7 Temmuz 2007
BU soruyu, günümüz Türkiye’si bağlamında daha da anlamlı kılmak için şu soruları da soralım. Ne olacak bu Euro’nun hali?
Ne olacak bu İsviçre Frankı’nın hali?
Ne olacak bu Japon Yeni’nin hali?
Ne olacak bu Çin para birimi Yuan’ın hali?
Ya da başka türlü soralım. Ne olacak bu YTL’nin geleceği?
Çünkü Türk Lirası, hemen, hemen tüm dövizlere karşı değer kazanıyor. Diğer bir değişle, parası "döviz" olan gelişmiş ülkelerin paraları, Türk Lirası karşısında değer kaybediyor. Eğer bir ülkenin parasının değer kaybetmesi, o ülke için kötü bir şey ise, bu ülkelerin en zavallısı da Japonya. Çünkü son zamanlarda YTL, en fazla da Japon Yeni’ne karşı değer kazanmış.
* * *
YTL’nin değer kazanmasını kısmen açıklayan bir kuram var. Bu kurama göre, az gelişmiş ülkelerle, gelişmiş ülkeler arasındaki kişi başına milli gelir farkları azaldıkça, "kambiyo kurları" ile "satın alma gücü pariteleri" uzun vadede eşitlenecektir. Bu, farklı çaplardaki dikey borular, yatay bir boruyla alttan birleştirilirse, dikey borulardaki suların yüksekliği eşitlenir diyen, fizikteki birleşik kaplar teorisi gibi bir şey. Bu ilişkiyi ilk defa Bela Balassa ve Paul Samuelson adında iki "baba" iktisatçı 1960’lı yıllarda birbirlerinden habersiz olarak gözlemlemiş. Ancak Japonya dışında, uygulamada bu kuralı destekleyen yeterli kanıt oluşmamış. Çünkü döviz kurları, çok farklı etkenlere bağlı olarak oluşuyor. Bunların arasında sermaye hareketleri ve onu belirleyen "faiz farkları" faktörü de var. Kısaca ulusal paraya yüksek faiz vermek, dövizi fiyatını düşürüyor.
* * *
Ben yine de bu teoriye göre, Dolar/YTL oranı sonunda nerede duracak diye merak ettim. OECD’nin (İktisadi Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı’nın) internetteki bilgi sitesine girdim. Burada "Satın Alma Gücü Kuru" hesaplamalarının sonuçları var. Hesaplama yöntemi şöyle. Önce bir "benzer tüketim malları sepeti" tasarlanıyor. Sonra her ülkede çarşıya çıkılıp, o sepet için, o ülkenin para birimiyle toplam kaç para ödendiği bulunuyor. Uluslararası iktisadi karşılaştırmalarda genelde ABD Doları kullanılıyor. Bu sebeple, sepete Amerika’da ödenen miktara 100 deniyor. Diğer ülkelerin kendi para birimleriyle ödedikleri rakamlar da 100’e göre endeksleniyor. Bu yöntemle döviz büfelerinde ilan edilen kurlardan farklı bir "para değiştirme tablosu" hazırlanıyor. Sitede bunu gösteren bir tablo var. Bu tabloyu esas alarak ben bir hesaplama yaptım. Bu hesaba göre, 1 dolar eşittir 1 YTL’ye kadar bu işin yolu var. Zaten şu anda 1 doların Amerika’daki satın alma gücü, 1 YTL’nin Türkiye’deki satın gücünden fazla. Bir dolar da 1.3 YTL. Sıkın dişinizi yakında, bir lira, bir dolar olacak.
Günün iktisat sorusu şu: Kişi başına yıllık milli geliri 5 bin dolar olan bir ülkenin parasının, kişi başına milli geliri 40 bin dolar olan ülkenin parasına karşı değerlenmesi, fakir ülkenin zenginleşmesi için iyi midir, kötü müdür? Soruyu özellikle turizm sektörünü için irdeleyin.
Son Söz: Kurları eşitlemeyi bırak, gelirleri eşitlemeye bak.
