28 Ekim 2006
BANA, yaşlanmanın sende yarattığı en önemli değişiklik nedir diye sorarsanız, hiçbir şeye şaşırmamak olduğunu söylerim. Bu ruhsal dönüşümün bir parçası olarak, hiçbir şeye ne çok seviniyorum, ne de çok üzülüyorum. Belki gençken de biraz böyleydim. Hal böyle olunca, geriye bakıp iktisadi öngörülerimde nerelerde yanıldığımı saptamak bir bakıma bana fazlaca bir rahatsızlık vermiyor. Hatta şöyle düşünüyorum. Eğer ben çok etkili bir kişi olsaydım ve önerilerim, ilgililer tarafından aynen uygulansaydı, akıl verdiğim kişi ve kurumların elde ettiği tüm iyi sonuçlardan bana da büyücek bir şeref payı çıkacaktı. Burası güzel. Ama o takdirde, iyilerin yanında başa gelen tüm kötülüklerden de sorumlu tutulmam gerekirdi. Öyleyse, dediklerimin dinlenmemiş olması, benim yanılmış olduğum bir ortamda, aslında benim için bir şans.
* * *
Ben Türk ekonomisinin ayda 3 milyar dolar cari açık vererek yoluna devam edebileceğine hiç ihtimal vermemiştim. Yanıldım. Hem de ciddi şekilde yanıldım. Hakeza, seçilmiş bir hükümetin, bu kadar uzun süre, bu kadar yüksek reel faiz vererek, IMF’nin istediği "Faiz Dışı Fazlayı" tutturabileceğine siyaseten ihtimal vermiyordum. Burada da yanıldım. Bu yüzden izlenen "yüksek faiz-düşük kur" ya da "örtülü kur çıpası" ile enflasyonu dizginleme politikasının, ilk yıllarda başarılı sonuçlar vermesine rağmen, en geç dördüncü yılın sonunda bir yol kazasına uğrayacağını düşünüyordum. Yanıldım. Şimdi ise bu modelin pratik olarak sonsuza kadar devam edeceğine inanmaya başladım. İnşallah bu kez yanılmam.
* * *
Öngörülerin tutmamasının, bilimsel bir açıklaması olması gerekir. Öngörüler, belli varsayımlara dayanan modellerle saptanır. Eğer öngörü gerçekleşmemişse,
1. Varsayımlarda hata vardır,
2. Modellemede hata vardır,
3. Her ikisinde de hata vardır,
4. İkisinde de hata yoktur, zamanlamasında hata vardır.
Öngörüsü tutmayan hemen herkes, modelleme hatası yaptığını kolay kolay kabul etmez. Daha ziyade varsayımlarda hatalı olduğunu söyler. En kolayı da 4. maddeye uygun konuşmaktır. Yani varsayımlarla veya modellemeyle ilgili bir yanlış yoktur, ákibet sadece gecikmiştir.
* * *
Varsayımlarda yaptığım en büyük hata, döviz bolluğunu sürmez sanmamdır. Dünyadaki döviz bolluğunun kaynağı, halen toplamda 6.5 trilyon doları geçen ABD’nin cari işlem açıklarıdır. Bu açık böyle gitmez sandım. Dolayısıyla nakit servetten kaçanların, Türkiye’deki varlık fiyatlarını bu kadar yükselteceğini düşünemedim. Türkiye’de máli-iktisadi krizlerin hepsi, 150 yıldır inatla uygulanan "düşük kur" politikasının, döviz akışında kesinti yaratmasından çıkmıştır. Bu sefer de öyle olur sandım, meğer öyle olmayacakmış. İyi ki yanıldım.
Son Söz: Olur, olur de; her şey olabilir.
