14 Nisan 2007
HİKAYE malûm; komşusu, Nasrettin Hoca’nın kapısını çalmış ve "Hocam, kasabaya kadar gidip geleceğim. Benim eşek hasta; şu senin eşeği bana bir süre için verebilir misin" diye ricada bulunmuş. Hoca, eşeğini vermek istememiş. Bahane olarak da "eşek burada değil" demiş. Tam o sırada ahırda bulunan eşek anırmasın mı? Komşu bozulmuş. "Hocam, eşek burada değil diyorsun; ama içeriden eşeğin sesi geliyor, bu nasıl iş" diye serzenişte bulunmuş. Hoca suçüstü yakalananların pişkinliğiyle "Ayıp yahu, koskoca hocanın sözüne inanmıyorsun da, eşeğin dediğine mi inanıyorsun? Haydi, git işine" deyip adamı başından savmış.
* * *
Resmi rakamlara göre, son 5 yılda milli gelirimiz sabit fiyatlarla yüzde 50’den fazla artmış. Aynı dönemde, yani son 5 yılda, fiyat artışları ise yüzde 100. Demek ki, milli gelir bugünkü fiyatlarla 5 yıl öncesinin 3 katı olmuş. Bunu duyan vatandaş, mademki milli gelir bu kadar artmış, ben de bu milletin bir ferdi olduğuma göre, benim gelirimin de son 5 yılda 3 kat artmış olması gerekir diye düşünmektedir. Hálbuki birçok kimsenin geliri, son 5 yılda 3 kat artmış değil. Onun için iktisadın Nasrettin Hocaları "durumumuz çok iyidir, gelir üç kat artmıştır" dedikçe vatandaş bozulmaktadır. Ahırdan eşeğin anırmasını duydukça, yani kendi gelirinde artış olmadığını düşündükçe, boşluğa düşmektedir. Nasrettin Hocalar da "bizim gibi hocalara inanmıyorsun da, eşeğe (kendi duyduğuna ve gördüğüne) mi inanıyorsun" diye vatandaşa fırça atmaktalar. Fırçayı yiyen vatandaş, kızmakta, gerçeklerin kendisinden gizlendiğini düşünmektedir. Her halükarda ortada izaha muhtaç bir durum vardır. Açıklamaya çalışayım.
1. Milli gelir, tüketim ve yatırım harcamaları toplamıdır. Bu toplam, 5 yılda sabit fiyatlarla yüzde 53 artmıştır. Ancak bu artışa, özel yatırımların katkısı yüzde 30 dolayındadır. Buradan, tüketimin kabaca yüzde 23 arttığı sonucu çıkartılabilir.
2. Son 5 yılda nüfusumuz, yılda ortalama yüzde 1.3 hızıyla artmış olsa, toplamda yüzde 8 artmış demektir. 5 yılda yüzde 23 artan tüketimden, nüfus artışının etkisi çıkartılırsa, kişilerin tüketim harcamalarının bu dönemde yüzde 14 arttığı sonucuna varılır. Cari fiyatlarla bu artış yüzde 28 eder. Bunun yıllığı ise yüzde 3.5’tir.
3. Uzun láfın kısası, ayda 1000 YTL’lik tüketim harcaması yapan bir ailenin, bu harcamaları yılda 35 YTL artmıştır. Buna fiyat artışları da dáhildir. Bu kadarcık bir tüketim artışı da insanları kesmemektedir. Hikáye bundan ibarettir.
Son Söz: Beklenti yükseldikçe, tatmin azalır.
Düzeltme: Çarşamba günkü yazıda geçen ve "her şeye rağmen gemisini kurtarmak" anlamına gelen "muddle through" şeklindeki İngilizce deyim, benim hatam yüzünden "model through" olarak çıkmıştır. Yardımları için Dr. Ercan Kumcu ve Dr. İlker Domaç’a teşekkür ederim.
