10 Haziran 2006
ÇARŞAMBA öğleden sonra yapılan Para Politikası Kurulu toplantısından yüksekçe bir faiz arttırımı kararı çıktı. Ertesi gün medya bu olayı "Merkez, faiz silahını çekti, dolar düştü" şeklinde duyurdu. Demek ki "yüksek faiz-düşük kur" getiriyormuş. Hayret! Anlaşılan Merkez Bankası’nın derdi, aylık yüzde 1.8 seviyesine yükselen enflasyon değil; son bir ay içinde artan döviz fiyatlarıymış. Merkez Bankası bunun için faizleri arttırmış. Şöyle bir başlık atılabilse ne güzel olurdu. "Merkez Bankası faiz silahını çekti, enflasyon yıllık yüzde 5’e düştü."
* * *
Hafta başında yabancı bir TV kanalında, Avrupa Merkez Bankası Başkanı, Amerikan Merkez Bankası FED’in Başkanı ve Japon Merkez Bankası Başkan yardımcısının da katıldığı bir panel toplantısını canlı olarak izledim. FED Başkanı Bernanke’ye şu soru soruldu: Siz FED olarak, piyasaların davranışını ve ekonomideki gidişatı gösteren verileri inceledikten sonra kararlarınızı nasıl alıyorsunuz? Amerikan Merkez Bankası Başkanı’nın cevabı adeta bir ders niteliğindeydi. Başkan, şunları söyledi. Bir ekonomide Merkez Bankası’nın alacağı kararların, istenilen sonuçları hasıl etmesi için, en az 4 en çok 18 ay geçmesi gerekir. Biz, sebep sonuç arasında geçmesi gereken süreyi 8-9 ay olarak kabul ediyoruz. Önümüze konan verilere bakıp, bu bilgilerle ekonominin 8-9 ay sonra nerede olacağını tahmin etmeye çalışıyoruz. Kararlarımızı, 8-9 ay sonra ortaya çıkacak tabloyu etkilemek için alıyoruz. Yoksa dün şu oldu, öyleyse onu değiştirmek için biz bugün şöyle bir karar alalım diye tepki vermiyoruz.
* * *
Merkez Bankası faiz arttırma kararı aldı. Hem de indirirken kullandığı yüzde 0.25 lik basamağın 7 kat fazlasını kullandı ve faizleri yüzde 1,75 arttırdı. Yaklaşık 24 yıldır Hürriyet gibi popüler bir gazetede genellikle iktisatla ilgili fıkralar yazıyorum. Zihinlere kazımak istediğim kavramlardan biri de "reel faiz". Yani, görünen veya nominal tabir edilen faizden, enflasyon etkisini sıyırarak elde edilen "gerçek faiz". Toplumdan, ekonomik olayları tartışırken, bu kavramı akıllarından hiç çıkarmamasını istiyorum. Başarılı olamadığım kesin. Bunun bir sebebi de Batı ülkerinde reel ve nominal faiz arasında farkın bize göre az oluşudur. Biz de ekonomiyi onlardan öğrendiğimiz için, onlar gibi düşünüp, onlar gibi konuşuyoruz. Merkez Bankası’nın ilan ettiği bir gecelik faiz, aylık bazda değerlendirilirse, halen reel olarak sıfır dolayındadır. Merkez Bankası’nın geçmiş yıllarda uyguladığı faiz, düşerken bile reel olarak hep çok yüksek olmuştu. Şimdi faiz artı ama, ortada henüz reel faiz yok. Enflasyonun seyrini görmeden reel faiz hesabı yapmak, esasen mümkün de değildir.
* * *
Gelişmiş ekonomilerde yüksek faiz, büyümeyi yavaşlatarak enflasyonu düşürür. Bu sürdürülebir bir oyundur. Bizim gibi dolarize ülkelerde, yüksek faiz, döviz fiyatını indirerek enflasyonu düşürür. O da cári açığı patlatır ve oyun sürdürülemez hale gelir. Bakalım bu zıtlık nasıl aşılacak ?