Yazının Devamını Oku 25 Ekim 2006
DURUM ile vaziyet aynı anlama gelen iki sözcük. "Durumun vaziyeti" diyerek konuşmaya başlamak, bizim gençlik yıllarında nükte kabul edilir ve gülüşmelere sebep olurdu. Nükte de, espri veya güldürücü söz, şaka anlamına gelir. Bu kadar Türkçe kültür dersi yeter. Gelelim ekonomide durumun vaziyetine. Vallaha iyi gidiyor maaşallah! Resmi görevde bulunan ve iktidar borazanı olmayı kendisine yakıştıranlar dışında kalan ekonomistlerde hep bir tedirginlik vardır. Birkaç yıl önce Akbank’ın davetlisi olarak Türkiye’ye gelen Nobel ödüllü iktisatçı Stiglitz, akşam yemeğindeki sohbet sırasında, Türkiye’nin iktisadi meseleleri karşısında kaygı duyanlarla hafiften dalga geçenlere, "kaygılanmak, iktisatçıların görev tanımına girer" demişti. Kaygılanmak ne kadar görev tanımı içindeyse, gördüğü iyi şeyleri anlatmak da iktisatçıların o kadar görev tanımı içindedir.
* * *
2006 yılının son iki ayına girdiğimiz şu günlerde, yıllardır başımızın püsküllü belası olan enflasyon dizginlenmiş gibi duruyor. Büyüme ise, genel kabul görmüş iktisat öğretisininin tersine, gayet iyi gidiyor. Bu yıl yine en az % 7 gibi, beklenmedik bir büyüme yüzdesiyle sona erecek galiba. İktisatta üzerinde mutabık kalınan ödünleşmelerden (trade off) biri de, "enflasyonu düşürmek için, büyümeden fedakárlık edilmesi gerekir" kuralıdır. Halbuki son beş yılda Türkiye’de bunun tersi yaşandı. Hem enflasyon düştü, hem de büyümede geometrik ortalamayla % 7’nin üzerinde bir artış sağlandı.
* * *
Bu zıtlığın açıklaması Türkiye’ye gelen yabancı sermayedir. Bu sermaye, ister doğrudan yatırımlara, ister borsaya, ister gayrimenkule, ister yüksek reel faize tamahen Devlet İç Borçlanma kağıtlarına gelmiş olsun, isterse vadeli ithalatı finasmanı için, dış satıcılar tarafından açılmış krediler şeklinde olsun, isterse komşu ülkelerden gelen karapara olsun, neticede Türk ekonomisine şırınga edilmiş ve büyümenin itici gücü olmuştur. Pek tabii Türkiye’de de yabancı sermayeyi cezbeden siyasi şartlar oluşmuş, hükümetin IMF ve AB ilişkilerini ciddiye alması, yabancılara güven vermiştir.
* * *
Yukarıda özetlediğim tablo, Türkiye’ye özgü bir durum değildir. Eski Sosyalist Doğu Avrupa Bloku ve Latin Amerika ülkelerinde de, ulusal ekonomiler geçmişle kıyaslanamayacak kadar gelişme göstermiştir. Hepsinde de sebep aynıdır. ABD’nin devasa cári işlem açıkları sayesinde, dünya çapında döviz arzı fazlası oluşması ile gerçekten büyük bir dev olan Çin’in cari işlem fazlası verme üzerine kurulu "sanayileşerek kalkınma" politkasını ısrarla sürdürmesi. Türkiye de bu bereketli yağmurlardan nasibini almıştır. "Amerika-Çin ortak yapımı" olan "bol döviz-ucuz mal" yağmurunun dineceğine dair ufukta henüz bir amare olmadığına göre, işler bu minval üzre gidecek galiba.
Son Söz: Üzümü ye, bağını sormayı da unutma.
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2006
İNGİLTERE’de, sadece gözleri görünecek şekilde yüzünü peçeyle kapamış kara çarşaflı üç Müslüman hanım, önce eski İngiliz Dışişleri Bakanı’nın seçim bölgesindeki yaptığı toplantıya katıldı ve onunla tartıştı. Sonra "veil is our freedom" (peçe bizim özgürlüğümüzdür) diye pankart taşıyarak sokakta gösteri yaptı. İnsanın özgürlüğü kısıtlanmamış olsa, özgür olmak için belli bir kıyafet giymez.
