2 Eylül 2006
YAKLAŞIK üç hafta boyunca ve sonuna doğru giderek artan yoğunlukta bir propaganda bombardımanından gözümüzü açamadık. Adeta Formula 1’le yattık, Formula 1’le kalktık. Ben de bu yazıyı yazmak için, ortalığın yatışmasını bekledim. Rahmetli nenem "Eski pabucumu bu kadar yağla, bu kadar uzun süre pişirsem, onu bile yersin" derdi. Formula 1, bu kadar yağlandıktan, bağlandıktan sonra, eğer bu millet bunu yememişse kabahat kendinindir. Formula 1 denilen "Gezginci Otomobil Sirki"nin Gebze’deki gösterisi yurtdışında Türkiye’nin propagandasına ne kadar yaradı bilmiyorum, ama içeride birilerinin çok işine yaradı herhalde. Bu Formula 1 gösterisi çok iyidir diyenlerin ortaya koydukları hesaplarla hiç mutabık değilim. Yazılanları okuyorum, okuyorum anlamıyorum... Kim bu pistin sahibi, pistin arazisi kime ait; yıllık cari giderler ne kadar, yatırımı kim yapmış, işleten kim, Hazine garantisi niye ve kime verildi, yabancılara isim hakkı ve kár payı olarak kaç para ödendi ve ödenecek? Tüm bu paralar kimlerin cebinden çıkıyor? İstanbul Belediyesi, İl Özel İdaresi ve İstanbul Valiliği bu yılki şov için kaç para harcadı? Buraya 50 milyon dolara çıkar denilip, yatırılan 250 milyon yatırım devresi faizleriyle birlikte şimdi kaça ulaştı. Bu, çok iyi işe, bir tek Allah’ın kulu kendi cebinden beş kuruş koydu mu? Bu işin kaymağını kimler yedi? Bütün paraları TOBB, İTO, İstanbul Belediyesi, Özel İdare veya İstanbul Valiliği mi ödedi? Haberlere göre İstanbul’a sırf bu şovu seyretmek için 50 bin kişi gelmiş, oteller dolmuş, esnaf bayram etmiş. Türkiye’ye son bir hafta içinde gelen turistlerin, Formula 1 için geldiğini kim tespit etti? Yahu madem ki sırf bu şovu seyretmek için 50 bin kişi geldi, niçin paralı tribünler yarı yarıya boştu?
* * *
Formula 1 gibi etkinlikler, gerek iç pazarı canlandırmak, gerekse ülkenin tanıtılması için faydalıdır. Böyle temaşa gösterileri, halka bir neşe ve heyecan verir. Türkiye’nin adı, yurt dışında, töre cinayeti, kuş gribi, deprem ve terör dışında da geçmiş olur. Yabancı ülkelerde yaşayanlar, "Bu adamlar Formula 1 eğlencesi tetiplediklerine göre, oralarda güzel bir hayat var" diye düşünür. Bunların hepsi doğru. Bu gösteriyi, benzinci, otomobilci, lastikçi ve biracı gibi firmaların desteklemesi de iyidir. Hiç olmazsa kamunun üzerindeki finansal yükün bir kısmı kalkar. Hatta sonunda sırf bu sponsorluklarla gelirler, giderleri karşılar hale gelebilir. Ama lütfen bu işi abartmayalım. Medyanın bu işe bu kadar yer ve zaman ayırması, bana biraz sömürü gibi gibi geldi. Hani görmemişin Formula 1’i olmuş, tutmuş direksiyonunu kopartmış. Gebze’deki Formula 1 şovunu 2.5 milyar kişi seyretmiş. Kim, hangi yöntemle ve aletle saptadı bu sayıyı? Herhalde biz yayını yaptık, seyretmediyse kendi kabahatidir, seyretseydi efendim denecektir. Futbolda dünya kupasını kaç kişi seyretti acaba? Birincilik kupasını KKTC Cumhurbaşkanı Talat’a verdirip, KKTC’nin tanınmasını emrivakiyle dünyaya kabul ettirmişiz. Pes doğrusu. Kim inandı buna? Çelebi, bizde böyle olur uyanıklık.
