Ege Cansen

Korunmayan ülkenin itibarıdır

21 Ocak 2007
HRANT Dink’in bir suikasta kurban gitmesi, herkes gibi beni de derin bir üzüntüye gark etti. Kendimi tahlil etmeye çalıştım. Duyduğum en kuvvetli his neydi? Öfke mi, acıma mı, kızgınlık mı, endişe mi, dehşete düşme mi? Hiçbiri değildi. Evet; bu cinayeti işleyenlere öfkeliydim; Hrant Dink’e, karısına, kızına ve yakınlarına acıyordum; ülkemin ve milletimin başına yeni çoraplar örülmesinden endişeliydim; şehrin en işlek caddesinde, güpegündüz adam vurulmasından dehşete düşmüştüm. Ama yüreğimin üzerinde duyduğum ağırlığı, bunların hiçbiri açıklamıyordu. Başka, çok daha başka bir acı duyuyordum.

Utanıyordum.

Benim ülkemde, benim devletim "durumdan vazife" çıkaramamıştı. Açık ve yakın tehdit altında bulunan ve bunu bangır bangır bağıran çok önemli bir gazetecisini, fikir önderini, aydınını koruyamamıştı. Gerçekte, korunamayan ülkemin, milletimin devletimin ve de benim saygınlığımdı. Devlet, "Hrant Dink koruma istemedi, onun için korumuyorduk" diyor. Aslında korunması gerekenin Hrant Dink değil, devletin itibarı olduğunu idrak edememişti. Bunun için kimsenin talepte bulunmasına gerek yoktu. Hrant Dink, Malatyalı bir Anadolu çocuğu olarak, delikanlı bir tavır takınıp, kendi canı için koruma istememişti. Bu, onun babayiğitliği idi. Ama devlet, "Senin canın bize emanet, sana bir şey olursa, bunun vebali bize ait olur; faturası bize çıkar; sen istemezsen de biz seni koruyacağız; daha doğrusu kendi itibarımızı koruyacağız"; bu bize "durumdan çıkan vazifedir" demeliydi.

Korunmasına rağmen, Hrant Dink, yine menfur bir suikasta kurban gidebilirdi. O zaman da çok üzülürdüm. O zaman da kahrolurdum. Ama utanmazdım. Ülkemi, milletimi ve devletimi, yani kendimi suçlu bulmazdım. Bu acıya daha kolay katlanırdım.

Son Söz: Yetkililer, hem yaptıklarından hem de yapmadıklarından sorumludur.
Yazının Devamını Oku

El parasıyla kalkınma

20 Ocak 2007
İŞADAMLARININ, yöneticilerinin, Türkiye’ye para yatıran Londra bankerlerinin ve onların yerli işbirlikçilerinin; bankaların hazine bölümü uzmanlarının, iktisatçılarının ve de başiktisatçılarının ezici çoğunluğu, Merkez Bankası’na tam anlamıyla güveniyor. Eminler ki; cari açık nereye çıkarsa çıksın, Merkez Bankası, "döviz fiyatlarının artmasına" izin vermeyecektir.

Arada bir kurlarda bazı yukarı hareketler görülse de, kısa sürede "yüksek faiz-düşük kur" dengesi tesis edilecektir. Bu güven varolduğu için, iş álemi dövizle borçlanıyor. Yabancılar ise Türk Hazine káğıtlarını kapış kapış alıyor. Burada bir duralım. Hazine’nin tahvil ihraç etmesi, borçlanması demek. Para sahiplerinin "aman sana ben borç vereyim diye" borçlananın üstüne saldırmasının anlamı ne?

Demek ki, "faizi yüksek" buluyor. Bu sebeple cari açığının, milli gelire oranında dünya rekortmenleri arasındaki Türkiye’ye, gökten döviz yağıyor. Yabancı yatırımcıların yüreği yağ bağlıyor. Hazine, ellerini ovuşturuyor. Merkez Bankası mutluluktan uçuyor. Daha iyisi can sağlığı. Eh, bu millette böyle fahiş faizi ödeyecek ense oldukça, "yaşşa!" deyip şaplağı patlatan çok olur tabii.

* * *

Ekonomimiz mutlu ve umutlu bir şekilde güzel güzel giderken Merkez Bankası, arada bir, kekre bir laf ediyor. İşadamlarını, eğer döviz cinsinden geliriniz yoksa, faizi düşüktür diye döviz cinsinden borçlanmayın diye uyarıyor. Yani, kurlar aniden yükselebilir; firmalarınız kur farkından çok ciddi zarar edebilir diyor.