Bu hanımlar, peçeyle örtünerek, özgürleştiklerini ileri sürdüklerine göre, onların özgürlüklerini kısıtlayanlar var. Şu soruları sormak gerek: Bu hanımların, İngiltere gibi peçesiz kadınların özgür olduğu bir diyarda, peçe takmadıkları takdirde sokağa çıkma özgürlüklerini kısıtlayanlar kimler? Bu protesto, kime karşı yapıldı? İngilizlere mi, yoksa özgürlükleri kısıtlayanlara mı?
* * *
Hikáyeye göre, kölelik zamanında sur içinde yaşayan kentsoylular, sur dışında yaşayan kölelerin/köylülerin, olur olmadık gerekçelerle kente girip düzeni bozmaması ve kentin zenginliğini paylaşmaması için bir önlem almayı düşünür. Bunun için kentsoylu hür insanların, başlarını belli bir şekilde bağlamaları kararlaştırılır. Kölelerin başlarını aynı şekilde örtmeleri ise yasaklanır. Surların üstünde nöbet tutan muhafızlar, kente doğru gelen bir kişinin başının kararlaştırılan şekilde örtüyle bağlı olduğunu görünce, gelen kentsoylu içeri girsin diye aşağıdaki kapı bekçisine "serbest" diye bağırırmış.
Bilindiği gibi "ser" baş, "best" ise bağlı demek. Eğer bu hikáye doğru ise, başörtüsü ile özgür olmak arasında gerçekten bir ilinti var. Ancak bu ilinti, kölelerin/köylülerin kente dolaşmalarının kısıtlı olduğu zamanda, kentsoyluların kendileri için geliştirdikleri bir ayrıcalık düzenlemesi. Kölelik kalktığı ve herkesin sokağa çıkmada hür olduğu bir ülkede, hanımların sokağa çıkabilmek için başlarını örtmeleri, işin esasına ters düşüyor zannediyorum.
* * *
Gazetelerde yazılan dini yazıları dikkatle okurum. Bazen bunlarda, bilimsel bir yaklaşım bulunsa bile, maalesef çoğunun bilimsellikle hiçbir ilgisi yoktur. Bu makaleleri bilimsel saymamamın gerekçesi, bilimin amacının, nedenselliği bulmak olmasıdır. Bilim, "sebep-sonuç" ilişkisini çözmeye çalışır. Bilimsel açıklama, "ne" değil, "niçin" sorusuna cevap verir. Bu yazıları yazanlar, dediklerinin ve verdikleri yanıtlarının doğruluğuna kanıt olarak, doğayı referans almak yerine, aynı konuda daha önce söylenenleri kanıt diye sunuyorlar.
Okuduğum yazılar, netice itibarıyla dinidir. Ben bu alanın yabancısıyım. Belki de "niçin" sorusu, dini ilgilendirmiyor. Ama bu yol, bir yere de çıkmıyor. Dine, dışarıdan bakan bir kişi olarak, dinin bilimsel yöntemle anlaşılabileceğine ve anlatılabileceğine inanıyorum. Din kitaplarında verilen tanımlar, sadece birer "mesel"dir. Her bir hükmün mutlak bir "sebeb-i hikmeti" vardır. Bu sebep, mutlaka anlaşılmalı ve cevap ona göre olmalıdır. Kadınların örtünmesi emri, kadınların rahatsız edilmemeleri içindir. Peçe takmayan kadınlar hiç rahatsız edilmiyor, hatta tersi oluyorsa, o emrin, İngiltere’deki uygulaması, peçe takmak değil, takmamak olmalıdır. Okurlarımın Şeker Bayramı’nı kutlarım.
Son Söz: Doğru yol, işarete değil, işaret edilen yöne gidendir.