Yazının Devamını Oku 4 Temmuz 2007
MİLLİ gelir, bu yılın ilk üç ayında, geçen yılın ilk üç ayına kıyasla, sabit fiyatlarla % 6.8 artmış. Sabit fiyatla yapılan ölçüme "gerçek büyüme" de denebilir. İktisatta doğru ölçme zordur. Ama sonuç da, sonuçtur. İtiraf edeyim ben, bu kadar iyi bir sonucu beklemiyordum. Benim beklemediğim gibi, ustalarımızın çoğu da beklemiyordu. Hatta iyimser olması beklenen resmi makamlar dahi 2007 yılının tamamı için % 5 dolayında bir büyüme öngörmüştü.
Nereden bakılırsa bakılsın, enflasyonun düşürülmeye çalışıldığı bir yılda, % 6.8’lik milli gelir büyümesi şaşırtıcıdır. Bundan da iyisi can sağlığı denir. Pek tabii, açıklanan büyüme hızı, sadece bu yılın ilk üç ayını kapsıyor. Yılın geri kalan kısmında büyüme hızı düşebilir. Ama ortada böyle bir emare de yok. Demek ki büyüme, aynı hızda sürecek ve ilk çeyreğin hızı, muhtemelen yıllın tamamına şamil olacaktır.
* * *
Yüksek büyümenin, enflasyonla savaşılırken elde edilmesinden daha çarpıcı olanı, bu sonucun kısmen de olsa ihracat artışıyla sağlanmış olmasıdır. Türkiye 2002 yılından bu yana hem enflasyonu düşürüp hem de büyümeyi sağlamıştı. Bu da bilinen enflasyon düşürme mekaniğine aykırı bir husustu. Ama bilimsel olarak açıklanabilir bir olaydı. Bunu sağlayan husus, döviz fiyatlarının yüksek faizle bastırılmasıdır.
Sistem şöyle çalışmıştır: Türkiye’de fiyat artışları yani enflasyon, döviz fiyatlarına endekslenmiş olduğundan, döviz fiyatları artmayınca hatta düşünce, enflasyon da kendiliğinden aşağıya gelmiştir. Diğer yandan, fiyatı düşen ve faizi de esasen düşük olan dövizle finanse edilen
"sınai yatırımlar" artmıştır. Bununla da büyüme sağlanmıştır. Böylece aynı anda hem fiyat artışları yavaşlamış, hem de milli gelir büyümesi hızlanmıştır. Üstelik kur düşüşleri dolayısıyla, yatırımların finansman yükü, sıfırın altına düşmüştür. Bu da özel sektör şirketlerinin ve dolaylı açık pozisyon yapan bankaların bilançolarında düzelme sağlamıştır.
"Yüksek faiz-düşük kur" politikasının, yukarıda anlatılan faydası yanında iki bozulma yaratması kaçınılmazdı. Bunlardan biri
"cari işlem" açığının büyümesi, ikincisi de yüksek faizler dolayısıyla büyüyen
"bütçe açığını" kapamak için yüksek
"faiz dışı fazla" tutturmanın siyasal maliyetinin artmasıydı. Ben bu gerekçeyle, uygulanan
"yüksek faiz-düşük kur" politikasının, bir kertede ekonomide sert bir düzeltmeye sebep olmasından endişe ettim. Hamdolsun bu olmadı. Çünkü önce sıcak para girişleri, o azalmaya başlayınca da doğrudan yabancı sermaye akımları böyle bir sert iniş ihtimalini erteledi veya ortadan kaldırdı. O zaman düzeltme
"yumuşak inişle" olacak tezi ağırlık kazandı. Bu da büyümenin düşmesi demekti. Şimdi görüyoruz ki, ortada bir yumuşak düzeltme de yok. Yani % 10’larda dirense bile enflasyon kontrol altında, büyüme ise beklenenden yüksek. Şimdi bu oluşumu açıklamaya ihtiyaç var. Birinci faktör, ülkeye doğrudan yabancı sermaye girişlerinin olağanüstü boyutlarda devam etmesi. İkincisi ise sanayide yaşanan dönüşüm. Hem verimlilik artıyor hem de fiyatı daha yüksek mallar üretilip ihraç edilebiliyor.
