Ege Cansen

’Laikîlik’

1 Eylül 2007
SAYIN Abdullah Gül’ü, cumhurbaşkanı seçildiği için kutluyorum. Bunun ülkemiz için hayırlı sonuçlar doğurmasını diliyorum. Demokratik yöntemlerle, ülke için en iyi değil, en az sakıncalı sonuçlar elde edilir. Demokrasinin en büyük fazileti, neticede halkı ilgilendiren bir kararı, halkın almış olmasıdır. Demokrasilerde, karar almak da, alınan kararı değiştirmek de uzun sürer. Karar alma ve karar değiştirme sürecinin uzun sürmesi, hem alınan kararının meyve vermesini beklemeyi öğrenmenin bir gereği, hem de istikrarın güvencesidir. Gül, yedi yıl için cumhurbaşkanı seçilmiştir. Görev süresini kazasız belasız tamamlaması, hem kendisi, hem de ülke için en hayırlı olanıdır. Aksi olursa, ülkemiz için üzülmek gerekir.

* * *

Daha önce işlediğim bir konuya bugün tekrar dönmek istiyorum. Soru şu: "Yanlış yöntemle doğru sonuca ulaşmak mı, yoksa doğru yöntemle yanlış sonuca ulaşmak mı tercih edilmelidir." İnsan önce şöyle düşünebilir. Yöntemler (metotlar), doğru sonuca ulaşmak için geliştirilmiştir. Eğer doğru denilen yöntem, yanlış sonuç veriyorsa, yönteme sadık kalmanın ne anlamı olabilir? Mademki, yanlış denilen yöntem, doğru sonucu vermiştir, öyle ise doğru yöntemde ısrar edilmemeli, sonuca göre hareket edilmelidir. Dolayısıyla akla gelen ilk cevap, yanlış yöntemle de olsa, doğru sonuca varmak tercih edilir şıkkı olur. Ancak bu muhakeme tarzından kuşku duymak gerekir. Varılan sonucun gerçekten doğru olduğu bir an kabul edilse bile, bir sonraki vakada karar almak için hangi yöntem izlenecektir? Doğru yöntem mi, yoksa geçen sefer doğru sonucu veren yanlış yöntem mi? Pek tabii doğru yöntem. Öyleyse sorunun doğru cevabı şudur: Yanlış sonuç verse bile doğru yöntem tercih edilmelidir. Tesadüfen doğru sonuç verse bile, yanlış yöntemler izlenmemelidir. Hayatında en az hata yapmanın yolu, doğru yöntem kullanmak ve sonuçları uygulamaktır.

* * *

Eğer demokratik süreçler, ülke yöneticilerini seçmenin doğru metodu ise, sonuçta kimin seçildiği önemli değildir. Daha doğrusu, belli bir sonuca bakılarak yöntem değişikliği gerekir hükmüne varılamaz. Eğer bugün láik rejimi savunacağından benim de kuşku duyduğum bir kişinin cumhurbaşkanı seçilmesi tartışmaya açılacaksa, bu tartışmanın konusu "cumhurbaşkanı kim olmalıdır" olamaz. Tartışma konusu, ancak "cumhurbaşkanı hangi yöntemle seçilmelidir" olabilir. Hatta ülke, hangi rejimle idare edilmelidir meselesi tartışılabilir. Ben mevcut yöntemi doğru buluyorum. Sonuçları da rahatlıkla içime sindiriyorum.

* * *

Bu ülkede láiklik, en az İslam kadar kök salmış bir yaşam felsefesidir. Cumhuriyetten de çok önce başlamıştır. Ne İslam’ın, ne de laikliğinin bu topraklardan silinmesi mümkün değildir. Türkiye’nin láikleri, zannettiklerinden daha fazla Müslüman, Müslümanları da farkında olduklarından daha fazla láiktir. Eğer Türkiye’ye rengini veren ve en yaygın bir şekilde uygulanan düşünce ve yaşam tarzına bir "mezhep" demek gerekirse, adı herhalde "Láikîlik" olurdu.