Diğer taraftan aynı Merkez Bankası dönüyor, tasarruf sahiplerine, birikimlerinizi boşuna dövizde tutmayın, kurların artması diye bir ihtimal söz konusu değil, enayi gibi düşük faiz gelirine, hatta YTL cinsinden reel zarara razı olmayın, bozdurun şu dövizlerinizi diyor. Al sana taban tabana zıt iki tavsiye. Denebilir ki, her tavsiye adresine göre yapılır. Siz, size söyleneni dinleyin.

* * *

Son 20 yılda tasarruflarını, Türk Lirası Hazine káğıtlarına yatırmış olanların servetleri dolar cinsinden 25 kat artmış. Dövizli Hazine káğıtlarına yatırım yapmış olanların servetleri ise en iyi kabulle 8 katına çıkmış. Peki niçin hálá tasarruf sahipleri, tasarruflarının önemlice bir kısmını dövizde tutuyor?

Bu gayri iktisadi davranışı anlamak için tasarruf sahiplerinin "temel güdüsünü" anlamak gerekir. Tasarrufu belirleyen "faiz değil, ihtiyat saikidir". Şansının da yaver gitmesiyle, belli bir birikim yapmış orta yaşlı insanlar, hayatlarının sonbaharında, hastalıkla boğuşmanın yaklaştığı bir dönemde, ele güne muhtaç olmadan ömrünü tamamlamak ister.

Bu durumda kişinin en büyük "endişesi" elindeki avucundaki paranın, aniden eridiğini görmektir. Bu kişiler için getirinin yüksek olması tabii önemlidir, ama güvende olması daha önemlidir. Bu yatırım tercihine, "en az pişmanlık duyma" (minimum regret) deniyor. Bir bakıma insanlar, korkuları yüzünden aza razı oluyor. Yani, gayri iktisadi davranıyor.

* * *

Tasarruf sahibinin gayri iktisadi davranış gerekçesini anladık diyelim. Peki, demokratik bir ülkede halkın ümüğünü sıkarak, bütçeden, milli gelirin en az % 6.5’u kadar faiz dışı fazla vermenin gerekçesi nedir? Yani bu politikayı inatla sürdürenlerin "endişesi" ne?

Cevap: Döviz akışının azalması ve döviz fiyatının yükselmesi. Uygulanan iktisat politikası tek bir cümleyle özetlenebilir. "Ekonominin ölümü, bol dövizden olsun." O zaman da en büyük korku, elin parasını ülkeye çekememek olur. Bunda da anlaşılmayacak bir şey yok.

Son Söz: Halkı, korkular yönlendirir; korkutanlar yönetir.
Yazının Devamını Oku

Plaka sınırlaması

17 Ocak 2007
Bir defa şunu söyleyeyim: Başbakan, İstanbul’daki trafik sıkışıklığına çare olarak, araç sayının sınırlandırılmasını önermekle çok iyi etmiştir. Bu suretle, İstanbul’daki trafik sıkışıklığının çözümü için "radikal" kararlar alınması gerektiğini, hem kendisi kabul etmiş, hem de herkesin kafasına çakmıştır. Aslında Ankara’nın trafik sıkışıklığı da, herhalde İstanbul’u aratmayacak düzeydedir. Bu listeyi kolaylıkla uzatabiliriz. Zaten bu kafayla gidersek, en küçük şehirlerde bile trafiği tıkayacağımızdan kimsenin şüphesi olmasın. Gelelim başbakanın önerisinin irdelenmesine.

1. İstanbul’da özel otomobiller için plaka sayısının 2,5 milyonda dondurulması ve hatta 2 milyona düşürülmesi önerisi, trafik sıkışıklığını gidermek bakımından ne gerekli ne de yeterlidir. Bu öneri, hiç bir bakımdan uygulanamaz.

2. Ancak, başbakanın önerisine "vatandaş işine nasıl gitsin, toplu taşıma sistemi yetersiz diye itiraz edenler" tam anlamıyla şımarıklık yapmaktadırlar. İstanbul’da bir yerden bir yere giden insanların yüzde 70’i, halen o yetersiz denilen toplu taşıma sistemini kullanmakta ve kısa mesafeleri de yürümektedir.

3. Özel otomobillerin şehir içi ulaşımda kullanılması "FARAZA" yasaklansa, şimdiki toplu taşıma sisteminin yolcu taşıma kapasitesi en az bir misli artar. Hiç kimse de işe gitmek için vasıta sıkıntısı çekmez. Pek tabii cici beylerin ve hanımların biraz da yürümesi gerekecektir. Ancak, ben bunu önermiyorum.

4. Şimdiki toplu taşıma sisteminin yetersizliği araç noksanından değil, özel araçların yolları doldurmasından ve özellikle park yeri olarak, (tam bir egoist ruh haleti içinde ve utanmazca) işgal etmesinden kaynaklanmaktadır. İstanbul’da taşıma aracı sıkıntısı değil, fazlası meselesi vardır. Başbakan, çok isabetle buraya parmak basmıştır.