Son Söz: Ey küreselleşme! Sen nelere kádirsin.Yazının Devamını Oku 30 Haziran 2007
ÖNCE çarşamba günkü yazıyı bir kez daha özetleyip, bir dizgi hatasını da düzeltmek istiyorum. Türk ekonomisinin yumuşak karnı "cari işlem açığı"dır. Cari işlem açığı olmasa, Bakan Babacan’ın benzetmesiyle, dışarıdan gelen paralar azalsa bile, ekonomide saatte 200 km hızla giden trenin duvara çarpması gibi bir kazaya uğramaz. Çünkü ortada kırılganlık yoktur. Türkiye, niçin cari işlem açığı veriyor diye sorulunca, iktisat hocalarımız, "Çünkü Türk halkı, yeteri kadar tasarruf etmiyor" diyorlar. Söze devam edip, bu yüzden tasarruf açığı oluşuyor, bu açığı kapamak için de yurt dışından başka milletlerin tasarrufları ithal ediliyor deyip, eğer ortada bir sakatlık varsa bunun "suçlusu halktır" demeye getiriyorlar. Bu saçmalıklara inananlar da aynı lafları ayet-i kerime gibi orada burada tekrar ediyor. İşte çarşamba günü, bu ezberi bozmaya çalıştım. Yazı metninde yer alan cari işlem özdeşliğindeki son terim "yatırım bölü tasarruf" değil "yatırım eksi tasarruf" olacaktı, düzeltirim. Bazen bu hatalara engel olunamıyor.
* * *
Tam bu konuları irdelerken bir de baktık Türkiye yine Almanya’nın şamar oğlanı olmuş. Hikáye şöyle: 13 yaşındaki İngiliz kızı ile 17 yaşındaki Alman oğlan yatakta oynaşırken, eski tabiriyle oğlan kızın mahrem yeri civarında inzal olmuş. Bikrinin izale edildiği vehmine kapılan İngiliz kız, iki göz iki çeşme ağlayarak durumu ailesine anlatmış. Onlar da Alman oğlanı polise şikáyet etmişler. Bizim adli makamlar da T.C. yasalarına ve yerel teamüle göre ne yapılması gerekiyorsa onu yapmış. Alman oğlan tutuklanmış. Bu tutuklama Alman’ların tepesini attırmış. Nasıl olur da bir Alman böyle saçma bir nedenle tutuklanır diye. İşte bu sebeple, başbakanı dáhil her etkili ve yetkili Alman, oğlanı kurtarmak üzere harekete geçti. Merak etmeyin, oğlan yakında zafer işareti yaparak yurduna dönecektir.
* * *
Verilmiş sadakamız varmış doğrusu. Düşünebiliyor musunuz? Kız, İngiliz değil de Türk olsaydı; Türkiye, şimdi kaç misli müşkül durumda kalırdı? Ecnebi Türkler, "şikáyeti geri alması" için kızın ailesine nasıl çullanılırdı. AB muhipleri şöyle düşünmez miydi? Bir yandan, cari açığın yarattığı "iktisadi kırılganlık", diğer yandan Batı destekli Kürtlere bağımsızlık projesi ve onun uzantısı olan PKK terörünün yarattığı "siyasal kırılganlık" var. Üstelik Kıbrıs’ta Rumların isteklerini de yerine getirmedik. Zaten Fransa da AB’ye girişimize taş koyuyor. Tam bu sırada AB karşıtı geri kafalı zihniyetin yaptığına bakın. Böyle bir ortamda Alman bir çocuk tutuklanır mı hiç? Basınımızın ağır topları da, "bu ne izansızlık!" diye makale ve yorumlar döşenmez miydi? Aileye baskı yapmakla görevli dinciler ortaya çıkıp "zaten dişi köpek kuyruk sallamasa" edebiyatı ile söze girip, kızlarının erkeklerle arkadaşlık etmesine izin veren aileler suçludur aslında diye fetvalar vermez miydi? Dedim ya! Verilmiş sadakamız varmış. Yoksa halimiz haraptı vallahi. Buradan tüm ailelere sesleniyorum. Seçimlere kısa süre kala AB’yi kızdıracak bir olay yaratmayın. Bakın Oyakbank 2.7 milyar dolara satıldı. Kızlarınızı, yabacı oğlanlarla görüştürmeyin. Görüştürürseniz ve benzer bir "hikáye" olursa da sakın şikáyette bulunmayın.