Son Söz: Doğru yöntem, uzun vadede en çok sayıda doğru sonuç verir.
Yazının Devamını Oku

Mimariyi işlev belirler

29 Ağustos 2007
BİR önceki yazıda otobüsün, hem şehirler arasında, hem de şehir içinde yürüyebilen yegáne "toplu taşıma aracı" olduğuna dikkat çekmiştim. Bu özelliği dolayısıyla, şehirler arasında sefer yapan otobüslerin, yolcularını, mümkün mertebe şehir merkezine yakın noktalarda indirip bindirmesinin ekonomik olacağını ileri sürmüştüm. Burada kastettiğim ekonomiklik, hem yolcunun evden eve ulaşım masrafının en aza indirilmesini, hem de şehir içinde gereksiz araç trafiği yaratılmamasını kapsamaktadır. Yani elde edilecek kazanç, hem bireysel, hem de toplumsaldır.

* * *

Yıllar önce İstanbul’da şehirlerarası otobüsler çoğunlukla Sirkeci, Taksim veya Kadıköy’den kalkardı. Gerek Sirkeci gerek Kadıköy, denizyoluyla, demiryoluyla ve şehir içi toplu veya bireysel taşıt araçlarıyla kolay ulaşılabilen noktalardı. Ancak buralarda otogarlar yoktu. Otobüsler, hem ana yolları ve hem de daracık sokakları işgal ederdi. Zamanla artan otobüs sayısı yüzünden Sirkeci ve Kadıköy İskele civarı bir trafik cehennemine dönüştü. Trafiği rahatlatmak için "Sirkeci", Topkapı’da, "Kadıköy" Harem’de inşa edilen otogarlara taşındı. Ancak Topkapı kısa sürede vahşi bir alışveriş merkezine dönüştü. Topkapı’yı kurtarmak ve burada oluşan gayri medeni düzeni ortadan kaldırmak için oradaki otogarlar şimdiki yerine taşındı. Daha doğrusu şehir dışına atıldı. Bu yüzden yolculara ilave şehir içi yol parası ve zaman kaybı külfeti yüklendi. Tek bir "Büyük Otogar" modeli İstanbul’un ihtiyacına cevap vermediği için, çevre yolları üzerinde kaçak ve tehlikeli indi-bindi durakları oluştu. Şehir içi ulaşımı rahatlamadı, sadece sıkışıklık başka güzergáhlara kaydırılmış oldu.

1. İstanbul’da en az 6 tane otogar olmalı ve her otogara girip çıkacak otobüs sayısı önceden planlanmalı ve kısıtlanmalıdır.

2. Otogarlar, sadece yolcuların otobüslere inip, bindiği mekánlar olmalıdır. Yolcu almak üzere otogara gelen otobüs 30 dakika içinde yolcunu indirmeli ve yenilerini alıp gitmelidir.

3. Otogarlar, otobüs garajı, deposu veya tamirhanesi değildir. Yani yolcusunu indiren otobüs, otogarda yatamaz. Şehirler arası sefer yapma ruhsatı olan firmalarının, ayrıca kendi garajları olmalıdır.

4. Otogarlar alış veriş merkezi olmamalıdır. Otogarlarda, yolculukla ilgili ihtiyaçları karşılayan mal ve hizmetleri sunan dükkánlar dışında mağaza bulunmamalıdır. Otogarlar büyüdükçe, şehir dışına çıkarılmakta ve bu uzaklaşma, otogarın esas işleviyle çelişmektedir.

5. Otogarların geliri, o garı kullanan otobüs şirketlerinden sefer başına alınacak bedeller toplamı olmalıdır. Otogarların rantabilitesi, içine mümkün mertebe çok dükkán inşa edip onları kiraya vermekten yani arsa rantı sağlamaktan geçmemelidir.

6. Otobüs şirketlerinden alınacak kullanım bedeli neticede bilet bedeline yansıyacak ve dolayısıyla yolcunun cebinden çıkacaktır. Ancak şehir merkezine yakın medeni bir terminalden, şehirler arası yolculuğa çıkmanın veya yolculuğu bitirmenin kişiye sağlayacağı ekonomik yarar ve konforun değeri, bu bedelden yüksek olacaktır.

