27 Ekim 2007
ÇALIŞMA hayatımın 1961-1980 döneminde, zamanımın, aklımın, bilgimin ve enerjimin önemli bir kısmını işçi-işveren ilişkilerine harcadım. O devrede bu işlere bakanlar çok sıkıntılı günler, aylar, hatta yıllar geçirdi. Bu işlerin, işveren kanadında yaşayan en eski askerlerinden biriyim. Maalesef toplu pazarlık ve toplu sözleşme kültürü, gerek ülkemizde gerek dünyada kuralsızlığın ve kanunsuzluğun egemen olduğu vahşi bir alandır. 12 Eylül 1980 darbesi, Türkiye’deki sendikal hareketlerin dönüm noktasıdır. Aynı yıllarda, dünyada da sendikal hareketler, yeni bir yörüngeye oturdu. Böylece, grevlerin yarattığı çalışma günü kayıpları çok azaldı. Türkiye’de bugünkü işçi-işveren ilişkileri, eskiye nazaran çok medenileşmiştir. Buna rağmen, bir türlü değişmeyen grev kültürü, halen sürmekte olan Telekom grevinde görüldüğü gibi, eylemleri sabotajlara kadar götürebilmektedir.
Grevci işler tarafından yapılan sabotajların suçlularını bulmak pratik olarak mümkün değildir. Bulunsa bile, suçun hukuki delillerle ispatı adeta imkánsızdır. Ezkaza bu da ispatlansa, bu sefer de toplu sözleşme bağıtlanmasının öncelikli yeni maddesi, şikáyetlerin geri alınması ve suçlu eylemcilerin işveren tarafından affı olmaktadır. Kısaca grev, hem işçiler hem de işverenler için daima sinir bozucu bir iştir.
* * *
Türk Telekom AŞ’nin yabancı bir müteşebbise satılması, son yıllarda yapılan en büyük özelleştirmelerden biridir. Türk Telekom, teknik gerekçeli bir tekeldi. Özelleştirilirken de herhalde bu tekelci konumunun bir süre daha devam edeceği derpiş edildi. Yoksa 5 milyar doları kimse bu işe yatırmazdı. Doğal, teknik veya imtiyaz satın alma yoluyla tekelleşmiş firmalar, yüksek fiyatlandırmayla bu konumlarının rantını yer. Aynı şekilde bu firmalarda çalışanlar da ücretlerine "tekel rantı" ilave edilmesini ister. Bu hep böyle olmuştur. Bu yüzden, rekabet şartlarının oluşmadığı hallerde, toplu pazarlık-toplu sözleşme düzeni, emeğin piyasa fiyatının teşekkülüne hizmet etmez. Halbuki toplu pazarlık-toplu sözleşme sisteminin iktisadi gerekçesi, emeğin piyasa fiyatını teşekkül ettirecek bir mekanizma olarak tasarlanmış olmasındadır.
Bugünkü haliyle, yani serbest rekabet şartlarının şu veya bu nedenle tesis edilemediği tekelci veya yarı tekelci piyasalarda, eğer greve çıkan işçilerin yerine işverenin yeni işçi alma hakkı yoksa, işçilerin grev hakkına sahip olmasının iktisadi ve sosyal gerekçesi de yoktur. Çünkü bu asimetrik pazarlık gücü, ücretlerin yanlış yerde oluşmasına sebep olur. Bu da ekonomide kaynak tahsisi çarpıklıkları ve işsizlik yaratır. Bilinçli işçi sendikalarının, grev hakkını temelden tartışmalı hale getirecek eylemlerden kaçınması lazımdır. Greve çıkan işçilerin beğenmedikleri ücretlerinin epey altına çalışmaya razı çok sayıda işsiz insanın bulunduğu bir ortamda, işi olanlar hak ararken dikkatli olmalıdır. Ayrıca unutulmasın, ücret zammını, sonunda "yüksek fiyat" yoluyla tüketiciler ödeyecektir.
Son Söz: Haksız olma hakkı yoktur.
