Ege Cansen

Gurur eşekliktir

12 Mayıs 2007
YAKLAŞIK otuz yıl önce Adana’yı bir ziyaretimde, Hacı Ömer Sabancı’nın zannedersem bir fabrika bahçesindeki büstünün kaidesinde "Tembellik Ahmaklık, Gurur Eşekliktir" sözüyle karşılaşmıştım. Uzun süre bu sözün ikinci kısmında, yani "gurur eşekliktir" demekle Hacı Ömer’in maksadını aştığını söyledim durdum. Çünkü benim kullandığım Türkçede "gurur" sözcüğünün kötü bir anlamı yoktu.

Buna karşı aynı kökten türemiş "mağrur" kelimesi olumsuz anlam yüklüydü. Yani insan gururlu olmalı ama mağrur olmamalıydı. Çünkü gurur, kişinin kendisine veya kendisiyle özdeş tuttuğu birine ait üstün bir vasıfla veya başarıyla iftihar etmesi, övünç duyması demekti. Mağrur ise, kibirli demekti. Kibirlilik veya böbürlenme, itici, tiksindirici bir davranıştı. Yerilmeliydi.

Muhakkak ki Hacı Ömer, gurur kelimesini, boş, mesnetsiz, gereksiz yersiz olan "gurur" anlamında kullanmıştı. Hayatı boyunca nice yetenekli işadamının sırf gururları yüzünden fırsatlar kaçırdığına şahit olmuştu. Gurur, insanın manevra alanını kısıtlayan, onun gayri iktisadi kararlar almasına sebep olan zararlı bir duyguydu. Sözlükte gurur, kibirle eş anlamlıydı. Zaten Tanrı da mağrur olanları sevmezdi. Ama ben hálá bugün de konuşur veya yazarken gurur ve mağrur kelimelerini iki ayrı anlamda kullanıyorum.

Mesela, Nobel Edebiyat Ödülü’nü Türkiye’ye getirdiği için, ben, onun bazı beyanlarına kızsam bile, Orhan Pamuk’la gurur duydum. Herhalde Orhan Pamuk’un kendisi ve ailesi de onun bu büyük başarısından gurur duymuştur. Şimdi soruyorum. Yukarıdaki örnekte, eşeklik nerede veya kimde? Uluslararası bir zafere imza atan bir milli sporcuya "Türkiye seninle gurur duyuyor!" dendiğinde kim eşeklik etmiş oluyor?

* * *

Akbank’ın beşte birini Amerikalılara satan Sabancı Ailesi, herhalde, gurur duyulacak bir bankanız vardı; niçin bunun bir kısmını yabancılara sattınız? Paraya mı ihtiyacınız vardı, şeklinde eleştirilere muhatap olmuşlar. Bu nedenle olacak, geçen yıl yapılan bu satış şerefine bu hafta New York’un ünlü bir otelinde verilen baloda konuşan Sabancı Holding Başkanı Güler Sabancı, dedesinin "gurur eşekliktir" özdeyişine uygun hareket ettiklerini söylemiş.

Yani hisse satışı işini "Akbank Sabancı’nındır, Sabancı’nın kalacaktır" türünden eşekçe bir gurur konusu yapmadık demek istemiş. Bu arada Hacı Ömer Sabancı’nın ünlü sözünün ilk kısmının aklımda kalan "tembellik ahmaklıktır" değil "hilekárlık ahmaktır" olduğunu da öğrendim.

* * *

Türkiye’de devlete veya özel şahıslara ait varlıkların yabancılara satışı tam gaz devam ediyor. Bazılarımız, bu satışlardan sebebini pek de bilmediği bir rahatsızlık duyuyor. Bazılarımız ise varlık satışından gocunanları "gururlu eşekler" olarak görüyor. Yabancılar para getiriyor, Başbakan Erdoğan’ın dediği gibi "biz de durduk yerde zengin oluyoruz".

Cumhuriyetten önce, Merkez Bankası görevini yapan Osmanlı Bankası’ndan tut da, şehir hattı vapur işletmesine, hava gazına, elektriğe, trene, tramvaya, tütüne, tuza kadar her şey yabancılara aitti. Hatta vergileri de onlar topluyordu. Bu yüzden sonunda halkın gururu incitmişti. Eşeklik işte!

