Ege Cansen

İyi şoförlüğün 10 altın kuralı

17 Şubat 2007
HER sürücü, kendini çok iyi şoför olarak görür. Çünkü; araç, direksiyon simidini çevirince yön değiştirmekte, gaza basınca hızlanmakta, frene basınca yavaşlamakta ve durmaktadır. En basit arabada bile 100 beygir gücünde motor vardır. 100 beygire birden deh (!) diyebilen bir insanın, kendini üstün görmemesi imkánsızdır. Peki o zaman her sürücü, iyi şoför müdür? Tabii değildir. Hatta tam tersine, aslında her sürücü, kötü şofördür. Çünkü kendini çok iyi gördüğü için, diğer şoförlere ders vermeye çok meraklıdır. İşine gelmeyen en küçük bir olumsuzluk karşısında, anında zıvanadan çıkar. "Madem öyle, işte böyle" deyip, (kendince) kendisine feyk atan, yolunu çalan veya yavaş hareket eden veya gereğinden fazla hızlı davranan diğer sürücülere hadlerini bildirmeye kalkar. İşte o zaman mutlaka trafik kurallarını ihlál eder ve kötü şoför olur. Bu noktadan başlamak üzere iyi şoförlüğün on kuralını sıralayalım.

1. Tepkici değil, etkici ol. Davranışlarınla, diğer sürücülere iyi örnek ol, teşekkür al. Kimsenin damarına basma. Senin damarına basılırsa, aldırma. Hiç bir zaman tedbiri elden bırakma, terbiyeli olmaktan şaşma.

2. Gör ve göster. Yoldaki diğer araçları, yayaları, hayvanları gör. Kendini onlara göster. Sürpiz yapma. Gerekiyorsa far ve korna kullan. Sürücülerin en sık yaptıkları hata, başkalarının onları farkettiğini varsaymalarıdır.

3. Büyük resmi gör. Aracını, at gözlüğü takarak sürme. Sadece kendi şeridine, yolun gittiğin yönüne bakmakla yetinme, arkana da bak. Gözünü dört aç. Kaldırımda koşuşan çocukları, yolu geçmeye çalışan koyunları ve bayır aşağı gelen inekleri, çöp konteynerinden çıkan kediyi gör.

4. Sadece aracını sür. Araç sürerken başka iş yapma. Telefonla konuşma, kaset veya disk değiştirme, yemek yeme, gazete okuma, manzara seyretme, yana veya arkaya dönüp yolcularla sohbet etme.

5. Frene erken, gaza geç bas. Sürücünün en büyük eğilimi, frene mümkün olduğu kadar geç, gaza mümkün olduğu kadar erken basmaktır. İçindeki bu doğal davranışı değiştir. Tam tersini yap. Frene erken, gaza geç bas. Kimseye arkadan çarpma.

6. Yolcunu huzursuz etme. Özellikle yanında oturan yolcu, sağ eliyle tutamağa sıkı sıkı sarılmışsa, seninle birlikte frene basıyor ve gözünü yoldan ayırmıyorsa, hele hele hafif hafif terlemeye başlamışsa, derhal yavaşla. Aracını daha sakin sür. Yolcuna seyahati zehir etme, yazıktır ona.

7. Sola açık, sağa kapalı dön. Sakın slalom yapar gibi, her viraja kapalı girme. Sonra karşında başka bir araç görürsün; sakın şaşırma.

8. Viraja girmeden iyice yavaşla, gaz vererek dön, çıkarken hızlan. Araç virajda, düz yolda davrandığı gibi davranmaz. Merkezkaç kuvveti, aracı dışa doğru savurur. Dönerken frene basarsan, arka teker ön tekeri izleyemez. Aracın hakimiyetini kaybeder, yoldan çıkarsın. Şeridinde kalarak viraj alamayan sürücüye, şoför denmez. Bunu unutma.

9. Araç seni değil, sen aracı yönet. Sürdüğün araç sana itaat etmiyorsa, hatayı araçta değil, önce kendinde ara. Derhal yavaşla. Hálá itaatsızlık devam ediyorsa, uygun bir yerde dur. Araçtan in ve lastikleri kontrol et. Lastikler tamamsa, bakıma sokmadan, aracını alıştığın tarzda sürme.