Son Söz: En ucuz hizmet, bedeli açıkça ödenendir.
Yazının Devamını Oku

Otogarlar

25 Ağustos 2007
SON yıllarda hava yolu taşımacığı büyük artış gösterse de, halen Türkiye’de şehirlerarası yolculukta en çok kullanılan taşıt aracı otobüstür. Otobüs, hem şehirler arasında, hem de şehir içinde yolcu taşıyabilen tek toplu taşıt aracıdır. Uçak, tren ve gemi, şehirler arasında yolcu taşımada otobüse göre daha rekabetçi olabilir. Metro ve benzeri yer üstü veya yer altı raylı sistemler, şehir içi toplu taşımacılıkta otobüsten daha ekonomik çözümler sunabilir. Ancak bu iki tür yolcu taşımacığı tek bir araçla çözümlemek gerekirse, otobüs en ekonomik olanıdır.

* * *

Taşıma ekonomisinde "taşınacak kütle ne kadar büyükse, taşıt aracı da o kadar büyük olmalıdır" diye bir kural vardır. Taşınacak olan kütle, ister yük ister insan olsun, bu kural değişmez. Büyük kütleler, küçük araçlarla; küçük kütleler, büyük araçlarla taşınırsa, taşıma ekonomik olmaktan çıkar. Yani kaynaklar israf edilir. Kaynak israfı halkın fakirlikten kurtulamaması demektir. Otobüs, hem şehirlerarası, hem de şehir içi insan taşımasına uygun olan teknik özellikleri yanında, taşıma kapasitesi itibariyle de "optimum" büyüklüktedir. Otobüsü, ekonomik olarak kullanmak için, şehirlerarası otobüslerin, şehir içinde yolcu indirip bindirmesine izin vermek gereklidir. Şehirler arasında yolculuk edenler, eğer uçakla seyahat etmişlerse, mecburen hava alanına inerler. Çünkü uçaklar şehir içine giremez. Hakeza, büyük yolcu gemileri de limanı olan bir şehirde tek bir iskeleye yanaşır. Trenler de şehir içinde yolcularını ancak belli istasyonlarda indirir. Bu yüzden şehirler arası yolculuk eden her kişi, aynı zamanda şehir içinde de yolculuk yapmaya mecburdur. Şehirler arası yolculuk maliyetiyle, şehir içi yolculuk maliyetinin toplamının kişi başına en aza indirilmesi için, şehirler arası yolculuk edenlerin bindikleri taşıttan, varacakları son adrese en yakın noktada inmeleri gerekir. Ankara’dan gelip, Beykoz’a veya Sarıyer’e gidecek bir yolcuyu, İstanbul’da Bayrampaşa otogarında otobüsten indirmek, hem zulüm hem israftır.

* * *

Büyük şehirlerde birden çok otogara ihtiyaç vardır. Mesela İstanbul’da en az 6 tane şehirlerarası otobüs terminali olması gerekir. Bundan daha da önemlisi bu terminallerin sayısı ne olursa olsun, mümkün mertebe şehrin içinde inşa edilmesi lazımdır. Pek tabii her otobüs terminali de şehir içi toplu taşıma sistemine eklemlenmelidir.

İstanbul’un Anadolu yakasında Harem mevkiinde bulunan otogarın kapatılıp, Küçükbakkalköy’de yeni bir terminal yapılacağını duyuyoruz. Küçükbakkalköy’de bir otogar inşa edilmesi herhalde uygundur. Ancak Harem otogarı faaliyetini kesinlikle sürdürmelidir. İstanbul’da denizle bağlantılı en az iki otogara ihtiyaç vardır. Yüz sene önce Haydarpaşa ve Sirkeci tren istasyonlarını deniz kıyısına kuran atalarımız, ulaşım planlamasında bizden bilgili ve uzak görüşlü imişler. İnsan hayran kalıyor.

(Otobüs terminalleri konusunu işlemeye devam edeceğim.)