Son Söz: Eşeklerin gururu olmaz, onlar sadece yediği arpaya bakar.
Yazının Devamını Oku

Enflasyon üzerine geyik muhabbeti

9 Mayıs 2007
GEYİK muhabbeti deyiminin, nerede ve nasıl çıktığını bilmiyorum. Ama benim hatırladığım, en az kırk yıllık bir geçmişi var. Geyik muhabbeti veya sadece "geyik", laf olsun, torba dolsun diye konuşma veya makale yazma, malûmu ilám (bilineni yineleme), senteze ulaşamayan analiz, yandaşa yağ verme, "siz iyisiniz-onlar kötü" riyakárlığı gibi anlamlara geliyor. En sevilen geyik konularının başında "Bu millet nasıl adam olur?" gelir. Pek tabii, özellikle bu muhabbete katılanların, çok önceden "adam olmuş" olduğu varsayılır. Sonunda ezkaza anlaşmazlık çıkarsa muhabbet, tarafların birbirine, sen adam değilsin veya senden adam olmaz demesiyle biter.

* * *

Normal yurdum iktisat yorumcuları, en sık enflasyon muhabbeti yapar. Her ay Türkiye İstatistik Kurumu, Tüketici ve Üretici Fiyat Endeksleri’ni (TÜFE ve ÜFE) yayımlar. Bunun üzerine iktisatçı makulesinin de birkaç laf etmesi şarttır. İstatistik Kurumu’nun yayınladığı enflasyon bülteninde her şey yazılmıştır. Son ayın enflasyonunun geçmiş ay veya yıllarla kıyaslamaları vardır. Bu bilgileri olduğu gibi makaleye dökmenin pek bir anlamı yoktur. Zaten daha önce gazetenin haber bölümünde bu sonuçlar ayrıntılarıyla yer almıştır. Ama iktisat yorumcusu da bir şeyler söylemek mecburiyetindedir. Yorumcular, meşreplerine veya bağlantılarına göre, aslında ya enflasyonun ilán edilenden daha yüksek, ya da daha düşük olduğunu savunur. Son beş yıldır ekonomi dünyasında söz sahibi olan, resmi iktisatçılarla, banka baş iktisatçıları, enflasyonun aslında ilan edilenden daha düşük olduğunu ispatlama gayreti içindeydiler. Bu amaçla, yok enerji ve tarım fiyatları hariç enflasyon, yok çekirdek enflasyon, yok kabuk enflasyon, yok kur etkisinden arındırılmış enflasyon, yok H endeksi, yok D endeksi diye kafa karıştırmak için ne lázımsa yazıp durdular. Serbest pazar ekonomisi, mal ve hizmet fiyatların nispi olarak sürekli değiştiği bir ortam demektir. Zaten bu fiyat iniş çıkışları sayesinde, ekonomi verimli bir şekilde çalışır. Enflasyon, fiyatların oynamadığı değil, oynadığı ortamdaki "fiyatlar genel düzeyini" ölçer. Hollanda’da erkeklerin boy ortalaması 1,84 metredir demek, Hollandalı erkeklerin yarısının boyu 1.84 metreden uzun, yarının da kısa demektir. Türkiye’de fiyatlar, 12 ayda % 10,7 arttı demek, endekse giren bazı kalemlerin fiyatı % 10,7’den fazla bazılarının ise bundan az arttı demektir. Yüksek artanlar artmamış olsaydı, enflasyon daha düşük olurdu diye konuşmak, sahtekárlıktır.

* * *

Ancak enflasyon düştü geyiği artık bitti. Yüksek faizle sağlanan "düşük kur" ile dolaylı vergilerle sağlanan "yüksek faiz dışı fazla" sayesinde elde edilen enflasyon düşüşü durdu. 2004 yılında % 9,3; 2005’de %7,7; 2006’da % 9,6 olan enflasyon, halen % 10,7 düzeyinde seyrediyor. Yani dört yıldır inmekte direniyor. Bu direnç, Merkez Bankası Başkanı’nın, hükümete "Şunları mutlaka yap-şunları sakın yapma" diye mektup yazmasıyla kırılacak gibi durmuyor. Öncelikle nasıl olsa beleştir diye, yemeğe doyamadığımız el parasının (sermaye girişinin) "varlık fiyat artışı" yoluyla enflasyon üzerindeki yarattığı etki araştırılmalı.