Son Söz: Hesabı veremeyen, kafa karıştırır.
Yazının Devamını Oku 30 Ağustos 2006
KONUMUZ, döviz fiyatlarındaki artışların, ihracat yapanlara yarayıp, yaramadığı. Aslında böyle bir soruyu sormak bile abes. Pek tabii, döviz fiyatlarının artması, ihracat faaliyetinin kárını artırır veya zararını azaltır. Çok zorlanırsa bunun istisnaları bulunabilir. Mesela, ihraç edilecek ürünlerin fiyatlarının TL ile kote edilmiş, girdileri için dövizle bağlantı yapılması gibi. Ancak böyle bir uygulama yoktur. Dolayısıyla kurların artması, ihracata yarar. Gelgelelim fikirlerine başvurulan, çoğu bankacı bazı kişiler, TV’lere çıkıp, kur artışlarının ihracatçılara yaramadığını, çünkü Türkiye’den ihraç edilen malların içinde yüksek miktarda ithal girdi bulunduğunu söylüyor. Her insanda mutlaka bulunan "horse wisdom" (at aklı) böyle konuşmasına engeldir. Demek ki, bazan at aklını bile devreden çıkabiliyor.
* * *
Eğer ihraç edilen malın maliyeti içinde ithal girdisi yüksekse, kur artışından dolayı bu malı ihraç eden firmanın kazancı az olur. Ama hiçbir zaman kur artışı, ihracatçıya zarar vermez. İhraç edilen malın fiyatı 100 dolar ve maliyeti teşkil eden (değişken ve sabit giderlerden) ithal girdilerin değeri 99 dolar bile olsa, yine de kur artışı ihracatçıya faydalıdır. İhracatçı, eline geçen 100 doların, 99 dolarını ithalata vermektedir. Bu bağlamda doların 1 YTL veya 2 YTL olmasının kárlılığa etkisi sıfırdır. Çünkü her iki halde de elde kalan sadece 1 dolardır. İhracatçının eline, kur düşükse az, yüksekse daha fazla TL geçer. Yüksek kur, ihracatçıya yarar. Bunun aksi nasıl söylenir? Söylenemez ama, söylenmektedir. Çünkü konuşan kişinin çıkarı "yüksek faiz-düşük kur" modeline mıhlanmıştır.
* * *
İzlenmesi gereken iktisadi politikalar hakkında, sadece iktisatçıların değil, iktisat adına konuşanların da aynı fikirde olması gerekmez. Bu konuşmacılar arasında, siyasiler, köşe yazarları, iş insanları, bankacılar, sendikacılar, sivil toplum örgütlerinin temsilcileri bulunabilir. İktisat, bir tanıma göre "teşvikler" demektir. Her teşvik, bir tercihtir. Tercih, mutlaka bir ödünleşme (trade off) içerir. Neyi elde etmek için neden vazgeçilmesi gerekir kararı, karmaşık bir düşünce sürecinin ürünüdür. Kişilerin, farklı sosyal sınıfların ve ideolojik kampların tercihleri aynı değildir. Politika tercihinde farklılık doğaldır; ancak argümanın matematik hatası içermesi hoş görülemez.
* * *
Maliyet içinde ithal girdisini ölçmek kolay değildir. Esasen iktisatta ölçme sonunları her zaman çetrefildir. İşletme ekonomisinde, ihraç edilen malın içindeki ithal girdilerin payı, satınalma kaynağına göre hesaplanır. Buna "yerli muhteva" (local content) denir. Halbuki makro ekonomi açısından önemli olan, firma bazlı bir yerli muhteva hesabı değil, ulusal bazlı bir "ulusal muhteva" (national content) hesabıdır. Burada yerli ham maddenin, yarı mamülün ve enerjnin de ithal girdisi de hesaplanır. Son tahlilde döviz kurlarının ihracata yarayıp yaramadığının göstergesi dış ticaret dengesidir. Gerisi boş laftır.
Son Söz: Son tahlil, esastır.