10. Şerit çizgisini bacak arasına alma; zebraları çiğneme. Yollar, adam başına bir şerit olmak üzere tasarlanmıştır. Birbuçuk şerit işgal ederek araç sürme. Trafik adaları, üstünden araç geçmesin diye zebra gibi boyanmıştır. Yazıktır, hayvanı çiğneme.

Son Söz: Şoförlüğünle sakın övünme; bırak seni başkası takdir etsin.
Yazının Devamını Oku

Rant avcıları boğayı öldürdü

14 Şubat 2007
AKP iktidara geldikten sonra, önderleri Erdoğan, "milletvekilleri, milletle içiçe otursun" diye dramatik bir karar aldı.  Bu karar üzerine, daha önce çeşitli illerden gelen ve Ankara’da ikinci bir ev açma mecburiyetinde kalan milletvekillerine kolaylık olsun diye inşa edilmiş bulunan konutlar satışa çıkarıldı. Meclis lojmanlarının satış kararı alınır alınmaz "rant avcıları" harekete geçti. Burayı sattırmamaya yemin ettiler. Bu alan, tekrar arsa haline döndürülerek "rant" yaratılmalıydı. Villalar yıkılmalıydı. Aklımda kaldığına göre müellif mimarı Behruz Çinici olan bu cánım 450 villa yıkılmasın diye birileri boşuna uğraştı. Heyhat, kadere karşı gelinemezdi. Çünkü rant avcıları bu avı yemeye kararlıydı. 288 dönüm arsa, rant avcılarının ağzının suyunu akıtıyordu. Mutlaka buradan "mekan rantı yaratmak ve pay kapmak" gerekiyordu. Zavallı villalar, dört yıl boyunca yıkılmamak için çırpındı durdu. Ama "rant-obur"un dişleri, avın boynuna geçmişti bir defa. Bekleyiş dört ay veya dört yıl, ne kadar uzun sürerse sürsün rantoburun çenesi, av, ruhunu teslim edene kadar açılmayacaktı. Her numaraya başvuruldu, proje üzerine proje geliştirildi. Neticede geçen hafta itibariyle ekskavatörler binaları yerle bir etmek üzere tırtılları üzerinde alana girdiler. Bu rant yaratma hikayesi de benzeri yüzlerce olayda olduğu gibi rant avcılarının zaferiyle sonuçlandı.

* * *

Milliyet Gazetesi bu haberi "satışına karar verilen, ancak talep görmeyen TBMM lojmanlarının yıkımına başlandı" diye vermeseydi ben bu yazıyı yazmayacaktım. İşte yazıdaki bu ifade beni çileden çıkardı.

1. İktisatta "değer" ve "fiyat" diye iki ayrı kavram yoktur. Fiyat değerdir, değer fiyattır. Eğer haksız rekabet yaratan bir ortam, manipülasyon veya kamusal müdahale yoksa; fiyat, piyasada serbetçe oluşur. Fiyattan öte, fiyat yoktur.

2. Bir gayrimenkulün değeri, yani fiyatı, evvelemirde o gayrimekulün imar durumuna bağlıdır. Ondan sonra, eğer o gayrimenkulün üzerinde bir bina varsa, o binanın kullanım maksadına göre de farklı bir fiyatı oluşabilir.

3. Binaların üzerine inşa edildiği arsanın imar durumu ve/veya binanın kullanım izni değişirse, o gayrimenkulün fiyatı da değişir. İmar durumu değişmezse, taşınmazın "piyasa fiyatı" durduk yerde değişmez.

4. Bir taşınmazın, imar izni sayesinde oluşan yüksek fiyatıyla, önceki düşük fiyatı arasındaki farka "mekan rantı" denir. Mekan rantını, inşaat veya kullanım izni veren kamu otoritesinin koyduğu veya kaldırdığı kısıtlama yaratır. İdarenin işi, rant yaratmak için değil, kamu yararını kollamaktır.

5. Meclis lojmanları, konut alanında inşa edilmiş konutlardı. Bunların konut olarak satışa çıkması halinde belli bir fiyatı vardı. Konut alanı "ticari alana" dönüştürülürse, fiyat tabii değişir.

6. Bu yazdıklarımı Güngör Uras’ın Ayşe teyzesi de bildiği halde, lojmanlar talep görmedi diye açıklama yapılması, düpedüz adamla dalga geçmektir. Yersen.