Son Söz: Büyümeyi seven, enflasyonuna katlanır.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2006
TÜRK ekonomisi, son dört yıl içinde ısrarla, inatla ve ikazda bulunanlarla alay ederek uygulanan ve sonunda terse dönen "yüksek faiz-düşük kur" politikası yüzünden "dobez" hale geldi. Kısaca dolar veya döviz obezi oldu. Obez, bilindiği gibi, vücudu yağ bağlamış aşırı şişman insan demek. Türk ekonomisine yön veren "fikr-i müdür" (yöneten fikir), "dövizin azı zarar, çoğu yarar getirir" olmuştur. Resmi iktisatçılarımız, sürekli olarak bu fikri desteklemişlerdir. Bu yüzden Türkiye, döviz kazanma kábiliyeti zayıf, ama ne yapıp yapıp, borç-harç, ülkeye döviz getirenlerin baş tácı edildiği bir ülke olmuştur. Türkiye, son dört-beş yıl içinde, yabancılara yüksek faizli devlet tahvili, borsada hisse senedi, özelleştirmeden kamu kuruluşları, iç pazara dönük iş yapan özel sektör şirketleri, şehir arsaları ve arazileri, velhasıl nesi varsa nesi yoksa satıp, ülkeye döviz akıtmıştır. Bu suretle ekonomimiz, ağzından burnundan döviz fışkıran bir "dobez" olmuştur. Dobezler de irileşir; ama adele geliştirerek değil, yağ bağlayarak.
* * *
Resmi iktisatçılarımızın ve onların şakşakçılarının en çok güvendikleri ve övündükleri şey Merkez Bankası’nın 60 milyar dolar rezervi olmasıdır. Şu soruyu sormak istiyorum: Merkez Bankası’nın bugün sadece 6 milyar dolar rezervi olsaydı, buna mukabil Türkiye, cari işlem fazlası veren bir ülke olsaydı, ekonomimiz daha sağlıklı ve yabancılara daha fazla güven veren bir yapıda olmaz mıydı? Öyle bir ortamda, bir ayda yüzde 25 devalüatif bir kur artışı yaşanır mıydı? Ulaşılan enflasyon düzeyinde istikrarlı gidişatı korumak daha kolay olmaz mıydı? İstihdam daha yüksek, milli gelir dağılımı da eşitlikçi olmaz mıydı? Pek tabii, dolar cinsinden milli gelirimiz geçen yıl sonunda ulaşılan rakama gelmemiş olurdu. Enflasyonda da tek haneli düzeye bu kadar çabuk inilmemiş olunurdu. Bunlar da izlenebilecek alternetif politikanın kaçınılmaz sonuçları olurdu.
* * *
Şimdi gündemde Merkez Bankası’nın faizleri arttırması ve dövize müdahalesi var. Kısaca dobez ekonominin, döviz kaybetmemesi için, plan yapılıyor. Bunu teklif ve tavsiye edenler, ülkeyi "yoksa enflasyon artar" tehditiyle rehin almış durumdalar. Diyorlar ki, belki bu son olaylar, ülkenin şişman vucudundaki yağların, yani dövizin erimesine, buna mukabil ihracat yapacak kaslarının gelişmesine yardımcı olur. Olur ama, enflasyon artar. Aldın mı başına belayı. Katili vurmaya çalışsan, kucağındaki çocuğun hayatını tehlikeye atacaksın. Gel de çık işin içinden.
Merkez Bankası’nın faizleri arttırması acaba ne işe yarayacak? Sakın bu önlem, içine girilmek üzere olunan duraklamayı hızlandırmasın. O zaman karşımıza "enflasyon içinde duraklama" tablosu çıkmaz mı? Çaresi aynı anda "döviz fiyatlarını"da geriletip, ekonomiyi yine "yüksek faiz-düşük kur" sarmalı üzerine oturtmak mı? Hálá mı akıllar başa gelmedi?
