17 Mart 2007
BİRÇOK kereler anlattığım bir hatıramı tekrar ederek konuya girmek istiyorum. Ben, iktisatla, kesat sözcüğü arasında bir anlam bağı var zannederdim. Malûm iktisat, kıt kaynakları sonsuz ihtiyaçlar arasında bölüştürme sanatı diye de tanımlanır. Eh, kesat da ’kıt’ı çağrıştırıyor. Öyleyse bu tahminim doğrudur diyordum. Ta ki; Profesör Memduh Yaşa, bana iktisadın, "kast(d)" kökünden gelen "maksat"tan türediğini öğretene kadar. Gerçekten iktisat, insan davranışlarını incelemiş ve sonunda "insan iktisadi bir canlıdır" (homo ekonomikus) hükmüne varmıştır.
* * *
İnsanlığın karşısında küresel ısınma diye devasa ve yaşamsal bir sorun duruyor. Küresel ısınma, geleceğe değil, günümüze ait bir mesele. Doğa, muhtemelen küresel ısınma sorununu kendi kendine çözecektir. Ama bunu, ne pahasına ve ne zaman yapacaktır? Kendiliğinden gerçekleşecek çözüm, çağımız insanı için çok geç olabilir. İnsanlık, iktisadi davranmak adına, doğal dengeyi kendi eliyle bozmaya (mümkün mertebe) son vermelidir. Çünkü bu tarz bir iktisadi davranış, bizatihi yaşamla çelişmektedir. İktisat diye yola çıkıp, hayatı gayri iktisadi bir noktaya götürmek hata olur. Bugünkü bilgilere göre, küresel ısınmanın insan eliyle yaratılan sebebi, fosil yakıtlardan enerji üretilirken, atmosfere yayılan parçacıklardır. Bu parçacıklar havada asılı kalmakta ve dünya üstünde bir örtü oluşturmaktadır. Bu da dünya, güneşten aynı miktarda ısı enerjisi gelmesine rağmen sıcaklığını arttırmaktadır. İnsanlar etrafı kirletmek için değil, daha yüksek bir hayat düzeyi için yakıt tüketmektedir. Ancak bu tüketim, hayatın kalitesini düşürmeye başlamıştır. Yani iktisat, maksadı ıskalamaktadır.
* * *
Çözüm yine iktisattadır. Havayı (çevreyi) kirletmek o kadar pahalı hale getirilmelidir ki, kirletmemek daha kárlı hale gelsin. Yani iktisadi bir canlı olan insan, iktisadi davranacak ve o bedeli ödememek için, çevre kirletmekten vazgeçecektir. Formül şudur: Eğer bugün kullanılan üretim süreçleri, çevreyi kirletiyorsa, bu kirletmenin bir bedeli olmalıdır. Bu bedel de, çevreyi kirleterek üretim yapmanın sağladığı tasarruftan fazla olmalıdır. Hava kirlenmesi, ancak böyle azalır. Yıllardan beri tavsiye edilen sistem şudur: Sera gazı çıkaran her araç, her konut, her iş yeri ve her üretim tesisi için bir kötü gaz salma kotası konmalıdır. Kotasını aşanlardan "kirletme vergisi" alınmalıdır. Tahsil edilen vergilerin bir kısmı, kotası altında kalanlara "teşvik primi" olarak ödenmeli, kalanı da, kötü gaz salınışını azaltacak veya temiz enerji üretecek yatırımlara ucuz kredi olarak verilmelidir. En az bu makro düzenlemeler kadar, bireylerin "çevreyi korumaya yönelik" davranışları da önemlidir. Damlaya, damlaya göl olur misali, küçük enerji tasarrufları toplanınca, ortaya büyük sonuçlar çıkar. Ancak, helá rezervuarının içine su dolu bir pet şişe koymak zırvadır. Öncelikle bu şişe, mekanizmanın çalışmasına engel olur ve sistem su kaçırır. Kaldı ki, her rezervuarın içindeki su seviyesi ayarlanabilir. Ama mühendislik çalışmaları yapılarak, kullanılan su miktarı düşürülebilir.
Son Söz: İktisadın yarattığı sakıncaların izalesi, yine iktisattadır.