7. Eğer bu lojmanlar 4 yıl önce açık arttırma ile satılıp ele geçen parayla, kamunun Türk Lirası borçları azaltılsaydı, tasarruf edilen faiz gideriyle birlikte o para, belki de bugünkü fiyatından fazla olurdu.

8. Aralık ayında TOKİ (Toplu Konut İdaresi) tarafından ihaleyle satışı yapılan gayrimenkul, farklı imar izni olan bir "arsa"dır. Daha önce satışa çıkarılan konutlarla aynı gayrimenkul değildir. Fiyatları karşılaştırılamaz.

Son Söz: Depremin yıkamayacağı bina olur; rantın yıkamayacağı bina olmaz.
Yazının Devamını Oku

Yıllarca kötü otomobile bindik

10 Şubat 2007
EKONOMİ Bakanı (resmi unvanı Devlet Bakanı) Ali Babacan, hafta başında yaptığı bir konuşmada, uluslararası sermayeye karşı çıkanlara "10 yıllarca Türkiye, en kötü otomobilleri, en kalitesiz beyaz eşyayı kullandı" karşılığını vererek, Türkiye’nin eski günlere döndürülemeyeceğini vurgulamış. Bakan Babacan’ın bu konuşmasını eleştirmeden önce bir hususu açıklamak istiyorum. Sayın Ali Babacan’la, daha AKP iktidara gelmeden, o zaman benim de yer aldığım "Ekodialog" programı çerçevesinde tanıştık; hemen kanım ısındı. O tarihten sonra, ben ekonomi yorumcusu, o da ekonomi bakanı olduğu için birçok kez karşılaştık. Kendisine olan saygım ve sevgim hiç azalmadı. Ama bu duygularım, aşağıdaki satırları yazmama engel olamaz.

* * *

1. Bakan Babacan, toplumu iki kümeye ayırıyor. Birinci kümede yabancı sermayeyi destekleyenler, ikinci kümede de yabancı sermayeye karşı çıkanlar var. Kategorizasyon, cepheleşme yaratır. İyi bir şey değildir.

2. Babacan’a göre, yabancı sermayeye karşı çıkanlar, kalitesiz mallar üretip, bunları halka pahalıya satarak kolay para kazanmaya alışmış kişiler. Kısaca "kötü insanlar". Yabancı sermayeyi destekleyenler ise, buna karşı çıkıp, halkın kaliteli malları ucuza satın almasını isteyenler. Yani "iyi insanlar".

3. Meseleyi böylece vazedip, zımnen halka şu soruyu soruyor: İyilerden mi, kötülerden mi yanasınız? İyilerden yanaysanız, arkamdan gelin. Beni destekleyin. Bir meseleyi (o meselenin ne olduğu da belli değil) bu şekilde vazedince buradan sağlıklı bir tartışma çıkar mı?

4. Hemen hatırlatayım: Bakan Babacan’ın bahsettiği kötü otomobilleri üretenler de yabancı sermayeli şirketlerdi. Bunlar, Fiat, Renault ve Ford firmalarıdır. Bu firmaların Türkiye’de fabrika kurması için var gücüyle çalışan ve onlarla ortaklık yapanlar yerli girişimciler de, hayatları boyunca en kuvvetli bir şekilde "yabancı sermayeyi savunan" kişilerdir. Bu kişiler Babacan’ın tasnifinde "kötü insan" kümesine mi girmektedir?

5. Türkiye’de, "kötü" otomobil ve "kötü" beyaz eşya üretilmeden önce, tüm bu mallar ithal edilirdi. İthal malları da tanım icabı yüksek kaliteliydi. Bunları yurtiçinde üretenler, daha önceden bunların ithalatçısıydı. Bugün de yüzbinlercesini ihraç edenler aynı kimseler. Bunlar ithalatçıyken iyi idiler de yerli imalatçı olunca mı kötü insan oldular? Bugün hangi kümedeler?

6. Türkiye’de 1955 ile 1980 arasında uygulanan ithal kısıtlamalarının kalkması, yani tüketicinin kaliteli mallara kavuşması, 1980’den sonra Turgut Özal’la başlamıştır. Doruk noktasına ise Tansu Çiller’in başbakanlığında "Gümrük Birliği"ne girince ulaşmıştır. Bu gelinen noktanın, AKP’nin iktisadi tercihi veya Babacan’ın dehasıyla bir ilgisi yoktur.