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2006
BU yıl iktisat dalında Nobel ödülüne yine bir Amerikalı bilim adamı, Columbia Üniversitesi profesörü 73 yaşındaki Edmund Phelps láyık görüldü. Bu yılki Nobel ödüllerinin (edebiyat ve barış gibi bilimsel olmaktan çok siyasi olanların) altısını da Amerikalılar aldı. Bu da Amerika’nın, çok tenkit edilen eğitim sistemlerine rağmen, hálá bilim alanında dünyanın en ileri ülkesi olmaya devam ettiğini gösteriyor. Phelps hoca, sabah saat 06.00’da, İsveç’ten gelen bir telefonla ödülü aldığını öğrenmiş. "Çok mutlu oldum; zaten uzun zamandır Nobel almayı bekliyordum" diyor ve ilave ediyor: Uzun yıllar 60’lı yaşlarımda bu ödülü almayı bekledim, sonra 70’li yaşlarda alırım dedim. Son zamanlarda ise artık 80’li yaşlarımda alırım derken ödül geldi.
Edmund Phelps, son makalesinde ilginç bir benzetme yapmış. Yeni keşfedilen bir ilaç, piyasaya sunulmadan önce, ruhsata bağlanmak mecburiyetindedir. Bu sürece tıpta "kanıta dayalı tababet" (evidence based medicine) deniyor. Ağır sıklet iktisatçılar da geliştirdikleri yeni teorileri, piyasaya sunmadan önce, bunların içerdiği sebep-sonuç ilişkisini matematik yöntemlerle ıspatladıkları iddiasındalar. Ancak Phelps’e göre iktisatta, yeni geliştirilen "teorik paradigmaların" doğruluğunun, uygulamaya konulmadan önce "kanıta dayalı olarak" ispatlanması mümkün değil.
* * *
İktisat ve diğer sosyal bilimlerin laboratuarı, hayatın kendisidir. Eski veya yeni teorilere dayanarak geliştirilen iktisadi politikaların isabeti, değişik koşullar altında uygulamaya konulmadan, eski verilere dayanarak ispatlanamıyor. Dolayısıyla iktisatta, tıpta olduğu gibi politikanın (ilacın) müessiriyetini "önce kanıtla-sonra uygula" yöntemi geçerli değil. Hoş bu yöntemin tıpta da ne kadar güvenli olduğu tartışmalı. Aksi doğru olsaydı, bazı ilaçların çıktıktan bir süre sonra yasaklanması diye bir olay yaşanmazdı.
Son zamanlarda karşıma sıkça "iktisat politikaları insentivlerden ibarettir" ifadesi çıkmaya başladı. Dostum Asaf Savaş insentivlere Türkçe olarak "müşevvikler" (teşvik ediciler) diyor. İktisat politikaları tasarlayanlar ve uygulayanlar, aslında insanları belli yön ve biçimde davranmaya teşvik ediyor. Teşvik yolunun alternatifi zorlama olabilir. Zorlamalar çoğu zaman anti demokratiktir. Serbest pazar ekonomisi ile demokrasi ise birbirini tamamlar.
* * *
Phelps’in üzerinde çalıştığı esas konu istihdam. İstihdamla-enflasyon; enflasyonla-faizler ve dolayısıyla faizlerle-istihdam arasında bir ilişki olduğu, genel kabul görmüş bir teoridir. Phelps, enflasyonun, işsizlik ve enflasyon beklentilerine bağlı olarak değiştiğini söylüyor. Biraz enflasyon istihdam arttırır tezini reddediyor. Vergileri ve faizleri düşürerek istihdamı arttırmak, geçici bir çözümdür; işsizlik sorunun uzun vadeli çözümü, inovasyon ve verimliliktedir diyor.
Son Söz: Enflasyon, anasını doğuran çocuktur.