Yazının Devamını Oku 14 Mart 2007
YÜKSEL enflasyon suçlusu Türk ekonomisi, 2001 krizinden sonra Kemal Derviş tarafından kotarılan IMF destekli Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı ile "yüksek faiz" ödemeye mahkûm edildi. Türkiye, halen bu maddeden hapiste yatıyor. Tahliyesi ise ufukta gözükmüyor. Hapishanenin iki gardiyanı var. Başgardiyan, IMF; yardımcısı da AB oluyor. Denildiğine göre AB adlı gardiyan, şu aralık Türkiye ile fazla ilgilenmiyormuş. Ancak IMF, göreve devam ediyor. Türkiye’de bulunan IMF heyeti, ekonomimizi yürürlükteki "stand-by" anlaşması uyarınca denetlemeye devam ediyor. Bu arada ayrı bir genel bir değerlendirme raporu hazırlamışlar. Bu da kamuoyuna açıklanmış. Raporun söylediği tek bir şey var: Türk milleti, yüksek faiz ödeme devam etmelidir.
1. Türk halkının yüksek faiz ödeme mahkûmiyetinin sayısal göstergesi, bütçede tutturulması gereken faiz dışı fazla yüzdesidir. Bu, Türkiye için milli gelirinin yüzde 6.5’ğudur.
2. Faiz dışı fazla, gökten inmiş bir rakam değildir. Hesapla bulunur. Hesabın mantığı da şudur. Türk devleti ve genelde Türkiye, tasarruf sahipleri için riskli bir borçludur. Bu yüzden Türk devleti, yüksek faiz ödemek mecburiyetindedir. Diğer taraftan, yüksek faiz ödeyecek olmasına rağmen, kamu borçlarının, milli gelire oranını önce sabitlemeli, sonra düşürmelidir. Bu sonucu elde etmek için de, halktan toplanan vergilerden, faiz ödemelerine ayrılan miktar yüksek olmalıdır.
3. Bir örnekle, faiz dışı fazla nasıl hesaplanır açıklayım. Bir ülkenin kamu borçlarının, milli gelire oranı yüzde 80 olsun. Bu ülkenin, algılanan risk düzeyi icabı reel olarak yüzde 10 faiz ödemesi gereksin. Ülkenin milli geliri de yılda yüzde 5 artacak olsun. Enflasyonu da sıfır kabul edelim. Bu şartlar altında, kamu borçlarının milli gelire oranının yüzde 80’i geçmemesi için, bütçedeki faiz dışı fazla, milli gelirin yüzde 4’ü olmalıdır. (% 10-%5 = 5%. %5 çarpı %80 = % 4) Eğer faiz dışı fazla, yüzde 4’ten büyük olursa veya milli gelir yüzde 5’ten fazla artarsa veya gerçekleşen reel faiz yüzde 10’nun altında kalırsa, o ülkenin kamu borçlarının, milli gelire oranı düşer. Türkiye’de son 5 yılda kamu borcunun milli gelire oranının düşmesi böyle olmuştur.
4. Erdal Sağlam’ın yazılarından anlaşıldığına göre, IMF raporunda, kamu borçlarının, milli gelire oranının yüzde 30’a düşürülmesi önerilmektedir. Böylece, aritmetik olarak, faizler düşürülmese bile, faiz dışı fazla yüzdesi kendiliğinden küçülecektir.
5. Sürekli yazıp duruyorum. Türk ekonomisinin ulaşması gereken hedef "düşük faiz-düşük enflasyon"dur. Bugün ise "yüksek faiz-düşük kur"a çapalanmış bir enflasyon düşürme politikası izlenmektedir. Yüksek faiz-düşük kur, bir yandan iç açık diğer yandan dış açık yaratarak Türk ekonomisini kırılgan yapmaktadır. Bu kısır döngü nerede ve ne zaman kırılacaktır. Sorun buradadır.
Son Söz: Faize haram diyenin, faizi fahiş olur.