Yazının Devamını Oku 24 Ekim 2007
2007 Yılı Nobel İktisat Ödülü, geçen hafta "Mekanizma Tasarım Kuramı"nın temellerini döşeyen bilim adamlarına verildi. Yine geçen hafta TBMM, silahlı kuvvetlerimizin, Kuzey Irak’ta üstlenip Türkiye’de eylem yapan teröristlere karşı sınır aşan harekát yapmasına izin verdi. Ancak devlet büyüklerimiz derhal, "tezkere tamam, ama inşallah kullanmayacağız" diye konuştu. Ben de "bu konuşma, eylemleri caydırılmaz" diye bir yazı yazdım.
* * *
Size önce Nobel Komitesi’nce hazırlanan "Mekanizma Tasarım Kuramı"nın, siyasete uyarlanmış tercümesini sunmak istiyorum. Uyarlama için metinde geçen iktisadi kelimesi yerine "siyasi", firmalar yerine "ülkeler", pazarlar yerine "bölgeler", kurumlar yerine "uluslararası kuruluşlar", devlet yerine, "büyük devletler", tahsis mekanizmaları yerine "toprak bölüştürme mekanizmaları", kişisel yerine "kamusal" kelimelerini kullandım. (İsteyenler internetten metnin aslına ulaşabilir.) Girişin uyarlanmış tercümesi aşağıda.
"Dünyanın çeşitli bölgelerinde, ülkeler arasındaki siyasi anlaşmazlıklar, uluslar arası kuruluşların gözetimi altında çözümlenmektedir. Büyük devletler, bazı bölgeleri serbest bırakırken, bazı bölgeleri kesin kurallara bağlamıştır. Siyasi anlaşmazlıkların bir kısmı, bölgenin gerçeklerine göre taraf ülkelerin arasında serbestçe giderilebilirken, bazılarında müzakere mevzuu olmakta, bazıları ise büyük devletlerin emir ve direktiflerine göre çözüme kavuşmaktadır. Mekanizma Tasarım Kuramı, bu kabil ihtilafların çözümünü sağlayan müşevviklere ve kamusal enformasyona odaklanarak, uluslararası kuruluşların veya ’toprak bölüştürme mekanizmaları’nın analizini sağlayacak bir çerçeve oluşturmaktadır."
* * *
Ekonomide her "işlem" (transaction) bir "anlaşma"dır. Yani satıcı ile alıcı belli bir fiyatta anlaşınca işlem gerçekleşir. İç ve dış siyasette de (ve özellikle dış siyasette) pek çok pazarlık veya çekişme konusu vardır. Anlaşma olmadan çekişme bitmez. Dış siyasette pazarlık, bazen masada bazen "arazi"de cereyan eder; buna da savaş denir. Anlaşma olması için, tarafların anlaşma sonucundan beklediği faydanın, anlaşma yapmanın maliyetinden yüksek olması gerekir. Eğer bir taraf için kendine daha büyük fayda elde etme şansı sürekli artıyor, aynı anda ihtilafı masada veya arazide sürdürmenin maliyeti giderek düşüyorsa, o taraf anlaşmaya yanaşmaz. Buna karşı, anlaşmadan beklediği faydanın giderek azaldığına ve çekişmeyi sürdürmenin maliyetinin sürekli arttığına inanan tarafın direnci zayıflar. Sonunda önüne ne koysan, razı olur.
Irak Kürtleri bugün, yüzyıllardır bekledikleri fırsatı yakaladıklarına inanıyor. Amerika’nın ve Avrupa’nın çıkarları ile kendi çıkarları üst üste çakıştı. Üstelik çekişmenin arazi maliyetini ABD, masa işini de AB üstlenmiş durumda. Bu şartlar altında niçin fiyat kırsınlar? Tam aksine zam üstüne zam yapacaklar. Bu hesabı değiştirecek tüm tarafları bugünden daha kárlı hale getirecek "mekanizma tasarlamak" gerek.
Son Söz: Kaybettiğini sandığın anlaşma, en kárlısı olabilir.