5. Toplu taşıma sisteminin : a) belediye ve özel halk otobüsleri, b) servis otobüsleri ve minibüsleri, c) hatlı minibüsler ve midibüsler, d) banliyo trenleri, tramvaylar ve metro, e) şehir içi deniz taşıması yapan vapurlar, deniz otobüsleri ve motorlar ile f) taksilerin toplamı olduğunu hatırlamakta fayda var. Üstelik bu kapasite, kamu kesesinden dan beş kuruş bile harcanmadan kolaylıkla arttırılabilir.

6. Başbakanın, özel araç sayısını kısıtlama teklifi, halen İstanbul’da uygulanmakta olan ulaşım yatırımları stratejisiyle, taban tabana zıttır. İstanbul belediyesi, birbirinden fantezi ve pahallı projelerle, özel otomobil kullanımını esas alan altyapı yatırımları yapmaktadır. Bu öneri Boğaziçi üstüne üçüncü köprü, Boğaziçi altına araç tuneli, 7 tepeye - 7 tunel, 101 kavşak inşaatı gibi yatırımlarla da çelişiktir.

7. İstanbul trafiğini iyileştirmek için harcanacak tek bir kuruş kalsa, onun da "metro" yatımına tahsis edilmesi gerekir.
8. Bu, gayri iktisadi ve gayri hukuki fikirlerin esas kaynağı, trafikte "kanun hakimiyetini" tesis etmeye kimsenin gücünün yetmemesidir. Sıkıysa "park yasağı" uygulansın bir görelim. Bakın trafik nasıl rahatlıyor.

Son Söz: Park yeri olmayan, aracını şehre sokamaz.
Yazının Devamını Oku

Trafik ve basın

13 Ocak 2007
MAALESEF, geçen bayramda ve izleyen günlerde meydana gelen trafik kazalarında bakanlık ve milletvekilliği yapmış kişiler, kendi sürdükleri araçlarla "yola karşı" kaza yapıp öldü. Aslında, her gün trafik kazaları olmakta, daha doğrusu sürücüler, trafik kazalarına sebep vermekte. Ancak, topluma önderlik etmiş ve davranışlarıyla örnek olması gereken kişilerin, bizzat kaza yapmaları daha bir sarsıcı oluyur.

Bu gibi acı olayların, halka ibret oluşturarak, trafik kazalarının azalmasına vesile teşkil etmesi bir teselli olabilirdi. Ne yazık ki; bu kazalar sonrasında medyada yer alan haber ve yorumların yazılış tarzı, bu kazalardan hiç kimsenin ders almaya niyeti olmadığını göstermektedir.

* * *

1. Dünyanın her ülkesinde trafik kazası olur. Buna, gerek yol altyapısının mühendislik standardındaki mükemmellik, gerek sürücülerinin eğitilmişliği, gerekse polislerinin kanun ve nizam hákimiyetini tesiste gösterdiği başarı bakımından değerlendirildiğinde, en ileri düzeydedir denen ülkeler de dahildir.

2. Herkes kaza yapabilir. Hiç kimse "ben kaza yapmam" diyemez. Sürücülükte ne kadar becerili, ne kadar bilinçli, ne kadar başkalarına saygılı, ne kadar tedbirli olursa olsun her sürücü, bir an gelir kendi kusuruyla bir kazaya sebep verebilir.

3. Bu böyle olmakla birlikte, güvenli araç sürme diye bir şey vardır. Medeniyet, "tedbirli ve terbiyeli" araç sürmektir. Vahşet ise bunun tam tersidir. Ülkemiz, trafik medeniyeti bakımından bir hayli alt sıradadır.

4. Trafik kazalarından sonra basında yer alan haber ve yorumların ortak özelliği "kusurun sürücüde olmadığını ispat maksadıyla" kaleme alınmış olmasıdır. Bunun tek istisnası, bir kamyonun, otomobile çarpışmasıdır. Bu durumda kusur, mutlaka kamyon şoföründedir. Kamyon, arabaya çarpmadan kaza yapmışsa, o zaman kamyon sürücüsü de masumdur. Araç, yokuş aşağı inerken "fren patlamıştır". Özellikle taşradan kaza haberi geçen gazeteciler, hemşerilerini koruma baskısı altındadır. Hele hele kaza yapan sürücü, eğer o yörenin tanınmış bir şahsiyeti ise onun kusurlu olabileceğini ima bile edemezler.