Son Söz: Züğürtlük, zilletten evládır.
Yazının Devamını Oku 27 Haziran 2007
EĞER "hayaletler, yaşamaz" tanımı doğaya uygunsa, "bir şey hayalet ise yaşamıyordur; yaşıyorsa, hayalet değildir" ifadesi de doğrudur. Ancak biliyoruz ki, bazı hayaletler sürekli olarak içimizde yaşar veya zaman, zaman hortlar. Nitekim iktisatta bol miktarda yaşayan hayalet vardır. Bugün size bunlardan birini anlatacağım. Hayaletin adı "cari işlem açığı, tasarruf açığından doğar" ifadesidir. Bu hüküm, genel kabul görmüş iktisat yanlışlarının başında gelir. Yanlıştır, ama doğru olarak kabul edilir. Yani hem hayalettir, hem de yaşar. Daha doğrusu bazı ülkelerde pek rastlanmazken, bazılarından hiç eksik olmaz. Önce hayaletin nasıl doğduğunu hatırlatayım, sonra bu hayaletin nasıl iktisadi muhakemeyi kilitleyip, politika yapıcıları çaresizliğe ittiğini anlatırım.
* * *
Keynesyen muhasebeye göre, "Cari İşlem Açığı = Kamunun Borçlanma Gereksinimi+(Yatırım/ Tasarruf)". Aslında bu bir denklem değil, sadece bir özdeşliktir. Başka bir değişle, kamu ve özel sektörün tasarruf açıklarının cebirsel toplamı, cari işlem açığına eşittir demek, milli gelir muhasebesi açısından doğrudur. Ama cari işlem açığının, bütçe açığı ile tasarruf açığının toplamından meydana geldiğini ispatlamaz. Yani bilimin peşinde olduğu "sebep-sonuç" ilişkisini içermez. Eğer bu özdeşlik bir denklem olsaydı, sebep-sonuç ilişkisini ifade etmiş olacaktı. O zaman da bütçe açığı azaldıkça, cari işlem açığının da azalması gerekirdi. Hálbuki mesela Türkiye’de bütçe açıkları azaldıkça, cari işlem açıkları azalmamış, tam aksine artmıştır. Hemen denecektir ki, evet böyle olmuştur; ama özel sektörün yatımları artmış ve tasarruf açığı büyümüştür. Bu da doğru değildir. Çünkü son iki yıldır yatırım malları ithalatı azalmış buna mukabil cari işlem açığı artmıştır. Bu şartlar altında, "cari işlem açığı, tasarruf noksanından değil, tüketim fazlasından doğmuştur" demek daha doğru olmaz mı? Hatta olaya Türkiye gerçeğinden bakarsak, cari işlem açığı "ara mallar ithalatı artışından" kaynaklanmıştır demek daha da doğru değil mi? İşin gerçeği şudur: Cari işlem açığının sebebi, ucuz döviz ve sermaye hareketleridir. Bunun gerisinde de "yüksek faiz" vardır.
* * *
Peki, bu "cari işlem açığı eşittir tasarruf açığı" hayaleti, niçin bir hortlak gibi içimizde yaşamaktadır. Çünkü işimize gelmektedir. Daha hızlı büyümek için, daha fazla yatırıma, daha fazla yatırım için daha fazla tasarrufa ihtiyaç vardır diye cümleye başladıktan sonra, bunun cebirsel sonucu cari işlem açığıdır, çünkü ülkemizde yeterli tasarruf yoktur denirse, cari işlem açığı kutsanmış olur. Artık ondan sonra tutmayın siz "yüksek faiz-düşük kur" politikasının yarattığı rantı yiyerek semiren bankaların ekonomistlerini. Pek tabii her gün medyada, cari işlem açığını yaratan "yüksek faiz"in fazileti üzerine yorum üzerine yorum döktürteceklerdir.
* * *
Bir iktisat sorusu: Niçin, fakir Çin’in tasarruf oranı, zengin Amerika’dan yüksektir? Tasarruf eğilimi, zenginleştikçe azalır mı? Çin ve Japonya’nın "düşük faiz, yüksek döviz" politikasını bu bağlamda değerlendirin.
