Ege Cansen

Bu kış şeriat gelebilir

29 Eylül 2007
CELAL Bayar, İstiklal Harbimizin önde gelen simalarından biridir. Bayar, Türkiye Cumhuriyeti’nde liberal ekonomiyi savunan ilk iktisat bakanıdır; İş Bankası’nın kurucusudur. Bayar, Atatürk’ün son başbakanı ve Türkiye’nin ilk sivil cumhurbaşkanıdır. Atatürk’ten sonra en uzun süre, tam 10 yıl cumhurbaşkanlığı yapmıştır. Seçimi kaybettiği için değil, askeri darbeyle görevi sona ermiştir. Kendisini idama mahkûm eden, yüzkarası Yassıada mahkemeleri karşısında dimdik durmuştur. İdama mahkûm edilmiş, ama idam edilememiştir. Hayatı boyunca komünizmin karşında olmuş ve komünizmin veya sosyalizmin Türkiye’ye egemen olmaması için ölünceye kadar mücadele etmiştir.

"Bu kış, Türkiye’ye komünizm gelebilir" sözü ona aittir.

* * *

Bu ülkede her zaman, arkasını büyük devletlere dayayan ve onların borazanı oldukları için de sesi gür çıkan insanlar olmuştur. Bu insanların ana fikri "Türkler, kendi kendini idare edemez. Bu ülkede iyi ne yapılmışsa, büyük devletlerin dayatmasıyla yapılmıştır" şeklinde özetlenebilir. Bu zevat günümüzde, başka bir nedenle değil, sırf yukarıda özetlediğim gerekçeyle Avrupa Birliği’nin bizi içine alması her tür bedelin ödenmesine razıdır. Bunlar veya ağabeyleri, 30 yıl önce de Türkiye’nin kurtuluşu, komünizmi kabul edip, Rusya’nın uydusu olmaktan geçer diye düşünür ve bu uğurda çalışırdı. Bugün de büyük devletlerin sözünden çıkmayalım; çünkü ABD ve AB çok güçlüdür. Eğer onlar "ılımlı İslam devleti ol" diyorsa olalım; yoksa "dayağı yersiniz" demekteler.

* * *

Bu kişiler "Bu kış Türkiye’ye komünizm gelebilir" sözüyle alay etmeye pek bayılır. Şimdi de "bu kış Türkiye’ye şeriat gelebilir" sözünü piyasaya sürüp, onunla kafa bulmaya başladılar. Batıdan çok kuvvetli sol rüzgárların estiği 1970’lerin hiçbir kışında komünizm Türkiye’ye gelmemiştir. Gelemeyeceği için gelmemiş değil; stratejisi ve taktikleri deşifre edilip, karşı taarruzlarla, hücumları püskürtüldüğü için gelememiştir. Türkiye’de bu uğurda çok kararlı ve maalesef çok kanlı bir mücadele verilmiştir. Gelmemesi de iyi olmuştur. Yoksa Türkiye’de pekálá seçimle veya bir solcu askeri darbeyle sosyalizm adı altında komünizm gelebilirdi. Veya Arap ülkelerindekine benzer "Sosyalist-İslamcı" Baas’vari bir tek parti diktatörlüğü kurulabilirdi.

* * *

İslam dünyasında çok kuvvetli anti láik rüzgárların estiği bugünlerde, korumaya çalıştığımız cumhuriyetin temel özelliği, láikliktir. Müslüman bir toplumun evrim yoluyla laikleşmesi mümkün değildir. Bu yüzden laiklik bu ülkeye "devrim"le tepeden indirilmiştir. Bunun demokrasiyle çeliştiği açıktır. İçimizde bunu bilmeyecek kadar aptal kimse yoktur. Bu ülke aydınlarına düşen görev ve gösterilmesi gereken hüner, láikliği ortadan kaldırmadan demokrasiyi yerleştirmektir. Yoksa günün sonunda, ortada ne demokrasi ne de láiklik kalır. Bunun da yolu, zaten gelmez demeyip, şeriat düzeni kurmak isteyenlerle karşı mücadele vermektir. Bu mücadele, öncelikle net bir tavır koymakla başlar. Salt demokrasi istemek yetmez.