Yazının Devamını Oku 26 Ağustos 2006
BİRLEŞMİŞ Milletler teşkilatının genel merkezi New York’tadır. Bu teşkilatta iki yüze yakın ülkeyi temsil eden yüzlerce diplomat çalışır. Bu diplomatlar New York’ta yaşar. Hemen hepsinin arabası vardır. Uluslararası hukuk kurallarına göre, bu diplomatların belli yasal dokunulmazlığı vardır. Mesela, diplomatlara ait otomobiller yasak yere park edilirse, New York polisi bunlara ceza yazıyor, ama diplomatlar bu cezaları ödemiyor. Belediye de bu cezaları icra yolu ile tahsil edemiyor. Demek ki, bir yerde hukukun üstünlüğü varsa, orada kanun hakimiyeti olmuyor. Ben de buna taktım.
* * *
Şehirde kanun hakimiyetini tesis etmekle görevli New York Belediyesi, bu şımarık diplomatlardan illallah demiş. Polisin aklına şöyle bir çare gelmiş. Trafik suçu işleyen araçların sahiplerini, mensup oldukları milletlere göre sınıflandırıp, medyada bunları teşhir edelim. Belki ulusal onurlarını korumak için,bu kişler yasak çiğnemekten kaçınır. Bu çalışmadan haberdar olan bir iktisatçı, acaba yasaklara uymayan ve cezasını ödemeyen diplomatların mensup oldukları ülkeler, dünya yolsuzluk sıralamasında nerede bulunuyor diye merak etmiş. Polisin hazırladığı listeyle, dünya yolsuzluk sıralaması listesini karşılaştırmış. Sonuçta, yolsuzlukluğun en yüksek olduğu ülkelerin diplomatlarının, en çok trafik kuralı çiğnediği ortaya çıkmış. Kısaca bir ülkede ne kadar çok yolsuzluk varsa, o ülke diplomatlarının o kadar çok suç işleyip ceza ödemediği tesbit edilmiş. Milli karekter bu olsa gerek.
* * *
Herhalde hiçbiriniz bu sonuca şaşmadınız. Tersi olsaydı şaşardık değil mi? Şimdi ben de bir araştırma yapılmasını öneriyorum. Başta rüşvet vermek veya almak üzere, vergi ve gümrük kaçakçılığı yapmak, kaldırım sök tak dahil dahil her türlü ihale yolsuzluğuna bulaşmış kişilerin "iş hacmine" göre bir sıralaması yapılsın. Sonra arabasına polis sireni taktırıp, yasak yere park eden, çevre yolunda kaza şeridini neşe içinde kullanan ve şoförünü sürekli kural ihlal etmesi için baskı altında tutan magandalara ait araçların "suç sıklığı listesi" hazırlansın. Bu iki liste karşılaştrılsın. İddia ediyorum çok yüksek bir korelasyon bulunacaktır. Belki de vergi denetiminlerine, trafik suçu işleyenlerden başlansa çok daha etkin bir kontrol sağlanmış olur.
* * *
Yazla birlikte İstanbul’un Belgrad Ormanı civarında ve Kilyos yolu üzerinde hafta sonları piknik yapan sade ve hatta "gariban vatandaş" sayısı on misli çoğaldı. Pek tabii, piknikçilerin çevreye bıraktıkları pislik ve çöp de yüz misli arttı. Çoğu Anadolu kökenli, kadınlarının başı bağlı kalabalık gruplar, içleri dolu yemek paketlerini ve içecek dolu şişe ve kutularını piknik yapacakları yere taşıyorlar. Yiyip, içip eğleniyorlar. Ama boşlarını geri götürmüyorlar. Hiç bir makam da onlara ceza yazmıyor. Acaba "dini geleneklere bağlılıkla" "piknik alanında çöp ve pislik bırakmak" arasında bir korelasyon var mı merak ediyorum doğrusu. Çünkü bana var gibi geliyor.
Son Söz: Tanrı’nın sopası, polisin elinde değil, inananın içindedir.