Yazının Devamını Oku 20 Ekim 2007
2007 Nobel ekonomi ödülü "Mekanizma Tasarım Kuramı"nı geliştiren üç Amerikalı iktisat profesörüne verildi. Bu kabil teoriler, taş üzerine taş konarak uzun yıllar boyunca çok sayıda bilim adamı tarafından inşa ediliyor. Ancak bunlardan biri, tabiri caizse "helvayı yapan" oluyor ve teori onun adıyla anılıyor. Nobel ödülünü alan üç bilim adamından, helvayı yapan, gerçek anlamda iktisatçı Rus asıllı Leonid Hurwicz’dir. Diğer iki iktisatçı eğitimleri itibariyle matematikçidir. Onlar bu teorinin gelişmesini ve matematik dile aktarımını sağlamıştır. Zaten artık, matematikle ifade edilmeyen veya edilemeyen teorilerin (yani kuramların) Nobel alması çok zor. "Mekanizma Tasarım Kuramı", "Oyun Teorisi/Game Theory"nin bir açılımı veya uzantısıdır denilebilir. Burada John Nash’i saygıyla anmalıyız.
* * *
Oyun teorisi, kararların, soyut bir ortamda ve salt kişisel tercihleriyle değil, karardan etkilenecek karşı tarafın veya tarafların muhtemel davranışlarına göre verildiğini anlatır. Pek tabii karşı taraf da, bu tarafın muhtemel davranışını kestirmeye çalışarak karar alacaktır. O zaman ortaya, birbirinin muhtemel davranışını kestirmeye çalışan ve bu yüzden son ana kadar karşı tarafın niyeti ve tercihleri hakkında bilgi toplamayı sürdürüp, karar alma anının ertelendiği veya daha önce alınan kararların değiştirildiği bir "oyun" çıkmaktadır. Bu oyunda beceri, tarafların maksadına en iyi hizmet edecek kararı alabilmek için, karşı tarafı etkileyecek bilgi yaymasından geçer. Bu yüzden Hurwicz, karar mekanizma tasarımının aslında bir "iletişim sistemi" (communication system) olduğunu söylemektedir.
* * *
Ülkemizin siyaset gündeminin en yaşamsal maddesini, Güneydoğu Kürt meselesinin teşkil ettiği sırada, iktisadi kararların nasıl alındığını inceleyen ve irdeleyen "Mekanizma Tasarım Kuramı" Nobel ödülü aldı. İktisat sözcüğünün, maksat kökünden geldiğini hatırlayalım. İktisadi karar, maksada hizmet eden karar demektir. Dikkat etmişsinizdir, Türkiye’nin terörist eylem koyan PKK’lıları sindirmek için, Irak’ın Kuzey’ine asker yollaması tartışılırken, sıkça "bedel" kelimesi kullanıldı. Ortada ödenecek bir bedel varsa, bunun karşılığında elde edilecek bir fayda da var demektir. Yani bu siyasi karar da aslında iktisadidir. Fayda-külfet kıyaslaması, bizim için olduğu kadar karşı taraf veya taraflar (PKK, Kuzey Irak Kürtleri, Irak, ABD, AB, Suriye ve İran vb.) için de geçerlidir. Meclisin aldığı kararın bu aşamadaki önemi, misilleme hesaplarını yapan karşı taraflar üzerinde yaratacağı "sinyal" etkisindedir. Ne yazık ki, alınan kararla birlikte siyasilerce verilen mesajlar, düşmanına "Tecavüzü kes, yoksa vururum" diye silah çekip, ardından "korkma! Zaten, dolu değil" diye seslenen adama benzedi. Karşı tarafların, TBMM’nin aldığı karardan etkilenmeleri ve hesaplarını değiştirmeleri pek mümkün durmuyor. Geriye tek bir iyi ihtimal kalıyor. O da karşımızdakilerin, bizim silah boştur dememize inanmaması veya silahtır bu "şeytan doldurur" diye alınan karardan ürkmesidir. Maalesef kendine güvensizlikten kaynaklanan parazit, sinyali bozdu.
Son Söz: Tehdit, yerine getirilmezse, başarılı olmuş demektir.