Yazının Devamını Oku 11 Nisan 2007
GEÇEN cumartesi akşamı, Hazine’den (aslında ekonomiden demek daha doğru olur) sorumlu Devlet Bakanı, yanında Merkez Bankası Başkanı ve Hazine Müsteşarı olmak üzere, "medya iktisatçıları"na bir akşam yemeği verdi. Bu davete çok sayıda iktisat yorumcusu icabet etmişti. Çok ünlü bazı meslektaşlar, başka işleri olduğu için gelememişti. Florya’daki Beyti Lokantası’nın üçüncü katında bulunan özel salonda önce yemek yendi, sonra sırasıyla Hazine Müsteşarı İbrahim Çanakçı ve Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz görüntülü sunum yaptılar. Sunumlardan sonra söz alan Bakan Ali Babacan, her zamanki sakin, mütebessim ve kendinden emin haliyle sorulan sorulara cevap verdi. Daha doğrusu, soruları vesile edip, ekonominin ne kadar iyi gittiğini ve AKP hükümetinin halkın refahını artırmada ne kadar başarılı olduğunu anlattı. Hep birlikte dinledik ve mutlu olduk. Toplantının sonuna doğru "Ekodialog" ekibinden Taner Berksoy hoca (mademki halkın refahı bu kadar arttı) "O zaman, her gittiğimiz yerde bizi kim dövüyor?" diye gırgır bir soru sordu. Bakan Babacan, Ekodialogçuları sıkıştıranların, iktisadi değişime ayak uyduramayanlar ile nazar değmesin veya haset çekmesin diye kazançlarının arttığını söylemekten çekinenler olduğunu söyledi.
* * *
Gerek sunumlarda, gerekse Bakan Babacan’ın açıklamalarında, dünya ekonomisinin içinde bulunduğu coşkulu durumun, Türk ekonomisinin iyileşmesine yaptığı katkıdan hiç bahsedilmedi. İyi sonuçların, izlenen "para-maliye" politikasıyla elde edildiği iddia edildi. Ben aynı kanaatte değilim. Eğer dünyada ABD tarafından yaratılan döviz (para) ve Çin tarafından üretilen sınaî mal bolluğu olmasaydı, Türk ekonomisi son beş yılda geldiği yere kesinlikle gelemezdi. Bunun ne önemi var, öyle veya böyle hem enflasyon düşmüş, hem büyüme sağlanmışsa sağlanmıştır. Sebebi üzerinde fazlaca durmak gerekmez; başarı, başarıdır denemez. Atalarımız, "üzümü ye, bağını sorma" demiş. Ben ise "üzümü ye, ama bağını da sor" diyorum. Eğer elde edilen iyi sonuçların nedeni üzerinde kafa yorulmazsa, bir gün aniden, görünüşte hiçbir neden yokken (aslında varken) işlerin kötüleştiğine şahit olunabilir.
* * *
Ekonomi, konjonktür demektir. Konjonktür, ekonominin, bir yukarı, bir aşağı dalgalanması anlamına gelir. Dünyada konjönktür hafif terse dönerse, Türk ekonomisi ağır sallanır. Çünkü parası döviz olmayan Türkiye için milli gelirin yüzde 8’i kadar bir cari açık ve milli gelirin yüzde 6.5’i kadar "Faiz Dışı Fazla" verme mecburiyeti kırılganlık yaratmaktadır. Bunun kırılganlığın ana sebebi olarak da inatla ve ısrarla izlenen "yüksek faiz-düşük kur" politikasıdır. Bu politikanın alternatifi yoktur diyenlere de katılmıyorum. Toplantının özeti şu: Türkiye’ye dışarıdan döviz girdiği sürece, ekonomi bu minval gidecek. Hükümet, herhangi bir politika değişikliği düşünmüyor. Bu gerekçeyle ne yapıp yapılacak, ülkeye para girişlerinin aksamasına izin verilmeyecek. Faizse faiz, tavizse taviz verilecek. İktisatçı Dr. İlker Domaç’tan öğrendim, buna "model through" deniyormuş. Yani bugüne kadar nasıl gelmişse, öyle gider; cızırtı yapmayın.
Son Söz: Uygun rüzgár, kaptanı konuşturur.