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2006
BUGÜN söze, Amerika’nın merkez bankası olan FED’in başkanı Bernanke’nin, "Tasarruf açığı dehşetengiz bir şekilde kötüleşiyor" ifadesiyle başlayacağım. Pek tabii Bernanke’yi, ABD’nin tasarruf açığı dehşete düşürüyor; Türkiye’ninki değil. Türkiye’nin cari işlem açığıyla ilgilenmek IMF’nin ve biraz da bizim işimiz.
Bernanke, "Amerika’nın tasarruf açığı olduğunun kanıtı, verdiği cari işlem açığıdır" diyor. Bilindiği gibi iktisatta, "ulusal tasarruf açığı eşittir cari işlem açığı" gibi denklikten bahsedilir. Buradan kalkarak Bernanke, bugünkü nesil, tüketimden fedakárlık etmez ve tasarrufunu artırmazsa, gelecek nesillerin yaşam standardı ciddi bir şekilde düşebilir diyor.
Başkan, Washington İktisat Kulübü’nde verdiği konferansta, nüfus yaşlandıkça, yani ortalama yaş arttıkça, millet olarak, daha yüksek vergi ödemek, daha az devlet yardımı almak, devletin sağladığı sosyal hizmetlerden daha az yararlanmak, daha düşük emekli maaşlarına razı olmak veya devletin daha fazla bütçe açığı vermesi gibi çözümlerden birini veya birkaçını seçmek zorunda kalacağız şeklinde konuşmuş.
İktisatçıların, halkın tasarruf eğilimini artırmasını sağlayacak altın bir çözüm bulamadığını ifade eden Bernanke’in meselenin çözümüne yardımcı olacak iki teklifi daha var. Bunlar:
1) İnsanların daha uzun yıllar işte kalması, yani emeklilik yaşının artırılması,
2) Eğitim sisteminin, ekonomide verimliliği artırmaya yönelik hale getirilmesi.
Bunlardan daha önemli olarak Bernanke, yaşlanan nüfusun yarattığı sorunların çözümüne, Amerika’ya daha fazla sayıda "genç göçmen" kabul etmenin katkısı olacağını da ilave ediyor. Bernanke’nin yaptığı hesaplara göre, eğer bugünkü nesiller tüketim alışkanlıklarından fedakárlığa razı olmazlarsa, gelecek nesillerin hayat standardının fazlaca düşmemesi için ABD’nin yılda 3 milyon 500 bin göçmen alması gerek. Bu göçmenler hem çalışıp yaşlılara bakacak, hem de vergi ve sigorta primi ödeyip bütçeyi denkleştirecek.
* * *
Bilindiği gibi "cari açık", bizim ekonomimiz için de bir mesele. Açık miktarı, gerek mutlak değer ve gerekse milli gelirin yüzdesi olarak henüz çok küçükken, onu bir sorun olarak gören ve medyadaki ekonomi tartışmalarına sokan kişi benim. Şimdi hemen hemen tüm iktisatçılar bu soruna değiniyor.
Ben, cari açığın daha ziyade bir "finansal kriz yaratma" ve "büyümeyi sürdürülemez hale getirme" tehlikelerine işaret etmiştim. İşin nesiller arası gelir transferi boyutunu ele almamıştım. Bernanke’nin soruna bu yönden yaklaşması ilgimi çekti. İkinci ilginç saptama ise bu sorunun Amerika’daki çözümüne göçmen kabul etmesinin yardımcı olacağı.
Peki, şimdi cari açık, ileride de "göç" vermesi düşünülen Türkiye’nin "nesiller arası gelir dağılımı" sorununun çözümü ne olacak? Bernanke’ye göre hiç göç vermemek herhalde.
Son Söz: Birinin çözümü, diğerinin sorunu olabilir.
