HRANT Dink’in bir suikasta kurban gitmesi, herkes gibi beni de derin bir üzüntüye gark etti. Kendimi tahlil etmeye çalıştım. Duyduğum en kuvvetli his neydi?
Öfke mi, acıma mı, kızgınlık mı, endişe mi, dehşete düşme mi? Hiçbiri değildi. Evet; bu cinayeti işleyenlere öfkeliydim; Hrant Dink’e, karısına, kızına ve yakınlarına acıyordum; ülkemin ve milletimin başına yeni çoraplar örülmesinden endişeliydim; şehrin en işlek caddesinde, güpegündüz adam vurulmasından dehşete düşmüştüm. Ama yüreğimin üzerinde duyduğum ağırlığı, bunların hiçbiri açıklamıyordu. Başka, çok daha başka bir acı duyuyordum.
Utanıyordum.
Benim ülkemde, benim devletim "durumdan vazife" çıkaramamıştı. Açık ve yakın tehdit altında bulunan ve bunu bangır bangır bağıran çok önemli bir gazetecisini, fikir önderini, aydınını koruyamamıştı. Gerçekte, korunamayan ülkemin, milletimin devletimin ve de benim saygınlığımdı. Devlet, "Hrant Dink koruma istemedi, onun için korumuyorduk" diyor. Aslında korunması gerekenin Hrant Dink değil, devletin itibarı olduğunu idrak edememişti. Bunun için kimsenin talepte bulunmasına gerek yoktu. Hrant Dink, Malatyalı bir Anadolu çocuğu olarak, delikanlı bir tavır takınıp, kendi canı için koruma istememişti. Bu, onun babayiğitliği idi. Ama devlet, "Senin canın bize emanet, sana bir şey olursa, bunun vebali bize ait olur; faturası bize çıkar; sen istemezsen de biz seni koruyacağız; daha doğrusu kendi itibarımızı koruyacağız"; bu bize "durumdan çıkan vazifedir" demeliydi.
Korunmasına rağmen, Hrant Dink, yine menfur bir suikasta kurban gidebilirdi. O zaman da çok üzülürdüm. O zaman da kahrolurdum. Ama utanmazdım. Ülkemi, milletimi ve devletimi, yani kendimi suçlu bulmazdım. Bu acıya daha kolay katlanırdım.
Son Söz: Yetkililer, hem yaptıklarından hem de yapmadıklarından sorumludur.