Yazının Devamını Oku 7 Nisan 2007
CUMHURİYETİN kuruluş döneminde, sosyal ve iktisadi kalkınma devlet öncülüğünde ve hatta bizzat devlet tarafından gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bu dönemde devlet, her şehirde bir "numune" hastanesi kurmuştur. Numune, bu bağlamda "iyi örnek" anlamına kullanılmıştır. Demek ki, devletin kurduğu bu hastaneler, daha sonra kurulacak diğer hastaneler için örnek teşkil edecektir. Eğer özel sektör, ileride hastane kuracaksa hedef, devletin kurduğu numune hastaneleri düzeyine ulaşmak olacaktır. Gelelim günümüze. Ülkemizde 400’e yakın özel hastane var. Eğer bugün Türkiye için "numune" olacak bir veya birkaç hastane göstermek gerekiyorsa, bunları özeller arasında aramak daha doğru olur. Gerçekten özel hastanelerimiz arasında en 20 tane "numune hastanesi" bulmak mümkün. Bu, ülkemizdeki değişimin, tipik bir göstergesidir.
* * *
Türkiye Cumhuriyeti, asker ve sivil bürokratların öncülüğünde kurulmuştur. Bu bürokratlar arasında Balkan göçmenlerinin ağırlığı vardır. Çünkü Balkanlardaki Müslüman Türkler, "evladı fatihan" idiler; ama artık doğdukları topraklarda boruları ötmüyordu. Bir bakıma kendi vatanlarında, vatansızlar gibiydiler. Onların, itilip kakılmayacakları, aşağılanmayacakları bir vatana ihtiyaçları vardı. I. Dünya Harbi ve onunla gelen hezimetten hemen sonra girişilen İstiklál Muharebesi (Kurtuluş Savaşı), bu sebeple herkesten çok, onlar için bir varlık-yokluk mücadelesiydi. Zaferden sonra, ülkenin iktisadi kalkınma stratejisi saptanmış ve özel girişime ağırlık verilmesi kararlaştırılmıştır. Ancak bu strateji, hem ortada Müslüman Türk girişimci olmadığı, hem de 1929’da ABD’de patlak veren Büyük Buhran (Great Depression) yüzünden uygulanamamıştır. Bunun yerine yarı sosyalist "devletçi" kalkınma stratejisi benimsenmiştir. Bu strateji, belli değişiklikler geçirmekle birlikte, aslında 1980’lere kadar sürmüştür.
* * *
1980’den sonra izlenen yolda bazı zigzaglar yapılsa bile, artan dozda özel girişime, özel mülkiyete ve özelleşmeye dayalı bir "serbest pazar" ekonomisine geçilmiştir. Bu değişimde, dış dinamiklerin etkisi büyüktür. Dış dinamikler arasında, sermaye hareketleri serbestliği ile Gümrük Birliği Anlaşmasını bilhassa vurgulamak gerekir. İktisadi strateji değişikliği, beraberinde siyasi rejim değişimini de getirmiştir. Artık çoğunluğu Balkan kökenli asker ve sivil "kurucu babaların" tercihleri önemini kaybetmiştir. Bunun yerini, iş adamlarının ve Anadolu kökenli siyasilerin tercihleri almıştır. Çünkü küreselleşen dünyada iktisadi savaşı bu yeni "evladı fatihan" vermektedir. Hemen her konuda özel girişimciler "numune" eserler yaratmaktadır. İnisiyatif, devletten özele geçtikçe, hem kaynak israfı azalmakta hem de kalite artmaktadır. Artık ülkeye örnek olma sorumluluğu özel girişimcilere aittir. TV, fabrika, otel, alışveriş merkezi, hastane, hava limanı ve hatta üniversite; en iyisini onlar kurmaya mecburdur. Yoksa onların borusu ötmez olur. "Sosyal Darwinizm (değişime en iyi uyum gösterenin hayatta kalması)" bu olsa gerek.
Son Söz: Riski alan, parsayı toplar.