5. Kaza haberlerinde sıkça kullanılan ibarelerden birkaç örnek vereceğim. Birincisi, "aniden kontrolden çıkan araba"; dikkat edin, sürücü direksiyon hákimiyetini kaybetmiyor; hınzır araba, kendi kendine kontrolden çıkıyor. İkinci örnek: "Trafik canavarı, dün yine yollardaydı." Trafik canavarı diye bir tuhaf yaratık var, yollara çıkıp kaza yapıyor. Sürücüler ne yapsın? Üçüncü örnek, "plakası alınamayan bir araç tarafından sıkıştırılan araç" kaza yaptı. Yine sürücü kusursuz. Bir başka örnek: "Ölüm virajı bir can daha aldı." Viraj, pusuya yatmış, her gün bir iki can almazsa rahat etmiyor. Dönemeçe hızlı girende kusur yok.

* * *

Pek tabii, kötü inşa edilmiş yollar var. Pek tabii, ucuz sathi kaplama tekniği gereği yola serilen mıcır, virajlarda birikip tam bir tuzak oluşturuyor. Tabii işaretlemeler, çok ama çok kötü. Ama elinizi vicdanınıza koyun; hangimiz, yola-havaya ve trafik kurallarına uygun araba sürüyoruz?

Son Söz: Usta şoförlüğün kanıtı, tedbirsiz ve terbiyesiz sürüş olamaz.
Yazının Devamını Oku

Enflasyonu düşürmek ve milli gelirin bölüşümü

10 Ocak 2007
İKTİSATTA istikrar, "fiyat istikrarı" yani fiyatlar genel düzeyinin fazlaca değişmemesi demektir. Buna galat olarak düşük enflasyon da denir. Düşük enflasyon, TÜFE’nin (Tüketici Fiyat Endeksi) yıldan yıla % 2-3 dolayında artmasıdır. Enflasyonun sıfır olması, ilk bakışta kulağa hoş gelse bile aslında iyi bir şey değildir. Çünkü sıfır enflasyon, ekonomide durgunluğa tekabül eder. Durgunluk, milli gelir artışı sıfıra yakın ve hatta altında demektir. Bu da arzulanan bir şey değildir. Enflasyon ölçümünde kullanılan ölçme yöntemi, yani "belli bir yıldaki fiyatları ve harcama sepetini baz almak" matematiği gereği, enflasyonu genellikle düşük ölçer. Bu, sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada böyledir. Çünkü tüketime giren yüksek fiyatlı yeni mal ve hizmetler ile bunların kişinin bütçesinden aldığı payın artışı, baz yıl ve sepet değişmediği için, enflasyon ölçümünde aşağıya doğru bir hataya sebep olur. Fiyat istikrarı ve enflasyonda ölçüm hataları üzerine sohbetini burada kesiyorum.

* * *

Monetarist yani parasal iktisat okuluna göre enflasyon, parasal bir olgudur. Ancak bu, enflasyonun sebebini değil, enflasyon sürecini gözlemleyerek varılan bir hükümdür. Bir totolojidir. Mantıksal olarak doğru olsa bile, bilimsel olarak sebep-sonuç ilişkisini açıklamaz. Gerçekte gerek enflasyon artışı, gerek düşüşü son tahlilde bir "milli gelirin dağılımı" sorununu ortaya çıkarır. Kavga, milli gelirin "yeniden dağılımıyla" sonuçlanır. Aşağıda bunu anlatan üç örnek bulacaksınız:

1) 2006’da Türkiye’de % 5 enflasyon hedeflendiği halde, gerçekleşme % 10 düzeyinde oldu. Bunun sebebi nedir diye sorulduğunda verilen cevaplardan biri, dış ticaret konusu olmayan, kira ve hizmetler gibi kalemlerin fiyatlarındaki katılıktır denmektedir. Bu, hizmet üretenler ve gayrimenkul kira geliri elde edenler, milli gelirden aldıkları payı artırıyor demektir.

2) Demek ki enflasyon, aslında dış ticaret konusu olan malların fiyatlarındaki yavaşlamayla düşmektedir. Bunun sebebi, döviz fiyatlarının son beş yılda enflasyonun çok gerisinde artması hatta düşmesidir. Peki döviz fiyatlarını gerileten nedir? Merkez Bankası ve Hazine tarafından ortaklaşa yürütülen, "TL’ye yüksek faiz" politikasıdır. Peki ödenen yüksek faizin kaynağı nedir? Bütçede elde edilen ve milli gelirin % 6,5’unu bulan faiz dışı fazladır. Peki bunun anlamı nedir? Bu, devlet, dolaylı vergilerle ümüğünü sıkarak halktan topladığı paraları, tasarruflarını TL’li enstrümanlarda değerlendiren yerli ve yabancı yatırımcılara gelir aktarıyor demektir.

3)Düşük kur, cari açığa sebep olmaktadır. Cari açığı kapamak için, daha fazla ihracata ihtiyaç vardır. Daha fazla ihracat için, ihraç fiyatlarının düşmesi, en azından artmaması gerekir. Bunun bir çaresi, işçi başına verimi artırmak, yani daha fazla işçi almak yerine, daha fazla makine almak, bir diğer çaresi de ücret artışlarını sınırlamaktır. Bu da ücret gelirlerinin milli gelir içindeki payını düşürmek demektir.