7. Yabancı sermayeden yana olup, olmamakla, ithalatın serbestleşmesi iki ayrı konudur. İthal ikamesine dayalı sanayileşmede, ithalat kısıtlamaları, bir yerde "yabancı yatırımları" teşvik için düşünülmüştü. Nitekim, ithalat kısıtlaması varken, yurtiçinde üretim yapan birçok yabancı firma, "ithalat serbest-döviz ucuz" olunca, üretimi durdurup, ithal ettiği malları satar olmuştur. Bu değişikliğe bir örnek ampuldür.

8. Yabancı firmaların istihdam yaratacak fabrikalar kurmasına en büyük destek, bugün inatla sürdürülen "ucuz döviz" politikasından vazgeçmektir. Babacan, ihracata dönük yüksek katma değerli üretim yapacak "yabancı yatırımcı" gelsin istiyorsa, bunu yapmalıdır. İthalat, tabii serbest olacaktır.

Son Söz: Her Don Kişot’un savaş açtığı bir yel değirmeni bulunur.
Yazının Devamını Oku

İniş takımları var mı?

7 Şubat 2007
GELMİŞ geçmiş en palavra para politikası olan "yüksek faiz-düşük kur"la bu mutlu günlere geldik. Biz, bu politikayı gözünü çıkartırcasına uygularken, dünyada hüküm süren "bol döviz-ucuz mal" rüzgarları sayesinde, ekonomimiz kazaya uğramadan yoluna devam etti. Bir bakıma dış dinamikler, bizi adeta böyle bir politika uygulamaya teşvik etti denebilir. Dünyadaki bol dövizin esas kaynağı ABD’nin 900 milyar dolara varan dış açığıdır. Ucuz malın kaynağı da, başta Çin olmak üzere, Hindistan ve diğer Pasifik ülkeleridir. Böylece Amerikanın dolarıyla, Asya’nın mallarını avlayarak geçinip gidiyoruz.

Soru şu: Bu "yüksek faiz-düşük kur" politikası daha ne kadar sürdürülebilir? Hükümete ve kaymak bağlamış olan finans sektörüne göre, bu soruyu sormanın bir anlamı yoktur. Sonsuza kadar gidebilir. Gidemez hale gelirse, o günkü şartlar içinde çaresi düşünülür. İşler fıstık gibi giderken böyle sorular sorup, kafa karıştırmak yanlıştır. Zaten yapacak başka bir şey de yoktur.

"Yüksek faiz-düşük kur" politikası mücahitleri cingöz cingöz sırıtarak şöyle konuşuyor. Efendim böyle bir politika uygulanmıyor, haddizatında! Enflasyonla mücade için uygulanan sıkı para politikası, istemeden böyle bir sonuca yol açıyor. (İçlerinden, doğrusu ya, bu da bizim işimize geliyor.) Hem, bir an için bu politikanın bilinçli bir şekilde uygulandığını kabul etsek, ne sakıncası var? Tam aksine faydası ortada. Görüldüğü gibi hem enflasyon düşüyor, hem de milli gelirimiz artıyor. Daha iyisi can sağlığı.

* * *

Çocuğun biri dut ağacının üst dallarına doğru tırmanıyormuş. Yoldan geçen bir adam, "Oğlum, daha yukarı çıkma" demiş. Çocuk da "Amca, olgun dutlar üst tarafta, ben onları toplamak için tırmanıyorum; hem yukarı çıkmanın ne sakıncası var?" diye cevap vermiş. Adam da, "Evladım, çıkmanın sakıncası yok, düşmenin sakıncası var" demiş. Çocuk haklı. Eğer üst dallardaki olgun dutları yedikten sonra, düşmeden yere inebilecekse, yukarı çıkmanın bir sakıncası yok. Yok, dal kırılıp ya da ayağı kayıp, istemediği bir anda küt diye düşecekse, olgun dut yemekten bir an önce vazgeçip, yere inmesi gerek.