Son Söz: Hiçbir rejim, karşıtlarının atıfetiyle ayakta kalamaz.
Yazının Devamını Oku

Çantada keklik merkez bankası

26 Eylül 2007
BİZİMKİ dahil, hayatımda bir merkez bankasının kapısından içeri adımımı atmış değilim. Ama çok sayıda merkez bankacısı tanıdım. Uzun yıllardır, fiyat istikrarının, gerçekten merkez bankalarınca sağlanıp sağlanmadığını anlamaya çalışıyorum. Fiyat istikrarı sadece faizle sağlanabiliyorsa, merkez bankalarında çalışan on binlerce kişi ne yapar anlamıyorum. Bana, merkez bankaları üstüne vazife olmayan detaylara boğulmuş gibi geliyor. Merkez bankalarına dışarıdan baktığım için olacak, bu kurumlardaki kadroların daraltılması gerekir kanaatindeyim. Ama bu dar kadro içinde az sayıda, bu dünyada cereyan eden olayların nedensellik ilişkilerini bütünsel olarak kavrayabilecek kapasitede beyinlerin bulunması gereğine de inanıyorum. Bu çapta kişilerin, merkez bankalarının içinden dışarıyı izlemeyi bırakıp, dışarıdan içeriye bakarak, bu kurumların hayattaki misyonunu yeniden tanımlayabileceği kanısındayım.

* * *

Bir tarihte Dr. Rüşdü Saracoğlu’nun bir konferansını dinlemiştim. Aklımda kaldığı şekliyle, merkez bankaları,

1. Öngörülebilir, yani alacağı kararlar önceden kestirilebilir,

2. İtibarlı, yani gücüne güvenilir,

3. Saydam, yani aldıkları kararlarda ve yaptıkları işlemlerde kamuyu aydınlatıcı olmaları gerekir, diyordu.

Bir süre sonra, Saracoğlu kadar ilmine güvendiğim bir başka merkez bankacısı, ODTÜ’den arkadaşım Dr. Michel Marto, İstanbul’a geldi. Ona, merkez bankalarının özellikleri hakkında fikrini sordum. Öngörülebilirlik konusunda verdiği cevap şaşırtıcıydı. Aynen şöyle konuşmuştu. "Ben, bir merkez bankası yöneticisi olarak, piyasada pozisyon almak isteyenlere elimi hiçbir zaman göstermem. Kendimi hiçbir şekilde bağlamam. Ne zaman nasıl hareket edeceğime, kendim karar veririm. Bana sık sık, önümüzdeki aylarda faizleri ne yapacaksınız, nasıl bir açık piyasa politikası uygulayacaksınız diye soru soran bankacıları terslerim. Benim sırtımdan para kazanmaktan vazgeçin derim. Sakın benim tutumumu sabit kabul edip, pozisyon almayın diye ikaz ederim. Zaman, zaman onları çok şaşırtan kararlar alırım. Para piyasaların doğru işleyebilmesi için, hiç kimsenin merkez bankasını çantada keklik olarak görmemesi gerekir. Aksi takdirde, serbest piyasa ekonomisinin düzeltici mekanizmaları çalışmaz."

* * *

İki hafta önce bizim merkez bankası, piyasa esnafının beklemediği bir zamanda faizleri çeyrek puan düşürdü. Bir de baktık esnaf, merkez bankasını "öngörülebilir" olmamakla suçluyor. Hemen aklıma Michel’in dedikleri geldi. Acaba, merkez bankasının faiz indirimini tahmin edilen günden önce yapmış olması, velev ki başkanın önceki söylemlerine uymamış bile olsa, eleştirilecek bir husus mudur? Yoksa tam aksine, ahlaki olmayan tutum, para esnafına ne gün ne yapacağını önceden bildirerek onların "riski" üstlenmeden "kárı" cebe atmalarına imkán tanımak mıdır? Sakın dalgalı kur rejimi, bu "öngörülebilirlik" yüzünden işlemiyor olmasın?