Yazının Devamını Oku 11 Ekim 2006
ONİKİ gündür Amerika’dayım. "Yeni Dünya"ya ilk kez 42 yıl önce gelmiştim. 27 yaşındaydım; Arçelik’te şube müdürlüğünde bulunmuş, 25 aylık askerlik görevini tamamlamış, küçük gazetelerde hikayeleri ve röportajları yayınlanmış, kendince ’gözlemci’ bir kişiydim. İki yıllık master eğitimim esnasında Amerika denilen büyük olayı anlamaya çalıştım. Bu göçmenler ülkesi, nasıl olup da dünyanın en gelişmiş ekonomisi ve en büyük askeri gücü olmuştu? Sonra uzun yıllar buralara yolum düşmedi. 1989-2000 arasında sıkça gelip, gittim. 11 Eylül 2001’den beri de hiç gelmemiştim. Amerika, hálá 40 yıl önceki zengin, müsrif ve muhteşem büyük ülke. Bana göre fazla değişen bir şey yok. Kırk yıl önce Amerika’nın ’zenci’ meselesi vardı; onu "daha fazla özgürlük ve kanun hakimiyeti" sayesinde çözmüşler, ama zenciler kendi sorunlarını çözememiş. Bu sefer farklı ne buldun diye sorarsanız, Amerikalıların "9/11" dedikleri, terörist saldırısının yarattığı travmadan cıkamamış olmalarıdır cevabını veririm. Nasıl çıksınlar ki, onlar bu intihar saldırılarını, o tarihten 60 yıl once, II. Dünya savaşına girmelerine sebep olan Pearl Harbour baskını ile eş tutuyorlar. Bunları yapanlara derslerini vermek ve onları bir daha aynı şeyi yapmaktan caydırmak için, Irak ve Afganistan’da savaştıklarını söylüyorlar. Bu savaşların, Amerika’nın kendi özgürlük savaşı olduğunu ileri sürüyorlar. Ancak bu teori ile mutabık olmayan çok büyük bir kütle var. "Terörle mücadeleyle, Irak savaşının ne ilgisi var?" diye soranların sesi gitgide daha gür çıkıyor. Şu soruları soruyorlar: Irak’ta savaşıldığı için, Amerika şimdi daha güvenli bir ülke mi oldu? Terörün başı ezildi mi? Hayır deniyor; ispatı ulkede hálá "turuncu alarm" önlemleri geçerli olması. Pek tabii, "9/11" karşısında hiç bir şey yapılmamış olsa, şimdi Amerika ve Avrupa daha mı güvende mi olurdu sorusunun cevabı da belli değil.
* * *
Kuşku yok Amerika’nın moralini bozan ve Bush yönetimine muhalefetin artmasına sebep olan husus, Irak savaşında batağa saplanılmış olması. Geçen hafta bir gazetede, Bush yönetimine gönüllü danışmanlık yapan, eski Dışişleri Bakanı Dr. Hanry Kissenger’ın bir beyanatı vardı. Amerika’nın Vietnam mağlubiyetinde siyasi sorumluluk taşıyan Kissenger, "Irak Savaşı’nı zaferle bitirmekten başka hiç bir sonuç, Amerika’nın onurunu kurtarmaz" diyordu. Anlaşılan Dr. Kissenger, Vietnam yenilgisini hiç unutmamış.
"Biz, Vietnam’da savaşı kazanıyorduk; ama ülke içinde halkın desteğini kaybettiğimiz için mağlup olduk. Aynı şeyin Irak Savaşı’nda tekrar etmesine izin vermeyin" diyordu.
* * *
"Tecrübe, insanın başından geçen olaylar değil, onlardan çıkardığı derstir" denir. Ancak, bir olay, iki farklı kişinin başından geçse, bu iki kişinin aynı olaydan çıkaracağı ders aynı olmuyor. İnsanların olaylardan çıkardıkları dersler, onların değer sistemlerini ve önyargılarının bir aynasıdır. Bu durumda, sorumlu mevkilerde bulunanların ’tecrübeli’ kişilere danışması, danışmanın kişiliğine göre, ülkeye faydalı veya zararlı olabilir.
Son Söz: Şahinden danışmanı olanın, gagasındaki kan kurumaz.