Son Söz: Atın ölümü arpadan, ülkenin batışı dövizden olmasın.
Yazının Devamını Oku 3 Haziran 2006
DÖVİZ fiyatları, yukarı doğru dalgalanmasını sürdürüyor. Daha bir ay önce on binde bir hassasiyetle kur, faiz ve enflasyon tahmini yapan ve cári açıkla dalga geçen pek çok iktisatçının inşallah ayakları suya ermiştir. Türkiye’de yüksek faiz - düşük kur yöntemiyle yaratılan ve kendi kendini besleyen saadet zincirinin sonsuza kadar devam etmeyeceği belliydi. Dünyadaki ucuz döviz bolluğunun, Amerikan Merkez Bankası’nın peşpeşe aldığı faiz arttırma kararlarıyla azalması, davul çala çala geldi. Dış borsalarda oluşan fiyat balonunun, geçen ay kısmen sönmesi gibi basit bir tetikleme hareketi, bizim saadet zincirini, en zayıf halkası olan düşük kurdan kopardı. Ekonomi bu sefer de "düşük faiz-yüksek kur" çevrimine girdi. Merak etmeyin; Türk ekonomisini yönlendiren "resmi iktisatçılar", yakında saadet zincirini tekrar çalıştırmak için Merkez Bankası üzerine müthiş baskı koyacaktır. Nasıl olsa el altında, peş peşe bindirilen dolaylı vergilerle yüksek faizi ödemeye mahkum bir halk var. Neyse..
* * *
Bugünkü yazıda, hangi faize yüksek, hangisine düşük denir onu anlatmak istiyorum. Bu saptamayı yapmak için üç aşamalı bir hesaba gerek var.
1. Nominal faizin, reel faize dönüştürülmesi.
2. Hesaplanan reel faiz yüzdesinin, dünyadaki diğer reel faiz oranlarıyla karşılaştırılması.
3. Bu karşılaşmayı yaparken, farklı para birimlerinin devalüasyon ve ülkelerin ödemede acze düşme risklerinin hesaba dahil edilmesi.
Sadece nominal faize bakarak, faizler yükseldi veya düştü demek yanlıştır. Mesela Merkez Bankası, Nisan 2006 ayında, bir gecelik mevduata yıllık yüzde 13.5 yani ayda yüzde 1.12 faiz vermiş ve o ay enflasyon yüzde 1.34 olmuşsa, reel faiz "eksi yüzde 0.22" olmuştur. Aynı ay içinde Amerikan Merkez Bankası (FED) aylık olarak reel "artı yüzde 0.17" faiz vermişse, Türkiye’de faiz, hem kendi başına, hem de mukayeseli olarak Amerikan faizine göre "düşük" demektir. (Gerçi FED, bizim MB gibi, borç almaz, borç verir; ama borç alsa bu faizi verecektir)
Son aylarda TL’nin mukayeseli reel faiz yüksekliği azalmıştır. Üstelik büyüyen cári açığın yarattığı endişe artmıştır. Dolayısıyla, döviz fiyatları dıştan gelen bir tetiklemeyle yukarı gitmiştir. Aslında işin mantığı bu kadar basittir. Pek tabii gerçek hayatta, özellikle ekonominin parasal kesitinde ilişkiler çok karmaşıktır. Üstelik tüm riskleri ve oluşacak enflasyonu öngörmek mümkün değildir. Bu yüzden kurların kısa vadede nasıl hareket edeceğini kestirilemez. Bunu biliyorum diyen kendini aldatır. Ama uzun vadede kurların nereye varacağını, gören göz, kılavuz olmasa da görür.
Son Söz: Su, zeminin eğimine; para, faiz farkına göre yer değiştirir.