Yazının Devamını Oku 23 Ağustos 2006
İKTİSADİ olaylar, göründüğünden daha karmaşıktır. Çünkü hayatın kendisi karmaşıktır. Bu karmaşıklığın iki boyutu vardır. Birincisi, sonuçlar, tek değil çok sebebe bağlıdır. Kesin fizik kanunları bile zannedildiği gibi sonuç yaratmaz. Ortam sıcaklığı sıfırın altına düşünce su donar dense de İstanbul’da deniz donmaz. Çünkü deniz suyu tuzludur. Tuz, donma derecesini düşürür. Demek ki suyun kimyası da önemlidir. Hakeza, suda akıntılı olup olmadığı, suyun bulunduğu zeminin deniz seviyesinden yüksekliği ve daha bir sürü sebep donmaya engel olabilir. Karmaşıklığın ikinci boyutu, sebep-sonuç ilişkisinin doğrusal olmamasıdır. Yani ne kadar çok o kadar iyi veya ne kadar az o kadar iyi diye bir sebep-sonuç ilişkisi yoktur. Atalarımızın dediği gibi "ne ifrat, ne de tefrit" herşeyin kararında olması gerekir. Üstüne, bir de zamanlama meselesi vardır.
* * *
Konumuz yine "faiz-enflasyon-devalüasyon/revalüasyon" ilişkileri. Birkaç ay önce máli piyasalarda bir çalkantı oldu. Dışarıdan kaynaklanan bir tetiklemeyle, döviz fiyatları % 30 kadar arttı. Ekonomide "mucize yarattık efsanesi" bitecek diye, hükümetin dizinin bağı çözüldü. Döviz alıp başını gidecek, peşinden enflasyonu da sürükleyecek diye Merkez Bankası’nın ödü koptu. Derhal faziler arttırıldı, Merkez ve TMSF piyasa döviz sattı; piyadan TL çekildi, bu arada dış piyasalar sakinledi ve kur fırtınası durdu, hatta terse döndü. Şimdi kara kara düşünüyoruz : Yahu döviz fiyatları böyle düşmeye devam ederse, tekrar bir çalkantı ortamı oluşmaz mı diye. Hemen hemen bütün iktisatçılar bu tehlikede hemfikir. Bazılarımız Merkez Bankası’nın faizleri tekrar düşürmesinin zamanı geldi diyor. Ama karşımıza meşhur "faizler düşerse, enflasyon yükselir" öcüsü çıkıyor.
* * *
Türkiye gibi parası yumuşak ülkelerde, ekonomiyi esas yönlendiren, ulusal para değil, "sert para" ( hard currency) yani dövizdir. Sadece piyasadaki ulusal paranın miktarı ve faizi değil, ondan daha çok, piyasadaki döviz miktarı ve faizi, ekonominin genişlemesini veya daralmasını belirlemektedir. Türkiye’de TL’nin faizi ve miktarı, doğrudan değil, piyasaya giren döviz miktarı ve faizini belirlediği için "dolaylı olarak" ekonomiyi etkilemektedir. Burada çok ilginç bir ilişkiye dikkatleri çekmek istiyorum. Ulusal paranın faizi yükselince, eğer dış ortam da müsaitse, ülkeye sıcak para girişleri başlıyor. Giren dövizler, hem döviz fiyatlarını düşürüyor hem piyasadaki para miktarını arttırıyor hem de enflasyonu düşürüyor. Bu yüzden TL faizleri düşse bile, sıcak para akmaya devam ediyor. Para miktarı arttığı ve TL’li bonoların "döviz cinsinden faizi giderek yükseldiği" için, TL faizleri tekrar düşmeye başlıyor. Böylece, tam bir "gevşek para" ortamı oluşuyor. Bu sayede ekonomi büyüyor. İlk turda, ulusal paranın değerlenmesiyle düşen enflasyon, ikinci turda artan iç taleple yükselmeye başlıyor. Bu sefer de faizler düşük kalıyor. Faizler arttırılmazsa, sıcak para kaçıyor. Haydi sil baştan.
Son Söz: Yanlış zamanlı doğru, yanlıştır.
