27 Aralık 2006
TÜRK ekonomisinin kara deliklerinden biri, sosyal sigorta sistemlerinin, yani Emekli Sandığı, SSK ve Bağ-Kur’un gelir-gider açıklarıdır. Sistem, bugünkü haliyle, milli gelirin yaklaşık yüzde beşi kadar, yani kabaca 25 milyar YTL açık vermektedir. Bütçeden yapılacak harcamaların, ekonominin ihtiyaçlarına daha uygun şekilde yapılabilmesi için, bu açıkların makul bir sürede mümkün mertebe kapatılması şarttır. Bu maksatla uzun çalışmalar yapılmıştır. Neticede bir sosyal güvenlik reformu taslağı hazırlanmıştır. Reform, bir yasa haline getirilmiş ve Mecliste kabul edilmiştir. Ancak, bu yasanın çatısı mahiyetinde olan en önemli maddeler, gerekçesi henüz açıklanmamış bir kararla Anayasa Mahkemesi, tarafından iptal edilmiş bulunuyor. Hükümet, kuşa dönmüş yasanın, daha fazla karışıklığa sebep olmaması için, yürürlüğe girişini altı ay süreyle erteledi.
* * *
Bu maddelerin niçin iptal edildiğini bilmiyorum. Kaldı ki, iptal kararının gerekçesi bu yazının değinmek istediği hususlar bakımından çok da önemli değil. Netice itibariyle, iktisaden yapılması gereken bir reform "hukuk" tarafından engellenmiştir. Bu çok önemlidir. İktisattan yáni hayattan kopmuş, kendi kendini referans alan bir hukuk anlayışı bilimsel değildir. Bunun adı olsa olsa "laik şeriat" olur. Nasıl bilimden referans almayan bir din, çağın gerisinde kalmaya ve hayatın dışına itilmeye mahkumsa, iktisadi gerekleri hesaba katmayan bir hukuk da, halen muhafaza ve müdafaa etmekte zorlandığı saygınlığını kaybetmeye ve hayatın dışına itilmeye ister istemez razı olacaktır. Nasıl başlangıçta, iktisadi, sosyal ve siyasal kalkınmanın itici gücü olan şeriat, bilimden kopunca geriliğin ve medeniyetsizliğin kaynağı haline gelmişse, iktisattan kopan hukuk da, kaynak kullanımını çarpıtarak, iktisadi ve sosyal az gelişmişliğin sebebi haline gelecektir. Bundan daha vahimi, iktisadi sistem, başarılı olmak için, "olmazsa, olmaz" mertebesinde ihtiyaç duyduğu hukuktan da mahrum kalacaktır.
* * *
Benjamin Franklin tarafından kurulmuş olan Pennsylvania Üniversitesi’nin kapısında "leges sine, moribus vanae" yazar. Bu "ahlákı olmayan kanunlar, faydasızdır" demektir. Ahlák, en çok insana, en yüksek faydayı sağlamak demektir. Sosyal Güvenlik Reformu’nun amacı, şimdiki ve gelecekteki bütün çalışanlara, emeklilere ve dolaylı veya dolaysız vergi ödeyen tüm halka "en yüksek faydayı" sağlamak üzere tasarlanmıştır. Eğer yasanın bazı maddeleri, bu akláki hedefe hizmet etmediği gerekçesiyle iptal edilmişse, yukarıda yazdıklarım bu vak’ada geçersizdir. Yok iptal, devlet bütçesinden bazı kesimlere, toplumun genelinden daha fazla menfaat sağlamayı teminat altına alma gerekçesine dayanıyorsa, bunun savunulması ahláken mümkün değildir. Yok ilgili maddeler, Anayasa’ya uygun olmadıkları için iptal gerçekleşmişse, Anayasa’da bir sakatlık var demektir.
Son Söz: İktisat, herkese lázımdır.