Son Söz: Yanlış, doğru olunca; doğru da yanlış olur.
Yazının Devamını Oku

Faiz üzerine çeşitlemeler

22 Eylül 2007
MERKEZ Bankası, daha önce sinyalini verdiği "yılın son çeyreğinde faizleri indireceğim" kararını, ekimi beklemeden, sadece bir ay önce yürürlüğe koydu. Bunun üzerine bir kıyamettir koptu ki sormayın. Nasıl olur da Merkez Bankası, piyasalara haber vermeden faiz indirirmiş? Bu, Merkez Bankası’nın güvenilirliğini zedelermiş. Bu karar, Merkez Bankası’nın siyasilerin "faizleri indir" baskısına boyun eğdiği anlamına gelirmiş; nerede kalmışmış bağımsızlık? Daha neler, neler. Neyse, Amerikan Merkez Bankası, faizleri yüzde yarım indirince, bizim Merkez Bankası’nın hata denilen indirimi, müthiş bir öngörüye dönüştü ve laf bitti.

* * *

Benim tutumum belli. Ben, Türkiye’de "Merkez Bankası-Hazine" ikilisinin Türk Lirası faizleri çok yüksek tutmasına karşıyım. Özel sektör, hem faizi düşük hem de ucuzlayan dövizle borçlanıp "sermaye kazancı"(capital gain) elde ederken, kamunun, düşük faizli dövizle uzun vadeli borçlanmak yerine, yüksek faizli TL ile kısa vadeli borçlanıp, "sermaye zararı" etmesini yanlış buldum. Bu para politikasına da eleştirmek için "yüksek faiz-düşük kur" adını taktım. Eleştirdim, çünkü bu politikanın, Türk ekonomisinde yapısal çarpıklıklar yarattığını gördüm. Bu çarpıklığın en büyük göstergesinin de "cari açık" olduğunu belirttim. Cari açığın, dış mali piyasalarda "kırılganlık" olarak algılandığını, kırılganlığın ise risk primini arttırdığını, bunun da kısır bir döngü halinde tekrar yüksek borçlanma faizi olarak ekonomiye yansıdığını anlattım. Bütün dünyada bizim gibi yüksek enflasyon illetine duçar olmuş ülkelerin, bizim kadar yüksek reel faiz ödemeden, enflasyonu düşürdüklerini vurguladım. Ayrıca, enflasyonla mücadele ediliyor gerekçesiyle, halka bu kadar yüksek reel faiz ödetmek zulümdür dedim. Dolayısıyla, Merkez Bankası’nın geç ve güç de olsa, faiz indirimi yapmasını uygun buluyorum.

* * *

Şimdi şu hususlara dikkat çekmek istiyorum.

1. Merkez Bankası’nın son faiz indirimi bir politika değişikliği olmalıdır. Şimdi indirdim, yarın çıkarırım şeklinde hareket edilecekse, hiç indirilmesin daha iyi.

2. Faiz indirimi bir politika değişikliği ise, indirimlere devam edilmelidir.

3. Politika değişikliği, sadece faizleri indirmekten ibaret olamaz. MB, Hazine ve Maliye ile birlikte çalışılarak bu politikayı destekleyecek bir dizi önlemler tasarlamalı ve gecikmeden devreye sokmalıdır.

4. Yeni politika, ancak belli bir vadede amacına ulaşacaktır.

5. Faiz indirimleri devam ederse (ki etmelidir), bir süre sonra döviz fiyatları artacaktır. Bu çok hayırlıdır. Ancak bu artış, enflasyonla mücadelede, önce ters sonuçlar verebilir. Bundan korkmamak gerekir. Bir kerelik artışlar, enflasyon değildir.

6. Türkiye’de "yüksek faiz - düşen enflasyon"la sağlanan istikrarsız ekonomik iyileşmenin, kalıcı olması için "düşük faiz-düşük enflasyon" noktasında olmak gerekir. Bunun yolu, düz bir çizgi değildir.