* * *

Yüksek faiz lobisinin dediği gibi, hem enflasyon düşmeye, hem de ekonomi büyümeye devam ederse, mesele yok. Ya etmez de, çare Türkiye’de faizlerin, Avrupa Birliği normlarına uygun, yani "reel % 2" düzeyine yaklaşmasındadır denirse ne olacak? Kamu borçlarının, milli gelire oranının AB kriteri olan % 60’nın altına düşmüş olmasıyla iftihar ediyoruz. Bu durumda, faizlerin düşmesinin zamanı gelmedi mi? Enflasyon hálá yüksek, onun için faizler indirilemez deniyorsa, o gün, ne zaman gelecek? O gün geldiğinde faizler AB düzeyine gerilerken, döviz fiyatları yukarı çıkmayacak mı? Döviz fiyatlarının yükselmesi enflasyonu tekrar yukarı itmeyecek mi? Yoksa enflasyonla mücadele için uygulanan "yüksek faiz" politikası, ekonomiyi rehin mi aldı? Daha kaç yıl milli gelirin % 6,5’u kadar faiz dışı fazla verip, yani "sıkı maliye politikası" uygulayıp, paradan para kazananlara, emek gelirinden transfer yapmaya siyaseten devam edilecek?

Son Söz: İnişi tasarlanmamış uçakla, havalanılmaz.
Yazının Devamını Oku

Çalışkan bir başbakan

3 Şubat 2007
BİRÇOK kez, tepe yöneticilerin çalışkan olması ne anlama gelir diye düşünmüşümdür. Ben de kendi çapımda, yıllarca yüksek kademe yöneticiliği yapmış biriyim. Bu soruyu kendi kendime de çok sormuşumdur. Bir yöneticinin çalışkan olup olmadığı gündeme geldiğinde, "çalışkan" kelimesi, tam aynı anlamda kullanılmasa bile, kesinlikle "başarılı" çağrışımı yapar. Yani bir yönetici için eğer çalışkan deniyorsa, bilin ki bunu söyleyenler, onu başarılı buluyordur. Herhalde, tembel ama çok başarılı diye bir değerleme yoktur.

* * *

Başbakan Tayyip Erdoğan, bir siyasetçidir. Ama başbakan olarak bugünkü konumuyla o da bir yöneticidir. Başbakanların vazifesi, ülkeyi yönetmektir. Peki ülkeyi yönetmek ne demektir? Bu da, iki başlık altında toplanabilir.

1. Devleti yönetmek.

2. Halkı yönetmek.


Benim gözlemlediğim kadarıyla, genelde başbakanlar, ama bilhassa şimdiki Başbakanımız Erdoğan, esas görevinin, devleti yönetmekten çok, halkı yönetmek olduğu kanısındadır. Çünkü devleti yönetmeye ağırlık vermiş olsaydı, kendisini televizyonlarda bu kadar çok göremezdik. Mesela, devleti yönetmesi için bilgisine sunulan raporları okuyan, okuduğu metinlerin önemli satırlarının altını çizen veya kendisine verilen hesapları irdeleyen bir başbakanı zihninizde resmedin. Fotoğrafta, masa başında oturan, önündeki kağıtlara veya bilgisayar ekranına dikkatini yoğunlaştırmış bir insan görülecektir. İsterseniz başbakanı, yardımcılarıyla, danışmanlarıyla, bakanlarıyla görüşürken tahayyül edin. Resimdeki adam, ya elinde telefon, görmediği kimselerle konuşuyordur, ya da bir odada birkaç kişi oturmakta, başbakan onlarla fikir alışverişinde bulunmaktadır. Yani yine elde birkaç donuk resimden başka bir şey olmayacaktır. Bunlar da televizyonda gösterilmeye değmez.

* * *

Halbuki Başbakanımız, her gün TV’dedir. Demek ki, TV’lerde yayınlanmaya değer hareketli görüntüler vermektedir. O da bunu bilmekte ve bu görüntülerin çekilebilmesi için, hemen her gün, ya yurtiçinde ya da yurtdışında bir yerlere gitmektedir. Tabiri caizse, sabahtan akşama kadar orada burada boy göstermektedir. Tabii Başbakan’la birlikte bir basın ordusu da hareket halindedir. Bu suretle elde edilen görüntüler "canlı" olmakta ve yayına girmeye değer bulunmaktadır. Ancak bu suretle Başbakan, TV üzerinden halka doğrudan mesaj verme imkánına kavuşmaktadır. Halka konuşarak da onları yönlendirebilmekte ve yönetebilmektedir. Bir an için Başbakan’ın, devlet işlerine ağırlık verip, kapalı mekanlarda çok ama çok çalıştığını, bu yüzden iki ay süreyle TV’de hiç görünmediğini, yazılı basında hiç yer alamadığını bir düşünün. Bir de bakarsınız Başbakan’ın adı, "tembele" çıkmış.