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2007
UZUN zamandır, Türkiye’de "yüksek faiz-düşük kur" politikası uygulanıyor diye milletin kafasını ağaç kakan gibi oydum, durdum. Hamdolsun, olayların gücüyle, bu gerçeği herkese (karşı olanına da, yandaşına da) kabul ettirdim. Hálbuki iktisadi anlamda Türkiye’de faizler düşüktü. Bunu da bir kaç kez yazdım ama devam etmedim. Çünkü birinci gerçeğin kavranmasının önceliği vardı. O görev başarıyla tamamlandı. Şimdi sıra geldi ikinci gerçeğin, yani faizlerin "iktisadi olarak" düşük olduğunun anlatılmasına. Bakalım bu iş ne kadar vakit alacak.
1. Türkiye, "dolarize" daha doğrusu "dövizize" bir ülkedir. Yani Türkiye’de hem ulusal para olan TL veya YTL, hem de döviz (dolar ve Euro) ulusal ekonomiyi çalıştıran para birimleridir.
2. Hatırlanacağı üzere paranın dört işlevi vardır. Bunlar sırasıyla: a) alışveriş aracı, b) tasarruf aleti, c) ölçü birimi, d) vadeli borçları ödeme vasıtası olmasıdır.
3. Türk Lirası veya onun 6 sıfır atılmış hali olan YTL, hálá alışveriş aracı olmaktan pek ileriye gitmiş değildir. Bu yüzden tasarruf sahiplerine, parasal servetlerini TL’de değerlendirsinler diye rüşvet (yani fahiş faiz) ödenmektedir. Faizi yıllık yüzde 20 olan bir para birimini dünyada kimse ciddiye almaz. Böyle bir para, ne ölçme birimi olabilir, ne de vadeli borçlanma vasıtası. Ancak "spekülatif derece"den değerlendirilen yatırım araçlarında kullanılır.
4. Ders kitaplarında şöyle yazar: Faiz yükseltilince, sermayenin maliyeti artar. Sermaye maliyeti artınca, yatırımlar azalır. Çünkü ancak az sayıda yüksek getirili yatırımlar yapılabilir olma özelliğini korur. Yatırımlar azalınca milli gelir büyümesi yavaşlar. Milli gelir yavaşlaması, iç talebi düşürür. Düşük iç talep, fiyat artışı yapmak isteyenler üreticileri caydırır. Fiyat artışları yapılamayınca da, ölçülen enflasyon kendiliğinden düşmüş olur.
5. Son beş senede Türkiye’de sözde enflasyonla mücadele için faizler yüksek tutulmuştur. Gerçekten de enflasyon düşmüştür. Ama son beş yılda Türkiye, yılda yüzde 7.5 büyümüştür. Yılda yüzde 7.5 büyüyen bir ekonomide faizler, yüksek olmuş olamaz. Demek ki, enflasyon başka sebepten düşmüştür. Enflasyonu düşüren "kur çapası"dır. Yüksek faiz değildir. Bu hususun kavranması son derece önemlidir.
6. Hem enflasyon düştü, hem de milli gelir arttı tutarsızlığın açıklaması şudur. Ekonomiyi büyüten ucuz para, Türk Lirası değil, dövizdir. Dövizin faizi de bırakın yüksek olmayı "eksi"dir. Çünkü hem döviz faizi, enflasyondan düşüktür, hem de döviz fiyatları düşmüştür. Yani borçların anaparası da küçülmüştür. Üstelik döviz de boldur.
7. İlgilendiğim şirketlerin hepsinde, faiz gideri değil, faiz geliri vardır. Çünkü bu şirketler dövizle borçlanarak yatırım yapmakta; stok ve hatta satış finansmanında da döviz borcu kullanmaktadır. Ben de, bu yönde tavsiyede bulunmaktayım.
Son Söz: Üzümü ye, ama bağını da sor.
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2007
İSTESEK de istemesek de Türkiye’ye içte ve dışta gerginlik yaratan üç büyük siyasi sorun olduğunu kabul etmeliyiz.