Son Söz: Bir başarısızlığın nedeni, bir başka başarının sebebinde gizlidir.
Yazının Devamını Oku

Şişmanları rahat bırakın

5 Mayıs 2007
ŞEHİRLİ insanların en çok ilgilendiği konuların başında şişmanlık geliyor. Bu yüzden gazeteler, dergiler, radyolar ve televizyonlar sürekli olarak zayıflama üzerine haber ve yorum yayınlıyor. Arkadaş toplantılarında herkes birbirine perhiz reçeteleri anlatıyor. Bu reçeteleri en iyi anlatanlar ve yeni buluşları yakından izleyenler de da şişmanların bizzat kendileri.

* * *

Pazarlamanın, üstüne inşa edildiği dört sütundan biri, satıcı alıcı arasındaki iletişimdir. Bu nedenle sürüm artırmak isteyen firmalara "önce fikri sat; ondan sonra ürünü" öğüdü verilir. Zayıflatma ürünlerinin, (bunlar mal veya hizmet olabilir) kolay satılabilmesi için, önce insanlara şişmanlığın kötü bir şey olduğu fikrinin satılması gerek. Kişiler, şişmanlığın kötü bir şey olduğuna inanınca, şişmanlamamak veya şişmansa bundan kurtulmak için zayıflama ürünlerine yöneliyor. Zayıflama ürünleri tüketince, sonuçta muhtemelen şişmanlamaktan veya şişman kalmaktan kurtulamıyor. Ama hayatları boyunca zayıflama ürünlerinin en sadık müşterisi haline geliyor. Böylece "zayıflatma sektörü" geliştikçe gelişiyor.

Şişmanlık, ömrü kısalması veya bazı rahatsızlıklara daha kolay yakalanma gibi bir sonuç doğuruyor mu sorusunun, genel kabul görmüş cevabı, evettir. Ama buna itiraz edenler de var. Kanıt olarak ortaya konan istatistiklerin "sağlıklı ve mutlu yaşam" resminin tamamını göstermediğini ileri sürüyor. Ancak hiç kimsenin aksini söylemediği gerçek şu: Şişmanlar, şişman olmaktan mutsuz; çünkü şişman olmaktan utanıyorlar. Sürekli kendi kendilerine zayıflama sözü verip, tutamıyorlar. Kendilerini, iradesine hákim olamayan bir insan gibi görüp, suçluyorlar. Vücutlarına karşı suç işlediklerine inanıyorlar. Hayatla barışamıyorlar. Kendilerini çirkin buluyorlar. Bu yüzden şişmanlık, hiçbir fizyolojik rahatsızlık vermese de, kişide ruhsal sıkıntı hatta bazen hastalık yaratıyor. Hayatta en ciddi iş mutlu olmaksa, gerçekten şişmanlık, psikolojik bunalıma girmeye değecek kadar kötü bir şey mi?

* * *

"Zayıflık iyidir-şişmanlık kötüdür" hükmünden rahatsız olan sadece şişmanlar değil. İnsanları şişmanlattığı iddia edilen gıda maddeleri üreten sanayiciler de bu akımdan şikáyetçi. Bu firmalar, tıp uzmanları tutup şişmanlık kötüdür hükmünü irdeletmiş. Elde edilen ilk sonuçlara göre şişmanlık, iddia edildiği kadar sağlığa zararlı değilmiş. Ancak konunun bu yönü üzerinde fikir yürütmek benim haddimi aşar. Benim dikkatinize sunmak istediğim husus şu. "Şişmanlık kötüdür" davasını güdenler, aynen sigaraya karşı alınan yasaklamalar gibi, ABD ve AB’de şişmanlatan gıda maddelerinin pazarlanmasını kısıtlayan yasal düzenleme talep ediyorlar. Kısaca devletin, kişilerin ne içip ne yiyeceğini gözetmesi gerektiği tezini savunuyorlar. Yani devlet, insanların şişmanlamasına izin vermemeliymiş. Bu husus da karşımıza yeni bir "devlet despotizmi" çıkarıyor.