Yazının Devamını Oku 7 Ekim 2006
KISA bir süre önce İslamcı bir yazar, başını İslam geleneklerine göre örten hanımların, bu tarz bir giyimi tercih ederek, belli bir misyon üstlenmiş olduklarını ileri sürmüş. Ben bunu Ertuğrul Özkök’ün köşesinde okudum. Hatırlanacağı üzere, liselerde türban takılmasını yasaklayan Fransız ve İngiliz yargıçlar da türbanın sadece bir örtü olmadığı, bu giyim tarzının aslında bir "manifesto" olduğunu söylemişlerdi. Manifesto, bu bağlamda, bir kişinin bağlı olduğu "kurallar ve değerler manzumesini" üçüncü şahıslara ilan etmesi demektir. Anlaşılan İslamcı yazar da, türbanın sadece bir başörtüsü olmadığı hususunda yargıçlarla hemfikirdir. Hatta daha da ileri giderek İslami geleneklere uygun bir şekilde başını bağlayan hanımların misyon sahibi olduklarını iddia etmektedir. Buradan kalkarak, yolda sakız çiğnemelerinin, sigara içmelerinin, erkek arkadaşlarına sarılmalarının ve müzikli eğlencelerde ortalara çıkıp oynamalarının misyonlarına, daha doğrusu manifestolarına ters düştüğünü söylemektedir.
* * *
Misyon, yalın anlamıyla "görev" demektir. Ancak bu sözcük, Hıristiyan öğretisinde özel bir anlama sahiptir. Hristiyanlara göre, her insan yeryüzüne bir "misyon"la gönderilir. İnsan, öncelikle bu dünyaya niçin gönderildiğini, yani Tanrı’nın ona verdiği görevi bulmalıdır. Bunu anladıktan sonra da, hayatının geri kalan kısmında da, o misyonu yerine getirmeye uğraşmalıdır. Hıristiyan olmayan vicdan sahibi insanlarda da buna benzer bir sorumluluk bilinci kendiliğinden oluşabilir. Kendini görevli addetmek ve ona göre davranmak, insanın yüce tarafıdır. Mesela, Suna Kıraç’ın "ömrümden uzun ideallerim var" diyerek maddi-manevi gücünü, eğitime ve kültüre adaması tam anlamıyla bir "misyon" yüklenmektir.
* * *
Hanımların sokakta sakız çiğnememesi, sigara içmemesi veya sevdiği erkeğe sarılmaması, eller havaya oynamaması misyon değildir. Bunlar, olsa olsa "ádab-ı muaşeret"tir. Kısaca, toplum içinde davranış, yani görgü kurallarıdır. Bana göre de hanımların, başları ister örtülü, ister örtüsüz olsun, sokakta sigara içmeleri ve sakız çiğneyerek dolaşmaları uygunsuzdur. Erkek arkadaşla el ele tutuşmanın ve hatta sarılmanın veya müzikli-danslı bir eğlenceye katılmanın bazı şekilleri de görgüsüzce olabilir. Bu hareketlerin, nezih ve estetik bir tarzı mutlaka vardır.
* * *
Misyonla, ádab-ı muaşeret arasında çok büyük bir fark vardır. Misyon, başkalarına hayrı dokunacak görevler üstlenmek ve bunun için Allah rızasından (veya vicdan tatmininden) başka bir karşılık beklememektir. Misyon, emeğinden, malından ve canından vermektir. Ne başını bağlamak ne de bağlamamak; ne uzun pardösü, ne de tayyör giymek misyon değildir. Bunlar, insanın kendisine çıkar sağlayan uğraşlardır. Belli bir kıyafeti tercih etmenin amacı "insanlara hayrı dokunmak" değil, çevreye uyum gösterip, puan toplamak ve dayanışma kulüplerine katılmaktır.
Son Söz: Hiç verenle, alan bir olur mu?