Bunlar sırasıyla,
1. Güneydoğu Anadolu’da yaşayan Kürt kökenli vatandaşlar arasında giderek güçlenen ayrı bir devlet kurma arzusu.
2. Kıbrıs’ta yaşayan Türk kökenli Kıbrıslıların kurdukları devletin yaşatılmasında karşılaşılan zorluklar.
3. Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinde bulunan, láiklik yani "hayatta en hakiki mürşit ilimdir" taşının kaldırılıp, yerine "Referansımız İslam’dır" ilkesinin yerleştirilmesi.
Yazının Devamını Oku 28 Mart 2007
DEVLET Bakanı Abdüllatif Şener, geçen perşembe günü "Dalgalı kuru tartışmamız lázım" dedi. Bakan Şener, maliye doçentidir. Daha önce de Maliye Bakanlığı yapmıştı. Şimdiki görevinin kapsamı içinde, hükümetin iktisadi politikasını yönlendirmek de vardır. Kendisi hem mesleki formasyonu, hem de sorumluluk alanı bakımından "dalgalı kur" hakkında bilgi ve fikir sahibidir. Dolayısıyla bu babda söz söyleyebilecek, daha doğrusu söylemesi gereken bir şahsiyettir. Bu çıkışını da, üyesi olduğu hükümet, IMF ile "yüksek faiz-düşük kur"a devam hususunda iman tazeledikten kısa bir süre sonra yapmıştır. Bu da benim için, dalgalı kur hakkında söyleyegeldiğim bazı hususları tekrar etme fırsatı yaratmıştır.
1. Her ne kadar Türkiye’de, 2001 krizinden sonra "dalgalı/yüzer kur" (Floating Rate of Exchange) rejimine geçildiği söylense de, fiiliyatta "örtülü kur çapası" rejimi uygulanmaktadır. Dolayısıyla, ortada içinden çıkılması söz konusu olan bir dalgalı kur rejimi yoktur.
2. Ben bu ifadeyi kullandıkça, resmi iktisatçılar "örtülü kur çapası" diye bir şey iktisat yazınında yoktur diye itiraz ediyor. İnşallah yakında anadili İngilizce olan bir iktisatçı bu tabiri kullanır da, biz de içinde yaşadığımız, ancak adını koymaktan korktuğumuz bir háli, tercüme yoluyla isimlendiririz.
3. Türkiye’de Merkez Bankası tarafından, enflasyonla mücadele için, dendiğine göre "enflasyon hedeflemesi" yöntemi uygulanmaktadır. Enflasyon hedefini tutturmak için, döviz kurunun yukarıya doğru dalgalanmasına izin vermemek gerekir diye Merkez Bankası’nın ideolojik ağabeyleri açık açık yazmaktalar. Yani enflasyon, kurlara bağlıdır diyorlar. Şimdi bu "örtük" döviz çapası olmuyor mu?
4. Bakan Şener, haklı olarak, dalgalı kur rejimi uygulanınca, kurlar "cari işlemleri" dengeye getirecek bir düzeyde teşekkül eder diye beklemiş. Bırakın dengeye gelmesini, cari işlemler açığı bütün zamanların rekorlarını kırmış. Pek tabii, insanın aklına "Şeytan bunun neresinde?" diye bir soru geliyor.
5. Şeytan, faizdedir. Döviz kurlarını bastırmak için tandem çalışan Merkez Bankası ile Hazine, Türk Lirası’nın faizini yüksek tutma politikası izliyor. Bir yandan T.C. Merkez Bankası, borç veren değil, yüksek faizle TL borç alan bir merkez bankası olma rolünü üstleniyor; diğer yandan Hazine, TL’yle ve dövizle çıkardığı bono ve tahvillerde, TL faizlerini, döviz faizlerinden o kadar yüksek tutuyor ki, yatırımcılar döviz satıp TL alıyor. Döviz arzı artınca, döviz fiyatı düşüyor. Sonuçta, ithalat, ihracattan hızlı artıyor. Al sana cari açık.
6. TL’nin değerinin yapay yollarla yüksek tutulması eski hastalıktır. Bu hastalık yüzünden son 60 yılda, 6 kez vahşi devalüasyon olmuştur.