Son Söz: İktisaden en kötü şişmanlama, devletin şişmanlamasıdır.
Yazının Devamını Oku

Zübük-o-konomiks

2 Mayıs 2007
ZÜBÜK, Aziz Nesin’in Türkçe’ye kazandırdığı önemli kelimelerden biridir. Aziz Nesin, zübük ne demek diye soranlara, "İt, kağnı gölgesinde yürür, kendi gölgem sanırmış" diye cevap vermişti. İnsan kendini, kolay kolay ölçüp biçemez. Boy aynasının önünde durup, görüntüye şöyle bir bakmak, gerçek olduğu gibi gözüktüğü için, her zaman insana mutluluk vermez. Ama insanın, arkadan vuran akşam güneşinde yola düşen gölgesine bakması, her zaman keyif verir. Hele hele kağnı gölgesinde yürüyenin, kağnı gölgesini kendi gölgesi sanıp, "Meğer ben neymişim" diye düşünerek, kendisiyle gurur duyması çok hoştur herhalde.

* * *

Son 25 yıl içinde sermaye hareketleri önündeki engeller kalktıkça, hemen her ülkenin ekonomisinde, daha önce görülmemiş olumlu değişimler ortaya çıktı. Ancak bu sermaye hareketleri yüzünden de önce Güneydoğu Asya’da, sonra Rusya’da, 2001’de de Türkiye ve Arjantin’de ekonomik krizler çıktı. Hamdolsun o gün bugündür, Afrika’daki gariban ülkeler hariç, dünyada ekonomik kriz yaşanmıyor. Tam tersine hemen her ülkede inanılmaz gelişmeler var. Enflasyon düşüyor, faizler düşüyor, büyüme artıyor, döviz sıkıntısı ise öyle veya böyle yaşanmıyor. Kısmen gerçek, kısmen gölge de olsa, bütün ekonomiler "küreselleşmeyle" büyüyor. Aslında yabancı sermayeden istifade eden ülkeler, sadece gelişmekte olanlar değil. Gelişmiş ekonomiler de bu sermaye akımları sayesinde refah düzeylerini, halkı fazlaca zorlanmadan artırabiliyor. Bunların başında da ABD geliyor. Nitekim 2006 yılında Türkiye’ye gelen doğrudan yabancı sermaye % 76, aynı devrede ABD’ye giren yabancı sermaye % 78 artmış.

* * *

IMF, kalkınmakta olan ülkelerin artık, "IMF tarafından verilen kredilere" ihtiyacı kalmadığını söylüyor. Çünkü özel sermaye akımları, bu ülkelerin ihtiyacı olan "döviz ve sermaye"yi fazlasıyla karşılıyor. Bu durumda bizzat IMF yetkilileri, bizim görevimiz artık bu ülkelere ihtiyacı olan parayı vermek değil, özel sermaye akımlarını denetlemek ve düzenlemek olmalıdır diyor. IMF’nin tahminlerine göre, sadece 2006 yılında, gelişmekte olan ülkelere (Türkiye bu kümeye giriyor) 400 milyar dolar özel sermaye girişi olmuş. Bu, 2002’deki sermaye girişinin dört katından fazladır. IMF yetkilileri, yabancı sermaye girişleri sayesinde, bu ülkelerin hepsinde milli gelir artışının hızlandığını, ekonomilerin modernleştiğini ve mali piyasalarının geliştiğini söylüyor. Ancak bir uyarıda da bulunuyor. Bu ülkeler, gitgide daha fazla "oynak yabancı sermayeye" bağımlı hale geliyor. Bu husus, hem o ülkeler hem de bu kabil ülkelere yatırım yapmışlar için bir risk oluşturuyor. Bu tehlikeye karşı IMF, bu ülkeler ve kendisi için durumdan üç vazife çıkarmış. O sebeple, bu ülkelerden,

1. Enflasyon hedeflemesi gibi bir "çerçeve" para politikası izlemesini,

2. Mali sektörde, kurallara uygun iş yapılmasının sağlanmasını,

3. Borç alan kamu ve özel kuruluşların denetlenmesini, istiyor.

* * *

Türk ekonomisinin geliştiği kuşkusuzdur. Ancak anlaşılan, memnuniyeti artıran dış etkenler aynı anda riskleri de artıyor. Aman dikkat.