Son Söz: Havalimanı olur, otobüs limanı olmaz.
Yazının Devamını Oku

İnsansız iktisat

22 Ağustos 2007
FELSEFEDE "Şeyler arası ilişkiler, insanlar arası ilişkilerdir" diye bir ifade vardır. Bu önerme, iktisat için tam anlamıyla geçerlidir. Her ne kadar temeli fiziğe dayansa da iktisat, bir sosyal bilimdir. Yani ortada bir toplum yoksa bugünkü anlamıyla bir iktisat ilmi de olmaz. Pek tabii hayvanlar áleminde de iktisat vardır. Ama kapsamı daha dardır. Hayvanlar áleminde tabiri caizse "mikro" iktisat geçerlidir. Hayvani iktisat, bireysel veya kolektif olarak hayvanların, en az enerji sarf ederek, beslenme, kendini koruma ve soyunu sürdürme davranışlarını kapsar.

* * *

İnsanlığın en büyük iktisadi buluşu "para"yı icat etmesidir. Paranın icadından sonra gelen ikinci en önemli icat da "faiz"dir. Parasız iktisat olmayacağı gibi faizsiz para da olmaz. Başta Musevilik olmak üzere bütün kitaplı dinlerin faizle ilgilenmesi daha doğrusu faize şüphe ile yaklaşmış olması tesadüf değildir. Çünkü faiz, iktisattaki "şeyler" arasındaki ilişkileri, "insanlar" arasındaki ilişkiler haline dönüştürür. Merkez bankasının faizleri artırıp azaltması, ülkenin yüksek iktisadi çıkarları için alınması gerekli teknik bir "şey"dir. Bu şey (karar), doğru veya yanlış olabilir. Ancak doğru veya yanlış bu karar, toplumdaki her kişiyi aynı şekilde etkilemez. Bu karardan bazı "insanlar" çok faydalanırken, bazı "insanlar" zarar görebilir. Ülkemizin faizci iktisatçıları, faizin milli gelir dağılımını etkileyen yönünü hiç gündeme getirmez. Mekanik bir mantıkla "Enflasyonla mücadele için faizler yüksek olmalıdır" derler. Ulusal paraya verilen yüksek faizle, döviz fiyatları arasındaki ters ilişkiyi bile inkár etmekte beis görmezler. Yok, efendim, bazen hem faizler hem de döviz fiyatları aynı yönde hareket edermiş. Tersini söyleyen mi var? İçinde birden çok sebep barındıran ve inişli çıkışlı bir eğri çizen "faiz-kur" ilişkisi, pek tabii bazen aynı yönde, bazen de ters yönde hareket edecektir. Bu, ulusal paranın faizini yüksek tutarak, ülkeye sıcak para çekildiği ve bunun da döviz fiyatlarını bastırdığı çıplak gerçeğini değiştirir mi Allah aşkına!

* * *

Türk ekonomisi şimdi temel bir çelişki ile karşı karşıya gelmiş bulunuyor. Ucuzlayan dövizin sebep olduğu cari açığı, sıcak parayla veya varı yoğu yabancılara satarak "finanse etmek" değil, artık "küçültmek" şart. Düşük kur, Türkiye’deki işçi ücretlerini dolar cinsinden yükselttiği için, net katma değer ihracatımız yeterince artmıyor. Bunu çözmenin iki temel yolu var:

1. Döviz fiyatlarının yükselmesine izin vermek.

2. İşçi ücretlerini düşürmek.

Döviz fiyatının artmasından korkuluyor. Çünkü enflasyonu, düşük döviz fiyatıyla düşürme politikası izlenince, dövizin fiyat artışı da enflasyonu yükseltir hale geliyor. Yıllarca, dolaylı vergilerle ümüğü sıkılan halka, yaklaşık 300 milyar YTL faizi ödettikten sonra, ezkaza döviz fiyatının artışı enflasyonu tekrar yükselirse, bu izlenen politika için bir fiyasko olacaktır. Model, kapana sıkışmış bulunuyor. Döviz fiyatı artmasın, ücretler düşürülsün teklifinin gerekçesi budur.