Fiyat istikrarının geçmişte "ücret-fiyat" sarmalıyla bozulduğunu biliyoruz. Bu süreç, işçi sendikalarının pazarlık güçlerinin pratik olarak ortadan kalkmasıyla sona erdi. Bunun yerine enflasyonu yapışkan hale getiren "devalüasyon-enflasyon" sarmalı geldi. Şimdi mesele, bu sarmalın ortadan kaldırılması ile çözülebilir gibi duruyor. Enflasyonla mücadelenin kalıcı olması, bu mücadelenin milli gelir dağılımı kavgasının silahı olmaktan çıkarılmasına bağlıdır.

Son Söz: Her iktisadi politika, bir gelir bölüşümü kavgası içerir.
Yazının Devamını Oku

En zengin fakir ülke

6 Ocak 2007
BAYRAM tatilini Ürdün’de geçirdim. Hava genellikle güneşliydi. Yılbaşı gecesi, dağların yüksek kesimlerine kar yağmış. Bazı dağ yolları, kar yüzünden 4-5 saat kapanmış. Petra’ya giderken biz de karla kaplı bu dağ yolundan geçtik. Sıcaklık, gündüzleri 8, geceleri 1 derece civarındaydı. Ürdün, az sayıda ama her biri birbirinden görkemli ören yerlerine sahip bir ülke. Petra, pek tabii bunların en muhteşemi. Yokuş aşağı yürüyerek insanı heyecanlandıran derin bir kanyondan geçip, açık bir alana varıyorsunuz. Aniden karşınıza İsa’dan önceki devirde, kızıl kayalara oyularak inşa edilmiş koskoca bir kent çıkıyor. İşte "kayakent" burası. Deniz seviyesinden 400 metre aşağıdaki Lut Gölü (Ölü Deniz) bir başka doğa harikası. Adından da anlaşılacağı üzere burada, içinde hiç bir canlının yaşayamadığı bir su kütlesi var. Suyun özgül ağırlığı, ihtiva ettiği minerallerden dolayı çok yüksek. İçine giren insanlar hiç hareket etmeden, şamandıra gibi suyun üstünde duruyor. Ölü Deniz’de yüzerken, daha doğrusu suyun üstünde sırt üstü yatarken, gazete okumak işin esprisi. Ailecek Ürdün’e gitmemizin bir diğer sebebi de, ODTÜ’den okul arkadaşım eski Maliye Bakanı, iktisat doktoru Michel Marto’yu ziyaret etmekti.

* * *

Ürdün, fosfat dışında, doğal kaynaklar ve özellikle tatlı su bakımından fakir bir ülke. Aslında eskiden "bereketli hilál" diye bilinen bir araziye sahip olmasına rağmen, tarım üretimi kısıtlı, sanayileşme ise zayıf. Nüfusu, 7 milyon dolayında. Ürdün’ün yerlisi yok dense yeridir. Kıral ailesi dahil, çoğunluğu göçmen. Son iki yıl içinde ülkeye, yarım milyona yakın Irak’lının geldiği hesaplanıyor. Ürdün, hem ABD, hem İngiltere, hem de Suudi Arabistan tarafından paraca destekleniyor. Ürdün, güvenli, istikrarlı ve modern hayata açık bir ülke olduğu için, zengin Arap’lar için ideal bir yerleşim yeri olmuş. Amman’ın nüfusu 1962’de 120 bin iken şimdi 2 milyona varmış. Kentte belki 30 tane beş yıldızlı otel var. Son yıllarda alışveriş merkezleri, özel hastaneler, özel okullar ve iş kuleleri yapımı artmış. Artan zengin nüfus için binlerce süper lüks villa inşa edilmiş ve hálá edilmekte. Gecekondu yok. Apartmanda oturma, yeni yeni yaygınlık kazanıyor. Tabii düşük gelirli insanların yaşadığı mahalleler kötü. Ama benzeri ve hatta beteri semtler İstanbul’da da var. Ürdün’e "en zengin fakir ülke" ( he richest, poor country) denmesi boşuna değil.

* * *

Bizim Amman’a vardığımız gün, Michel’ler de 5 günlük Dubai gezisinden döndü. Ertesi gün buluştuğumuzda bana ilk söylediği "Ben bu Dubai işine akıl erdiremiyorum" oldu. Uzun yıllar Dubai’de bankacılık yapmış bir İngiliz’le oturup "Dubai"yi tartışmışlar. O İngiliz bankacının da Dubai’deki bu imar patlamasına kafası basmıyormuş. Bu işin matematiğinde bir hata var diyormuş. Michel’e, "Sen iktisatçısın; Dubai olayını sen çözemiyorsen kim çözecek" dedim. Ardından da benim de aklım ne Amman’daki ne de Istanbul’daki zenginliğe ermiyor; bu değirmenin suyu nerden geliyor diye sordum.