Yönetme, "işlerin, başkaları tarafından yapılmasını sağlamaktır" diye bir tanım vardır. Yani yöneticinin vazifesi işleri bizzat yapmak değil, yapılmasını temin etmek denir. Ancak her yöneticinin mutlaka kendisinin yapması gereken bir iş verdır. O da yönettikleriyle, onların gözünün içine baka baka doğrudan "konuşmaktır". Konuşmak belki de keşfedilmiş en büyük yönetim aletidir.

Son Söz: Konuşamadığın halkı, yönetemezsin.
Yazının Devamını Oku

Sermayeyi ithal emeği ihraç et (II)

31 Ocak 2007
GEÇEN çarşamba, yukarıdaki başlıkla bir yazı yazdım. Bu yazıda, Türkiye’de uzun süre uygulanan "devletçi" makro iktisat politikasından, nasıl bugünkü "kapitalist" paradigmaya gelindiğini kısaca anlattım. Yazının son paragrafında, "sermayeyi ithal-emeği ihraç et" formülünün, gerçekten Türkiye’nin iktisadi kalkınmasını sağlayıp sağlamayacağına dair zihnimde bir soru olduğunu belirttim. Bu yazıda o soruyu açacağım. Sorulara geçmeden önce bir hususa değineceğim. Kime ve neye mal olduğu bir an dahi düşünülmeden, enflasyonla mücadelede alternatifsizlik içine düşmüş insanların çaresizliği içinde, kör bir inatla sürdürülmekte olan "yüksek faiz-düşük kur" adlı para politikası, hem başarısızlıkla sonuçlanan dünkü, hem de bugünkü iktisat politikalarının temelini teşkil etmektedir. TL’nin değerini yüksek tutmanın, devletin itibarı gereği olduğu, resmi iktisatçıların, 150 yıldır değişmeyen "batıl" inancıdır. İşte bu batıl inaç yüzünden, itibarlı(?) hale gelen Türk Lirası’ndan 6 sıfır atılmıştır.

* * *

Ekonomide verimin ve verimliliğin, kaynakların en yüksek getiriyi elde ettiği yerlere gitmesiyle sağlandığını kabul ediyoruz. Bunun için de, üretim faktörlerinin (kısaca emek ve sermayenin) kısıtlama olmaksızın yer değiştirebilmesi gereklidir. Böylece "büyük kümenin yarattığı katma değer" maksimuma çıkacaktır. Bir an için büyük kümenin "AB artı Türkiye" olduğunu varsayalım. Şimdi sonuçları irdeleye başlayalım.

1. Büyük kümede yaratılacak katma değerin azamiye çıkacak olması, bir alt küme olan Türkiye’de yaratılan katma değerin de (milli gelirin) azamiye çıkacağının garantisi midir ?

2. Yukarıdaki soruya cevap verirken, yabancı şirketlerin uluslararası operasyonlarda uyguladığı transfer fiyatlandırmalarını, (girdileri pahalı satıp, ürünü ucuza almak gibi), kár transferlerini, zımni ve açık faiz bindirmelerini, know-how bedelleri, merkezi yönetimin masraflarına katılma payı gibi ödemeleri de hesaba katmak şarttır.

3. İhraç edilen emek, yani yurtdışında çalışanlar, sonsuza kadar anavatanlarına para yollamaya devam edecek midir?

4. Misafir işçi statüsünde yurtdışında çalışmaya gidenler, bir süre sonra gittikleri ülkenin "daimi işgücüne" katılıp, oranın ucuz emek kaynağı haline gelerek, anavatandan o ülkeye yapılabilecek ihracatı engeller hale gelebilirler mi?

5. Yurtdışına ihraç edilen işçilerin, hem yaşadıkları ülkeye uyum gösterememesi, hem de geri dönme cesaretini kaybedip, o ülkede "mutsuz ve umutsuz" garibanlar haline düşmesinin, göçmen işçiyi alan ve yollayan ülkeler için sosyal ve siyasal maliyeti yok mudur?

6. Nüfusu 3-5 milyon arasında değişen küçük ülkelerin, emek ihraç ederek, işsizlik sorunlarını hafifletmelerinin mümkün olduğunu kabul edelim. Nüfusu 70 milyonu geçmiş bir ülkenin, işsizlik sorununu bu yolla çözmesi mümkün müdür? Mesela Çin, böyle yapabilir miydi?