Yazının Devamını Oku 23 Aralık 2006
KONUMUZ Kıbrıs. Kıbrıs sorunu, Türkiye ile Yunanistan arasında bir sınır ihtiláfıdır. Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları çizilirken, Kıbrıs, İngiltere’nin yönetimindeydi. Dolayısıyla ada, Türkiye’nin mi, Yunanistan’ın mı sınırları içinde kalacak tartışması yapılmadı. Vakta ki İngiltere, II. Dünya Harbi’nden sonra, müstemlekelerini birer birer kaybetmeye başladı, Kıbrıs’taki hükümranlığının da sonunun geldiği belli oldu. Hatta İngiltere’nin adadaki egemenliğine, kendine en uygun biçimde kendi eliyle son vereceği bile anlaşıldı. Bunun üzerine Kıbrıs’lı Yunanlılar, yani Rumlar, görüntüde İngiltere’den bağımsız olmak, aslında adayı herhangi bir şekilde Türklerle paylaşmamak için EOKA adlı bir silahlı bir örgüt kurdular. EOKA’nın amacı, Türklüğün kökünü Kıbrıs’tan kazımaktı. Girit ne kadar Yunan ise, Rodos ne kadar Yunan ise, Kıbrıs da o kadar Yunan’dı. Ben de Yunanlı olsam böyle düşünebilirdim. Nitekim, bu stratejik hedeflerini de dünya áleme ilán ettiler: ENOSİS. Anlamı, ilhaktı; yáni adanın tümünün Yunanistan’a bağlanması. Buna karşı biz de stratejik hedefimizi ilán ettik: TAKSİM. Yani adanın, Trakya’da olduğu gibi, Türkiye ile Yunanistan arasında paylaşılması.
* * *
1950’den itibaren Kıbrıslı ve Yunanistanlı Rumlar enosisi, Türkiyeli ve Kıbrıslı Türkler de taksimi gerçekleştirmek için her şeyi yaptı. Her olayı vesile etti ve kendi hedefine doğru adım adım ilerledi. Bu dönemde Yunanlılar, Türklerden daha fazla yol aldı. Usta politikacı Kıbrıs Cumhurbaşkanı Papaz Makarios işleri yoluna koymuştu. Kıbrıs’ta Türk varlığının sona ermesi artık sadece zaman meselesi haline gelmişti. 1974 yılında bazı aceleci Yunanlılar, şartların enosis için olgunlaştığı kanaatine varıp, Kıbrıs’ta düzmece bir hükümet darbesi yaptı. Makarios’u devirdi ve adanın Yunanistan’a bağlandığını ilán etti. Bunun üzerine davasını kaybetmek üzere olan ve çoktandır Yunanlıların bir hata yapmasını bekleyen Türkiye, son şansını kullanıp, askeri müdahaleyle adayı fiilen böldü.
* * *
Pek tabii ne Yunanlılar ne de onların destekçisi olan Avrupa ve Amerika bizim bu askeri harekátımızı onaylamadı. Kuvvet yoluyla toprak kazanmaya hoşgörü gösterilemez; bir defa buna izin verilirse, Dünyanın birçok yerinde benzeri emrivakiler yaşanır dediler. Türkiye’ye amgargo koydular. Nasıl olsa Türkler kısa zamanda Kuzey Kıbrıs’ı taşıyamaz hale gelir diye pusuya yattılar. Bolca yapılan Kıbrıs barış görüşmelerinde Rumlar, enosisi; Türkler, taksimi dayattığı için anlaşma olmadı. Gerisi láfıgüzaftır. Ancak geçen 32 yıl içinde taksim tezi de-facto olarak varlığını sürdürdü. Başlangıçta taksime kesinlikle karşı olan Rumlar bile "taksim" fikrine zamanla alıştı. O kadar alıştılar ki, adanın tekrar birleştirilmesini öngören Annan plánına hayır dediler. Kıbrıs’ta çok hıyarca işler yapmasına rağmen, bu olay Türk devletinin bir dış politika zaferidir.
Bundan sonra ortaya çıkması mümkün çözümlerin anafikri "taksim" olmaya mahkumdur. Sorun, enosis mi, taksim mi olmaktan çıkmıştır. Sorun "taksim, ama nasıl bir taksim" haline dönüşmüştür. Türklerle, Rumlar adada içiçe değil, yanyana sonsuza kadar barış içinde yaşayabilir. Hayatın gerçeği budur. Mesele dönüp dolaşıp aslına, yáni "sınır çizilmesi"ne rücû etmiştir. Bu sınırın, bugünkü sınır olamayacağı açıktır. Bu da hayatın bir diğer gerçeğidir.
Son Söz: Çözülmüşü çözmeye çalışmak, sorun yaratmaktır.