Sonunda, a) Orta Doğu’da petrolden gelen yıllık 400 milyar dolarlık nakit fazlasının, b) ABD’nin yılda 900 milyar dolara varan cari açığını finanse etmek için dünyaya pompaladığı dolarların, c) başta Çin olmak üzere, istihdam sorununun çözümünü, sanayi malları ihracatına bağlayan Pasifik ülkelerinin uyguladığı ucuz fiyat politikasının, her türlü "gayri iktisadi" ekonomik gelişmeyi açıklamaya yettiği kanaatına vardım.

Son Söz: Kiminle görüştüğüne dikkat et; zenginlik de, fakirlik de bulaşıcıdır.
Yazının Devamını Oku

Yeni iyidir

3 Ocak 2007
BUGÜN Kurban Bayramı’nın son günü. Yarın, bir bakıma yeni yılın ilk günü. "Yeni" kelimesi her zaman insana iyi şeyler çağrıştırır. Yani fikir iyidir. Yeni ev iyidir. Yeni araba iyidir. Yeni elbise iyidir. Yeni cep telefonu iyidir. Yeni televizyon iyidir. Bu iyi yenileri istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz. Bazı yeniler ise kötüdür. Mesela, yeni bir savaş, yeni bir hastalık, yeni bir anlaşmazlık kötüdür. Yeni yılın iyi yenilerle dolu olmasını dileyelim.

Pazarlamacılar, yeni kelimesinin sihrine çok inanır. Bu yüzden, mevcut mamüllede satışlar durakladığında, eski ürünleri makyajlayıp, "yeni ürün" diye piyasaya sürmeye bayılır. Tabii en iyisi gerçekten yeni bir ürünü piyasa sürebilmektir. Söze yeni yıldan başladık, yeni ürüne geldik. Yeni yılda iş evreninde "yenilikçilikten" bahsedildiğini sıkça duyacağız. Öne çıkmak istiyorsanız, size bir öğüt vereyim: Yeni yılın, yeni moda kelimesi, yenilikçilik olacak. Günün gerisinde kalmak istemiyorsanız, bulunduğunuz her toplantıda yenilikçiliğin öneminden bahsedin. Kendinizi de yorulmaz bir "yenilikçi" olarak tanımlayın. Sükseniz artacaktır. Acaba sükse ne demek diye sormayın artık.

Yenilikçilik "inovasyon" kelimesinin karşılığı olarak kullanılıyor. İnovasyon, icatların veya buluşların (İngilizcesi, invention) ticarileştirilmesi demektir. Ticarileştirilme kelimesi sizi rahatsız ediyorsa, buna iktisadileştirme deyin. En iyisi, bir icadın "gönüllü olarak satın alınıp, kullanılabilir hále" dönüştürülmesi denebilir. Demek ki, her yeniliğin gerisinde, o güne kadar ne işe yaradığı keşfedilmemiş bir buluş olması gerekir. İhtiyaçlar, icatların anasıdır denir. Öyleyse yenilikçiliğin bir başka tanımı da icadın, ihtiyacı karşılayacak hele getirilmesi olabilir. Eğer bu yoksa, yani yenilikçilik, doğruluğu kanıtlanmamış bir buluşa dayanmıyorsa, kısa zamanda foyası meydana çıkar.

Küreselleşme, firmalar için yenilikçi olmayı adeta "olmazsa, olmaz" şart haline getirmiştir. Düşük kur rejimi altında ihracatta başarılı olmanın yolu, üründe ve üretimde yenilikçi olmaktan geçmektedir. Sanayi yöneticilerinin yenilikçi olmak için "bilimsel gelişmeleri" izleyecek kadrolara ihtiyacı var. Bu da bir yatırım ve risk yönetimi meselesidir.

Dövize selam faize devam

BU topraklarda 150 yıldır uygulanmakta olan "yüksek faiz-düşük kur" politikası 2007’de de 2077’de de inatla ve ısrarla sürdürülecektir. Türkiye’de "genel kabul görmüş yanlış" ların başında, ülkemize yabancı sermaye gelmezse bir kendi imkánlarımızla kalkınamayız inancı vardır. Bu inanç yüzünden, ekonomide öyle çarpık bir yapılanma oluşmuş ki, gerçekten yabancı sermaye akımı durduğunda ülke ekonomisi krize girmektedir. O zaman "yüksek faiz-düşük kur" mücahitleri derhal meydanlara çıkıp, gördünüz mü "düşük faiz-yüksek kur" diye politika seçeneği yokmuş diye seslerini yükseltiyor. Tabii derhal faizler vahşi bir şekilde yükseltiliyor ve biraz önce dışarı çıkmış ve tekrar geri gelmek için kapının eşiğinde aport bekleyen yabancı fonlar, harekete geçiyor. Hem yüksek kurdan dövizlerini bozduruyor, hem de en yüksek faizden parasını değerlendiriyor. Bunu 1994’te "Süper faizli bono" ile 2001’de ballı faizli "Derviş Bonoları" ile en son olarak da bu yılın Haziran ayında Merkez Bankası ve Hazine işbirliği ile faizlerin yüzde 30 arttırılması olayında hep birlikte yaşadık. 2007 yabancı fonlar için berekli bir "doldur-boşalt" yılı olacağa benziyor.