Yazının Devamını Oku 10 Mart 2007
GEÇEN hafta "J Eğrisi" kavramını anlatmaya çalıştım. Bugün, bu kavramın, günümüz Türkiye’sinin önemli iki siyasi meselesinin çözümüne nasıl ışık tutabileceğinden söz edeceğim. Türkiye’nin bir numaralı siyasi meselesi Kürt sorunudur. Diğeri, İslamist-láik ayrışmasıdır. İkincisi, hayati değildir. Birinci sorunun kaynağı, Osmanlı Devleti’nin "çok millet-tek devlet" ilkesine göre kurulmuş olmasına rağmen, onun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, "tek millet-tek devlet" ilkesine göre kurulmuş olmasıdır. T.C.’yi kuranlar, çok milletli Osmanlı’nın, sırf bu sebepten parçalandığını ve çöktüğünü yakinen yaşamış Osmanlı paşalarıdır. Dolayısıyla kurucu babalar, yeni devletin ancak "ulusu ve milletiyle bölünmez bir bütün olması" sayesinde ayakta kalabileceğine hükmetmiştir. Ancak Cumhuriyet kurulur kurulmaz, Osmanlı’yı parçalayan büyük devletler, T.C.’yi de parçalamak için, Kürtleri isyana kışkırtmıştır. İsyanlar bastırıldıktan sonra, etnik esasa göre bölünme tehlikesini ortadan kaldırmak için, "Kürtler de aslen Türk’tür" tezi ortaya atılmıştır. Ayrıca, Kürtlerin belli bir bölgede yaşaması yerine, tüm Anadolu’ya yayılması teşvik edilmiştir. Bu plan belli ölçüde başarılı olmuştur. Nitekim son dönemde adeta patlayan Kürt milliyetçiliğine rağmen, Türkiye’de yaşayan Kürtlerin çoğunluğu, kendini Kürt gördüğü kadar Türk de görmektedir. Ancak Güneydoğu’da yaşayan ve bölge nüfusunun en az yarısını teşkil eden Kürtler "Siz de herkes kadar Türksünüz; ne mutlu Türküm diyene!" tezini içlerine sindirememiştir.
* * *
Bu yüzden Türkiye’deki Kürt azınlıkla, kendini Türk kabul eden çoğunluğun arası açıktır. Halen resmen devam eden birliktelik "gönülsüz"dür. Kerhen sürmektedir. İşin kötüsü bu gönülsüzlük, eskiden sadece Kürtler’e mahsus bir duyguyken, şimdi Türkler arasında da yaygınlaşmıştır. Birlikte yaşamak güzel bile olsa, zorla güzellik olmamaktadır. Üstelik Türkiye’nin stratejik "ağabeyleri" AB ve ABD de bugünkü "tek millet-tek devlet" paradigmasını değiştirmek için elinden geleni, ardına koymamaktadır. Bugünkü "gönülsüz birliktelik" toplumun çeşitli kesimlerinde tahammülü güç bir yüke dönüşmüştür. Kenan Evren’in yaptığı çıkış, bu yorgunluğun ve ümitsizliğin en çarpıcı göstergesidir.
* * *
Çözüm, bugün zorla yaşatılan "gönülsüz" birliktelikten, "gönüllü" birlikteliğe geçebilmektedir. Öncelikle cevabı verilmesi gereken soru, bunun mümkün olup olmadığıdır. Eğer mümkünse, bu gönüllü birlikteliğin formatı ne olacaktır. Bir an için formatta mutabık kalınıldı diyelim, bu formata geçmenin "direkt" bir yolu yolu var mıdır. J eğrisi kuramı, kötü bir noktada kilitlenmiş durumlar, daha da kötüleşme riskini göze almadan aşılamaz demektedir. Tarihte bunu teyit eden pek çok örnek vardır. Pek tabii tavsiye edilen "önce kötüleşme-sonra iyileşme" modeli risklidir. Kötüleşmeyi göze alan açılımlar, durumu onarılması mümkün olmayacak bir noktaya taşıyabilir. Hiçbir açılım yapmadan kaskatı durmak da aynı rizikoyu içerir. Yani öyle olaylar cereyan edebilir ki, durum kısa sürede teláfisi imkánsız bir insanlık faciasına yol açabilir. Böyle bir facianın yaşanması da "gönüllü birliktelik" için, zayıf da olsa var olan şansın, ebediyen ortadan kalkmasıyla sonuçlanır.
Son Söz: En büyük kayıplar, en büyük kazanca giderken ortaya çıkar.