Yazının Devamını Oku 20 Aralık 2006
GEÇEN hafta Merkez Bankası Başkanı "TL namusumuzdur, koruyalım" diye bir çıkış yaptı. Halbuki, Türkiye Avrupa Birliği üyesi olmak için uğraşıp duruyor. AB’ye girildiğinde de Türk Lirası ortadan kalkacak. Euro, Türkiye’de de yasal para olacak. O zaman namussuz mu olacağız? Hatta AB üyesi olmadan da "Gümrük Birliği"ne girildiği gibi, "EMU" (Avrupa Para Birliği) dahil olunup, Türk Lirası Euro’ya mıhlanabilir. Bu suretle kanayan bir yara olan "yüksek faiz" illetinden de kurtulunur. Pek tabii EMU, boyacı küpü değil. İçine TL daldırıp, dışarıya Euro çıkarılamaz. Türkiye’nin Euro’ya geçmesi çetrefil bir süreçtir. Bu çok büyük projedir. Ama bana göre mutlaka yapılması gereken bir iştir.
* * *
Anlaşıldı ki, Merkez Bankası Başkanı’nın "TL namusumuzdur, onu koruyalım" çıkışı tesadüf değilmiş. Bir yıl önce "enflasyon hedeflemesine" geçen MB, 2006 hedefini tutturamayıp, 2007 hedefinin de tutmaması ihtimali artınca suçlu aramaya başlamış ve aranan suçluyu bulmuş: "Dolarizasyon". Yani halkın döviz tevdiat hesabı olması ve firmaların dövizle borçlanması. Bu durumda enflasyon hedeflemesinin başarılı olması için "de-dolarizasyon" gerekiyormuş. Bunun için bir "kamuoyu oluşturma kampanyası" düzenlemeye karar vermişler.
* * *
İşte bu kampanyanın açış etkinliği olarak da Merkez Bankası, geçen hafta İstanbul’da "Dolarizasyon: Sonuçlar ve Politika Seçenekleri" konulu, iki gün süren bir konferans düzenledi. Bu konferansın baş konuşmacısı, hepimizin yakından tanıdığı Stanley Fisher idi. Profesör Fisher, enflasyonu düşürmek için TL’yi kur çıpasına bağladığımız ve çıpanın taraması sonucu krize girdiğimiz yıllarda IMF’nin baş iktisatçısı idi. Ben, 2000 yılının sonbaharında kriz başladığı zaman, "dalgalı kura" geçilmesinin şart olduğunu söyleyip dururken, IMF’nin buna izin vermediğini sanıyor ve Fisher’e çok bozuluyordum. Yıllar sonra, öğrendim ki aslında Fisher bir an önce "dalgalı kura geçin" yani TL’nin devalüe olmasına izin verin demiş, bizimkiler direnmiş.
* * *
Bu son konferansta Fisher’i dikkatle dinledim. Konuşmasının yazılı metnini alıp defaatle okudum. Herhalde kendisinden "Dolarizasyon çok kötüdür, ne pahasına olursa olsun bundan kurtulun" diye kuvvetli bir mesaj vermesi için ricada bulunulmuş. Ancak ben Fisher hocanın konuşmasında böyle bir telkin bulamadım. Hatta tam tersine, konuşmasının sonunda "Madem kısmi dolarizasyondan kurtulmak istiyorsunuz, niçin tam dolarizasyondan da ileri bir aşama olan EMU’ya girmeye çalışıyorsunuz?" diye kendinize sorun diyor. Konuşmasından anlaşılan, "Dolarizasyonu kısıtlayıcı mevzuat yürürlüğe koymak istiyoruz, ne dersiniz?" diye de bir soru da sorulmuş. Ona da olumlu cevap vermiyor. Yasaklarla bir yere varamazsınız diyor.
* * *
Döviz fiyatlarında ortaya çıkacak bir devalüatif atağın en az hasarla atlatılması, tasarrufunu dövizde tutanlar sayesinde olacaktır. Birincisi, bu kişi ve kurumlar spekülatif ek bir döviz talebi yaratmayacaktır. İkincisi bunlar, döviz fiyatları belli bir düzeye gelince dövizlerini piyasaya arz edecek ve fiyatının artışını yavaşlatacaktır. Döviz fiyatlarının artacağı beklentisiyle dahi olsa, döviz stoku bulundurunlar, MB’nin rezerv taşıma zararını bölüşerek onu desteklemiş, Hazine’nin faiz giderlerini azaltıp, istikrara yardımcı olmuştur.
Son Söz: Düşmanını tanımayan, dostunu vurur.