Son Söz: Hesaplı risk alamayan, hesapsız riske girer.
Yazının Devamını Oku

Kentsel dönüşüm

19 Eylül 2007
İKİ yıl (1965 ve 1966) Amerika’nın Doğu sahilindeki ikinci büyük kenti olan Philadelphia’da lisansüstü öğrenim gören bir öğrenci olarak yaşadım. Döndüğümde 29 yaşındaydım. Gitmeden önce Arçelik’te şube müdürlüğü yapmış ve 25 ay süren askerliğimi tamamlamıştım. Yani, çevremde ne olup bittiğini az çok anlayacak kadar bilgi ve tecrübe sahibiydim. Toplumsal ve iktisadi olaylara ilgi duyuyordum. Lise çağında başlayan gazetecilik tutkum, beni tanımlayan ve tamamlayan bir özelliğim olmuştu. Yurda dönünce, hem sanayide çalışmaya hem de yazarlığa başladım. Dr. Şahap Kocatopçu’nun başkanı olduğu ve benimde kuruluşunda rol aldığım Türk Sevk ve İdare Derneği’nin çıkaracağı derginin yayın kuruluna dáhil oldum. Dergi kapanıncaya kadar bu görevi sürdürdüm. Diğer yandan daha çok okura ulaşmak amacıyla, Milliyet gazetesinde Ali Gevgilili’nin yönettiği "Düşünenlerin Düşünceleri" köşesine yazılar yolmaya başladım. 1967 yılında Milliyet’te çıkan iki yazımın biri "Şehirlerde İmar Vahşeti" diğeri ise "Şehirlerde Trafik Vahşeti" başlığını taşıyordu.

* * *

Philadelphia, Amerika’nın "merkezi çökmüş-çevresi gelişmiş" büyük şehirlerinden biriydi. Biz oradayken, diğer benzeri büyük Amerikan kentleri gibi, bu şehrin merkezinin de "Kentsel Dönüşüm"den (Urban Renewal) geçmesi gereği tartışılıyordu. Çalışmalar, mimari projelendirme aşamasına henüz gelmemişti. Dönüşümle ilgili kavram (konsept) geliştirme aşamasındaydı. Bu tartışmaları dikkatle izledim. Bu yüzden gelir gelmez imarla ilgili yazı kaleme aldım. İstanbul’da gözlemlediğim imar vahşetini önlemek için kapsamlı bir "Kentsel Dönüşüm" projesine ihtiyaç olduğunu anladım. Bunun için yazımda bir iktisadi model önerdim. Bu modelin esası, kentsel mekánlarda gömülü bulunan define değerindeki "rantlarla" (imar planı değişikliklerinin sağlayacağı arsa değer artışları) kentlerin yeniden inşasını finanse etmekti. Benim önerdiğim modele göre, rantlar kamuya ait olacak, oradan dönüşüm projelerinin finansmanına tahsis edilecekti. Bu sağlanamazsa, şehirde, kaçınılmaz olarak "rant yağması savaşları" başlayacak ve sonucunda ortaya imar vahşeti çıkacaktı.

* * *

2005 yılında "Yıpranan Kent Dokularının Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması" adlı bir kanun yürürlüğe girdi. Bu kanunda, kentsel mekán rantlarının, kamuya ait olduğu belirtilmediği gibi, varlığı zımnen kabul edilen bu rantların kamunun kasasına nasıl akacağı ve nasıl kullanılacağını açıkça düzenlemiyor. Bu nedenle, kentsel dönüşüm uygulamalarının, yine rant kavgalarına sebep olması çok muhtemel.

* * *

Kentsel dönüşüm, çok karmaşık bir konudur. Benim ele aldığım işin iktisadi yönü, olayın sadece bir kesitidir. İşin sosyal, estetik, tarihi, beşeri yönleri vardır. Çok temel bir soru da, tarih boyunca "yaşayanların, mimari çevreyi belirlediği" belliyken, dönüşüm projelerinin ister istemez "mimarinin, yaşayacak insanı belirlemesi" gibi anti-demokratik addedilebilecek bir unsur içermesidir. Ama bu böyle olmaya mecburdur.