Yazının Devamını Oku 7 Mart 2007
BU yıl borsa rüzgarları erken esti. Pek tabii kış bu kadar yumuşak geçer, erik ağaçları şubat ayında çiçek açmaya başlarsa, para piyasalarında mayıs- haziranda beklenen dalgalanma da mart ayında başlar. Kışın sıcak geçmesiyle borsaların dalgalanması arasında bir ilişki olduğunu sanmıyorum. Ama dünyada, ilgisiz gibi gözüken uzak olayların birbirini (çok zayıf ihtimalle dahi olsa) etkilediği bir vakıa. Ben de borsalarda cereyan eden beklenmedik hareketlere, her seferinde birbirinden ilginç açıklamalar bulan TV’lerin "indi-çıktı" yorumcularına özendim. Aklıma bu sıcak kış bahanesi geldi.
* * *
Size önce, yavaş yavaş sağlığına kavuşmakta olan değerli arkadaşım İbrahim Kavrakoğlu’nun, küreselleşmenin borsa hareketlerine olan etkisiyle ilgili "kahvevehane tepsisi" teorisini anlatmak istiyorum. İbrahim Hoca, akademik kariyeri itibarıyla makine mühendisliği profesörüdür. Boğaziçi Üniversitesi’nde Endüstri Mühendisliği bölümü başkanlığını Erkut Yucaoğlu’ndan devraldıktan sonra, yönetim bilimlerine kaydı. Yönetim bilimlerinden sonra iktisada ilgi duymaya başladı. Hatta iktisat kitabı bile yazdı. İbrahim Hoca’nın teorisi şu. Üstten askılı bir kavehane tepsisine, içi çay dolu kırk bardak koyun. Taşınırken dökülmesin diye de çayı, bardağa koyarken, yarım santim kadar bir dudak payı bırakın. Garson, bu tepsiyi üçlü sapının üstündeki halkaya parmağını geçirip kaldırsın. Sonra tepsiyi sağa sola sallayarak, masalar arasında gezinip müşterilerine çaylarını dağıtsın. Görülecektir ki, bardaklardan tepsiye hiç çay dökülmeyecektir. Aynı kahvehane tepsisi, kenarları çepeçevre üç santim yukarı doğru kıvrılıp, derin tepsi haline getirilsin. Sonra bu derin tepsinin içine kırk bardak çay boca edilsin. Tepsinin içindeki çayın yüksekliği de tepsinin üst kenarının yarım santim altında kalsın. Garson, her zaman yaptığı gibi, parmağına taktığı tepsiyi sallayarak masaların arasında yürüsün. Görülecektir ki, çayın çoğu tepsinin dışına dökülecektir.
* * *
En akışkan üretim faktörü, paradır. Para, küreselleşme sayesinde hiçbir ulusal sınıra takılmadan yer değiştirebilme serbestliğine kavuştuğu için, mali piyasalardaki oynamaların dalga büyüklüğü artmaktadır. Pek tabii, kazanç ve kayıplar da artmaktadır. Demek ki küreselleşme, para hareketlerine duyarlı piyasalarda, akışkanlar dinamiği icabı daha hızlı ve daha büyük iniş çıkışlara yol açmaktadır. Buradan çıkarılacak sonuç şudur. Bir akışkanın, içinde bulunduğu kap sallandığında, sıvının dışarıya dökülmemesi için bırakılması gereken taşma payı (bardaktaki dudak payı) kabın çapı ile doğru orantılı olarak artırılmalıdır. Bu fizik kuralın iktisattaki izdüşümünün anlamı şudur: Sermaye hareketlerinde ulusal sınırlar ortadan kalktıkça, risklerin yaratacağı hasarlardan kaçınmak için bırakılması gereken emniyet payı, yani "spread" artmalıdır.
* * *
Küreselleşme ile birlikte gelen risklerin büyüklüğü, zaman zaman "küresel hareketlerin kısıtlanması" tezlerinin ortaya atılmasına sebep olmaktadır. Yani önce çayları bardaklara koyalım, içi çay dolu bu bardakları sonra tepsiye yarleştirelim denmektedir. Böylece hem daha küçük dudak payı (spread) bırakır, hem de garson çayı dökmeden tepsiyi sallayarak masalar arasında dolaşabilir. Tabii, bunun maliyeti de, aynı işi daha fazla yatırımla yapmak olur.
Son Söz: Riskin primini seven, hasarına katlanır.