Yazının Devamını Oku 17 Ekim 2007
SORU şu: Otuz yıl, günde iki paket sigara içen ve bu yüzden ciğerleri hastalanan bir kişi, sigarayı bıraktıktan kaç gün sonra tamamen iyileşir. Bu sorunun cevabını tıp erbabı vermeli. Ama hekim olmayan bir kişi bile, otuz yıllık tiryakiliğin ciğerlerde yaptığı tahribatın, sigara bırakıldıktan sonra hemen ortadan kalkmayacağını söyleyebilir. Hatta nikotine alışmış bünyenin, nikotin alımı durduktan sonra başka bir takım rahatsızlıklar göstermesi bile beklenebilir. Nasıl iki ay sigara içmekle insanın ciğerleri ziftle dolmazsa, iki ay sigara bırakmakla ciğerler de temizlenmez.
* * *
Bugünlerde tekrar alevlenen "yüksek faiz-düşük kur" kısır döngüsünden Türkiye nasıl kurtulur tartışmaları, bana önce bu benzetmeyi yapma ihtiyacını hissettirdi. Her geçen gün büyüyen cari açık, tıkanan ciğer gibi bir sorun değilse, bir alışkanlıktan vazgeçmeye, yani sigarayı bırakmaya gerek yoktur. Yok, sorunsa, bir şeyler yapmak şarttır. Hiçbir saadet zinciri sonsuza kadar sürmez. Hiçbir kısır döngü, sancısız kırılmaz. Faizler ve kur düzeyi, kur düzeyi ile cari açık arasında kesinlikle ilişki vardır. Mesele ortada bir yanlış varsa, onu ortadan kaldırmaktır. Yüz güldürücü netice alınması bir süre alabilir. Döviz fiyatlarının kontrollü bir şekilde artması, kontrolsüz bir şekilde artmasını önlemenin en güvenli yoludur.
* * *
Türkiye ve benzeri Latin Amerika ülkeleri, uzun yıllar yüksek ve yapışkan enflasyonla yaşadı. Gelişmiş Batı ekonomilerinde de zaman, zaman bize göre düşük de olsa enflasyon oluştu. Ama onlar bu belayı, nispeten kısa sürede atlattılar. 1920’lerde Almanya’da yaşanan hiper-enflasyon hariç tutulursa, gelişmiş Batı ülkeleri, az gelişmiş ülkelerdeki gibi 30-40 yıl yapışkan ve yüksek enflasyon yaşamadı. Onların enflasyonu ile bizim gibi ülkelerin enflasyonu, gerek oluşumu, gerekse önlenişi itibariyle, tabiri caizse bambaşka iki nebattır. Yüksek faizle enflasyonu düşürme mekanizması, bizim gibi az gelişmiş ülkelerde, gelişmiş ülkelerde çalıştığı gibi çalışmaz. Onlarda yüksek faiz, iç talebi kısarak yani ekonomiyi küçülterek enflasyonu düşürür. Aynı esnada ithal mallarına olan talep de düşer; cari açık oluşmaz. Biz de ise, döviz fiyatlarına endekslenmiş enflasyonu, açık veya örtülü kur çapası etkisiyle, döviz fiyatlarını bastırarak yavaşlatır. İç talebi ve ithalatı patlatır. Aksi takdirde son beş yılda sağlanan enflasyon düşüşü ile birlikte gerçekleşen yıllık yüzde 7.5’lik milli gelir büyümesini ve oluşan cari açığı açıklamak mümkün olamaz.
Konuyu anlamakta zorlananlara şu soruyu sormak istiyorum. ABD’de veya parası döviz olan herhangi gelişmiş bir ülkede, enflasyon tehlikesine karşı IMF şimdiye kadar hiç "kur çapası" programı tavsiye etmiş midir?
Son Söz: Farkı fark etmeyen, işin farkında değildir.