Son Söz: Bankacı için iyi olan, sanayici için iyi olmayabilir.
Yazının Devamını Oku

Hokus pokus (II)

18 Ağustos 2007
GEÇEN gün sizlere "hokus pokus"un hikáyesi anlatmıştım. Ben o yazıyı yazdığımda henüz mali piyasalarda kriz başlamamıştı. Ama ufaktan uç vermişti. O yazıda "hokus pokus" tabirinin "şimdi var, şimdi yok" veya "işte var, işte yok" anlamına geldiğini söylemiştim. Gayrimenkul varlık fiyatlarında bir süredir gözlemlenen düşüş, beklenildiği gibi menkul varlık fiyatlarına sirayet etti. Taşınmaz mallarda bireysel mülkiyet yaygın olduğundan hokus pokuslar daha uzun süre alır. Hisse senedi, tahvil ve gayrimenkule dayalı türev enstrümanların değeri (iktisatta değerle, fiyat aynı şeydir; unutmayalım) daha kısa sürede, daha vahşi dalgalanır. Çünkü bu kabil taşınmaz varlıklarda kolektif mülkiyet yaygındır. Bu kolektif mülkiyeti temsil eden yatırım fonlarını yöneten ve bunları "hokuslayarak" (teknik tabiriyle çoklu kaldıraç kullanarak), reel ekonomide karşılığı olmayan bir zenginlik yaratan profesyoneller vardır. Tabii, bu hokusların hepsi bir risk içerir. Gayrimenkul fiyatlarının düşmesi gibi bir risk gerçekleşince de "pokuslanması" yani değerinin buharlaşması gerekir. İsterseniz atalarımızın aynen söylemediği, ama mealen söylemiş olması gereken özdeyişleri bu vesileyle biz uyduralım. Mesela "hokustan gelen, pokusa gider". Bir başka örnek "hokusu seven, pokusuna katlanır" veya "hokusladım diye övünme, pokuslandım diye yerinme".

* * *

Yazının girişindeki havadan anlaşılacağı üzere, her ne kadar "bu sefer iş çok ciddi" dense de ben yine de bu hareketi o kadar ciddiye almak taraftarı değilim. "Sende bu ense oldukça, şaplak vuran çok olur" misali ülkemizde dünyanın en yüksek reel faizini vermeyi marifet sayan resmi iktisatçıların kılavuzluğu devam ettikçe, Türk Lirası pozisyonlarını bozmayanlar için bu dalga da geçecektir. Şu aralık Türkiye’den çıkmak için birbirini ezen yabancı borsa cambazları, bu mümbit topraklara geri dönecektir. O zaman döviz yine ucuzlayacak ve ülkede yaratılan milli gelirden, yerli ve yabancı sermayedarlar asla hak etmedikleri payı almayı sürdürecektir. Düzen, 1860’lardan beri böyle çalışmaktadır.

* * *

Bu son kriz dolayısıyla "likidite" kavramını irdelemek imkánı bulduk. Altı yıldır dünyada "likiditenin" (nakit paranın) çok bol olduğu söylendi. Biz de aynı şeyi yazıp durduk. Marten Barnes adında bir uzman, likiditenin üç ayrı anlamı olduğunu söylüyor.

1) Para arzının büyük, resmi ve ödünç alma faiz haddinin düşük olması;

2) Bilançolarda ve kişisel portföyde likit varlıkların payının yüksek olması;

3) Menkul varlıkların hızla alınıp satılabilmesi.

Bunlardan en önemli olanı üçüncüsüdür. Buna mali piyasa likiditesi denmektedir. Bu tanıma göre, aslında likidite, yatırımcıların menkul varlık fiyatlarının artmaya devam edeceğini düşünmesidir. Yani bir beklentidir. Bu beklenti olumsuza dönünce, birinci ve ikinci tanıma göre likidite ne kadar bol olursa olsun yine de "likidite krizi" çıkmaktadır. İşte herkes likidite çok bol derken, dünya merkez bankalarının sisteme 400 milyar dolar likit para şırıngalama zorunda kalmasının sebebi budur.