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2006
BU ay içinde döviz fiyatları yüzde 20 dolayında arttı. Bu kur artışının, yıl sonuna kadar devam etmesi kuvvetle muhtemel. Eğer devam etmezse, TL’nin değer kaybı süreci, sadece ertelenmiş olacaktır. Erteleme, düzeltmenin şiddetini arttırmaktan başka bir işe yaramaz. Geçen ay, alışılmadık bir şekilde ihracatın yavaşlayıp, ithalatın artmaya devam etmesi, TL’nin sürdürülemez düzeyde değerlenmiş olduğunun çok somut bir işaretidir. Makro ekonomik denkliklerinin en önemlisi olan döviz denkliğindeki bozulmayı, yani cari açığı çok işledik; ileride de işlemeye devam edeceğiz. Bugünkü konumuz işletme ekonomisi açısından muhasebe.
Muhasebenin iki temel meselesi vardır. Bunlardan birincisi ölçme (measurement), ikincisi zamanlama (timing) dir. Döviz fiyatlarının, kısa bir zaman dilimi içinde ihmal edilemeyecek kadar yükselmesi, muhasebenin baş belasıdır. Karşılaşılan bazı sorunları ve yönetim muhasebesi açısından çözümlerini sıralayalım.
1. Şirket bilançosunda yer alan dövizli parasal aktif ve pasifler, yeni kurlarla değerlendirildikten sonra ortaya çıkan fark "kur kaybı veya kazancı" olarak gelir tablosuna taşınabilir mi? Taşınabilirse, bu kazanç hangi devreye ait olacaktır? Cevap: Böyle bir hesaplama yapmak şarttır. Ancak bulıunan rakam, "gelir tablosuna" taşınamaz. Düzeltmenin bilançoda yapılması gerekir. Sonuç fark, bilançonun "özkaynaklar" bölümünde yer almalıdır. Bilanço, kümülatif bir tablo olduğundan, bu fark hangi aya veya yıla aittir sorusu da kendilinden ortadan kalkar.
2. Dövizli borç ve alacaklardan doğan kur kaybı veya kazancınının hesaplanması gerktiğini ve bilançoda yer alacağını anladık diyelim. Aynı mantıkla hareket edip, aktifteki ithal malı makine ve teçhizatın TL karşılığını da yeniden hesaplamak gerekmez mi? İthal malı sabit değerlerden, döviz fiyatları arttı diye, bir "kur farkı kazancı" doğduğunu iddia etmek mümkün mü? Cevap: Hayır mümkün değildir. Her döviz fiyat artışı veya azalışında bilanço kalemlerinin yeniden değerlemesine gerek yoktur. Eğer döviz fiyat artışları bir yıl içinde önemli bir oranda artarsa, (mesela % 25 ), o zaman bilanço kalemlerinin yeniden değerlemesi düşünülebilir. Ancak bu husus, "enflasyon muhasebesi" ilkeleri içinde ele alınmalıdır. Diğer bir değişle, döviz fiyat artışları eğer enflasyona yol açmazsa, bilançoda yeniden değerlemeye gerek yoktur.
3. Dövizli parasal yükümlülükler, yeni döviz fiyatlarıyla hesaplanınca, ortaya bir "kur kaybı" çıkabilir. Ancak diğer yanda bu yükümlülükler sayesinde firma mülkiyetine geçmiş stoklar durmaktadır. Stokların değerini yeniden hesaplamak gerekmez mi? Cevap: Gerekir. Bir firmanın döviz borçlanarak satın aldığı ham madde, ara mal veya bitmiş mal stokları yeni döviz kurlarıyla değerlendirilmelidir. Maliyetler yeni kura göre göre hesaplanmalıdır. Kur farkı kaybının bir kısmı stoklara gömülüdür.
Son Söz: Muhasebenin işi, kafa karıştırmak değil, zihin açmaktır.