Son Söz: Türkiye’de döviz ucuzdur, hep ucuz kalacaktır.
Yazının Devamını Oku 23 Haziran 2007
GENEL seçimlere az bir süre kaldı. Muhalefet partileri, ekonomik programlarını açıklamaya çalışıyor. Çalışıyor diyorum, çünkü hepsi, sağlıklı yaşam öğüdü verir gibi konuşuyor. Üretimi ve istihdamı arttırıp, kayıt dışılığı azaltmak gibi doğruluğu tartışılmaz iktisadi hedeflerden bahsediyor. Bunda da haklılar. Çünkü son yıllarda gökten bol miktarda bereketli döviz yağmurları yağdı. Yağmaya da devam ediyor. Tam bu sırada, bulutları dağıtacak bir şeyler söylemek akılsızlık olur. Ama yine de söylenenlerde, bugün izlenen iktisat politikalarında değişiklik yapılacağına dair ipuçları mevcut. Bunların başında da özelleştirme adı altında ülkenin 80 yılda inşa ettiği varlıklarının, toprakların ve hatta gelecekteki vergi gelirlerinin yabancıların eline geçmesinden duyulan rahatsızlık var. Özellikle CHP, bankacılık kesiminde yabancı hákimiyetini sınırlayacakları açıkça söyledi.
* * *
Aslında ekonomide yapılabilecek en önemli değişiklik "yüksek faiz-düşük kur" politikasına son vermektir. Anladığım kadarıyla hiçbir siyasi partinin bunda değişiklik yapma arzusu yok. Daha doğrusu yüreği yok. Çünkü böyle bir değişikliğin; ne, nasıl yapılabileceğini biliyorlar ne de bu değişiklikten sonra ortaya çıkabilecek sorunlarla nasıl baş edebileceklerini. AKP de zaten bütün böbürlenmesini bu politikanın sağladığı sonuçlar üzerine kurmuş vaziyette. Öyleyse, "yüksek faiz-düşük kur" politikası, iktidara kim gelirse gelsin, sürebildiği kadar sürecek.
* * *
İhtiyaçlar, icatların anasıdır diye bir söz vardır. Bunun iktisat dilindeki karşılığı "krizler, çözümlerin anasıdır" olmalıdır. Türkiye’de veya herhangi bir ülkede, iktisadi gidişat ne kadar tehlikeli olursa olsun, kriz çıkmadan tedbir alınmaz. Çünkü alınacak her tedbir, ister istemez mevcut durumu bozacaktır. İsterse, kopmasına beş dakika kalmış olsun, kimse "saadet zincirini" kıramaz. Nitekim bundan önceki kriz Eylül 2000’de başlamıştı. Buna rağmen kur çapası, yüzde 7000’e varan fahiş faizlerle 2001 yılının Şubat ayının sonuna kadar sürdürüldü. O tarihlerde ne Merkez Bankası yöneticilerinin, ne de hükümetin aklı veya yüreği önlem almaya yetmemişti. Bu saadet (veya melanet) zincirini, ancak cebinde 30 milyar dolarla Türkiye’ye gelen IMF baş iktisatçısı Stanley Fisher kırılabilmiştir. Bu da yetmemiş, enkaz kaldırmak için bir de Kemal Derviş bulmak gerekmiştir. O ona kadar makam odalarında mücrim gibi titreyerek ekonominin mum gibi eriyişini dehşetle izleyenlerin akılları Fisher sayesinde derhal yerine gelmiştir. O gün bugündür de "küçük dağları ben yarattım" edasıyla ortalarda dolaşıp etrafa akıl vermeyi sürdürüyorlar. Ne demişler, söyleyene değil, söyletene bak.
* * *
Merkez Bankası dahil Türk bankacılık sisteminde 100 milyar dolara yakın döviz rezervi var. Türkiye bir yandan Türk Lirası’na dünyanın en yüksek faizini verip, ülkeye döviz çekiyor; diğer yandan 100 milyar doları düşük faizle yabancı ülkelerde tutuyor. Aradaki faiz farkını da millet ödüyor. Alternatifi yok denilen veya bulunamayan, işte bu politikadır.
Son Söz: Alternatif, geliyorum demez.