Ekonomi soğuyor

UZUN süredir, istenmeden beklenen "milli gelir artışında yavaşlama", 2006’nın 3. Çeyreğinde kapıyı çaldı. Ancak bu yavaşlamanın, konjonktürde (ekonomide bir aşağı bir yukarı gezinip durma) yeni bir devrenin başlangıcı olup olmadığı henüz bilinmiyor. Türkiyede uygulanan para politikasına "dalgalı kur rejimi altında enflasyon hedeflemesi" deniyor. Bu ortamda, % 4 olarak ilán edilen 2007 enflasyon hedefinin tutması için, Türk Lirası’nın daha da değerlenmesi şart. Türk Lirasının daha da değerlenmesi için de

a) faizlerin yüksek seyretmesi,

b) bütçede ise yüksek faiz dışı fazla verilmesi, gerek.

Yüksek faiz, her ne kadar yurtdışından para girişi sağlayarak, ekonomide "genişleme" yaratıyorsa da, düşen enflasyon ortamında yüksek faiz, yatırım ve tüketim harcamalarında "daralma"ya sebep oluyor. Biri, arabanın önüne; diğeri, arabanın arkasına koşulmuş iki ata aynı anda deh nenip, kırbaç vurulsa, acaba araba hangi hangi yöne doğru hareketlenir? İki atın gücünü eşit kabul edersek araba yerinden kıpırdamaz. Görünüşte "genişletici" atın çekme gücü, daraltıcı atın çekme gücünden yüksek. Bu şartlar altında araba, yavaş ilerleyecek kehanetinde bulunmak, doğruya daha yakın duruyor.
Yazının Devamını Oku

Yılın karnesi: Ekonomi 2.6’yla sınıfı geçti

30 Aralık 2006
HER yıl olduğu gibi, bu yıl da ekonomiyi beş kriter üzerinden değerlendirmek istiyorum. Bu kriterler sırasıyla 1) Büyüme, 2) Enflasyon, 3) Cari İşlem Dengesi, 4) İşsizlik ve 5) Gelir dağılımı’dır. Bir ekonomiyi değerlendirirken başka mihenkler de kullanılabilir. Bunlar arsında, kamu finansman dengesi veya daha çok bilinen adıyla 6) bütçe açığı, 7) ücret artışları, 8) faizler, 9) kapasite kullanımı veya "üretim açığı" gibi önemli göstergeler sayılabilir. Hatta "demokratik sürecin işleyişi" veya ülkemizdeki adıyla "siyasi istikrar" bile ekonomi değerlendirme kriterleri arasında bulunabilir. Benim tercihim, entegral olarak neticede herşeyi kapsayan ilk beş kritere sadık kalmaktır. Notları, 5 üzerinden vereceğim. 5, pekiyi; 1, zayıf.

1) BÜYÜME: Bir yıl içinde sanki iki değişik yıl yaşandı. Yılın ilk yarısında coşan ekonomi, ikinci yarısında yavaşladı. Uzun zamandır alıştığımız yüzde 7 ve üstü büyüme performansı geriledi. Yıllık büyümenin yüzde 5 dolayında kalma ihtimali yüksek. Yıl sonu notu: 3

2) ENFLASYON:
Ekonominin müzmin derdi olan enflasyon, Merkez Bankası’nın "Dalgalı kur altında, enflasyon hedeflemesi" uygulamasına geçtiği ilk yılda hedeften yüzde 100 şaştı. Enflasyonda 2005’e kadar süren düşüş durdu ve tekrar yüzde 10 düzeyine tırmandı. Yıl sonu notu: 2

3) CARİ İŞLEM DENGESİ:
Mutlak rakam olarak 34 milyar dolara dayanan ve oransal olarak milli gelirin yüzde 9’unu bulan cari açık, ekonominin "yumuşak karnı". Ancak, cari açığın bu şekilde büyümesi, enflasyonu düşürmek için inatla, ısrarla ve körü körüne uygulanan "yüksek faiz-düşük kur politikasının" doğal sonucu. Bu sonuca kimsenin şaştığını sanmıyorum. Hatta ne güzel, el parasıyla keyif sürüyoruz diyenler bile olabilir. Yıl sonu notu: 2