Son Söz: Beklentileri yöneten, ekonomiyi yönetir.
Yazının Devamını Oku

Milli gelir ölçmesi

15 Ağustos 2007
BUGÜN, milli servet azalışlarının, milli gelir hesaplarında gelir artışı olarak yansıması ihtimali üzerinde durmak istiyorum. Birinci konu net milli gelir kavramıdır. GSMH’dan (brüt milli gelirden) milli geliri yaratan faktörlerden biri olan fizik varlıkların eskime, aşınma ve yıpranma payları düşülürse geriye, net milli gelir kalır. Aslında sorun bundan daha derindir. Gerek ulusal düzeyde, gerekse küresel anlamda milli geliri yaratan süreçlerde, doğanın tükeniş ve kirlenişinin parasal bir hesabının yapılıp, bunun gayrisafi milli hásıla rakamlarından düşülmesi gereklidir. Aksi takdirde, servet azalışını, gelir artışı olarak ölçmek gibi bir muhasebe hatası işlenmiş olur. Bu sorun, 20 yıl önce Birleşmiş Milletler iktisatçıları tarafından gündeme getirilmiş ben de bu köşede tartışmıştım.

* * *

İkinci olarak değineceğim konu, milli gelir sayılarındaki "milli" ve "yurt içi" farkıdır. Milli gelirin birçok tanımı vardır. En sık kullanılan iki tanımlar, GSMH (Gayri Safi Milli Hásıla) ile GSYİH’dır (Gayri Safi Yurt İçi Hásıla). GSYİH rakamına, yurt dışından ülkeye yollanan ücret, faiz, kár ve kira gibi gelirler eklenir, yurt dışına transfer edilen ayni tür gelirler çıkartılırsa, GSMH bulunur. Yurtdışında çalışan işçiler, Türkiye’ye çok para yollarken, GSMH rakamımız, GSYİH rakamından büyüktü. Şimdi bunun tersi oldu. Yani, yurt içi hásılamız, milli hásıladan (milli gelirden) daha büyük. Demek ki, yurt içinde üretilen milli gelirin bir kısmı, yabancılara gidiyor. Bu eksi fark, önümüzdeki yıllarda artacaktır. Çünkü yurdumuza para yatıranlar, gelecek yıllarda ülkelerine daha fazla ücret, faiz, kira ve kár transfer edecektir. Bu eksi farkın, tekrar artıya dönmesi için Türklerin, yurt dışında daha fazla yatırım yapması ve oradan ülkeye kár, kira, faiz ve ücret gibi (faktör) geliri yollaması gerekir.

* * *

Daha önceki yazılarımda bir ülkeye gelen sıcak veya soğuk yabancı sermayenin, o ülkenin tasarruf açığını kapadığı tezinin iddia edildiği şekliyle doğru olmadığını şöyle ortaya koymuştum. Milli gelirin tasarruf edilen kısmı teorik olarak yatırıma dönüşür. Demek ki, bugün yabancılara satılan varlıklar, aslında geçmiş yıllarda yapılan tasarruflardır. Bu tesisler satılınca, yurt içi yatırım (tasarruf) stoku aynı kalmakta, ama Türklerin tasarruf stoku azalmaktadır. Aynı miktarda, yurt dışında yatırım yapılsa, o zaman Türklerin yurt içi ve yurt dışı tasarruf stokları değişmemiş olur.

* * *

Cevabını merak ettiğim esas muhasebe sorusu şu: Acaba, menkul ve gayrimenkul varlıklarını yabancılara satan kurum ve kuruluşların, sattıkları mülklerinin defter değeri ile satış fiyatı arasındaki farktan doğan arızi kárları, milli gelir muhasebesine doğrudan veya dolaylı olarak yansıyor mu? İlke olarak, varlıkların el değiştirmesiyle, milli gelir ne azalır, ne de artar. Ama mülkünü satan firmaların kár rakamları ile kasaya giren paraların yarattığı zımni veya nakit "faiz gelirleri ve gideri" değişir. Burada bir ayıklama yapmak da çok zordur. Bu yüzden özelleştirmelerin, milli gelir rakamını olduğundan büyük göstermiş olması ihtimali var.