Yazının Devamını Oku 3 Mart 2007
TÜKETİCİ ile ürünü buluşturmaya "perakendecilik" denir. Bu buluşma herhangi bir yerde olabilir. Hatta sanal ortamda da cereyan edebilir. Sorun, bu buluşmanın kimin işine gelen yerde olacağıdır. Yani buluşma noktası, satıcıya mı, yoksa alıcıya mı yakın olacaktır. Eğer satıcı, alıcının ayağına giderse; ulaşım ve taşıma giderleri satıcıya ait olur. Eğer alıcı, satıcının ayağına giderse müşterinin ulaşım giderleri ile ürünün taşıma giderleri alıcıya ait olur. Görülmüştür ki; tüketiciler, fiyat karşılaştırması yaparken, genellikle ulaşım ve taşıma taşıma maliyetini ihmal etmekte ve ürünlerin sadece raftaki fiyatlarına göre kıyaslamaktadır. Bu sebeple perakendecilikte rekabet stratejisi "müşteriyi ayağına getir, ama fiyatı düşük tut" olmuştur. Pek tabii perakendeciliğin, küçük dükkanlardan büyük dükkanlara (süpermakketlere ve ’department store’lara) kaymasında, özellikle ABD’de ailelerin gitgide daha fazla şehir dışında müstakil evlerde oturmaya başlamasının etkisi büyüktür. Otomobil ve müstakil ev, yaya müşteri sayısını azaltırken, arabalı müşteri sayısını hızla artırmıştır. Bu da perakendeciliği, gitgide daha büyük arazilerde yapılabilen bir iş türüne dönüştürmüştür. Araba parkları dahil, büyük mekanlar, ancak şehir dışında kurulabilmektedir. Bu yüzden perakendecilik ister istemez, şehir dışına itilmiş, bu da müşterilerin ulaşım ve taşıma giderlerinin artmasına neden olmuştur.
* * *
Neticede ’iktisadi yaratık’ olan müşteri, ulaşım giderleri ile satın aldığı ürünlerin taşıma giderlerinin kendi cebinden çıktığınının farkına varmıştır. Bu giderleri düşürmenin yolu, bir seferde çok ve çeşitli mal almaktır. Bu da alışverişin, günlük olmaktan çıkıp, haftalık hale dönüşmesi ve satın alınan ürün tiplerinin çoğalması sonucunu doğurmuştur. Müşterinin bu tür bir alışveriş ihtiyacı, "dev bir süpermarket ve onun hemen yanında yeralan şık uzman dükkanlar" şeklinde oluşan AVM’ler (Alışveriş Merkezleri) mimari konsepti oluşmuştur.
* * *
İstanbul, son zamanlarada sayıları bir hayli artmasına rağmen, insanların, şehrin çevresinde müstakil behçeli evler yerine, daha çok şehir merkezinde apartmanlarda oturduğu bir kenttir. Aslında şehirde yaşama, bir çok ülkede yeniden moda olmuştur. Kaldı ki büyük şehirleri ziyaret eden milyonlarca turist de şehir merkezindeki otellerde kalmaktadır. Dolayısıyla şehir merkezlerinin, yaya veya kitle taşıma araçlarıyla ulaşılabilen AVM’lere ihtiyaç duyduğu orta çıkmıştır. İstanbul’da bunun ilk başarılı örneği Akmerkez’dir. Akmerkez, Batı’da mall diye bilinen "kapalı çarşı"nın modern bir yorumudur. Burada, şehirdışı AVM’lerde olduğu gibi cazibe merkezi bir süpermarket değil, uzmanlaşmış mağazalardır. Ama her AVM’de bakkal irisi bir süpermakket de yer almaktadır. Akmerkez örneğinden sonra İstanbul’da inşa edilen ve içinde hem sinemaları hem de lokantaları olan AVM sayısında bir patlama yaşanmıştır. Bu akım artarak devam etmektedir. Çünkü bu AVM’ler, artık sadece alışveriş için değil daha çok "sosyalleşmek" için de gidilen yeni "cámi" (toplanma yeri) lerdir.
Son Söz: Bir dükkánla, çarşı olmaz.