7. Türkiye, hem büyük bir pazar olduğu, hem de dünyada kum gibi dolar bulunduğundan, daha çoook "doğrudan yabancı sermaye" çekecektir. Ekonomiyi kalıcı istikrara getirmek için, faiz fuhşuna son verilmeli; M.B. de rezervlerini "sadece" doğrudan yabancı sermaye girişi kadar arttırmalıdır.
Son Söz: Revalüe olmamış para, devalüe olmaz.
Yazının Devamını Oku 24 Mart 2007
EVET; samimi ve vicdani kanaatim budur. Ayrıca, Sarıyer sırtlarındaki Uyum villalarına da inşaatı tamamlama izni verilmelidir. Sakın ha! Lafa buradan girip sonunda tersini söyleyeceğimi sanmayın. Gerçekten, gerek iskán edilmiş, gerekse inşaatı devam eden olan Acar villalarının yıkılmasının yanlış olduğunu düşünüyorum.
Sarıyer sırtlarında bir fil mezarlığı görünümümdeki Uyum mahallesinden ne zaman geçsem içim parçalanıyor. Sarıyer’in tek medeni yerleşim mahallesi olacak bir proje, ölüme terk edilmişken "gündüzkondulaşma" olanca hızıyla sürüyor. Bu işte de bir yanlışlık olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum.
Bu bir hukuk yazısı değildir. Daha doğrusu, Acar ve Uyum villalarının inşaatında usulsüzlük yapılmamıştır gibi bir noktadan hareket ederek, yıkılmamalıdır diye bir kanaat serdetmiyorum.
Uyum evleri inşaatı yıllardır durduğuna ve Acar villaları için de yargıdan yıkım kararı çıktığına göre, her iki projede de mutlaka mevzuata aykırı işler çevrilmiştir. Bundan hiç şüphem yok. Ben yazdım diye de netice değişmeyecektir. Bundan da şüphem yok. Zaten değişmemelidir de. Ama bu iki projenin yıkımla sonuçlanmış olması hazindir. Niçin böyle düşünüyorum, anlatayım.
* * *
İstanbul’da son 20 yıl içinde inşa edilen 20 yeni yerleşim alanının hava ve yer fotoğrafları çekilsin. Bu fotoğraflar, TEM otoyolunun Rumeli ve Anadolu yakasındaki iki taraflı mahalleleri, Sultanbeyli’yi, E5 karayolunun Pendik-Kaynarca civarını, Atakent’i, Yeşilköy’ü, Bahçeşehir’i, Kemerburgaz’ı, Haramidere’yi, Çavuşbaşı’yı ve Dudullu’yu göstersin. Pek tabii Acar villaları ile Uyum Sitesi’nin fotoğrafları da bu seriye dahil edilsin. Sonra bu fotoğrafları, dünyanın önde gelen şehir planlamacısı ve mimarlarından kurulu bir jüriye gönderip kendilerinden, fotoğraflarda yer alan yapılaşmaları,
a) Yeşili ve ormanı koruma ve geliştirme,
b) Çevreye ve hayata güzellik katma,
c) Mimarlık
kıstaslarına göre,
1. Mutlaka yıkılması gerekir,
2. Yıkılması gerekmez, ıslah edilmelidir,
3. Aynen korunması gerekir
şeklinde üç gruba ayırması rica edilsin. Görülecektir ki, gerek Acar villaları gerek Uyum Sitesi 3. grupta yer alacaktır. Trajikomik bir vakayla karşı karşıyayız. Vahşi bir şekilde yağmalanmış ve birbirinden çirkin binalarla dolmuş bir şehirde, az da olsa estetik kaygılarla ve çevreye saygılı bir şekilde inşa edilmiş yapılar, kanunen yıkıma mahkûm ediliyor.
Buna mukabil diğerlerine ne kanun, ne idare el sürebiliyor. Kim ne derse desin, bu işte bir terslik var. Hukuk, güzeli ve ekonomik olanı yaşatmalıdır. Ama tersi oluyor. Düzeltmeye nereden başlamak lazım bilmiyorum. Galiba, vahşet, vahşeti doğuruyor. İnşallah, aramızdan biri bu kısırdöngüyü kırar.