Yazının Devamını Oku 19 Ağustos 2006
HATIRLARSANIZ AKP iktidara geldiğinde, orman vasfını kaybetmiş Hazine arazilerini satışa çıkararak 25 milyar dolar toplayacaktı. Ben de bırakın 25 milyar dolar nakit toplamayı, 2.5 milyar nakit toplasınlar Taksim’de horoz gibi öterim demiştim; ama kısmet olmamıştı. Dış ve iç ekonomik şartlar, değersizleşen dolar ve değerlenen TL hesaba katılırsa, o günün bir doları, bugün en az iki dolar eder. Aradan yaklaşık dört yıl geçti. Anlaşılan hükümetin "kat karşılığı ekonomi kurtarma" fikri hiç değişmedi. AKP, şimdi de benzer bir dış finansman projesini, "İspanya Modeli" olarak kamuoyuna sundu.
* * *
İspanya, döviz açığı vermesine rağmen, iktisaden başarılı bir politika uygulayan ülkelerden biridir. İspanya’nın parası artık Euro’dur. Yani İspanya’da faizler, parası Euro olan tüm ülkelerle aynıdır. Dolayısıyla İspanya’da "yüksek faiz-düşük kur" politikası uygulayarak ülkeye sıcak para çekip döviz açığını kapatmak mümkün değildir. Peki İspanya cari işlem açığını nasıl kapatmaktadır? Göze ilk çarpan, İspanya’da yabancılara gayrimenkul satışının çok büyük bir para akımı yarattığıdır.
Üstelik bu sayede büyüyen inşaat sektörü, hem ekonominin lokomotifi olmakta, hem de İspanya’nın en büyük derdi olan işsizliği düşürmektedir. Bunu gören AKP’in iktisat uzmanları, daha önce bütçe açıklarını kapatmak ve iç borç stokunu düşürmek için tasarladıkları "Hazine arazilerinin halka satışı" projesini, bu kez "Hazine arazilerinin yabancılara satışı" projesi olarak değiştirmiş bulunuyor. Nedense bu finansman projesi, iktisatçı bakanlar yerine, bu kez "kıyılarımızın turşusunu mu kuracağız" diye konuya giriş yapan nüktedan Turizm Bakanı tarafından açıklandı.
* * *
Bundan kırk yıl önce yapışkan enflasyondan yakasını kurtaramayan Brezilya’da, Delfim Neto adında zat, maliye bakanı olmuştu. Bay Delfim işbaşına gelince izleyeceği politikayı şöyle açıklamıştı: "Eğer enflasyonla mücadele edemiyorsan, onunla birlikte yaşamasını öğren." Brezilya, enflasyonla mücadele yerine enflasyonla birlikte yaşamak için çok cambazlıklar yaptı. Hocalarımın değişiyle, "kitapta yazan her hileyi" denediler. Endekslemede kullanılacak bir "Sanal Para" bile icat ettiler. Enflasyonla birlikte yaşadılar ve krizlerden hiç kurtulamadılar. Sonunda enflasyonla mücadeleye karar verdiler.
* * *
Hükümetin, "döviz açığıyla baş edemiyorsan, onun finansmanını öğren" şeklinde özetlenebilecek "yeni ekonomi stratejisi", bu toprakların 150 yıllık en eski iktisat politikasıdır. Osmanlı babalarımız ve dedelerimiz "haraç alamıyorsan, borç al" diyerek imparatorluğu iflasa sürüklediler. Üstelik bol miktarda da yabancı sermaye çekip mülk de sattılar. Şimdi de hem borç al, hem doğrudan yabancı sermaye çek; ama en iyisi "turşusu kurulacak" arazileri yabancılara sat, günü kurtar en beğenilen model oldu. Bu mirasyedi fikir, bıyıklı AKP’lilerden çok bıyıksız Türkler arasında kabul görmektedir. Ülkeye hayırlı olsun.
Son Söz: Ecel, acele etmez.