Son Söz: Medeniyet, kentleşmedir.
Yazının Devamını Oku

Ahlak ve iktisat

15 Eylül 2007
BİRKAÇ yıldır Asaf Savaş hocayla birlikte, Türkiye’nin çeşitli şehirlerinde ve Kıbrıs Türk kesiminde dinleyicilerin de tartışmaya katıldığı sohbet toplantıları yapıyoruz. Bu sohbetlere, davet sahibi bankanın müşterileri geliyor. Geçen salı günü İzmir’deydik. Salonda, tasarruf büyüklükleri ve uyanıklık bakımından, 400’den fazla kalburüstü insan vardı. Katılımcılar bir buçuk saat boyunca cin gibiydiler. İktisadi söyleşiler, halkın gitgide daha fazla ilgisini çekiyor. Asaf’a göre, bizim "şov"a gösterilen rağbetin bir sebebi de, konferanstan sonraki ikramın zenginliği.

* * *

Tahmin edileceği üzere, sohbet başlıklarından biri de Amerika’da başlayan ve oradan Avrupa’ya ve Dünya’nın hemen her yerine derece, derece yayılma ihtimali olan "finansal kriz"di. Uzunca bir süredir dünyada "mülk" fiyatlarındaki artış, "mal ve hizmet" fiyatlarındaki artışın üstünde seyrediyordu. Bu olaya, Tüketici Fiyatları Endeksi ile ölçülen, bildiğimiz enflasyondan yüksek seyreden "Varlık Fiyatları Enflasyonu" da denebilir. İktisat tarihi bize, her şişmeyi, bir patlamanın izlediğini gösteriyor. Buna İngilizcede "boom and bust" deniyor. Son olay, şu soruları akla getirdi.

1. Merkez bankaları, sadece tüketici fiyat endeksiyle ölçülen enflasyonu önlemekle mi sorumludur? Merkez bankalarının sorumluluğu içine, varlık fiyatları enflasyonunu da önlemek girmez mi?

2. Varlık fiyatları enflasyonu, günün sonunda bir varlık fiyatları deflásyonu (fiyat düşmesi) yaratıyorsa, bu bir düzeltme değil midir? Düzeltmeye niye müdahale ediliyor? Çarpıklık sürsün daha mı iyi?

3. Nasrettin Hoca’nın, tamahkár komşusunu eleştirdiği gibi, varlık fiyatları şişmesinden yararlananlara, fiyatları düşünce "mademki kazanın doğurduğuna inandın, niçin öldüğüne inanmıyorsun" denemez mi? Böyle söylemekte ne beis var?

4. Varlık fiyatlarının kısa zamanda hızla düşmesi, varlığa dayalı menkul kıymetleri finanse etmiş bankacılık sisteminde bir nakit sıkışması yarattı. Hatta bu sıkışma, ödeme sistemini tehdit etti diyelim. Ödeme sistemi çökünce, ekonominin gerileyeceği sinyali alındıysa, merkez bankalarının sisteme nakit şırıngalaması, yanlış mı oldu?

5. Gayrimenkul fiyat artışları, pek çok dar gelirliyi borçla yatırıma itti. Devletin, borç ödemede acze düşenlere, bu yatırıma girerken bana mı sordunuz, şimdi cezanızı çekin demesi ahláki midir? Ahlákiyse, tedbirsiz yatırımcıların zarara uğraması, durgunluğa çare midir? Durgunluğu sürdürüp, çoğunluğu zarara sokmak iktisadi midir?

6. Riski alan, kárı da zararı da hak eder. Kárını toplumla bölüşmeyenin, zararını toplumla bölüşmeyi önermesi ahláklı bir davranış mıdır? Değilse, merkez bankalarının, ekonomik duraklamadan toplum zarar görmesin diye, batakçıları kurtarmaya çalışması ahláki olabilir mi?

7. Merkez bankalarının risk iştahı yüksek batakçıları kurtarması, ileride yeniden risk iştahı daha da yüksek irrasyonel yatırımcıların ortaya çıkmasına sebep olmaz mı? Bu "kurtarma" toplum vicdanında bir "ahláki zafiyet" (moral hazard) inşası değil midir?