4) İŞSİZLİK:
Çalışma yaşına geldiği için işgücüne katılanların çok büyük bir kısmının, ne hikmetse iş aramayıp, anketlere "işim, mişim yok; ama iş miş de aramıyorum" şeklinde cevap vermeleri sayesinde, işsizlerin, toplam işgücüne oranı binde 6 oranında azalarak yüzde 9.1’e geriledi. Bu yüzdede bir işsizlik bile yeteri kadar kötü. Yıl sonu notu: 2

5) GELİR DAĞILIMI:
Kentlerde yaşayanların nüfusunun köylerde yaşayanlara oranla artması, ortalama eğitim düzeyinin yükselmesi, hizmetler sektörünün milli gelir içindeki payının artması ve reel fazilerin geçen yıllara kıyasen düşmesinden dolayı gelir dağılımında bir düzelme sağlandı. Yıl sonu notu: 4

Karne Ortalaması: 2.6.
Sonuç: Sınıfı geçer.

’Devalüasyon dalgası’ yılın olayı oldu

YILIN ekonomik olayı, şüphe yok ki, mayıs-haziran aylarında yaşanan "devalüasyon dalgası"dır. Bir süredir "döviz fiyatları artmaz" varsayımına göre pozisyon alıp ona göre davranış biçimiyle Türk piyasasında at koşturanlar, mayıs-haziran aylarında epey uykusuz gece geçirdi. İki aşamada Türk Lirası’nda yüzde 30 değer kaybına sebep olan devalüatif kur dalgası, Hükümetin üzerinde durduğu zemini sallayıp, moralini çok bozdu. Allahtan, hem olayı tetikleyen dış etkenler kendiliğinden ortadan kalktı, hem de ülke ekonomisine egemen olan akıldanelerinin sıkı sıkıya sarıldıkları, "yüksek faiz-düşük kur" politikasının icabı derhal yerine getirildi. Faizler gaddarane arttırılarak, kur baskı altına alındı. Londralı bankerlere ve onların yerli işbirlikçilerine, "kokmayın bir yıl daha faizleri indirmeyiz" diye güvence verildi. Yabancı fon yöneticileri de "heryerde var, ama böyle kaymaklısı yok" diyerek, yüksek faizli Türk Hazine káğıtlarına yumuldular. Döviz fiyatları neredeyse başlangıç düzeyine kadar geriledi. Onlarda bu iştah, bizde de bu fahiş faiz ödeme gücü oldukça, kurların "yumuşak" bir düzeltme yapması ihtimali kalmadı. Her ihracatçı sanayici, aynı zamanda bir ithalatçıdır diyen iş adamlarımız, hem ağlamakta hem de düşük kurun nimetlerinden de yararlanarak çarkı çevirmeye devam etmekteler.

Yılın sözünü Babacan söyledi

BU yılın dikkat çeken bir olayı da özellikle Yunan bankerlerinin Türk bankalarını ele geçirme arzularının "kuvveden, fiile" (düşünceden, eyleme) çıkması oldu. Bu gelişmeler üzerine fikri sorulan BDDK (Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu) Başkanı, Türk bankalarının yabancıların eline geçmesinden çok da memnun olmadığını ifade etti. Geçen cuma günü Ekonomi Bakanı Ali Babacan, Odalar Birliği’nde yaptığı bir konuşmada Kurul Başkanı’nı haşlayıp, yılın sözünü söyledi. Haberi yazan gazetecinin "yabancı banka gelmesin, çocuğun işsiz mi kalsın" şeklinde özetlediği konuşmasında Bakan Babacan, "sermaye hareketlerine sınırlama getirilmelidir diyenlerin, benim çocuğum işsiz kalsın, umurumda değil" demek istediklerini söyledi. Ben de tam aksi şekilde konuşabilirim. Yabancı sermayeye hareketleri, faiz ve sair iktisadi politikalarla teşvik edilmeli, hiç bir kısıtlamaya tábi tutulmamalı diyenlerin aslında, "benim çocuğum işsiz kalsın, umurumda değil. Ben günümü gün etmek istiyorum" demek istiyorlar diyebilirim.

IMF iktisatçılarından profesör Eswar Prasad ve profesör Raghuram G. Rajan, "yabacı sermaye girişleriyle, milli gelir büyümesi arasındaki ilişkiyi" inceleyen bilimsel bir çalışmayı 25 Ağustos 2006’da Teksas’da verdikleri bir konferansta dünyanın dikkatine sundu. Uzun çalışmanın sonucunu özetleyeyim: "Sermaye girişi, sanayileşmiş ülkelerde büyümeye yardım ederken, sanayileşmemiş ülkelerde büyümeye yardımcı olmuyor."

Buyrun, bir tane de buradan yakın.
Yazının Devamını Oku