Son Söz: Zübüklük arttıkça da, risk artar.
Yazının Devamını Oku

Yağmuru az dövizi bol bir yıl

28 Nisan 2007
BUGÜN Türkiye gündeminin birinci maddesi, cumhurbaşkanı seçimidir. Cumhurbaşkanlığı seçiminin birinci maddesi de Çankaya Köşkü’nde uzun yıllardır devam eden türban yasağının, şu veya bu şekilde hepten kalkacak olmasıdır. Türban, günümüz Türkiye’sinde, belli bir biçimde bağlanan başörtüsü demektir. Türban, herhangi bir başörtüsü değildir. Köylü kadınlar da başlarını bağlar, zaten ninemin de başı örtülüydü benzetmeleriyle, bugün tartışılan türbanı bir tutup olayı hafife almak hata olur.

Çankaya’nın Amerikan tabiriyle "birinci hanımefendisi"nin ya da bizim tabirimizle yeni "ev sahibesi"nin erkeklerle bir arada olacağı kapalı veya yabancı erkeklerin kendisini görmesi mümkün açık mekánlarda başına takacağı türban İslami bir simgesidir. Bu simge, muhafazakár çevrelerde yetişen kadınların esaret değil, "özgürlük" flamasıdır.

Dindar erkeklerce, evlere kapanmaya zorlanan veya kız kıza, kadın kadına yaşayın diye yaşam alanları daraltılan kızlar ve kadınlar, bu kısıtlamaları, türban takarak aşmıştır. İçtimai mukavelede "türbanı takan, her yere gider" yazmaktadır. Bunun için dindar aile kızları türbana sarılmış ve onun militanı olmuştur.

İnşallah yakın bir gelecekte, Türkiye’nin en ücra köşesinde bile bu hanımları türban takmadıkları için ne kimse rahatsız etmeye cesaret edebilecek, ne de çevreleri onları eleştirebilecektir. Onlar da şartlı değil, tam özgür olacaktır. Türban, Çankaya Köşkü’nün yeni ev sahibesinin tercihi ise bu da bu ülkenin bir gerçeğidir.

Uzun yıllar ekonomimizin en zayıf yönü, yeterince döviz kazanamamasıydı. Bugün de sistem aynı zafiyetle maluldür; ama Türkiye’ye gökten döviz yağmaktadır. Dolayısıyla ülkede döviz kıtlığı diye bir sorun kalmamıştır. Bu durum, hem kısmen gerçek, hem de daha ziyade görüntüsel olarak Türk ekonomisi "çok iyi gidiyor" şeklinde bir tablonun ortaya çıkmasını sağlamıştır. Türkiye’ye oluk oluk döviz akmasının iki sebebi vardır.

1. Kendi parasıyla ithalat yapıp borçlanmadan sonsuz cari açık verme imtiyazı olan Amerika, dünyayı dolara gark etmiştir. ABD’nin birikmiş cari işlem açıkları 7 trilyon doları geçmiştir. ABD açık verdiğine göre, birileri de fazla vermektedir. Nitekim sadece Asya ülkelerinin merkez bankalarında 3 trilyon dolar döviz rezervi vardır. Sanayi malı ihracatçı veya petrol zengini ülkelerin rezerv biriktirmesi, bizim borçlanarak döviz rezervi inşa etmemiz gibi değildir. Dünyada gerçekten ne yapılacağı bilinmeyen çok "kazanılmış" döviz vardır. Bu döviz (akışkan sermaye) girecek delik aramaktadır.

2. AKP iktidarının bir numaralı iktisadi politikası, dünyanın akışkan sermayesini Türkiye’ye çekmek olmuştur. Bunda da başarılıdır. Dünyada faizlerin yerlerde süründüğü bir dönemde, Türkiye yüksek faiz vererek bol sıcak para çekmiştir. Buna ilave olarak, özelleştirme, varlık satışı veya iltizam ihaleleriyle, özellikle son iki yılda yüksek miktarda yabancı sermaye girişi sağlanmıştır. Döviz arzı artınca, Türk Lirası değerlenmiştir. Bu sayede, Başbakan’ın deyişiyle ülkemiz "durduk yerde zenginleşmiştir".