Son Söz: Ahláki olan, iktisadidir.
Yazının Devamını Oku

Sakıncalı sıcak ilişkiler

12 Eylül 2007
GÜN geçmiyor ki yerli veya Türkiye ile iş yapan yabancı bir bankanın önde gelen bir ismi, bizim merkez bankasına methiye düzmesin. Özellikle dünyada adına "resesyon" denen ekonomik durgunluğun söz konusu olduğu bu günlerde, kimse bizim merkez bankasına toz kondurmuyor. FED (ABD Merkez Bankası), ipotekli ev kredilerinde ortaya çıkan batıklar ekonomide küçülmeyi tetiklemesin diye faizleri indirdi. Yetmedi, düşük kaliteli menkul varlıkları teminat olarak kabul etti. Bu önlemler, batakçıları kurtarmaktır diye FED tenkit ediliyor. Avrupa Merkez Bankası, enflasyon tehlikesini önemsemeyip, ortaya çıkan nakit sıkışıklığı, piyasada bir çöküntü yaratmasın diye sisteme yüzlerce milyar şırıngaladığı için eleştiriliyor. Japon Merkez Bankası’nı, faizleri çok uzun süredir sıfıra yakın bir düzeyde tutarak, uluslar arası finansal dengesizlikler yaratıyor diye hatalı bulanlar var. Ama Türkiye ile iş yapan bankacılardan, bizim merkez bankasını eleştiren tek bir bankacı yok. Tam aksine bizim merkez bankasına "Bravo! Sıkı durdun maşallah; durumu çok iyi idare ediyorsun, aman faizleri indirme, sen hep böyle kal" diye "talkın" (telkin) veren var. Sakın amaç "salkım"ı yutmak olmasın. Bu muhabbetten hoşlanmıyorum.

* * *

Devletin halktan vergi toplamasının üç temel gayesi vardır.

1. Halka götüreceği kamu hizmetlerini üretebilmek için gerekli olan parayı sağlamak,

2. Vereceği teşvikler ve vergi farklılaştırmalarıyla, ekonomiyi belli bir yöne sevk etmek,

3. Milli geliri, yeniden dağıtmak; yani varlıklı kesimlerlerden topladığı paraların bir kısmını, yoksul kesimlere aktarmaktır.

Bu gayelerden üçüncüsü gerçekleştirmek için, en azından devletin ödediği reel faizin, büyüme hızından düşük olması gerekir. Aksi takdirde, yani devletin ödediği reel faiz, milli gelir artış hızından yüksekse, o zaman varlıklıların milli gelirden aldığı pay, milli gelirden hızlı artıyor demektir. Bu da yoksuldan, varsıla transfer demektir.

* * *

Bir an için, Avrupa Birliği’nde her bir ülkenin kamu borunun, milli gelire oranının yüzde 50 olduğunu varsayalım. Avrupa’da devletin ödediği reel faiz yaklaşık yüzde 2’dir. Türkiye’de de düşmüş haliyla yüzde 10. Bunun anlamı şudur. Avrupa Birliği üyesi ülkelerde devlet, milli gelirin yüzde ’i kadar reel faiz ödemektedir. Türkiye ise yüzde 5. Demek ki, bizde de Avrupa’daki kadar reel faiz ödense, bütçede milli gelirin yüzde 4’ü kadar reel tasarruf sağlanmış olur. Avrupa’da reel faiz yüzde 2, büyüme yüzde 3 dolayındadır; yani varsıldan, yoksula aktarma vardır. Türkiye’de reel faiz bugün bile yüzde 10, büyüme yüzde 6.5 tur. Demek ki, yoksuldan varsıla transfer vardır.

* * *

Ama biz enflasyon illetiyle mücadele ediyoruz; yüksek faiz, bu illetin ilacıdır tezi, bu kadar yıl geçtikten sonra, artık inandırıcılığını yitirdi. Hasta, hastalıktan kurtulmadan, ilaçtan gidecek. İkiz açık büyüyor.