7. Yabancı sermaye girişleri, döviz kurlarını düşürürse, ihracata, istihdama ve büyümeye köstek olmaz mı?

Son Söz: Yabancı sermayenin hayırlısı, istihdam yaratanıdır.
Yazının Devamını Oku

Vatansevmezlik

27 Ocak 2007
EĞER "vatanseverlik" diye bir sıfat varsa ki vardır; öyleyse "vatansevmezlik" diye de bir sıfat olmalıdır. Kelimeler, kavramları yaratmaz; kavramlar kelimeleri yaratır. Vatansever sözcüğü, her lisanda vardır. Lisanlar, beşeri ortamlarda doğar ve gelişir. Eğer belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanlarda, "vatanseverlik" diye bir "üst benlik" duygusu oluşmuşsa, o zaman o duyguyu ifade eden bir kelime, bir tamlama ya da bir deyim mutlaka ortaya çıkar. İcatların anası, ihtiyaçtır. Kelime icat etmek de aslında düşünen beynin bir ihtiyacını gidermektir. Daha da önemlisi o toplumun, bir iletişim ihtiyacını karşılamaktır. Vatansevmezlik, işte böyle bir ihtiyaçtan doğmuştur.

* * *

Vatan, üstünde yaşayan insanların "burası benim, burası bizim" dediği toprak parçasıdır. Almanya’da yaşayan Türkler, eğer yaşadıkları topraklara, "burası benim, burası bizim" diyemiyorsa; Almanya, onların vatanı değildir. İsterse, doğumundan ölümüne kadar orada yaşasınlar, bu böyledir. Bir toprağın bir kişeye vatan olması için, o kişinin o topraklarda yaşayan herkesi, "mülkiyet ortağı" yani, kendi "vatandaşı" görmesi gerekir. Bu kavramın karşıtı, daha da önemlidir. Eğer bir kişi, o topraklarda yaşayanların çoğunluğu tarafından "vatandaş" kabul edilmiyorsa, o kişi ister istemez "vatansevmez" olur. Aslında vatansever olmayan insan yoktur. Olsa olsa, sevecek vatanı olmayan insan vardır. Bundan 30 yıl kadar önce, meşrepleri icabı, vatan sevgisine değer vermemesi gereken bizim ulusal komünistler, yüreklerindeki vatan sevgisini keşfedince, kendilerine "yurtsever" diyerek içine düştükleri kavramsal açmazdan çıkmaya çalışmıştı. Eğer bir kişi, vatansevmez bir ruh haletine girmişse, onun derdi toprakla değil, o topraklarda yaşayanlarladır. Hakeza, eğer bir kişi, kendini vatansever, başkalarını vatansevmez görüyorsa, sorun yine, o kişiyle, toplumu arasındadır. Vatansevmezlik, son tahlilde millet-sevmezliktir. Milletini beğenmeyen ve sevmeyen, milletini seviyor sanılmasın diye, vatansever diye bilinmekten nefret eder. Vatanseverlikle sürekli dalga geçer, o sıfatı kendine hakaret diye algılar ve o anlamda kullanır.

* * *

Sevmek, vermektir. Aşk ise almaktır. Aşk, sevdiği tarafından sevilmeyi, ölesiye hatta öldüresiye istemektir. "Aşıktım; onun için vurdum" demek, o bana istediğimi vermedi, onun için öldürdüm demektir. Aşk, insanı kıskanç yapar. Kıskanç insan, kendine ait olmayan bir şeyi sahiplenmek için vahşileşmeyi göze alır. Kıskançlık, sencillik değil, bencilliktir. Bir ruh bozukluğudur. Mutsuzluk kaynağıdır. Kıskançlık, mutlaka hákim olunması gereken müthiş bir enerji birikimidir. Aşk enerjisi, iyiliğe yönlenirse, hayatı ábat, yoksa berbat eder.

* * *

Cami avlusunda tüfekle güvercin avlamak ne kadar avcılıksa, babayiğit bir insanı, savunmasız bir Hrant Dink’i, tabancayla vurmak da o kadar vatanseverliktir. Bu merhametsizlik, beni hasta ediyor. Bir vatansever olarak yerin dibine geçiyorum. Bazılarımız, gereksiz bir şekilde Hrant Dink’in bir vatansever olduğunu savunuyor. Öyledir veya değildir. Bunu, bu hunharlıkla ilgilendirmek hatadır. Bu mantıkla düşünmek, tuzağa düşmektir. Biz vatanseverler için önemli olan, vatansevmezlerin de bu topraklarda özgürce "yaşamaya" hakları olduğunu içimize sindirmemizdir. Gerisi kendiliğinden gelir.