Yazının Devamını Oku 28 Şubat 2007
GEÇEN çarşamba J-Eğrisi başlıklı bir yazı yazmıştım. Bu yazı bir bakıma onun devamı; ama aslında ayrı bir yazı. Ben, öncekini okumadan bir sonraki anlaşılmaz şekilde yazılan dizilerden sıkılırım. Her yazının tek başına anlaşılabilir olmasını isterim. Bu yüzden gerekirse tekrardan kaçınmam. J-Eğrisi; bir sonuçla, o sonucu yaratan sebep arasındaki ilişkinin, düz bir çizgi ile gösterilemeyeceği tezine dayanmaktadır. Ancak bundan ibaret değildir. J-Eğrisi, eğer bir sebep sonuç ilişkisi, bir kısırdöngü haline gelmişse, yani eldeki iyiliği yaratan sebep, daha iyiyi elde etmeyi engelliyorsa, işlerin belli bir miktar kötüleşmesini göze almadan daha iyiye ulaşılamaz demektedir.
* * *
Önce toplum hayatından bir örnek vereceğim. Her toplumun amacı, huzurlu bir ülkede refah içinde yaşamaktır. Buna "istikrar" diyelim. Ancak öyle bir durum ortaya çıkabilir ki, istikrar için "özgürlüklerin kısıtlanması" gerekebilir. Gerçekten mal ve can emniyetinin kalmadığı, iktisadi hayatın kötüleştiği bir ülkede, bu şartları değiştirmek için iş başına gelen yeni yönetim, özgürlükleri kısıtlaması sayesinde mal ve can güvenliğine kavuşup, ekonomisini işler hale getirebilir. Kısaca istikrara kavuşur. Bu durumda iki sonuç ortaya çıkar.
1. Sağlanan istikrar, yani huzur ve refah, o toplumun ulaşabileceği düzeyin çok altında kalır. Çünkü kısıtlanan özgürlükler, girişimciliği de kısıtlar. Bireyler, yaratıcı potansiyellerini tam kullanamaz. Bireysel sorumluluk gelişmez. Üstelik özgür olmayan bir ortamda hayat da tatsız tuzsuz bir hale gelir. Baskı kalkarsa, istikrar bozulur kanaati pekişir.
2. Baskının azaltılması yani özgürlüklerin genişletilmesi için yapılan her hamleden sonra, bireyler itaatsizleşir, muhalefet hırçınlaşır. Ortam derhal istikrarsızlık sinyalleri vermeye başlar. Bu da elde edilmiş huzurun ve refahın geriye gitmesi demektir.
* * *
Böyle bir durumda, yani "kısıtlı özgürlük-düşük refah" gibi sürdürülemez bir istikrar noktasına takılmış olan bir toplum, nasıl ve hangi yoldan geçerek "geniş özgürlük-yüksek refah" noktasında kalıcı istikrara kavuşacaktır? İşte J-Eğrisi bu sorunun cevabını vermektedir. Demektedir ki; huzur ve refahın belli düşüş göstermesini göze alın; ama mutlaka özgürlükleri artırın. Çünkü, artan özgürlükler, günün sonunda huzuru ve refahı yukarı bir düzeye taşıyacaktır.
* * *
Türkiye’de enflasyonu düşürme yani istikrar, "yüksek faiz"e takılmış durumda. Resmi iktisatçılar "yüksek faiz-düşük kur" değil, "yüksek faiz-düşük enflasyon" politikası uygulandığını savunuyor. Hepimiz biliyoruz ki; kalıcı istikrarda, denge noktası "düşük faiz-düşük enflasyon"da teşekkül eder. Teorik ve amprik kanıtlar bunu doğrulamaktadır. Basit bir araştırmada görülecektir ki; düşük enflasyonla düşük faiz birbirini tamamlar. Şimdi soruyu tekrar soralım. Türk ekonomisi, bugünkü sürdürülemez "yüksek faiz-düşen enflasyon" noktasından, "düşük faiz-düşük enflasyon" dengesine hangi yoldan ulaşacaktır?
Bana göre J-Eğrisi, işte bu sorunun cevabını veriyor.
Son Söz: Aşı olmayan, hasta olur.