Yazının Devamını Oku 16 Aralık 2006
İNGİLİZCE ’de "blue laws" diye bir deyim var. Özgürlükleri kısıtlama pahasına, can ve mal emniyetini sağlamaya, suçları azaltmaya, düzen ve disiplini tesis etmeye öncelik veren yasalar anlamına geliyor. Bunu bana, kırk yıl önce, Sultanahmet Meydanı’nı gezdirdiğim bir Amerikalı anlatmıştı. Rehber bendim; ama Sultanahmet Meydanı’nın (Hipodrum’un) tarihini bana o anlatıyordu. Bizans devrinde, bu meydanda spor karşılaşmaları yapılırmış. O zamanlar birbirinin ezeli rakibi iki takım varmış. Birinin adı "Maviler", diğerinin adı "Yeşiller"miş. Bu takımlar, aynı zamanda ülkedeki iki temel siyasi görüşü temsil ediyormuş. Yeşiller iktidara gelince, özgürlükler genişler, buna karşılık kanun hakimiyeti gevşermiş. Maviler iktidara gelince de özgürlükleri sınırlar, kanun hakimiyetini tekrar tesis ederlermiş. Bu yüzden Maviler döneminde çıkan yasalara "mavi yasalar" denirmiş. Bu hikayeyi dinledikten sonra her konuda "iki zıt görüş" olmasının doğal bir şey olduğu kanaatine gelmiştim. Çinli tabiplerin insan vücudunda buldukları "iki zıt kuvvet" veya filozof Karl Marx’ın toplum hayatında gözlemlediği "tez-antitez" de aynı şey herhalde. Emre Kongar’la Mehmet Barlas’ın TV şovunun adı pekálá "Mavi ve Yeşil" olabilirdi mesela.
* * *
İnsan hayatta ister istemez ya mavi oluyor ya da yeşil. Renksiz kalmak mümkün değil. Burada konunun hiç önemli yok. Kesin olan şu: Eğer ortada bir görüş varsa, mutlaka bunun zıttı olan ikinci bir görüş de oluyor. İşin ilginç yanı, saf mavi veya saf yeşil olmak da imkansız. Çevre şartları değiştikçe, en yeşil kişinin içinde ezelden beri var olan mavi lekeler veya en mavi kişinin içindeki yeşil lekeler büyüyebiliyor. Bir süre sonra, bazı mavilerin içindeki yeşil veya yeşillerin içindeki mavi canlanıyor. Ortaya yepyeni maviler ve yeşiller çıkıyor. 1980 öncesinin solcu-sağcı zıtlığını düşünün. O devrin mavileri ve yeşilleri 25 yıl içinde değişti. Ama yine maviler ve yeşiller var. Erbakan’ın "Milli Görüşçüler"i de değişti. Hatırlamakta fayda var. Milli Görüş, dine dayalı toplum ve devlet düzeni demektir. Millet kelimesinin kök anlamı "din"dir. Ulus anlamındaki millet kelimesinin "Milli Görüş" sözlüğündeki karşılığı ise "kavim"dir. Milli Görüşçülerin bir kısmı, köktendincilikten çıkıp, kökten AB’ciliğe dönüştü. Bir devrin kökten AB’cileri de şimdiki AB müminleriyle kıyaslanınca dinsiz addedilir oldu.
* * *
Gelelim övüç kaynağımız Orhan Pamuk’a. Pamuk, "Türkler bir milyon Ermeni’yi, otuz bin Kürt’ü öldürmüştür; bunu da benden başka kimse söylemiyor" dediği için Nobel’i almıştır. Bunu inkár etmenin anlamı yok. Ama onun bu sözü "bardağı taşıran son damla" gibidir. Orhan Pamuk’un bu sözü söyleyerek Nobel Ödülü alması için, bardağı daha önce doldurmuş olması gerekirdi. Yani Nobel alacak kadar iyi bir edebiyatçı olduğunu kanıtlaması şarttı. O da bunu yapmıştı. Şimdi de gelelim "Babamın Bavulu" konuşmasının sebebi hikmetine. Pamuk, Nobel almak için gerekeni yapmış, o iş bitmişti. Sıra kendi ülkesinde sevilmeye gelmişti. Babasının bavulu, bunu sağladı. Ben de babasını seven her evlat gibi, Pamuk’un babasını öven konuşmasını gözlerim nemli seyrettim. İşte hayırlı evlat dedim; onunla gurur duydum. Sadece, keşke babasının bavulu yanında, anasının çantasından da bahsedip, onun da gönlünü alsaydı diye düşündüm. İşte o zaman ağlardım. Yine de çok sevdim; bu yeşilli-mavili Orhan Pamuk’u. Kendisini kutluyor ve gönülden teşekkür ediyorum.