Son Söz: Döviz ne kadar çoksa, türban Çankaya’ya o kadar kolay çıkar.
Yazının Devamını Oku

Dış iktisat ve iç siyaset

25 Nisan 2007
ŞURASI muhakkak ki, ulusal ekonomimizin kaderi, tamamen dışarıdan gelecek sermayeye (paraya) bağlanmış durumda. Bu gerçeği ülkemizin resmi iktisatçıları ile bankalarımızın yatırım danışmanı baş iktisatçıları, her konuşmalarında millete sık, sık hatırlatıyor. Aranan kan (yani para), sıcak veya soğuk olabilir; fark etmez, gelmeye devam etmelidir. Eğer yurt dışından akan parada bir aksama olursa, olay orada durmaz. Bu sefer tersine bir akım, yani yurt içinden yurt dışına para (sermaye) çıkışı başlar. Bu da bilinen tanımıyla "kriz" demektir. Allah göstermesin böyle krizi kimse istemez. Bu durumda, iç siyasetin en önemli gündem maddesi olan cumhurbaşkanlığı seçimi, sermaye hareketlerine bağlanmış oluyor. Ya da sermaye giriş-çıkışı, cumhurbaşkanlığına endekslenmiş durumda. Bunu da medyada ve borsada izliyoruz. Esasen birçok sosyal ve iktisadi olayda, birbirini besleyen sebep-sonuç bağlantılarına rastlanır. Çok bilinen anlatımıyla bu bir tavuk-yumurta hikáyesidir. Dış ekonomik şartların, iç siyasetin yönünü belirlemesi, genel seçimleri de kapsayacaktır. Hatta etkileme orada da durmayacak, genel seçimlerden sonra izlenecek siyaseti de içine alacaktır. Çünkü Türkiye, parası döviz olmadığı halde cari açık vererek ekonomisini geliştirme yolunu tercih etmiştir. Son beş yılda elde edilen iyi hatta çok iyi sonuçlar, yabancı sermayenin akımı sayesinde gerçekleşmiştir. Futbolda "başarılı takım değiştirilmez" ilkesi gibi, ekonomide de "başarılı sonuçları ortada olan politika değiştirilmez" diye bir kuralın varlığını kabul etmek gerekir. Ancak izlenen bu politika, Türkiye’yi adeta alternatifsiz bir çizgiye getirmiştir.

Bana göre, parası döviz olmayan Türkiye’nin, büyümesini sürekli cari açık verecek bir denklik üzerine oturması hataydı ve hálá hatadır. Türkiye kendini sıkarak, karşısına çıkan fırsatları kullanıp, cari fazla vererek büyümeye çalışsaydı, aynen Çin’de olduğu gibi, bugün Türkiye’ye çok daha yüksek miktarlarda "Doğrudan Yabancı Sermaye" girişi olurdu. Sarf edilmeyen döviz fazlası da Merkez Bankası’nda yedeklerinde biriktirilir, TL’nin değerlenmesine izin verilmezdi. Böylece, ihracata dayalı sanayileşmeyle, sürdürülebilir bir kalkınma modeli kurulmuş olurdu. Neyse, şu veya bu sebeple böyle bir politika izlenmemiş ve Türk ekonomisi ve dolayısıyla "siyaseti" tamamen dışa bağımlı hale gelmiştir. Benim gözlemim şudur: "Batılı" yaşam tarzını içselleştirmiş láik insanların, Batılı yaşam tarzından hiç hazzetmeyen, ama iktidarda kalmak için "Batıcı" olmakta beis görmeyen İslamcı kesimle ters düştüğü nokta, siyasetin dışa bağımlı hale gelmiş olmasıdır. Yoksa ortada halen uygulanmakta olan dışa açık ekonomi modeli yerine, "içe kapanık" bir ekonomi modeline geçmek diye bir tercih yoktur. Türkiye’nin Gümrük Birliğine girmiş olması da isabetlidir, AB yolunda ilerlemesi de. Türkiye’nin yüzü hep Batı’ya dönük olmalıdır ve inşallah olacaktır. Bu, Batı’nın kuyruğuna takılmak değildir.