Yazının Devamını Oku 4 Ekim 2006
SON zamanlarda okuduğum iktisat yorumlarından sonra, kendi halimizi unuttum, ABD’nin durumuna üzülmeye başladım. Elimdeki rapora göre ABD, 27 yıldan beri "cari açık" veriyor ve verdiği açıkların toplamı 6 trilyon dolara yakın. Üstelik ABD’nin bütçesi de uzun yıllardır açık veriyor. Ancak eldeki son veriler, ABD’de bütçe açıklarının küçüldüğünü gösteriyor. Buna karşın cari açıkları kapanmak bir yana, giderek büyüyor. Ama herkesin ortak kanaati, bunun böyle gitmeyeceği, ABD’nin cari açıklarının da bir gün mutlaka azalacağı istikametinde. Tartışılan soru şu: Bu düzeltme hareketi sert mi, yumuşak mı olacak? Mesela, ABD Doları’nın tepetaklak aşağıya gitmesi ve küresel bir mali kriz çıkması şeklinde mi cereyan edecek, yoksa ekonominin soğuması, doların tedricen değer kaybetmesiyle yumuşak bir şekilde mi olacak? Genel kanaat bunun, uçağın piste kuş gibi konması gibi olmasa bile, yumuşak bir şekilde cereyan edeceği şeklinde. Ama ABD’nin cari işlem açıklarının, doların değer kaybetmesine sebep olacağında hemfikir. Bizde ise hálá, "cari açıkla kurun ilgisi yoktur" diye fetvalar veriliyor.
* * *
Eğer ABD Doları’nın değer kaybetmesi mukadderse, bu hangi para birimine veya birimlerine karşı olacak? Nedense dolar değer kaybetti veya kaybedecek dendi mi akla hemen, "Euro’ya karşı" geliyor. Halbuki doların, Euro’ya karşı değerli bir hali yok. Zaten Euro bölgesi de "cari açık" veriyor. İspanya, Fransa, İtalya ve Yunanistan cari açık veriyor. İngiltere, "Europe yes, Euro no" deyip, kendi para birimini muhafaza etti. Ama o da cari açık veriyor. Eğer Almanya olmasa Euro, dolar karşısında bugünkü değerini bile koruyamaz. Öyleyse dolar, Euro’ya karşı değil, başta Çin ve Japonya olmak üzere, hem ABD’ye hem de Avrupa Birliği’ne karşı cari işlem fazlası veren ülkelerin paralarına karşı değer kaybedecektir. Bu arada ciddi cari işlem fazlası veren petrol zengini Ortadoğu ülkeleri ile Rusya’nın para biriminden hiç bahsetmedim. Bence bu ülkelerin para birimleri zaten aşırı değerli. Üstelik bu ülkelerin paralarının uluslararası rezerv para olma şansı hiç yok. Bunların çoğu devlet bile değil.
* * *
Bilinen yöntemlerle ABD cari açık veriyor. Harvard’lı iki profesör de ABD’nin aslında cari açık vermediğini ileri sürüyor. Bu hocalar, ABD’nin a) ihraç ettiği teknolojinin kapital değerindeki artış, b) bizatihi ABD doları ihraç etmenin sağladığı senyoraj hakkı ve c) servetini güvenli bir varlığa bağlamak isteyenlere kendi devlet tahvilini sunarken tahsil ettiği "güven primi" toplayıp, görünen cari açıktan düşüyor. Geriye sıfır kalıyor. Buradan ABD’nin gerçekte cari açığı yoktur sonucuna varıyor. Amerika’nın "görünmez" döviz gelirlerini, fizikteki "kara madde" (dark matter) denilen bir kavramla açıklıyor. Ben artık ABD için üzülmekten vazgeçtim. Ama yüksek faiz rüşvetiyle değerli halde tuttuğumuz TL yüzünden verdiğimiz cari açığı ne yapacağız onu düşünüyorum.
Son Söz: Parası döviz olan, cari açığını dağdan aşırır.
Yazının Devamını Oku