Yazının Devamını Oku 24 Şubat 2007
Devalüasyon-enflasyon sarmalına girmiş olan Türkiye, 2000 yılının başında kur çıpası yöntemiyle enflasyonu düşürme politikasına geçti ve bunda da başarılı oldu. Nitekim, 1999’da yüzde 69 olan enflasyon, 2000 yılında yüzde 39’a düştü. Bu sonucu elde etmek için Hazine, Merkez Bankası ve bankalar fahiş faizler ödedi. O kadar ki; 2000’in son ve 2001’in ilk aylarında bir gecelik faizler yüzde 7000’lere kadar yükseldi. Merkez Bankası, Hazine ve onların destekçisi resmi iktisatçılar, enflasyonu düşürmek için, döviz kurunu düşük tutmanın şart olduğunu savundular. Yüksek reel faizi de, ekonomik istikrarı sağlamak için toplumun ödemesi gereken bedeldir dediler. Bedel ödenmesine rağmen dış şartlar uygun olmadığı için, 2001’in 22 Şubat’ında, tarayan kur çıpasından çıkıldı. Döviz fiyatı patladı, kur yükselmesini, fiyat artışları izledi ve 2001 yılında enflasyon, 1999’daki düzeye, yani yüzde 69’a geri geldi. 2001 krizinden sonra, Türkiye’de, dalgalı kur sistemine geçildiği ilán edildi. Bir süre sonra, izlenen faiz ve kamu borçlanması politikasından anlaşıldı ki, aslında kur çıpasından vazgeçilmemiş. Değişen sadece uygulamanın adıymış. Ben durumu çakınca, yeni(?) politikanın adını "Örtülü Kur Çıpası" koydum. Sokaktaki insanlar, oynanan oyunu daha somut bir şekilde algılasın diye de buna "yüksek faiz-düşük kur" dedim.
* * *
Bu hafta Hazine, enflasyona endeksli beş yıllık tahvil çıkardı. Altı ayda bir yüzde 5 reel faiz ödenecek. Yani yıllık reel faiz, yüzde 10’dan fazla. Pek tabii, çıkartılan bu ballı kaymaklı tahviller kapış kapış satıldı. Bu tahvillere o kadar çok talep gelmiş ki, Hazine bile bundan kuşkulanıp, başlangıçta ihraç etmeyi düşündüğü miktarın yarısından azında borçlanmayı durdurmuş.
1. Devletlerin, enflasyona endeksli olarak borçlanması, seyrek de olsa Türkiye dahil bazı ülkelerde, ama özellikle Latin Amerika’da çok kullanılmış ve sakıncaları, faydasından fazla olduğu anlaşıldığı için terkedilmiş bir borçlanma yöntemidir.
2. Enflasyon, kendi kendini yaratan bir süreçtir. Her tür endeksleme, ister fiyat, ister ücret, ister kira, ister faiz olsun, son tahlilde enflasyonu besler.
3. Örtülü kur çıpası politikasının uygulandığı Türkiye’de, gerek anaparası, gerek faizleri enflasyon aşındırmasına karşı korunmuş tahviller, aynı zamanda devalüasyona endekslenmiş demektir. Çünkü her kur artışı, enflasyona geçiş yapacak, bu da bir dönem sonra ödenecek nominal faizleri arttıracaktır.
4. Dünya devletleri arasında yüzde 10 reel faizle uzun vadeli borçlanan tek bir ülke yoktur. Dünya devletlerinin, borçlanmaya ödediği reel faiz yüzde 2 dolayındadır.
5. Türkiye, dünya ortalamasının 5 katı kadar yüksek reel faizle borçlanacak kadar, ekonomisinin geleceğine güvenilmez zavallı bir ülke değildir.
6. Bir yandan, Türkiye’nin uzun vadeli döviz cinsi borçlanmasında, risk priminin çok düştüğünü görülürken, diğer yandan bu kadar yüksek risk primi içeren bir faizle enflasyona endeksli tahvil çıkarılması çelişkidir.
7. Küreselleşme ile birlikte ekonomisi modernleşen ve verimliliği artan Türkiye’de, Türk Lirası zaten döviz karşısında değerlenecekti. Bu süreci, TL’ye fahiş faiz vererek daha da hızlandırmanın álemi yoktur.
8. Hazine’nin en kısa zamanda "devalüasyon" korkusundan kurtulup, uzun vadeli dövizli borçlanmaya ağırlık vermesini tavsiye ederim.
Son Söz: Kendi reytingini düşük görene, eloğlu derece vermez.