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2007
BU, Güneydoğu-Kürt meselesiyle ilgili olarak yazdığım üçüncü ve son yazı. Birinci yazıda meselenin hem Güneydoğu bölgesiyle hem de bütün Türkiye’de yaşayan Kürtlerle ilgili olduğunu yazmıştım. Bu meselenin kaynağı da T.C.’yi kuranların, I. Dünya Harbi sonunda yeteri kadar küçülen vatanın daha fazla bölünmemesi için "tek milletli bir devlet" kurmanın gerekli olduğuna inanmalarıdır demiştim. Önemli bir kısmı Balkan ve Kafkas göçmeni olan kurucular, farklı etnik kökenden gelen yurttaşlardan tek bir ulus yaratmak için bir "toplum mühendisliği" projesi hazırlamıştır. Projeye göre, bu ülkede yaşayanlar, Kürtler dahil etnik kökenleri ne olursa olsun, "Türküm" diyecek ve bununla da mutlu olacaktı.
Proje, Güneydoğu haricinde büyük çapta başarılı olmuştur. O bölgede yaşayan ve kritik büyüklükte bir kütle oluşturan Kürtler ise projeyi başından itibaren benimsememiştir. 1960’lı yıllarda hız kazanan sosyalist fikirler, Kürtler arasında "Marksist" karakterli bir bağımsızlık hareketi başlamasına zemin oluşturmuştur. O dönemde "her solcu Türk, Kürtçü; her Kürtçü de sosyalist" olmuştur. Aynı dönemde, Irak’ta da solcu Baas yönetimi, Iraklı Kürtlere bir tür anayasal otonomi tanımıştır. Bu yapılanma "Sovyetler" ideolojisine de uygundur. 1980’lerden sonra, Türk solcuları için rüzgárlar ters esmeye başlayınca, Marksist Kürtler de bağımsızlık meselesini silahla halletmeye karar vermiştir.
* * *
Gelinen noktada Kürtler, "kendi kendilerini yönetme" davasını kazanmak için, yeniden tarihi bir fırsat yakaladıkları kanaatine gelmiş gibi durmaktadır. Irak bölünmüş; Iraklı Kürtler kendi kendilerini yönetir olmuştur. Türkiye, ülkeye yabancı sermaye çekerek kalkınma modelini seçtiği ve ekonomisi, dışarıdan para akışı ezkaza dursa, mali krize girecek kırılganlıkta olduğu için AB ve ABD’nin sözünden çıkamaz olmuştur. Hepsinden daha önemli olarak, son 30 yıl içinde Güneydoğu’da yaşayan Kürtler, PKK ile güvenlik güçleri arasında sıkışıp kalmıştır. Bu sürecin üç şekilde sonuçlanması mümkündür.
1. Kötümser Senaryo: Kürt bağımsızlık hareketinin askeri kanadı olan PKK’nın tedhiş faaliyeti yüzünden çatışmalar çok büyüyecektir. Bu operasyonlarda zayiat yüksek olacak, bekli de milyonlarca kişi etnik temizlik gerekçesiyle yer değiştirecektir. Türkiye, Batılı devletlerin çizdiği şekilde bölünecek, iktisadi kriz ortaya çıkacaktır. Bu en zayıf ihtimaldir.
2. İyimser senaryo: Bugüne kadar PKK’nın güdümünde hareket eden sivil Kürt siyasetçileri, inisiyatifi ele geçirip, PKK’nın faaliyetini büyük çapta durdurmayı başaracak ve hükümetle (muhtemelen AKP iktidarı) iyi diyalog kurup, kültürel haklarını genişleterek Güneydoğu Kürtlerini "T.C." ile barıştıracaktır. Ordu, bu çözümü kabule şayan bulacaktır. Türkiye, bölünmeyecektir.
3. Muhtemel Senaryo: Terörist faaliyet, AB ve ABD’nin Kürtlere baskısıyla bazen azalacak, ancak bitmeyecektir. AB ve ABD, Kürt bağımsızlık hareketini desteklemeyi sürdürecek; Türkiye, resmen tek devlet olarak kalsa bile, fiilen iki bölgeli olacaktır.
Son Söz: Papucun pahalı olduğu yerde, insanlar yalınayak dolaşır.