Son Söz: Şöyle yeşilim, böyle maviyim deme; acaba ne renge döneceğim de!
Yazının Devamını Oku 13 Aralık 2006
Bütün ekonomi yorumcularının bir veya birkaç takıntısı var. Benim takıntım da "yüksek faiz-düşük kur". Yüksek faizin (aslında fahiş faiz demek gerek) üç tür olumsuz gelir transferine sebep olduğunu yazıp duruyorum. Bunlar sırasıyla;
1) Fakirden, zengine,
2) Kamudan, özele,
3) Yurt içinden, yurtdışına olmaktadır.
Bugün bu transferlerden sadece birincisini kabaca irdeleyeceğim. Açıklamalara geçmeden önce, devletin vergi toplayıp, harcama yapmasının ekonomideki üç işlevini hatırlatayım. Devletin halktan vergi toplamasının ilk gerekçesi, devletin halka sunduğu hizmetleri yapabilmesini için paraya ihtiyaç duymasıdır. Bu hizmetler, başta milli savunma olmak üzere, genel güvenlik, adalet ve kamu düzenini korumaya yarayan diğer işlerdir. Vergi toplamanın ikinci amacı, ekonomiyi yönlendirmektir. Bir tanıma göre "devletin iktisat politikası" denen şey, teşviklerden ibarettir. Ekonomideki farklı faaliyeti farklı şekilde vergilendiren devlet, bu yolla sistemdeki kaynak tahsislerini düzenler. Devletin vergi toplamasından ve bunu harcamasından hasıl olan üçüncü fayda, sosyal adaletin tecellisine hizmettir. Devletin eğitim ve sağlık hizmetleri üretmesinin ve bunları bedava veya düşük bedelle halka sunmasının veya genelde sosyal harcama yapmasını, iktisat dilindeki karşılığı "milli geliri, yoksullar lehine yeniden dağıtıma tábi tutmak" tır. Şimdi soru şu: Uygulanan yüksek faiz politikası, acaba bu amaca hizmet etmekte midir?
Türkiye’de 73 milyon kişi ve 15 milyon aile var. Bu kişilerin/ailelerin, bankalarda 70 milyon adet tasarruf mevduatı hesabı bulunuyor. Yaklaşık, kişi başına bir mevduat hesabı ediyor. Bu mevduat hesaplarının, 65 milyonunun yıl sonu bakiyesi (31.12 2005) 50 YTL’den az. Çok küçük bakiyeli olanları dışarıda bırakırsak, geriye 5 milyon adet hesap kalıyor.
Bu hesapların yıl sonu (31/12 2006) bakiyelerine göre dağılımı şöyle.
I. 100 000 YTL’den büyük, 120.000 adet. Toplamın yüzde 2.4’ü.
II. 25.000 - 100.000 YTL arasında, 535.000 adet. Toplamın yüzde 10.7’si
III. 5.000 - 25.000 YTL arasında, 1750.000 adet. Toplamın yüzde 35’i
IV. 5.000 YTL’den küçük, 2.595.000 adet. Toplamın yüzde 58,9’u.
Bu hesaplarda toplam 88 milyar YTL para var. Bu paranın dağılımı ise şöyle:
I. Hesap sahibinin yüzde 2.4’ü, paranın yüzde 40’ına,
II. Hesap sahibinin yüzde 10.7’si, paranın yüzde 28’ine
III. Hesap sahibinin yüzde 35’i, paranın yüzde 22’sine,
IV. Hesap sahibinin 58,9’u, paranın yüde 10’una sahip.
Devlet gelirlerinin yüzde 70’den fazlası, dolaylı vergilerle toplanıyor. Yani 15 milyon aileden harcamalarına göre alınıyor. Mevduat dağılımının, parasal servet dağılımını temsil ettiği kabülüne göre, devletin ödediği faizlerin yüzde 40’ı, 360. 000 aileye gidiyor. Herhalde 360 000 aile devletin topladığı vergilerin yüzde 40’nı ödemiyor. Bana burada bir yamukluk var gibi geliyor. Bu hesapları farklı varsayımlarla irdelemeye devam edeceğim.