Yazının Devamını Oku 13 Ekim 2007
HZ. Muhammed kendisini tanımlarken ısrarla bir "ümmi" olduğunu söylemiştir. Ümmi, "üm" yani anne anlamındaki Arapça kökken türetilmiş bir kelimedir. Ümmi’nin sözlük anlamı "anasından doğduğu gibi"dir. Hiç kimse ömrü boyunca anasından doğduğu gibi kalamayacağına göre, Hz. Muhammed, gerek kendine "ümmi", gerekse kendisine inananlara "ümmet" (ümminin çoğulu) derken bu kelimeye muhakkak bir anlam yüklemiştir. Bu anlamı bulmaya çalışırken, o sıralarda Hz. Muhammed’in nasıl bir ortamda, daha da doğrusu baskı altında olduğunu hatırlamak gerek.
O devirde Mekke’de putperestler çoğunluktaydı. Az sayıda da Yahudi ve Hıristiyan yaşıyordu. Hz. Muhammed’in konuşmalarından ve halka yeni bir yol gösteren davranışlarından tedirgin olanlar, onun hangi puta taptığını veya hangi dine inandığını öğrenmek istiyordu. Hz. Muhammed de "Benim putum veya dinim yok, ben basit, sıradan ve toplumun en alt katmanından gelen biriyim, anamdan doğduğum gibiyim" manasında ümmiyim demiştir. Böyle diyerek, kendini ve yandaşlarını, putperestlerin kabile savaşlarından uzak tutmak istemiştir. Peki, sen neye inanıyorsun diye soranlara da "barışa, salim ve selim olmaya" anlamına gelen "İslam"a demiştir. Ümmi olmayı, okuma yazma bilmemekle eşanlamlı kabul etmek mantıkidir ama sadece bir yakıştırmadır.
* * *
Fransa’da ortaya çıkan laik kelimesi de Yunancadaki "laos" kelimesinden türemiştir. Laos, bir toplumun an alt katında bulunanlar, hatta "demos" (vatandaşlar) arasına bile giremeyenler demektir. Kendilerini laik diye tanımlayanlar, Katoliklik’le, Protestanlık’la hatta daha geniş anlamda dinle, hurafeyle dolayısıyla da mezhep savaşlarıyla ilgimiz yok demiştir. Bir toplumda din/mezhep kavgalarına son vermenin, insanların din adına birbirine zarar vermelerini önlemenin, kısaca barışın yolu "laik" "lá-dini" olmaktan geçer diye düşünülmüştür.
* * *
XIX. yüzyıla "İmparatorluk Çağı" (Age of Empire) denir. Bu devrin egemen fikri, Tanrı’nın Hıristiyanlara dünyayı yönetme görevi/misyonu verdiğidir. Hıristiyan milleti, aydınlanma çağında, fende, bilimde ve teknolojide elde ettiği kazanımlarla dünyanın en gelişmiş uluslarını oluşturmuştur. Tanrı’nın planında (God’s Plan) "medenilerin, medeni olmayanları yönetmesi" yer almaktadır. Tanrı tarafından görevlendirilmiş olanlar, medeniyeti bütün dünyaya yaymakla sorumludur. Bu misyon XIX. yüzyılda tamamlanmak üzeredir. Ancak yeryüzünde tek bir istisna kalmıştır. O da Osmanlı topraklarında, gayri medeni Müslüman Türklerin, hálá medeni Doğu Hıristiyanlarını idare etmesidir. Bu hata düzeltilmeli ve Müslümanların, Hıristiyanları yönetmesi sona ermelidir. 1820-1914 arasında bu plan yüzünden Balkanlar ve Kafkaslar’da yaşayan Müslümanlar acımasızca ezilip kendi vatanlarında vatansız kalınca, kurtuluşu Türkiye’ye gelmekte bulmuştur. Mustafa Kemal, kendisine Türk diyerek mutlu olan her kökten Müslüman’a, bir vatan inşa etmeyi kendine vazife bilmiştir.
Son Söz: Zıt da sanılsa, büyük fikirler zirvede buluşur.