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2007
GEÇEN yazıda Türkiye’yi fevkalade rahatsız eden, bırakın çözülmesini yönetilmesi bile giderek zorlaşan bu meseleyi tanımlamaya çalışmıştık. Bugün öncelikle bu sorunun ve çözüm modelinin kurulması sırasında göz önünde tutulması gereken dinamiklerden bahsedeceğim. 1. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları, farklı milletlerden meydana gelen Osmanlı Devleti’nin, etnik milletçilik yüzünden parçalandığını görmüştür. Bu sebeple, yeni kurdukları devletin yıkılmaması için, ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bir bütün olmasını ve öyle kalmasını istemiştir. Bu düsturun bilinen adı "ulus devlet" kurmaktır.
2. "Tek millet, tek devlet" ülküsünü tüm yurttaşlara benimsetmek için "Ne mutlu Türküm diyene" sloganı bulunmuştur. Okullarda her sabah öğrenciler "Türküm, doğruyum, çalışkanım" diye ant içmiştir. Bu zikirden amaç, yurttaşların etnik kökenlerini düşünmeden, "Türk" olmayı övünülecek bir üst kimlik olarak kabul etmelerini sağlamak ve böylece milli birliği ve vatanın bütünlüğünü pekiştirmektir.
3. Osmanlı Türkçesinde "millet" daha ziyade aynı dine mensup olan insan topluluğu anlamına gelir. Bugünkü millet veya ulus kelimesinin karşılığı Osmanlıca’da "kavim"dir. Bu sebeple, İslam’ı referans alan siyasiler "Ne mutlu Türküm diyene" yerine "Elhamdülillah Müslüman’ım" dense, milli birlik daha kolay tesis edilirdi tezini ortaya atmıştır. Ancak unutulmamalıdır ki; "Elhamdülillah Müslüman’ım" bırakın Osmanlı’daki Müslümanlar arasında birlik kurmayı, aynı ulustan gelen Araplar arasında bile birlik kurulmasına yetmemiştir. Bugün Filistin’de Hamas’la El Fetih çarpışmaktadır.
4. Cumhuriyet idaresi başlangıçta, tüm alt kimlik, etnik, hatta yöresel köken geliştirme etkinliklerine karşı çıkmıştır. Sırf bu sebeple bir aralık, halk dansları (folklor) şenlikleri tertiplemek bile bölücülüğe yol açar diye yasaklanmıştır.
5. Türkiye’de barış içinde yaşamın resmi kuralı "Kürtlük, serbest; Kürtçülük yasak" şeklinde özetlenebilir.
6. Kürt davasının savunucuları, Cumhuriyet idaresinin Kürtlerin ulusal kimliklerini yok etmeye çalışarak onlara haksızlık ettiğini ve bu yüzden de Kürtlerin devlete başkaldırdığını ileri sürmektedir. "Ne mutlu Türküm diyene" ilkesini benimsemiş faklı kökenlerden gelen "Türkler" ise samimi olarak, Kürtlere nasıl haksızlık edildiğini anlamamaktadır. Esas Kürtler isyan ederek, Türkiye’ye haksızlık etmektedir demektedir. Burası, çok önemlidir.
7. Bugün, cevabı bilinmeyen kritik soru, PKK’nın, Kürtleri ne kadar temsil ettiğidir. PKK’nın, Kürtler arasında saldığı korku devam ettikçe, bunu demokratik yöntemlerle anlamak mümkün değildir.
8. Kuşku yok ki, her siyasi ihtilafta, günün sonunda kaderi belirleyen husus "askeridir". ABD Vietnam’da; Rusya, Afganistan’da askeri olarak yenilmiştir. Irak’ta Amerika’ya karşı sürdürülen askeri direnişin sonucu, Irak’ın geleceğini belirleyecektir. (Devam edecek.)
Son Söz: Mücadelenin maliyeti, zaferin muhtemel kárından çok olamaz.