Son Söz: Máli istikrarın faturası, bundan istifade edenlere çıkarılmalıdır.
Yazının Devamını Oku 9 Aralık 2006
ASLINDA bugün "cárisi açık olanın, limanı kapalı kalamaz" başlıklı baharatlı bir yazı yazmak geçti aklımdan; vazgeçtim. Hay senin tren kazana. Bugün işleyeceğimiz konu "Acaristanlar Tarihi". Orman yağmalayarak devasa rantlar yaratma ve bu rantların paylaşımı girişimlerinin gerisindeki iktisadi, sosyal ve hukuki dinamikleri anlatmaya çalışacağım.
1. Türkiye’de, buna Osmanlı dönemi de dahildir, meselelerimizi tanımlamak ve çözümünü ortaya koymak adına, söylenmemiş doğru söz ve başlatılmamış bilimsel hiçbir girişim yoktur. Yani bu ülkenin bütün sorunları, en açık bir şekilde hem ortaya konmuştur, hem de bu sorunları çözmek için gerekli bilimsel, yasal ve kurumsal girişimlerin hepsi yapılmıştır. Buna rağmen sorunlar çözülememiş veya çözülmemiştir. Bu, bir kültür sorunudur.
2. Rant; kamunun, arz üzerine koyduğu kısıtlamalar yüzünden, fiyatın, tekelci düzeylere çıkmasından doğan servet transferidir. Rant, milli gelirin bileşenleri olan, a) kár, b) kira, c) faiz ve d) ücret’ten herhangi biri şeklinde tecelli edebilir. Rantla, yukarıda sayılan bileşenler (faktör gelirleri) arasındaki fark, rantın milli geliri artırmamasıdır. Rant, bir apartmadır.
3. Acaristan misali, "rant yaratma" girişimleri niçin ortaya çıkmaktadır? Çünkü büyüyen ekonominin talep ettiği kentsel mekán talebi, devletin getirdiği kısıtlamalar yüzünden karşılanamamaktadır. Kısaca "arsa arzı, arsa talebi" karşısında yetersizdir. Bu da imar izinli arsa fiyatlarının astronomik şekilde yükselmesine neden olmaktadır. Fiyat bu kadar yükselince "organize işler" devreye girip, imar izinsiz arazileri, imar izinli arsa haline dönüştürerek kaçak arsa üretmektedir. Bu dönüştürmeden ortaya çıkan fiyat farkını da (rantı) kendi tahsil etmektedir. Pek tabii bu süreçte "kamusal yetkisini, kişisel çıkar yaratmak" için kullananlara da yeterli miktarda "teşvik primi" ödenmektedir. Bunun adı, yolsuzluktur.
4. Bundan yıllar önce "arsa üretmek" tabiri çok popülerdi. Bu amaçla devlet bir "Arsa Ofisi" kurmuştu. Bu ofis, bir süre arsa üretiyor"muş gibi yaptı". Bu sırada İmar ve İskán Bakanlığı da kentsel ve kırsal iskán projeleri hazırlıyor"muş gibi yaptı". Belediyeler, imar planları yapıp, uyguluyor"muş gibi davrandı". Kolluk kuvvetleri kaçak inşaatı yıkıyor"muş gibi hareket etti". Basın, kaçak yapılaşmayı eleştiriyor"muş gibi yapıp" gecekonducuları kahraman ilan etti. Herkes, yapılanları ayıplıyor"muş gibi yapıp" payını aldı.
5. Toplumun vicdanı olması gereken aydınlar ve meslek kuruluşları, arsa talebi nasıl karşılanır sorusuna cevap aramadılar. Tek bir gün çıkıp "şu bölge imara açılsın" demediler. Neredeyse tüm Türkiye’yi imara kapalı ilan ettiler. Böylece kötü şehircilikle savaşıyor"muş gibi yaptılar".
6. Bu ülkeyi gayri medeni, gayri iktisadi ve çok çirkin hale getiren kaçak yapıların çoğu "organize işlerle" yapılmamaktadır. Tam tersine, organize işlerin yaptığı inşaatlar, dez-organize "gecekondu" (gündüzkondu)lardan kıyas kabul etmeyecek kadar medenidir. Ancak gecekonduculuk, "fakirdir, ne yapsa yeridir" anlamına gelen "garibanizmin" koruması altındadır.