Yazının Devamını Oku 27 Mayıs 2006
HER büyük yangın haberi, bende hem bir üzüntü, hem de derin bir öfke yaratır. Üzülürüm; çünkü yangın, canın yongası olan malın yok olması demektir. Binlerce insanın akıl ve alın teriyle ürettiği ve yarattığı değerli şeyler, bir yangınla heba olup gider. Öfkelenirim çünkü, yangınların yüzde doksanı önlenebilir. Çünkü yüzde doksanı tedbirsizlikten, özensizlikten ve boşvermişlikten çıkar. Eğer gerekli önlemler alınmış, iş yaparken özen gösterilmiş olsa bu yangınlar çıkmayacaktır. Zaten tabiat olarak her tür ziyankárlığığa karşıyım.
Filmlerinde kızgın insanların tabak çanak kırması, ortalığı tarumar etmesi bile beni kızdırır. 1961’de ODTÜ’yü bitirdiğim günlerde, sanayide çalışacak "teknik emniyet" elemanı yetiştirilmek üzere bir teklif almıştım. Bu eğitim programını Ankara’da Amerikalı uzmanlar yönetiyordu. Birkaç defa görüşmeye gittim. Konu ilgimi çekmişti; ama olmadı. İstanbul’a eve döndüm; Arçelik’te çalışmaya başladım. Personel müdürü oldum. Fabrika içi teknik emniyet, artık görevimin bir parçasıydı. Bölge Çalışma Müdürlüğü’nün teknik emniyet mühendisleriyle arkadaş oldum. İlgim devam ediyordu. O sıralarda yeni kurduğumuz çırak okulunda teknik emniyet dersini vermeyi üstlendim. Öğrendiklerimi anlatmak, konuyu daha fazla öğrenmemi zorunlu kıyordu. İnsanın makineyle çalışmasından doğan mekanik kazalardan sonra, en çok yangınla karşılaşıyorduk. Daha sonra gemi yangınlarda uzmanlaşmış bir emekli deniz subayını kadroya alıp, itfaiye teşkilatı kurduk.
* * *
Atatürk Hava Limanı’nın kargo bölümünde yangın çıkması, affedilmez bir cıvıklıktır. Hava Limanları, yangın önleme standarlarının en yüksek olması gereken yerlerdir. En iyi yetişmiş itfaiye uzmanlarının hava limanında görevlendirilmiş olması gerekir. İtfaiyecilik, çıkmış yangını söndürmekten çok, yangın çıkmasını önleyecek tedbirlerin alınmasını sağlamaktır. Hava Limanı İtfaiyesi, her gün limanın yangına hassas bölgelerini denetlemelidir. Yönetmeliklere aykırı bir durum varsa, derhal önlem alınmasını sağlamalıdır. Eğer ortada kasıt veya sigara içme terbiyesizliği yoksa, bu yangın muhtemelen elektrik kontağından veya kaynak işleminden çıkmıştır. Bu iki sebep de çok rahatlıkla ortadan kaldırılabilir. Kaynakla yapılan inşaat ve onarım işleri, potansiyel yangın demektir. Kaynaktan yangın çıkmasını ağabeyimiz Mak.Yüksek Mühendisi Necdet Ülger önlemişti. Ülger yöntemine göre, kaynak işlemi bir gün öncesinden itfaiyeye haber verilir. İtfaiye, kaynak işlemi başlamadan, hortumlarını musluklarına bağlamış, köpük püskürtme cihazları dolu ve çalışır, yangın kıyafeti üstünde ve kaskı başında elemanlarla işyerinde hazır bulunur. İşin sonuna kadar orada kalır. ’Elektrik kontağından yangın çıktı’ láfını duymak bile, insanın tepesini attırmaya yeter. Proje dışı çekilmiş kabloların, spagetti gibi sarktığı, kapakları açık ve içleri perişan kontrol panolarının duvarda yanpiri durduğu ambarlarda, ambarlar Yeşilköy yerine, Bakan emriyle Çorlu’ya taşınsa da yangın çıkar.