Yazının Devamını Oku 16 Ağustos 2006
ÖNCE fındıkla ilgili kaba bilgiler vereyim. Fındık, Türkiye’de daha çok çerez olarak yenen, Dünya’da ise çerez olarak pek yenmeyen ama, çikolata ve tatlı üretiminde kullanılan bir yağlı tohumdur. Türkiye Dünya’nın bir numaralı fındık üreticisidir. Çikolata üretiminde fındığın en büyük rakibi bademdir. Onu da daha çok Amerika üretir. Fındığın dünya fiyatı, Avrupa’da Hamburg borsasında teşekkül eder. Bu fiyat, hem fındığın, hem de badem, ceviz, fıstık gibi ikame ürünlerin rekoltelerine göre oluşur. Bazı yıllar gerilese de dünya fındık fiyatları sürekli artmıştır. Türkiye, yurt dışına yılda 220 bin ton civarında iç fındık satıyor. 30 bin ton da iç piyasada alıcı buluyor. Yerli piyasada fındığın fiyatı denince "kabuklusu", dünyada fındık fiyatı denince "kabuksuzu" kastediliyor. İki kilo kabuklu fındıktan bir kilo iç fındık çıkıyor. Türkiye’nin üretimi verimli yıllarda 300-350 bin ton iç fındık düzeyine ulaşmış bulunuyor. Fındık bolsa, fiyatı düşüyor; kıtsa fiyatı artıyor. Fiyat çıkınca seviniyoruz, inince üzülüyoruz. Doğal değil mi ?
* * *
Son yıllarda Türkiye’nin yani Karadeniz Bölgesi’ndeki yetiştiricilerin, fabrikatörlerin ve tüccarın fındıktan elde ettiği gelir müthiş arttı. İhracat, 2002-3 sezonunda 600 milyon dolarken, bu rakam 2003-4’te 880 milyon dolara, 2004-5’te 1 milyar 550 milyon dolara, 2005-6 sezonunda 1 milyar 870 milyon dolara çıktı. Herkes memnundu. Fiyatın yükseldiği sezonlarda da fiyat yine Hamburg’da oluşuyordu, yine alivre alım yapan tüccar vardı, Fiskobirlik faaldi ve yine AKP iktidardaydı ve yine Cüneyd Zapsu başbakanın danışmanıydı. Ve fındık fiyatları artıyordu. Peki bu sene niye bir "fındık isyanı" çıktı? Fiskobirlik adlı kooperatifin elinde geçen yıl yüksek fiyattan aldığı ve o fiyattan satamayacağı bir stok var. Üstelik bu yıl rekolte yüksek olacak, yani fiyatlar düşecek. Hatta düştü bile. Bu durumda ortaya bir "zarar" çıkacak. Türkiye’de egemen olan iktisat inancına göre, "kárlar kişilere, zararlar kamuya aittir". Fındıkçılar, bu zararın, devlet tarafından karşılanmasını istiyor. Bunun anlamı, bölgesel bir zararın, ülkenin tamamına aktarılmasıdır. Türkiye’nin izlemeye çalıştığı IMF gözetimli istikrar politikasında bu kabil "ondan al, buna ver; sonra bundan al, ona ver" hokkabazlıklarına yer yoktur. Hükümet bunu söylüyor.
* * *
Tarım ekonomisi başlı başına bir disiplindir. Tarıml üretimiyle, sınai üretim arasında çok temel bir fark var. Tarımsal üretim, sanayi üretimi gibi esnek değildir. Ağaç dikildi mi veya tohum bir defa toprağa atıldı mı, dönüş zordur. Üstelik rekolte de belli değildir. Dolayısıyla sanayide ve hizmetlerde geçerli olan "nispi fiyat oynamalarıyla" arz ve talebi dengeleme mekanizması, bu sektörde geç ve güç çalışır. Tarımda devletin "piyasa düzenleyicisi" rolü oynaması kaçınılmaz. Her ülke tarım kesimini kollamaktadır. Dünyada günde 1 milyar dolar tarım destek harcaması yapılıyor. Kural şu: Fiyatı desteklenen üretim denetlenir. Destek bekleyenler, ekim kısıtlamalarına uymaya mecburdur. Ekim serbestse, fiyat da serbettir.