7. Rantlarla, yolsuzlukla ve vahşi şehirleşmeyle mücadele etmenin ana yolu, arsa üretimini artırmaktır. Bunun için, gerçekten orman niteliğini kaybetmiş alanların ve gecekondu bölgelerinin, imara açılması şarttır.
8. En büyük hukuk reformu gerektiren alan, budur. Gerisi palavradır.
Son Söz: Yasal üretim yasaksa, yasadışı üretim rantı kapar.
Yazının Devamını Oku 6 Aralık 2006
BİRİNCİ Dünya Harbi sona erdikten sonra, Kuzey Amerika’da başlayan ve tüm sanayileşmiş ülkeleri kapsayan "Kükreyen Yirmili Yıllar ve Caz Çağı" diye adlandırılan bir zenginleşme dönemi yaşanmıştır. Bu dönem, 1929 yılının ekim ayında New York Hisse Senedi Borsaları’nda başlayan hızlı bir düşüşle sona ermiştir. Bu tarih, modern iktisat tarihinin en büyük tecrübesi olan "Büyük Buhran"ın (Great Depression) başlangıcıdır. Feci etkileri 1930’un sonlarına doğru ortaya çıkan bu büyük kriz, 1939’a hatta 1940’a kadar sürmüştür. İşin ilginç yanı, II. Dünya Harbi’nin başladığı yıl, krizin bitmesidir. Bu raslantı "iktisadi krizleri, ancak harpler bitirir" gibi bir inancın oluşmasına yol açmıştır.
* * *
1930, Türk ekonomisinin de dünya ekonomik krizinden kötü şekilde etkilenmeye başladığı yıldır. O yılın şubat ayında, iktisat kültürümüzün temel taşı olan, meşhur 1567 Sayılı "Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu" yürürlüğe girmiştir. Adından da anlaşılacağı üzere, bu kanunu hazırlayanlar, Türk parasının kıymetinin düşeceğinden çok korkmuş ve çareyi paranın kıymetini koruyacak bir kanun çıkarmakta görmüştür. Bu kanunun kapsamı, 1980’li yıllarda Turgut Özal tarafından fırsat çıktıkça daraltılmıştır. 1989 yılında yürürlüğe giren "Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında 32 Sayılı Karar"la da içeriği ciddi şekilde değiştirilmiştir. Türk parasının "kıymeti", bu kadar titiz bir şekilde korunmasına rağmen, "değeri" maalesef altı sıfır atılacak kadar düşmüş. Altı sıfır atılınca Dolar/TL paritesi 1930’lara dönmüştür. Bana göre, Türk parasının kıymeti bu şekilde korunmasaydı, değeri bu kadar düşmezdi.
Üzülerek görüyorum ki; dün olduğu gibi, bugün de Türk ekonomisine yön verenlerin, "kafa yapıları" paranın değeri korumak babında, 1930’larda yürürlüğe konan 1567 sayılı kanunu hazırlayan atalarıyla aynıdır. Bu üstadlara göre, büyüme ile cari açık arasında bir ödünleşme vardır. Nitekim Türk ekonomisi, ne zaman hızlı büyüse, cari açığı artmaktadır. Yani, büyüme isteniyorsa, cari açık kaçınılmazdır. Dolayısıyla büyümeye mecbur Türkiye’nin sorunu "cari açığı kapamak değil, onu en uygun şekilde finanse etmektir". Bu da yabancı para girişi sağlayan "yüksek faiz-düşük kur" politikasını haklı kılmaktadır. O zaman şu sorulara cevap bulmak gerekir.
1. "Cari açık vermeden, büyüme olmaz" veya "ne kadar büyüme, o kadar cari açık" bir iktisat denkliği midir? Bu denklik, evrensel bir kuram ise, bütün ülkeler için geçerli olmak mecburiyetinde değil midir? Yoksa bu kuram, sadece Türkiye için mi doğrudur?
2. Cari açık vermeye dayalı bir büyüme modeli ne kadar sürdürülebilir? Bunun yerine, cari fazla vermeyi hedefleyen bir büyüme politikası izlenemez mi? Pasifik ülkelerinde başarıyla uygulanan "ihracatla büyüme" modeli, Türkiye’de niçin uygulanamaz?
3. Yavaşça revalüe (aşırı değerli) hale gelmemiş bir ulusal paranın, devalüasyon (ániden değer kaybetme) riski olabilir mi? Ekonomimizdeki kırılganlık, izlenen politikanın sonucu değil midir?