Son Söz: Uygunsuzluğa uyum göstermek, uygunsuzlaşmaktır.
Yazının Devamını Oku 21 Mart 2007
BU yazıda Vehbi, IMF oluyor. Kerrake, yani çarpım tablosu da IMF’nin, öğütleri yüzünden Türk ekonomisinin içine düştüğü "yüksek faiz-düşük kur" açmazından çıkarılması planı. Yazılarımı takip eden okurlar bilir. Ben, sürekli olarak, "yüksek faiz-düşük kur" politikasının, matematiği gereği, ikiz açık yarattığını vurguluyorum. Düşük kur, ithalatı ucuzlatıp, ihracatı kársızlaştırdığı için, dış açık (cari işlemler açığı), yüksek faiz de bütçedeki faiz ödemelerini büyüttüğü için, iç açık (bütçe açığı) yaratıyor. Bu iki açık da ekonomiyi "kırılgan" hale getiriyor. Önce ekonomi kırılgan hale getiriliyor, sonra aynı IMF yetkilileri bunu kafamıza vurup, bu kırılganlığı şöyle azaltırsınız diye yeni öğütler veriyor. Dış açığın çaresi olarak, sıcaktır, soğuktur demeden her ne pahasına olursa olsun ülkeye dışarıdan para girmesi gösteriliyor. İç açığın çaresi ise, bütçede dünyanın en yüksek faiz dışı fazla hedefinin tutturulması emrediliyor. Gayri ihtiyari insanın aklına, bu iki anormallik ne zaman ve ne şekilde sona erecek sorusu geliyor. Biz, hiçbir anormallik sonsuza kadar sürmeyeceğine göre, bir gün, bir düzeltme olacak? Olacak da bu düzeltme bir resesyonla mı, yoksa döviz kriziyle mi başlayacak diye düşünürken, IMF’nin "yumuşak iniş" formülünü öğrendik. IMF, kaba olarak şunu söylüyor:
Türkiye, ikinci bir emre kadar, yüksek reel faiz ödemeye devam etmelidir.
Ama faiz ödemelerinin milli gelire olan oranını da düşürmelidir. Böylece, siyaseten sürdürülmesi giderek zorlaşan, yüksek faiz dışı fazla mecburiyeti ileride azalır.
Reel faizler düşmeyeceğine göre, faiz yükü nasıl azalacaktır?
Kolay; kamu borcunun, milli gelire oranını Avrupa Birliği standardı olan % 60’a değil, % 30’a indirin. Yetmezse daha da indirin.
Bütçedeki toplam faiz yükü, "faiz yüzdesi x borç stoku" değil mi? Faiz değişemiyorsa, stoku azaltın. Bu cebirsel bir çözümdür.
Kısaca, yüksek faiz dışı fazla hedefini, borç stoku düşünceye kadar sürdürün. Halkın ümüğü, uzun bir süre daha sıkılmalıdır.
Yüksek faiz dışı fazla vermek için uygulanacak maliye politikaları, halkın harcanabilir gelirini azaltacaktır.
Gelirin azalması, iç talebi düşürecektir. Bu da iç talep kaynaklı enflasyon baskısını ve ithalatı azaltacaktır.
İç piyasa daralınca, işletmeler, ayakta kalabilmek için daha fazla ihracata yönelecek, dış açık küçülecektir.
Düşük kura rağmen daha fazla ihracat yapan firmaların yaşaması için, reel ücretlerin bastırılması gerekir.
Bu baskının sonuç vermesi için de, emekçinin pazarlık gücünü azaltın.(Bu önerinin IMF’çesi, istihdamda esnekliği arttırmak oluyor.)
Ben, IMF’nin düşüncesini anladıktan sonra (eğer doğru anlamışsam) rahatladım. Aslında modelin içeriği, beklediğim gibiydi. Ama hiç olmazsa, zihnimdeki belirsizlik ortadan kalktı. Şimdi ortada, irdelenebilecek, alternatifiyle kıyaslanabilecek bir model var. Ben de bunu yapacağım.
Son Söz: Ekonomi, politiktir.
Yazının Devamını Oku