Son Söz: Ölçemeyen, biçemez.
Yazının Devamını Oku

Demirel’in hakkını yemeyelim

11 Ağustos 2007
BUGÜN Türkiye’nin tartışılmaz siyasi önderi Erdoğan’dır. Büyük liderler, sadece soyadları ile anılır. Bırakın Atatürk’ü, İnönü’yü; Bayar, Menderes, Demirel, Ecevit, Özal, Erbakan denince herkes kimin kastedildiğini anlar. Batı da bu böyledir. Kennedy, Reagan, Churchill, Clinton’dan söz ederken ilk isimlerini de zikretmeye gerek yoktur. Hatta bu gibi tarihi kişilerin adının önüne "Mister" veya "Sayın" gibi saygı ibareleri koymak da gereksizdir. Erdoğan’dan, Sayın Recep Tayip Erdoğan veya Sayın Tayip Erdoğan diye bahsetmek, onun eriştiği noktayı küçümsemek anlamına gelir. Bu sebeple yazılarımda sadece Erdoğan demeği tercih ediyorum.

Seçimlerden önce AKP tarafından hazırlanan propaganda afişlerinde Menderes, Özal ve Erdoğan’ın resimleri yan yana konmuştu. Bu kompozisyonla, Erdoğan’ın siyasi çizgisi, anlatılmış oluyordu. Bu tabloda Menderes’ten sonra Demirel’in resmini de koymak gerekir. Aksi takdirde 1960-1980 arasında merkez sağı kimin temsil ettiği ve iktidara taşıyan liderin kim olduğu halka anlatılmamış olur. Demirel’in, halen hayatta olması ve DYP ile ilişkilendirilmesi, yani bir bakıma AKP’nin muhalifi gibi algılanması yüzünden bu hatanın yapıldığı kanaatindeyim. Demirel’i, "Birinci Demirel" (1965-1980) ve "İkinci Demirel" (1991-2000) olmak üzere iki dönemde incelemek gerekir. Menderes’le başlayan ve günümüzde Erdoğan’la devam eden merkez sağ iktidarlar zincirinin kayıp halkası "Birinci Demirel"dir. Bu halkayı yerli yerine koymak, propaganda açısından olmasa bile, siyaset tarihi açısından şarttır.

* * *

Merkez sağ hükümetlerinin değişmeyen iktisadi çizgisi "pragmatizm"dir. Yani iktisadi meselelere, herhangi bir ilkeler kümesinden değil, o gün ne yapmak yararlıysa o yapılmalı açısından yaklaşılır. Mesela Erdoğan, "Referansım İslam" demiş, ama dünyanın en acımasız faizci iktisat politikasını uygulamakta tereddüt etmemiştir. Acaba İslam’da kadınların başlarını açmaları mı, yoksa halkı sömüren fahiş faizci düzen kurmak mı daha ağırlıklı yasaklardandır? Yüksek faiz, işe yaradığı için, Erdoğan referansını değiştirmiştir. Buna mukabil türban konusunda, siyaseten işe yaradığı için, eski referans korunmuştur. Gazetelerin yazdığına göre; sol seçmenlerin "nefret etmekten en çok zevk aldıkları" parti başkanı unvanını uzun zamandır kimseye kaptırmayan Baykal, 2002 yılında şöyle demiş: "AKP, inancı icabı, IMF ile anlaşma yapmaz. Bu yüzden iktisadi düzen çöker. Bunlar iki ay dayanamaz."

Baykal yanılmış. Ama nerede? AKP’nin inancı icabı (referansı İslam olduğu için) faizci IMF ile anlaşma yapmayacağı öngörüsünde. İşte Baykal’ı yanıltan, onları da kendisi gibi "saplantılı" sanmasıdır. Özal da, Demirel de, Menderes de esnekti; pragmatistti. Ekonomide serbestlik, özelleştirme ve yabancı sermayeyi teşvik Menderes’le başlamıştır. Ancak şartlar, bu politikaların istenilen sonuçları vermesine izin vermeyince, onlar da dediklerin tersini yapmıştır. Döviz fiyatının piyasada teşekkül etmesi modeli de Demirel-Özal ortak yapımıdır. Döviz fiyatını manipüle etmek de. Ancak tek bir konuda merkez sağın iktisat politikası hiç değişmez. Halk ta bunu çok sever.