Yazının Devamını Oku 21 Şubat 2007
BUGÜN, İngilizce’de "J-Curve" denilen, Türkçe’ye "J-Eğrisi" diye tercüme edilen bir kavramdan bahsetmek istiyorum. Bu kavramı, birden çok yazıda irdeleyeceğim. Çünkü, bu kavram hem işletme ekonomisinde hem de siyasi ve iktisadi makro meselelerin çözümünde ufuk açıyor. Ayrıca, alternatifi yok denilen "yüksek faiz-düşük kur" empasından nasıl kurtulunacağı bu kavramın içinde gizli. Ancak çözümleri "J-Eğrisi"yle modellemek çok da kolay değil.
İsterseniz önce "J-Eğrisi" kavramını yalın bir dille tanımlayım. Kavram şunu söylüyor: "Eğer sebep-sonuç ilişkisi bir kısır döngüye dönüşmüşse, bu çemberi kırmanın yolu, işlerin kötüleşmesini göze almaktan geçer." Genellikle istenmeyen bir durumdan kurtulmak için atılacak ilk adımdan sonra, hemen bir iyileşme olması beklenir. Bu iyileşme, atılacak adımın "doğruluk" testi kabul edilir. Eğer tedbir alındıktan sonra, işler kötüye giderse, akla hemen alınmış tedbirden vazgeçme fikri gelir. "Gördünüz mü, önerilen tedbiri aldık, işler kötüleşti. Demek ki alınan tedbir, doğru değilmiş" denir. Adım doğru yönde atılmış olsaydı, az da olsa durumda bir düzelme olurdu. Olmadığına göre, yapılan tavsiye yanlışmış diye bir düz mantık çıkarımı yapılır. Halbuki J-Eğrisi, bunun tam tersini söylüyor. Alınan önlem, ilk aşamada sorunun daha da ağırlaşmasına sebep olmuşsa bu, izlenen yolun yanlış değil, büyük bir ihtimalle doğru olduğunu gösterir diyor. J-Eğrisi ile benim tanışmam, uzun yıllar önce ilk şirket kurtarma operasyonlarına bulaştığımda oldu. Bugün geldiğim noktada, fásit bir dairede kilitlenmiş bir çok siyasi ve iktisadi meselenin çözümünün J-Eğrisi ile modellenebileceğini düşünüyorum.
* * *
Bu soyut açıklamalardan sonra örnek vermeye işletme ekonomisinden başlayalım. Şirket yönetimin iki hedefi vardır. Birincisi kárlılık, ikincisi büyümedir. Her şirket tepe yöneticisi (bu yönetici, genellikle sermaye sahibinin kendisidir) masasına oturduğunda, bu iki amaca nasıl varabileceğini düşünür. İşin ilginç yanı bu iki amaç, hem birbirini tamamlar, hem de birbirinin zıttıdır.
1. Kısa vadede kárı elde edemeyenin, uzun vadede büyük bir firma olmaya ömrü vefa etmez.
2. Kısa vadede kárı gören, eğer büyüyemezse, kárlılığını uzun vadede sürdüremez.
Bu cebirsel ilişki, çoğu zaman firmaların, saldırgan bir büyüme stratejisi uygulaması sonucunu doğurur. Çünkü karar alıcıların (patronların) hem egoları hormonludur, yani hep büyük iş yapmak ister, hem de değer artışına oynamayı sevdikleri için, sabit yatırım yapmaya bayılırlar. Oysa, hızlı büyüyen firmanın, sabit giderleri daha da hızlı artar. Başabaş noktası yukarı gider, yüksek satış adetleri tutturulmazsa firmanın zarar edeceği anlaşılır. Yüksek hacımda satış yapmak, fiyat kırmayı, vade açmayı zorunlu kılar. Bu da brüt marjı küçültür, borçlanmayı arttırır. Firma, eskisine göre daha fazla satış yapmasına rağmen, yine de zarar etmekten kurtulamaz. İşte bu gibi "yüksek fiyattan az satsan da zarar, düşük fiyattan çok satsan da zarar" gibi açmaz durumlarda J-Eğrisi modeline geçilir. Yáni, derhal kára geçecek bir yol aranmaz ( zaten böyle bir yol yoktur) "önce zararın artacağı, ama sonunda kárın oluşacağı" bir yapılanmaya gidilir. Buna da "küçülerek, büyümek" denir. İzlenen yolun eksen sisteminde grafik çizimi, J harfine benzer. (Devamı var)
Son Söz: Alternatifi yok, kötüye razı ol demektir.
Yazının Devamını Oku