Son Söz: Kanun değişir, kültür değişmez.
Yazının Devamını Oku 2 Aralık 2006
AB trenimiz tam kazaya uğrayacaktı ki, imdadımıza Papa hazretleri yetişti. Ama onun kutsaması da kazaya engel olamadı. Bu Papa da biraz tuhaf bir adam. Hani karakolda doğru söyler, mahkemede şaşar misali, bir dediği bir dediğini tutmuyor. Önce Avrupa’da "Türkiye’nin AB’de yeri yoktur" diye konuşuyor. Sonra Ankara’da havalimanının şeref salonunda ayak üstü görüştüğü Türkiye Başbakanı, kendisinden "AB’ye girmek için yardımınızı bekliyoruz" diye ricacı olunca ağız değiştiriyor. Gerçi önce "Papalık siyasete karışmaz" diye yanıtına olumsuz bir giriş yapıyor ama, sonra ev sahibinin kalbini kırmayayım diye olacak "Türkiye’yi AB’de görmek istiyoruz" diyor. Buyrun bir tane de buradan yakın. Kaç tane Papa var Allah aşkına?
* * *
AB ile yürütülen müzakereleri mideniz bulanmadan izleyebiliyorsanız, gözünüzü AB bürümüş demektir. Adamlar resmen, kedinin fareyle oynadığı gibi bizimle oynuyorlar. Kullandıkları müzakere teknikleri içinde şantaj, tehdit, kandırma, faka bastırma, emr-i váki yapma, ümit verme, sopa gösterme, iyi polis-kötü polis numarasına yatma, hukuken suçlu duruma düşürme, utandırma, káh pohpohlama, káh azarlama, tepeden bakma, sırt sıvazlama, kol bükme, gaz verme, gazını alma, tuz yalatma-susuz bırakma-su ikram etme, beşinci kol faaliyeti yürütme, ne istersen var.
Peki AB niçin Türkiye ile böyle oynuyor, gerçekte ne yapmak istiyor? Hemen cevabı vereyim. Bu engizisyonun, Türkiye’nin AB’ye girmesiyle bir ilgisi yok. Karşılaştığımız güçlükler gerçekten Türkiye’nin, AB’ye girişi ile ilgili pazarlıkların zaruri bir parçası olsa, amenna. Uğraşalım, didinelim AB standartlarında bir ülke olalım. Bunun aksi asla savunulamaz. Ama kazın ayağı öyle değil. Daha iş o aşamaya gelmedi. Baksanıza, görüşme başlıklarının sekizini, askıya adılar, açılan başlıkları da kapamayacaklarını açıkça ilán ettiler. Aramızdaki ihtiláfın esasını anlatmak için daha ne desin adamlar ? Bir yerde ben Avrupalılara çok da kızmıyorum. Adamlar "işte kapı, işte sapı" diye meseleyi ortaya koydular.
* * *
Türkiye’nin AB’ye girmek istemesi, onların Türkiye üzerindeki planlarını uygulamaya koymaları için bir vesile, daha doğrusu bir fırsat. Avrupalıların, Türklerle ile ilgili çok ciddi bir takıntısı var. Türklerin bulundukları bu coğrafyayı haketmediklerine inanıyorlar. Dağdan geldiniz, bağdakini kovdunuz; bunun son örneği de Kıbrıs’ın Kuzeyini "Türk toprakları" haline dönüştürmenizdir diyorlar. Alan da kaçan mı, bunu yanınıza bırakmayacağız; Kuzey Kıbrıstaki Türk egemenliğine mutlaka son vereceğiz diyorlar. Ondan sonra sıra Kürt, Rum ve Ermeni’lerin taleplerini kabul etmenize gelecek. Bütün bu aşamalardan geçmeden, size AB üyeliği haramdır mesajını bağırarak veriyorlar.
Meselenin esasını anlamadan ve millete açıkça anlatmadan ne ulusa seslenmenin ne de haber ve yorum yazmanın samimiyetle ilgisi yok. Hele hele Avrupa’nın ileri gelen devletleriyle aramız iyi, tek cızırtı çıkaran Kıbrıs’lı Rumlar demek, eşeği dövemeyip, semerine vurmak gibi bir iş. Güney Kıbrıs’ı AB’ye almak da bu planın bir parçasıydı. Hálá bunu anlamadık mı ?
Son Söz: Batılı ol, Batıcı olma.
Yazının Devamını Oku