Son Söz: Taban fiyat, tavan fiyat değildir.
Yazının Devamını Oku 12 Ağustos 2006
MERKEZ Bankası’nın, yani üst düzey yöneticilerinin "piyasalara" yakın olması için İstanbul’a taşınmasına karar verilmiş. Dendiğine göre, bilişimde (elektronik ortamda bilgi işleme ve iletişim kurma) çok büyük gelişmeler sağlanmış, 1000 km uzakta olmakla, 1 metre ötede olmak fark etmez hale gelmiş bile olsa, para-banka esnafının, sık sık yüz yüze görüşmesi, kokteyllerde bir araya gelmesi çok önemliymiş. Piyasaların nabzı böyle tutulurmuş. Onun için Merkez Bankamız, Ankara’dan İstanbul’a taşınmalıymış. Hazır taşınma kararı alındığına göre, nereye taşınmalı sorusunu bir daha soralım. Bence Merkez Bankası, Londra’ya taşınmalıdır. Çünkü Merkez Bankası’nı ilgilendiren "piyasalar" İstanbul’da değil, Londra’dadır. Yüzyüze görüşülmesi ve akşam kokteyllerde bir arada bulunulması gereken para piyasalarının esas cambazları, sihirbazları, tellalları, aracıları ve de ağır sıklet ekonomistleri Londra’dadır. İstanbul’da bunların toyları ve taşeronları vardır. Merkez Bankası hükümetten bağımsız hále geldiğine göre, hükümet merkezinden mümkün mertebe uzaklaşmalıdır denebilir mi? Saçma; eğer yakınlık bağımlılık getiriyorsa, MB’nin taşındığı şehrin egemenlerine bağımlı hale gelmesi daha büyük sakınca değil mi? Neyse, bunları gırgır olsun diye yazdım. Benim vicdani kanaatim Merkez Bankası’nın taşınma kararının gerekçesi çok daha basittir. Amaç "inşaat yapmaktır". Merkez Bankası’nın taşınması 300 milyon dolardan aza çıkmaz. Ayrıca, Merkez’in Ankara’da boşaltacağı binalar, şimdiden kapışılmıştır. O binalar, yeni kullanıcıların ihtiyacına göre tádil edilecektir. Tüm dekorasyon değişecek ve çağdaş (!) bilgisayar altyapısı sıfırdan kurulacaktır. Bu işler de rahat 200 milyon dolar yer. Eh bu 500 milyon dolar harcamadan dindar yandaşlara çok "helál mama" çıkar. Üstelik, hükümetin propagandaya ihtiyacı var. Bu amaçla görkemli temel atma ve açılış törenleri düzenlenir. Elli kadar yabancı devlet başkanı davet edilir. Azerbaycan ve Kuzey Kıbrıs devlet başkanları nasıl olsa gelir. Diğerleri gelmese de olur. Nerede hareket, orada bereket. Atalarımız ne demiş: "Ben icraata icraat demem, eğer içinde inşaat yoksa." Bu iş bitmiştir arkadaşlar. Boşuna çenenizi yormayın. MB, aslanlar gibi taşınacaktır. Hadi öptüm by!
TURİZME DARBE
Bizim láik şımarıklara göre, gürültü kirliliğiyle mücadele kisvesi altında, açıkhava eğlence yerlerinin yaptığı müzik yayınının ses şiddetini sınırlandıran dinci iktidar, turizme büyük darbe vurmuştur. "Uydurulan" bilgilere göre, bu kısıtlamayı duyan eğlence-sever zengin turistler, derhal uçak rezervasyonlarını iptal etmişler. İptaller 10 bin kişiyi bulmuş. Daha önce bu eğlence mekanlarında yapılan anketlerde, müşterilerin yüzde 90’ın yabancı turistler olduğu ve değil sadece kendi paralarını, orada tanıştıkları yerlilerinin bile hesaplarını dövizle ödedikleri anlaşılmıştı. Türk turizmini kurtarmak isteyen ilerici güçlerin Anıtkabir’i ziyaret edip, mozoleye çelenk koymaları bekleniyor. Bakalım şeref defterine ne yazacaklar? Şaka, şaka!