Son Söz: Yangın, çıkacağım der.
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2006
İKİ hafta kadar süren "devalüatif kur düzeltmesi" özellikle geçen pazartesi günü bir panik yaşanmasına sebep olmuştu. O gün bütün televizyonlar, başta Başbakan olmak üzere, Hazine Bakanı Babacan’ın ve diğer yetkililerin, nasıl canla başla bu orman yangınını söndürmeye çalıştığını gösterdi durdu. "Yüksek Faiz-Düşük Döviz" politikasının kaymağını yemiş bankalar, üzerine oturdukları mayın patlamasın diye bir araya gelip bu "vur dövizin başına, kalkamasın ayağa" kampanyasına canı-ı gönülden katıldı. Kuşkusuz hepimiz aynı kayığın içindeyiz. Ülkenin finansal bir çalkantıya girmesinden, kendisinin kárlı çıkacağını düşünen aldanır. Batan gemide, lüks kamara olmaz.
* * *
Yaklaşık 150 yıldır, Türk ekonomisine hakim olan zihniyet "Borç alamazsak yaşamayız, borç alamazsak kalkınamayız" şeklinde özetlenebilir. Bu aynen esrarkeşin, esrar içmezsem hayat bana cehennem oluyor demesi kadar doğru ve yine onun kadar yanlıştır. Dış para girişiyle ayakta duran ekonomimiz, pek tabii dış para girişi yavaşladığında ve özellikle tersine döndüğünde, allak bullak olmaktadır. Sonra yeterli dozda dış para (esrar) bünyesine girince, tekrar neşesi gelmekte, yüzünde güller açmaktadır. Böylece "yabancı para içeri, ekonomi yukarı-yabancı para dışarı, ekonomi aşağı" dalgası, kendi kendini ispatlayan bir kehanet olarak Türk halkının bilinçaltına her seferinde daha da kuvvetli bir şekilde yerleşmektedir.
* * *
İki haftalık çalkantıdan kim ne ders çıkardı diye bakıyorum. Maalesef yeni bir ders mers çıkaran yok. Ders diye herkes, (aynen benim yaptığım gibi) yıllardır bellediği türküyü okumaya devam ediyor. Efendim IMF’nin sözünden çıkmayın, AB ile iyi geçinin, bütçeyi daha da sıkın vs. Sonra esas tehlikenin ne olduğu hatırlatılıyor: Yoksa, "dış para girişi tehlikeye girer; hatta maazallah dış para çıkışı başlar" diye. Demek ki, gitgide büyüyen cari açık bir tehlike değil. Tehlike, cari açığı yaratan dış para girişlerinin kesintiye uğraması. Tam bir esrarkeş mantığı. Sorun, madde bağımlısı olmak değil, bağımlısı olunan maddeden, giderek artan dozda bulamamak. Demek ki, ortada ne Merkez Bankası’nın izlediği para politikasında, ne de Hazine’nin izlediği borçlanma modelinde bir yanlış var. Hata yoksa, düzeltecek bir şey de, çıkarılacak bir ders de yoktur. Öyleyse olanlar, yapılmış tercihlerin "hesaplanmış" rizikolarıdır. Risk alan çaresini de bilmektedir. Ammeyi gereksiz telaşa vermenin manası yoktur. Her şey kontrol altındadır, yola devam. Zaten dalgalı kurda "deva"lüasyon olmaz. Sadece paranın değeri "deve" olur. O da önemsizdir herhalde.
Son Söz: Cari açık, yiğidin kırbacıdır.