Son Söz: İcraat, inşaattır.
Yazının Devamını Oku

Hokus pokus

8 Ağustos 2007
HOCAM Fuat Çobanoğlu, bize "hokus pokus’un İngilizce karşılığını "now there is, now there is not" şeklinde öğretmişti. Bu deyim İngilizceden Türkçeye "İşte var, işte yok" şeklinde tercüme edilebilir. Hokus pokus, gözbağcılar (sihirbazlar) tarafından kullanılan, abrakadabra gibi anlamsız ama gizemli bir deyim. Daha doğrusu, kökü kökeni kaybolduğu için tam ne anlama geldiği bilinmeyen, ancak söylenince mucizeler yarattığına inanılan palavradan iki sözcük. Sahnede hokus pokus yoktur, göz aldanması vardır.

* * *

Bu dünyada bilimlerin anası da, babası da fiziktir. Canlılar dünyasına ait ifadelerin veya sebep-sonuç ilişkilerini ifade eden kanunların, ister fizyolojik, ister psişik alanda olsun mutlaka, fizikte bir izdüşümü vardır. Fizikte izdüşümü gözlemlenmeyen ve kanıtlanmayan bulgular bilimsel değildir. Burada fizik kelimesi, kimyayı da kapsar. Toplumsal bilimlerinin önemli bir dalı olan iktisatta da yapılan her hesabın, saptanan her ilişkinin fizikte bir izdüşümü olması şarttır. Aksi halde ortada bir iktisat bilimi olduğunu söylemek mümkün değildir. Ekonomi, metafizik değildir. Fiziğe uymayan ekonomik söylemler, olsa olsa edebiyat faslından "ekonobiyat" olur. Ekonomide, başarı vardır, mucize yoktur. Tercihler ve ödünleşme (trade-off) vardır; hokus pokus yoktur. Ancak bireyin hayatında çok hokus pokus olur. Çünkü ekonomide kütlelerin yarattığı geliri, kişilerin cebine aktarma mekanizmaları vardır. Buna da rant avı denir.

* * *

Borsasının her yükselişinde "zenginleştik", her düşüşünde "fakirleştik" diye konuşmak yanlıştır. Maalesef bu tarz konuşma dünyanın her yerinde yapılmaktadır. Borsanın inmesiyle veya çıkmasıyla hiçbir ülkenin milli geliri değişmez. Milli gelir değişmediği gibi, gelirin tüketilmeyen kısmının, yani tasarruf edilen bölümünün, fizik yatırımlara dönüşmesiyle yaratılan "milli servet" de değişmez. Başbakanımız, seçimlerden önce Genel Kurmay Başkanı ile Dolmabahçe’de bir görüşme yapmıştı. Bu görüşmeden sonra Başbakan Erdoğan, Genel Kurmay Başkanına, "Bakın e-muhtıra yayınladınız, borsa düştü, ülkemiz fakirleşti" dediğini basına açıkladı. O gün bugündür borsa hem çok çıktı, hem de çok düştü. Ne oldu şimdi yani? Her çıkışında zenginleştik, her düşüşünde fakirleştik mi? Geçen gün Amerikan Dow Jones endeksi düşünce, yatırımcıların 2,1 trilyon dolar zarar ettiğini yabancı gazeteler yazıyordu. Bizatihi endeks düşmesinin, fizikte izdüşümü yoktur. Endeks düştü diye, fabrikalar yanıp kül olmaz. Uçaklar patır, patır düşmez. Domatesler aniden çürümez. Danalar sıskalaşmaz. Barajlar patlamaz veya kurumaz. Küresel ısınma artmaz. Ancak borsa düştükten sonra ortaya çıkacak muhtemel gelişmelerin fizikte bir izdüşümü olabilir. İnsanlar kendilerini fakirleşmiş hissedip, harcamalarını kısar ve bu harcama kısılması milli gelirde bir düşüşe sebep olabilir. Yani olayın anlık bir etkisi yoktur. Söylenecek tek doğru laf, bu düşüşün veya çıkışın zincirleme reaksiyonlara sebep olabileceğidir. Bu reaksiyonların, hangi vadede hangi sonuçları yaratacağını kestirmek de zordur.

Son Söz: İzahı olmayan şeyin, mizahı olur.
Yazının Devamını Oku