Son Söz: İmama kızıp, yobaz olunmaz.  
Yazının Devamını Oku

Budalalar yalnız mantık kullanır

21 Nisan 2007
BÜYÜK Tandoğan mitingi öncesinde, esnasında ve sonrasında yapılanlar, söylenenler ve yazılanlar, ortada tam bir kafa karışıklığı olduğunu gösteriyor. Bunun sebebi, Hocam Fuat Çobanoğlu’nun deyişiyle "budalalar, yalnız mantık kullanır" önermesinde gizlidir. Mantık, üç temel kanuna dayanan matematik bir düşünme tekniğidir. Mantığın birinci kanunu, aynılıktır. Yani bir şey ne ise, "o"dur. Eğer elimizde tuttuğumuz nesne elma ise, "o" bir elmadır. Mantığın ikinci kanunu, zıtlıktır. Elde tutulan nesne elma ise, "o" nesne portakal olamaz. Mantığın üçüncü kanunu, dışta kalan ortadır. Yani elde tutulan nesne ya elmadır, ya da elmadan başka bir şeydir. Bu iki şık dışında, "o"nun ne olduğu konusunda üçüncü bir ihtimal yoktur. Mantıksal düşünme, öncelikle bu kanunlara (daha doğrusu hipotezlere) inanmakla başlar. Ondan sonra kıyas yöntemiyle olanlardan sonuç çıkartılır. Nesneleri tanımlamadan mantık kullanılırsa, her şeyi açıkladığınızı sandığınız bir anda bir de bakarsınız, saçmalamışsınız.

* * *

Tandoğan meydanında toplanan Avrupalı gibi giyinmiş, hayatında hiçbir hayvanı kendi elleriyle kurban diye kesmemiş, Tanrı’nın erkeklere gerekirse karılarını "darp" etme hakkı verdiğine inanmayan, kadın haklarına saygılı, Batı’nın görgü kurallarına göre yemek yiyen, çocuklarını kişilikli ve iyi eğitimli olarak yetiştirmeye çalışan, klásik Batı müziğini zevk alarak dinleyebilen, daha da önemlisi, büyük bir kısmı "başı açık" kadınlardan oluşan Türkiye’nin her yerinden gelmiş yarım milyona yakın Türk insanı, "Batı" karşıtı mıdır? Aydınlarımıza göre öyle. Çünkü orada "Ne ABD; ne AB, bağımsız Türkiye!" sloganı atılmıştır. Bu sloganı kaç kişi atmıştır, kaç kişi benimsemiştir, kim bu slogandan ne anlam çıkarmıştır tartışmasına hiç girmiyorum. Aydınlarımıza göre, Tandoğan’da böyle bir slogan atılması, o mitinge katılanların "mantıken" Batı karşıtı olduğunu ispatlamaktadır. Bu tam anlamıyla zırvalamaktır. Zırvalamanın sebebi de çok basittir. Bu aydınların kafasında "Batıcı" olmakla "Batılı" olmak aynı şeydir. İki ayrı şey, tek bir şeymiş gibi düşünmeye başlayınca, mantık doğru değil, yanlış düşünme aracına dönüşmektedir.

* * *

Bakmayın "budalalar, yalnız mantık kullanır" diye yazıya girdiğime. İçimizde sadece mantık kullanacak kadar budala yok. Hele, hele aydınlar arasında hiç yok. Peki, niçin bu hataya düşülüyor? Yoksa ortada hata dahi yok mu? Açıklayım. Düşünme iki unsurdan oluşur. Buna eskiler "hadisat" ve "hüküm" demiş. İngilizcesi "facts and value". Düşünmek, hükmü hadisattan tecrittir.(soyutlamaktır) Bütün tartışmalar, yüzeyde hadisat tartışması gibi dursa da aslında hüküm/değer (value) tartışmasıdır. Türk aydınları "Türklerin, Türkiye’yi idare edebilecek akıl ve izandan mahrum olduğu" hükmüne varmıştır. AB ve ABD’nin (yani IMF) sopaları olmazsa, iktisat da siyaset de çuvallar diye düşünüyorlar. "Hazır, Türkiye’nin yönetimini AB’ye ve ABD’ye bıraktık ve rahat ettik, aman bu düzen bozulmasın" diyorlar. Aydınların, mitingden ürkmesinin sebebi bu. Onları da anlamak gerek. Belki de haklılar.