Yazının Devamını Oku 20 Mayıs 2006
VAHŞET, kendi çıkarından başka hiç bir şeyi gözetmeden yaşama biçimidir. Tanrı, mümkün mertebe hayatta kalabilmesi için her canlıyı üç temel güdüyle donatıp, onu bu dünyaya yollar. Bu güdüler, 1) beslenme, 2) korunma/barınma ve 3) soyunu sürdürmedir. Vahşi bir ortamda hayatlarını sürdüren canlılar, sadece bu üç temel güdüyle hareketlenir. Eğer bir canlı hareket ediyorsa veya daha geniş bir tanımla "enerji harcıyorsa" mutlaka, ya beslenmeye, ya kendini korumaya ya da soyunu sürdürmeye çalışıyordur.
* * *
Medeniyet, insanın toplu olarak yaşamaya başlamasıyla ortaya çıkmış "doğal olmayan" bir yaşam biçimidir. Tabiri caizse medeniyet, kul yapmasıdır. Toplu halde yaşamak, bireye, tek başına yaşamaktan daha fazla refah sağladığı için, insanlar toplu yaşar. İnsanların, gid gide köy gibi küçük birimler yerine daha büyük yerleşim merkezlerinde yaşamayı tercih etmesinin sebebi iktisadidir. Ancak kentsel yaşam, kendi matematiği icabı, bireylerin, "vahşi yaşam" tarzlarının özde değişmesini gerektirir. Medeniyet, kendini "topluma ve tarihe karşı sorumlu hisseden" insanların eseridir. Şehirli insan, üçüncü şahıslarla konuşurken "sana ne-bana ne" demez, diyemez. Çünkü şehir yaşamının ekonomisi ve kalitesi, birbirini tanımayan ve hatta birbiriyle hiç karşılaşmamış ve karşılaşmayacak insanların birbirinin hak ve hukukunu kollamasıyla artar. "Medeni Vahşet" ise, hem büyük şehirler kurup, hem de buralarda kendinden başkasını düşünmeyen bir yaşam tarzını dayatmak demektir.
* * *
Bu yazı, köyden geldiler, şehri köye döndürdüler, "Nerdee (!) o eski İstanbul" temalı bir geyik muhabbeti değildir. Bu yazının amacı, milyarlarca dolar değerindeki İstanbul’un en büyük yatırımını, yáni "Atatürk Hava Limanı"nı boğma girişiminini engellemektir. Atatürk Hava Limanı, kendisine boğazlamak isteyen düşmanlarına karşı hálá direnmektedir. Hava limanının mücavir alanları "gözlerini arsa rantı bürümüş" özel ve kurumsal canavarlarca yağmalanmaktadır. Bu yağmanın en son örneği, kamuoyuna "Ceyda Hanım’a bakan kıyağı" şeklinde yansıyan arsa tahsisidir. İstanbul’da fuar kurulacak veya gösteri çadırı dikilecek son yer Hava Limanı’nın çevresidir. Zaten, Hava Limanı şehrin içinde kaldı, bu Çorlu’ya taşınsın biz de araziyi yağmalayalım diye salyaları akan rant avcısı sırtlanlar ortalıkta cirit atmakta. İşe yaramaz Olimpiyat Stadyumu’nun civarı, belki de inşaatı yılan hikayesine dönen Tekstilkent, fuarcılık yapmak için arazi arayanlara beklemektedir. Helikoptere binip bir tur atın, TEM ve E-5 arasında dünya kadar yer olduğunu göreceksiniz. Lütfen hava limanını boğmayın. Bu limanı kullanacak milyonlarca yolcuya ve yakınına trafik işkencesi yaşatmayın. Yolculara uçaklarını kaçırtmayın. Bu insanları üç saat öncesinden yollara dökmeyin. Himmet edin de uçaktan inenler evlerine vakitlice gitsin.
Son Söz: Vahşinin şehirlisi, köylüsüne rahmet okutur.
