koç, karşılanma töreninde yaptığı konuşmada, bu gezisinde Türkiye kadar güzel bir ülkeye rastlamadığını söyledi. Tamamen katılıyorum. Gerçekten çok güzel bir vatanda yaşıyoruz. Ancak, aşırı bir ifade de olsa bu ülkede "Tanrı’nın yarattığı herşey güzel, insanın yaptığı herşey çirkin" diye bir söz de zihnimden hiç çıkmıyor. Doğal güzelliği emsalsiz olan ülkemizde, beldelerimiz maalesef çok çirkin. İnşa edilen binalar, kişisel çıkarları kısa vadede maksimize etmek üzere tasarlandığı için çirkin. Bina tasarımında sosyal sorumluluk değil, ilkel bencillik hákim. Çirkin binalardan meydana gelen semtler daha da çirkin. Bu çirkinlik içinde yetiştiğimiz için, topluma, doğaya ve tarihe karşı sorumluluk bilincimiz oluşmuyor. Bu yüzden daha çok bina yaptıkça, çirkinliği arttırıyoruz. Neredeyse "inşaat yasak"la "bari burası güzel kalsın" eşanlamlı hále geldi. Buna mukabil insanların yeni mekánlara ihtiyacı var. İnşaat yapmamak mümkün değil. Tam bir açmaz. İmar işlerimiz vahşet sergilemekle birlikte, yer yer güzel binalar yapılmakta, güzel semtler oluşmakta. Böyle yerlerden geçerken içim açılmakta, ülkemle ve insanımla gurur duyuyorum. Moralim düzeliyor.
* * *
İstanbul’un en güzel semtlerinden biri Sarıyer’dir. Bu semtin en güzel yeri de Güney-Güneydoğu’ya bakan tepenin sırtlarıdır. İstanbul Boğazı buradan bir başka güzel görünür. Her hafta o yollardan geçerken adeta nefesim tutuluyor. İşte tam bu bölgede, beşyüz, belki de bin tane "bahçeli villa cesedi" yatmaktadır. Halk arasında "Uyum Mahallesi" diye bilinen bu villaların inşaatı, on yıl önce imar mevzuatına aykırılık nedeniyle durduruldu. Bazılarının taşıyıcı sütunları kırdırıldı... Ve İstanbul’un, en güzel semtinde, en güzel şekilde araziye yerleştirilmiş, çevreye güzellik katacak binalar ve bahçeleri ölüme terkedildi. Aynı devrede Sarıyer’de her türlü çirkin inşaat hiç bir engel tanımadan birbiri ardına tamamlandı.
* * *
Acaba, bu güzel yerleşim bölgesi niçin ihya edilemiyor? Aynı şekilde, İstanbul’un yüzük taşı kıymetindeki bir arsası üzerinde, eski cánım "Park Otel"in cesedi on yıldır yatmaktadır. Niçin bu ihtilaf İstanbul’un lehine sonuçlanmıyor? Yakılmış Şan Sineması’nın paha biçilmez arazisi de perişan halde. İzmir’de Hilton Oteli’nin yakınlarında kocaman bir beton çukur durup durmakta. Bütün bu çirkinliklerin, güzele ve faydaya dönüşmemesinin çok haklı yasal gerekçeleri vardır kuşkusuz. Yoksa, adaletin gözü bağlıdır derler. Acaba ondan mı?
Son Söz: Hukuk, çirkini ve akılsızlığı himaye etmez.
Yazının Devamını Oku 12 Temmuz 2006
TÜRK ekonomisine hákim olan iki zıt düşünce vardır. Bunlardan birincisi, ülkeye yabancı sermaye girmeden, zenginleşmenin mümkün olmadığıdır. İkinci ise, yabancı sermayenin getirdiğinden fazla götürdüğü, dolayısıyla yabancı sermayenin ülkeyi fakirleştirdiğidir. Her iki fikir de hem yanlış, hem de doğrudur. Zaten herhangi bir fikir tümüyle yanlış olsa, zaman içinde kendi kendini yok eder. Tümüyle doğru olsa, sonunda ona karşı çıkan kalmaz. Fikirler gündemde kalmaya devam ediyorsa bu, onların içinde cevher olduğunu gösterir. Doğal olarak, her fikrin yandaşları da karşıtları da vardır. Çoğu kez insanlar, rakiplerinin fikirlerine cephe alır. Bazan da karşı olduğu fikri savunanları rakip görür. Bir fikrin ne anlama geldiği, tamamen kişinin zihninde oluşan bir algılamadır. Bu algılama da şartlanmalara tábidir.
*
Bundan elli yıl önce hocam Fuat Çobanoğlu, Yabancı Sermayeyi Koruma Kanunu olduğu için, bu ülkeye yabancı sermaye gelmiyor derdi. Yabancı sermaye, kanunla kime karşı korunmaktadır. Tabii ki, yurt içindeki yabancı sermaye karşıtlarına karşı. Yabancı sermaye kendini tehdit altında gördükçe de, ülkeye gelmek için talep ettiği "risk primi" artmaktadır. O zaman da halkta, getirdiğinden fazlasını götüren bir yabancı sermaye fikri güçlenmektedir.
*
Son elli yıl içinde, "yabancı sermaye gelmezse, kalkınamayız" fikrini en çok benimsemiş hükümet, AK Parti iktidarı olmuştur. Aslında bu, kendi içinde çelişkidir. AKP kadroları ezelden beri Arap sermayesine sıcak bakmış, buna karşılık Batı ile bütünleşme şeklinde gördükleri Batı sermayesinden kuşku duymuştu. Esasen Batı sermayesinin gelmediği yere, Arap sermayesi de gelmemiştir. Yaşam, canlıları değişmeye zorlar. Darvin’in "en uygun olanın hayatını idame ettirmesi" kuramı da bunu söyler. Siyasetin gerekleri, Batı karşıtı AKP’yi, iktidar olabilmek için Batı’ın desteğini talep etmeye mahkum etmiştir. Bu destek İslamcı/gelenekçi AKP’nin, iktidarını sürdürme şansını arttırmıştır. Türkiye’de şimdi, hem gelenekçi/İslamcılar, hem de devrimci/láikler, Batı ile bütünleşme konusunda hemfikirdir. Netice de yabancı sermayenin riskleri azalmıştır. Bu, iktisaden çok önemlidir.
*
Batılılaşma hareketleri Türkiye’de hep "yukarıdan aşağıya" olmuş ve halk tarafından, "áyánın, avama" (seçkinlerin, halka) baskısı olarak yorumlanmıştır. Avam, Batılılaşmak istememiştir. İlk defa AKP iktidarı devrinde İslámcılar (avam), láikler (seçkinler) üzerinde Batı ile bütünleşme baskısı kurmaktadır. Bu da láikleri açmaza sokmuştur. Laikler, siyasi rakiplerinin baskısına boyun eğmeye mecburdur. Aksi takdirde kendi kimliklerini inkár etmiş olurlar. Galiba, demokrasinin fazileti bu. Özlenen "büyük koalisyon" fikir düzleminde oluşuyor.
Son Söz: Demokrasi, Türkiye’nin gücüdür.
Yazının Devamını Oku