Son Söz: Finanse edilse bile, sürekli cari açık vermek sakıncalıdır.
Yazının Devamını Oku

İstikrarsız denge

8 Eylül 2007
SAĞLIKLI bir ekonomide fiyatlar nispi olarak değişir. Yani değişik mal ve hizmetlerin fiyatları birbirine göre sürekli oynar. Ancak fiyatlar genel seviyesi sürekli artmaz veya az artar. Fiyatların nispi olarak değişmesi, arz ve talebin birbirine eşitlenmesi için gereklidir. Fiyatlar genel seviyesinin sürekli artması ise sadece gereksiz değil, ekonominin sağlığı açısından zararlıdır. Fiyatlar genel seviyesinin sürekli artmasına, enflasyon denir. Enflasyon, fiyatların birbirine baka baka artması sürecidir. Yani bir sarmaldır. Dışarıdan müdahale edilmezse, kendiliğinden durmaz.

Türkiye gibi parası döviz olmayan ve cari açık veren ülkelerde "devalüasyon-enflasyon" sarmalı oluşur. Cari açığı kapatmak için "ne kadar enflasyon, o kadar devalüasyon" denirse, ertesi dönemin mantığı, "ne kadar devalüasyon, o kadar enflasyon" oluyor. İşte, sarmal budur. Bu sarmaldan kurtulmak için, ulusal paranın değer kaybını, yani devalüasyonu durdurmak şarttır. Türkiye bunun için 2000 yılı başında "kur çapası" sistemine geçmişti. Çapa taradı, 2001 krizi çıktı. Devalüasyon da, enflasyon da patladı. 2001 krizinden sonra "dalgalı kur" rejimine geçildiği söylendi. Aslında geçilen dalgalı değil, "örtülü kur çapası" rejimi idi. Çünkü enflasyonu indirme sürecinde, döviz fiyatları başıboş bırakılamazdı. Bu gerekçeyle "tasarrufa yüksek faiz" verildi. Ülkeye sıcak para çekildi. Döviz arzı arttı, fiyatı düştü. Döviz durunca, enflasyon da düştü. Bilhassa belirtmekte fayda var. Bizde uygulanan "tasarruflara yüksek faiz" politikası, parası döviz olan ülkelerde uygulanan "krediye yüksek faiz" politikasının tam tersidir. Oralarda, yüksek faiz ekonomiyi soğutur. Bizdeki ise, dışarıdan para girişlerini teşvik ettiği için ekonomiyi ısıtır. Türkiye, enflasyonla mücadelede "örtülü kur çapası"na geçtiği için bu sefer "yüksek faiz, ucuz döviz" kapanına kısıldı. Faizi indirse, döviz artacak; döviz fiyatı artınca enflasyon yükselecek. Lakin faizi yüksek tuttukça, hem dış hem de iç açık veriyor. Ama er veya geç, "ya reel ücretler" ya da reel faizler düşecek. Bu nedenle mevcut durum "istikrarsız denge" halidir.

* * *

Uygulamalı iktisat profesörü Steve Hanke, ulusal parası dünyada kabul görmeyen ve enflasyonla mücadele etme zorunda olan ülkelerin, merkez bankasına sahip olması yararsızdır diyor. Bunun yerine "Para Kurulu" (Currency Board) kurmalarını tavsiye ediyor. Para Kurulu, bir ülkenin ulusal parasının güçlü bir dövize bağlanması ve tedavüle çıkarttığı her bir ulusal para biriminin karşılığının, Para Kurulu’nun kasasında bağlanılan döviz cinsinden bulunmasıdır. Bu suretle, itibarsız ulusal paranın itibarı, bağlanılan dövizin itibarına (mesela Euro veya Dolar’a) eşit olmaktadır. İtibar eşitlenmesi olunca, yerli ve yabancı tasarruf sahipleri ulusal para birimine itibar etsin diye, yüksek faiz verme mecburiyeti çok büyük çapta ortadan kalkmaktadır. Bu suretle ülke hem "devalüasyon-enflasyon" sarmalına kapılmamakta, hem de "yüksek faiz, ucuz döviz" kapanına düşmemektedir. Türkiye de bir gün gelecek, ya Para Kurulu kurarak veya bir başka şekilde ulusal parasını "Euro"ya dönüştürecektir.