Yazının Devamını Oku 17 Mayıs 2006
SON iki hatfa içinde döviz fiyatları yüksek bir oranda arttı. Pazartesi akşamı Euro fiyatları, 1.90 YTL seviyesine geldi. Euro’daki artışın bu kadar yüksek olmasında, YTL’nin değer kaybının yanında, Amerikan Doları’nın Euro karşısında zayıflamasının da etkisi oldu. Dolar ise 1.50’lere tırmandı. Borsa düştü, ikinci el tahvil-bono piyasasında faizler yükseldi. Dün ise hava değişti, döviz fiyatları geriledi, borsa yükseldi, faizler düştü. Döviz fiyatlarında gözlenen artış, olması gereken düzeltme istikametindeydi. Ama karşımızda duran tabloda, bir düzeltmeden daha çok bir panik havası vardı. Nitekim panik bitti. Panik "bireylerin, ortaya çıkan bir tehlikeden korunmak için fırsatçı davranışlarla, kendine ve başkalarına, tehlikenin kendisinden daha fazla zarar verecek hareketler yapması halidir".
* * *
Sohbete devam etmeden önce size bir hikáye anlatayım. Ağa, evdeki yardımcı kızı gebe bırakmış. Kızın gebeliğinin çok ilerlediği bir devrede onu, köyün çobanıyla evlendirmiş. Nikáhtan bir ay sonra bebek dünyaya gelmiş. Ağanın akıl hocaları, çobanı karşılarına alıp, bak çocuğun oldu; sorumlulukların arttı. Bundan böyle çok daha fazla çalışmalısın demiş. İktisadi olayların gebelik süresi uzundur. Bu çocuk kimden oldu diye merak edenler, yapacakları analizlere biraz gerilerden başlamalıdır. Ağayı bırakıp, doğan bebekten çobanı sorumlu tutmanın alemi yoktur.
* * *
Ulusal paranın faizi, birden fazla para biriminin fiilen tedavül ettiği Türkiye gibi ülkelerde "tek para birimli" ülkelerdeki gibi işlev görmez. Amerika’da, Avrupa Birliği’nde veya Japonya’da işadamları ve sade vatandaş için tek bir para vardır. O da ulusal paralarıdır. Bu ülkelerde yatırım yapacak işadamları, fizibilite hesaplarını, bankalar uzun vadeli kredi anlaşmalarını ve tasarruf sahipleri mevduatını kendi ulusal parasıyla yapar. Ulusal paranın faizi, o ülkede egemen olan faizdir. Halbuki Türkiye gibi ülkelerde birden fazla para ve birden fazla faiz vardır. Bu ülkelerde farklı para birimlerinin göreli faizleri Hazine ve Merkez Bankası tarafından uygulanan faiz ve borçlanma politikasıyla oluşur. Bu fark, hem ülkeye dışarıdan "sıcak para" gelmesine, hem de ülke içinde "sıcak para" oluşmasına sebep olur. Bu yüzden ulusal para, hak etmediği kadar değerlenir. Yani revalüe olur. Cari açık alır başını gider. Sonra da bu aşırı değerlenmiş paranın ne zaman değer kaybetmeye başlayacağı beklentisi ortaya çıkar. Artık ortam hazırdır. İçten veya dıştan gelen bir olumsuz sinyal, kur artışını tetikleyebilir. Bu basit bir dalga olabilir veya dalga kontroldan çıkabilir.
* * *
Yıllardır "yüksek faiz-düşük kur" çıkmaz bir yoldur diye yazıyorum. Önceleri dediklerim pek taraftar bulmadı. Zamanla "TL’nin aşırı değerlenmesi" belasının Merkez Bankası ve Hazine tarafından izlenen faiz ve borçlanma politikalarından doğduğunu vurgulayan iktisatçıların sayısı arttı. Bir kısmı ise hálá "düşen faiz ile düşük faizin", "yükselen faiz ile yüksek faizin" farkını kavrayamadığı için, bakın faizler düşerken TL değerleniyor; çıkarken değersizleşiyor diye saçmalayıp duruyor.
Son Söz: Hüner, düşülen hendekten çıkmak değil; hendeğe düşmemektir.
Yazının Devamını Oku