Son Söz: Vatan, onu sevmeyenleri de bağrına basar.
Yazının Devamını Oku

Sermayeyi ithal emeğini ihraç et

24 Ocak 2007
BENİM iktisat öğrenciliğimin başladığı 1950’li yıllarda, az gelişmiş ülkelerin kalkınması için iki yoldan birinin tercih edilmesi gerektiği vurgulanırdı. Bunlardan biri "sosyalist" (komünistin ehlisi) diğeri, kapitalist stratejiydi. O zamanlar, sosyalist fikirler, aydınlar arasında çok daha muteberdi. Solcu fikir önderleri meseleyi şöyle formüle ediyordu:

1. Kalkınma, sermaye birikimidir.

2. Sermaye birimi, emeğin istismarını (sömürülmesini) gerektirir.

3. Emek istismar edilecekse, bunu kapitalistlar yerine devletin yapması daha iyidir; çünkü devlet daha ádildir.

4. Emeği istismar ederek biriktirilen sermayenin, yatırıma dönüştürülmesi bir plána (hesaba) dayanmalıdır.

5. Yatırımlar bir plan dahilinde yapılırsa, israf azalır, getiri daha yüksek olur.

6. Sermayenin getirisi yüksekse, kalkınma daha hızlı olur.

Sesi nispeten zayıf çıkan kapitalistlerin önerdiği "kalkınma" modelinin anahtar kavramı ise, serbest pazar ekonomisinde, fiyat mekanizması vasıtasıyla tahsisi yapılan sermayenin, daha verimli alanlara gideceği, dolayısıyla milli gelir artışının daha yüksek olacağıydı. Az gelişmişliğin bir tanımı da, bir ülkede, sermaye terakümünün (birikiminin) düşük olmasıydı. Dolayısıyla hızla kalkınmak için yapılacak tek şey, ülkeye mümkün olduğu kadar çok yabancı sermaye çekmekti. Nitekim Türk hükümetinin, bu amaçla hazırladığı 6224 sayılı "Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu" 1954 yılında yürürlüğe girmişti.

* * *

Ancak Türkiye, dış şartların çok uygun olmaması, ama esas olarak "sosyalist" düşüncelerin ülkede "fikr-i-müdîr" (yöneten fikir) olması dolayısıyla, ne fiyat mekanizmasını harekete geçirebildi, ne de ülkeye yeterli yabancı sermaye çekebildi. Ancak bu arada, Avrupa’da "Alman mucizesi" yaşanmaya başlandı. Türkiye gibi sermaye birikimi düşük ülkelerin karşısına "emeği ihraç" şansı (?) çıktı. Yurt dışına giden emekçiler, hem ülkelerindeki işsizlik baskısını azalttı, hem de anavatandaki yakınlarına yolladıkları paralarla, ülkelerinin milli gelirlerinin artmasına ve sermaye birikimine yardımcı oldular.

* * *

Az gittik, uz gittik; bir dönüp arkamıza baktık ki, bir arpa boyu yol gitmişiz. Günümüzün en "yeni" iktisat kavramı küreselleşme. Küreselleşme ne diyor? Sermayen kıtsa, sermaye ithal et; emeğin bolsa, emek ihraç et. Bunun olabilmesi için de dış ticaret üzerindeki tüm kısıtlamaları kaldır. Görünen o ki; nüfusu 500 milyona varmış olan Avrupa Birliği’nin yakın gelecekteki en büyük sıkıntısı "iş gücü" yetersizliği olacak. Türkiye’nin sıkıntısı ise, fazla iş gücüne istihdam sağlayamamak. İşte size ideal çözüm: Türk işçisi, Avrupa’ya gidecek; Avrupa sermayesi, Türkiye’ye akacak. Böylece her iki taraf da daha hızlı kalkınabilecek. Halklarının refahı daha hızlı artacak. Bu mantıkta bir yanlışlık yok gibi duruyor. Acaba? (devamı var)

Son Söz: Zor meselelerin, kolay çözümü yoktur.
Yazının Devamını Oku