Son Söz: Küresel ekonomiye uyum, küresel para gerektirir.
Yazının Devamını Oku

Yeni Osmanlılık

5 Eylül 2007
ABDULLAH Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte, Türkiye’de ikinci defa "İkinci Cumhuriyet" kurulmuş oldu. Birinci "İkinci Cumhuriyet" 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra kurulmuştu. Dolayısıyla şimdi ikinci defa "İkinci Cumhuriyet" kurulmuş oluyor. 27 Mayıs 1960 darbesinin, darbecilerinden menkul adı "inkılap" idi. O zamanlar Türkçe’de inkılap ve ihtilal diye iki ayrı sözcük vardı. 27 Mayıs darbesine, ihtilal değil de inkılap denmesinin gerekçesi şuydu. Darbecilere göre, 1950’den beri iktidarda bulunan Demokrat Parti, 1923’te kurulan inkılapçı (devrimci) cumhuriyetin altını oyuyordu. Bu gidişe dur demek için inkılap yapılmıştı. Yani, kurulan ikinci cumhuriyet aslında "cumhuriyet"in ikinci defa kurulmasıydı. Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesiyle kuruluşu tamamlandı denen yeni "ikinci cumhuriyet" ise, bunun tam tersidir. Yani 1923 tarihli birinci cumhuriyetin sona ermesidir. Bu değişimin doğru adı, "İkinci Osmanlı" olmalıdır. Zaten son zamanlarda yeniden pazarlanan ikinci cumhuriyet deyiminin bir diğer adı da "Yeni Osmanlılık"tır. Bu kavramların şampiyonları da AKP’liler değil, asker sırtından sol darbe beklerken, 1971 ve 1980’de iki defa yoldaşlarının ihanetine uğrayan bazı Marksist aydınlardır. Eskiden "ihtilalci", günümüzde ise "gazeteci-yazar" olan bu arkadaşlar, kendilerine acı çektirenlerden o kadar derin bir şekilde nefret ediyorlar ki, Türkiye’ye Taliban rejimi gelse razılar. Bir hayli karmaşık birkaç konuyu harmanlayıp kendimce özetledim. Perdeyi yıkıp, viran eyledikse, affola.

* * *

İkinci Erdoğan hükümeti programının, iktisadi şifresini çözmeye çalışırken, birden kafamda bir ampul yandı. Metne göz gezdirirken, ben bu filmi daha önce görmüştüm dedim. Bilindiği gibi "cumhuriyetçiler" dış borçtan çok korkar; Osmanlılar ise dış borca bayılırdı. Osmanlı’nın son döneminde izlenen iktisat politikasının o devirdeki mizahi adı "Fantazya kıtır, fülüs mafiş"tir. Anlamı, iktidardakilerin kafasında "proje çok, para yok"tur. Peki, Osmanlı bu durum karşısında ne yapmıştır? Dışarıdan borç almıştır. Borçları ödeyemeyince, vergi toplama işini yabancılara bırakmıştır. Eh bu yeni hükümet de koyulaştırılmış "Yeni Osmanlı" olacağına göre, onların da kafası aynı şekilde çalışacaktır. Eldeki hükümet programı, kamu gelirlerinin azalmasını, yatırımların ve sosyal harcamaların artmasını öngörmektedir. Çözümsüz gibi duran bu mali denklemin çözümü vardır tabii. Bu, daha fazla kamu malı satışı (yanlış olarak bunlara özelleştirme deniyor) ve esas itibariyle dışarıdan daha fazla borç almaktır. Aynen eski Osmanlılarının yaptığını, şimdi yeni Osmanlılar yapacaktır.

* * *

Türkiye’nin dış borçları AKP’nin iktidara geldiği yıl olan 2002’nin sonunda 130 milyar dolardı. (2001 yılının sonunda ise 114 milyar dolardı.) Bugün dış borç toplamı 245 milyar dolardır. Beş yılda, dış borçlar kaba olarak iki katına çıkmıştır. Aynı politika izlenmeye devam edeceğine göre beş yıl sonra, dış borç toplamı yaklaşık 500 milyar dolar olacak demektir. Buna ilaveten kamu malları da yabancılara satılacaktır. Bu suretle mali dengeler sağlanacak, beş yıl sonra kişi başına milli gelir 10 000 dolar olacaktır.

Son Söz: Hepimiz Osmanlıyız.
Yazının Devamını Oku