Son Söz: İstenmeyen ses, gürültüdür.
Yazının Devamını Oku 9 Ağustos 2006
IMF tarafından geçen kasım ayında hazırlanan "Türkiye Raporu" iki hafta önce açıklandı. Kasım ayında yazılan raporun, bu kadar geç açıklanması dikkatimi çekti. Raporu ve raporla ilgili yorumları okudukça, hem gecikmenin sebebini hem de Merkez Bankası’nın son beş ay içinde niçin zikzaklı bir tutum sergilediğini anladım.
IMF raporu, Türkiye’de beş yıldır izlenen para politikasında çok önemli bir değişik yapılmasını öneriyor. İşin ilginç yanı, IMF’nin önerilerinin yıllardır benim bu köşede ısrarla vurguladığım görüşlere tıpatıp uyması. Hatta, acaba IMF bu son raporu yazarken benim yazılarımdan bir derleme mi yaptı diye düşündüm. Aslında birbirinden hiç haberdar olmayan iki kişinin aynı olayı, bilimsel yöntemle gözlemleyerek, aynı sonuçları ulaşması çok doğaldır. Çünkü izlenen olay aynıdır. "Sebep-sonuç" ilişkisini saptamak da kimsenin tekelinde değildir. Bazıları bu ilişkiyi çabuk, bazıları geç görür. Ama sonunda herkes, her şeyi anlar.
* * *
Bilindiği gibi Türkiye’de neredeyse 30 yıl süren bir yapışkan enflasyon devresinden geçtik. Yapışkan enflasyon, sadece Türkiye’nin değil başta Latin Amerikalılar olmak üzere pek çok "gelişmekte olan" ülkenin belasıydı. Enflasyon, ekonominin regülatörü olan "fiyat mekanizması"nın en önemli komponenti olan "para biriminin" hastalanması demektir. Sağlam (yani enflasyonla aşınmayan) para olmadan, fiyat mekanizması doğru çalışmaz. Fiyat mekanizması doğru çalışmazsa, ekonominin bir numaralı sorunu olan "kaynakların en verimli şekilde tahsisi" meselesi çözülemez. Kaynak tahsisi çarpıklıkları oluşur. Ekonominin verimi düşer, milli gelir artabileceği kadar artamaz. Halk, fukaralıktan; ülke, başkalarına muhtaç olmaktan kurtulamaz. Bu sebeple bir ekonomide "enflasyonla mücadele" her zaman birinci önceliktir. Fiyat istikrarı, siyasi istikrarın da esasıdır.
* * *
Türkiye son beş yılda enflasyonla mücadelede iki ana alet kullandı. Birincisi, TL’ye yüksek faiz vererek, piyasada döviz arzını arttırıp, döviz fiyatlarını bastırmak. Çünkü Türkiye’de enflasyon döviz fiyatlarına endekslenmişti. İkincisi, yüksek faizin bütçe açığına sebep vermemesi için yüksek "faiz dışı fazla" yaratmak. Ancak bu politika, iki istenmeyen sonucu da beraberinde getiriyordu. Yüksek cári açık ve artan dış borç. Bu sürdürülemez gidişi bir yerde frenlemek için, TL faizlerinin indirilerek, sıcak para girişlerinin caydırılması ve TL’nin aşırı değerli halinin törpülenmesi gerekiyordu. Ben de davul zurna eşliğinde bunu haykırıp duruyordum. IMF ise kıvırtıyordu. Meğer kasım ayı raporunda IMF, Türkiye’ye bunu önermiş. Merkez Bankası da anlaşılan buna göre hareket etmiş. Ama döviz fiyatları artışı kontrolden çıkınca, yine eski modele geriledi. Anlayacağınız, ekonomide "yumuşak iniş" başarılamayınca pilot pas geçti.
Son Söz: Ne yapacağın kadar, ne zaman yapacağın da önemlidir.
Yazının Devamını Oku