Son Söz: Kendine güvenmeyene, kimse güvenmez.
Yazının Devamını Oku

İltizam ihalesi

18 Nisan 2007
AKP hükümeti, işbaşı yaptığı ilk günlerde, orman vasfını kaybetmiş devlet arazilerini şahıslara satarak, 25 milyar dolar para toplamayı planlamıştı. O günden bu güne kadar enflasyon % 100 olmuş. Ayrıca Türk Lirası, Dolar karşısında nominal olarak % 20 değerlenmiş. Kabaca o günün 25 milyar doları, bugünün 60 milyar dolarına tekabül eder. Yukarıdaki hesabı, sadece konuya giriş olarak koydum. Sayılar çok önemli değil. Burada önemli olan, AKP hükümetinin daha o günden, yabacı veya yerli yatırımcılara varlık satarak, kaynak yaratmayı maliye politikası olarak benimsediğinin anlaşılmasıdır. Nitekim o gün bugündür, özelleşme adı altında pek çok işlem yapıldı. Bunların bir kısmı gerçekten özelleştirmeydi. Bir kısmı düpedüz arsa veya bina (varlık) satmaktı. Bir kısmı ise varlık satmaktan veya özelleştirmeden ziyade, Osmanlı döneminde, devlete peşin kaynak yaratmak ve vergi toplama külfetinden kurtulmak için kullanılan ve "vergi tahsilatını" şahıslara bırakan "iltizam" ihalelerine çok benzemektedir. Ama hepsine özelleştirme denmektedir. Bu yanlıştır.

* * *

Geçen hafta Antalya Hava Limanı’nın 17 yıllık işletme hakkı, 3,2 milyar dolara yabancı bir gruba verildi. Gerçi ihale henüz onaylanmadı. Ama bu iş öyle veya böyle bitecek. Şimdi soru şu. İhalesi yapılan nedir? Bu bir özelleştirme mi, yoksa bir iltizam ihalesi midir? Ya da ikisinin bir karması mıdır? Bu ihalenin niteliğinin doğru anlaşılması çok önemlidir. Açıklayayım.

* * *

Yerli veya yabancı bir girişimci, böyle bir işe teklif verirken, yıllar boyunca elde edeceği gelirin, şimdiki değerinin, yatırdığı paradan yüksek olacağından emin olmak ister. Pek tabii bunun için ileriye dönük bir gelir-gider hesabı yapar. Bu ihalede en önemli gelir kalemi, hava limanından geçecek her bir yolcudan kaç para alınacağıdır. Antalya’da on tane birbirine rakip hava limanı olmadığı için, ihalesi yapılan işletme hakkı, bir "tekel"dir. Bu tekel devlet tarafından tesis edilmiştir ve devlet tarafından korunacaktır. Yolculardan alınacak ayakbastı parasının büyük kısmı, tekelci işletmecinin sunacağı hizmetin bedeli değil, "havaalanı vergisi"dir. Vergi toplamak da devlete ait bir hak, daha doğrusu bir imtiyazdır. Devlet, bu hakkını üçüncü bir şahsa devrediyorsa, bu devire özelleştirme değil "iltizam" denir. Bu durumda ihaleyi kazanan firmanın fiyatını belirleyen husus, bir yandan havaalanını kullanacak yolcunun muhtemel sayısı, diğer yandan devletin bu firmaya tahsil etme hakkını devrettiği birim verginin tutarıdır. Nitekim ihalede ihtilaf da buradan çıkmıştır. Bu ihaleyle, devlet gelecek yıllarda toplayacağı vergilerden, peşin olarak alacağı toplu bir para karşılığında vazgeçmektedir. Bu, aslında kamu borcu yaratmaktır. Çünkü devlet tahvil çıkarıp, bunu yatırımcılara sattığında, önce eline toplu bir para geçmekte, buna mukabil ileriye dönük bir ödeme mükellefiyeti altına girmektedir. Vergiyi toplayıp borç ödemekle, toplu peşin para karşılığı toplayacağı vergiden vazgeçmek aynı kapıya çıkar. Hangisi daha iyidir, bilmiyorum. İkisi de olabilir. Yeter ki hesabı doğru yapılsın.

Son Söz: Borç ödemek için borç alınırsa, borcun toplamı değişmez.
Yazının Devamını Oku