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2007
TÜRKİYE’nin uzun zamandır en önemli siyasi sorunu olan Güneydoğu-Kürt meselesini, karnımdan değil ağzımdan konuşarak anlatmak istiyorum. Meseleyi hem çırılçıplak ortaya koyacak hem de bunun ne şekilde çözümlenebileceğini daha da doğrusu sonuçlanabileceğini söyleyeceğim. Pek tabii, tanrıdan bana vahiy gelmediğine göre, yazacaklarım benim idrakimle sınırlıdır. Bu nedenle okurken heyecanlanmaya veya yazılanları fazla ciddiye almaya gerek yok. Konuyu illáki iktisatla ilişkilendirmeye çalışmayacağım. Ancak meselenin iktisadi yönü; petrol, Dicle ve Fırat’ın suları, Türk ekonomisine ve özellikle AB üyeliğine etkisi dáhil Türkiye için yaşamsal derecede önemlidir.
* * *
Bu davanın doğru adı, "Güneydoğu-Kürt Meselesidir". Yani hem Türkiye coğrafyasıyla ilgilidir, hem de Kürt halkıyla. Türkiye’de yaşayan ve toplam nüfusu tahminen 11 milyona varan Kürt’ler, eğer Türkiye’nin her vilayetinde aynı oranda yaşıyor olsaydı, gene belli sürtüşmeler olabilir; ama asla bugünküne benzer bir mesele oluşmazdı. O zaman bu sorunun adı da Kürt (kültürü) meselesi olur, çözümü de ona göre düşünülürdü. Eğer 11 milyon Kürt’ün yüzde 90’ı Güneydoğu’da sadece belli illerde yaşıyor ve o yöre nüfusunun da yüzde 90’nı oluşturuyor olsaydı, mesele, belki bir halkın bağımsızlık ülküsü veya "kendi kendini yönetme hakkı" şeklinde tanımlanabilirdi. Hálbuki Türkiye’li Kürtlerin yaklaşık yarısı Güneydoğu’da, kalanı farklı oranlarda ülkenin çeşitli vilayetlerinde oturmaktadır. Kaldı ki, Türkiye nüfusunun yüzde kaçının Kürt olduğu da tartışmalıdır. Kendini bir Boşnak, bir Gürcü, bir Laz, bir Çerkez, bir Çeçen, bir Arnavut veya Makedonyalı kadar "Türk" gören Kürt kökenli Türkleri ırkçı bir bakışla, Kürt diye tasnif etmek haksızlıktır. Üstelik karma evliliklerden doğan insanları etnik esasa göre sınıflandırmak da imkánsızdır. Meselenin birinci "zor" boyutu budur. Meselenin çözümünü zorlaştıran ikinci boyut, Kürtlerin sadece Türkiye’de yaşayan bir halk olmamasıdır. Türkiye’den maada Irak’ta, Suriye’de ve İran’da da Kürtler yaşamaktadır. Ortada bir de "Pan Kürdizim" ideali de vardır. Mesele, ulusal değil, bölgeseldir.
* * *
Meselenin çözümünü Türkiye için zorlaştıran üçüncü boyut ise, Batılıların, dindar olsunlar veya olmasınlar, üstün bir medeniyet kurdukları için, Tanrının kendilerine "dünyayı tanzim" misyonu verdiğine inanmalarıdır. Bu yüksek duyguyla Batılı insan, azınlıkları korumak adına, her ülkenin iç işlerine karışmayı kendine vazife edinmiştir. Buna, bir de müttefikimiz AB ve ABD’nin değişmez dış siyaset stratejisi olan "böl ve yönet" eklenirse, Batı bakışlı bir çözümün Türkiye için ne kadar zor yutulur olduğu daha iyi anlaşılır. Büyük devletler, Osmanlı’yı bölerek, kendi elleriyle kurdukları Irak’ı veya Yugoslavya’yı, icap ettiği için tekrar bölmüşlerdir. Türkiye’nin demokrasi ve halkların özgürlüğü icabı, bölünmesi gerekiyorsa, kan dökülmeden bölünsün daha iyi diye düşündükleri kesindir. Onlar bunu, siyasi istikrar ve halkların refahı için istemektedir. (Devam edecek)
Son Söz: Zor sorunların, kolay çözümü yoktur.
Güldemir’i unutmayacağım
AZ ama öz konuştuğum sevgili Ufuk Güldemir’i hiçbir zaman unutmayacağım.
Yazının Devamını Oku