Yazının Devamını Oku 10 Ekim 2007
GEÇEN hafta başında, ekonomik konularda kamuoyu oluşturduğu kabul edilen medyanın iktisat yorumcularının bir kısmı ile Merkez Bankası başkan ve yardımcıları, iftar sonrası bir akşam yemeğinde bir araya geldi. Bu yemekte ben de vardım. Toplantının özeti: Merkez Bankası yetkililerine göre, Türkiye’de enflasyon bitmiştir. Merkez Bankası’nın, internette de yayınladığı öngörülerine göre, önümüzdeki bir buçuk yıl içinde enflasyon yüzde 4 seviyesinin de altına inecektir. Kısaca Banka’nın iktisatçılarının yaptığı ekonometrik modele göre, bütün veriler enflasyonun sonunun geldiğini göstermektedir. Pek tabii, beklenmeyen olaylar çıkmadığı takdirde. Herkes bunu bilmeli, buna inanmalı ve buna göre hareket etmelidir.
* * *
Merkez Bankası yetkilileri, kendilerinden son derece emin bir havadaydı. Nispeten yeni bir takım olmalarına rağmen, tam bir görüş birliği içindeydiler. İçleri çok rahattı ve ne yaptıklarını biliyorlardı. Nasıl bu kadar rahat olabiliyorlar diye anlamaya çalıştım. Benim içim sürekli pırpır ederken, onlara bu ruhsal dinginliği veren neydi? Gözlemime göre, şöyle bir düşünce ve eylem platformunda oturuyorlardı.
1. Merkez Bankası’nın görevi, fiyat istikrarını sağlamak yani enflasyonu indirmektir. Başka bir görevimiz veya sorumluluğumuz yoktur.
2. Enflasyonun inmesi için yapılması gereken tek şey, faizleri yüksek tutmaktır. Biz de bunu yapıyoruz. Bunun başka bir yolu yoktur.
3. Bağımsız bir merkez bankası olarak, kim ne derse desin, enflasyon ininceye kadar faizleri yüksek tutacağız.
4. Yüksek faizlerle, hem döviz ucuzlar hem de hazinenin boçlanma maliyeti artar. Bu sebeple cari açık ile bütçe açıkları tehlikeli bir şekilde büyüyebilir. Ancak biz bunları kendimize dert etmeyiz. Çünkü bunlara çare bulmak, görevimiz değildir. Bizim tek bir görevimiz vardır, o da enflasyonu indirmektir
5. Yüksek faiz yüzünden büyüme yavaşlayabilir. Fakirden zengine, kamudan özel sektöre ve yurtiçinden yurtdışına servet ve gelir transferleri oluşabilir. Bunlar, fiyat istikrarı isteyen bir toplumun ödemesi gereken bedellerdir diye düşünürüz. Bunlar bizi germez. Bizim görevimiz, enflasyonu indirmek için faizleri yüksek tutmaktır.
6. Eğer enflasyonu düşürmek için yüksek tuttuğumuz faizlerin yarattığı cari açık ve bütçe açığı gibi olumsuzluklar yüzünden ortaya enflasyonun inişini güçleştiren engeller çıkarsa, hükümete "mektup yazar" tedbir almasını isteriz.
7. Hükümet gerekli tedbirleri zamanında almaz ve enflasyon tekrar yükselişe geçerse, bunun sorumlusu biz olmayız. Derhal faizleri daha da artırırız. Bizim tek silahımız yüksek faizdir.
* * *
Merkez Bankası iktisatçıları, kendi politikalarının doğruluğuna kanıt olarak "gelişmiş ve parası döviz olan ülkelerde gözlemlenen faizlerle enflasyon arasındaki ters ilişkiyi" gösteriyor. Halbuki onların merkez bankası, para veren, bizimki ise para alan bir kurum. Burası gözden kaçıyor galiba.
Son Söz: Kişiyi sonuçtan çok, sorumluluğu ilgilendirir.
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2007
NİHAYET aradığım makaleyi buldum. Adı "Yenilikçi mi, yenilik düşkünü mü?" Yazarı, Yankı Yazgan. Yankı Yazgan’la karşılaşsanız ve size, "Ben, bir pop müzik orkestrasında basgitar çalıyorum" dese, zaten görünüşünüzden tahmin etmiştim diyebilirsiniz. En azından benim önyargılarıma göre, ben öyle söyleyebilirdim. Halbuki kendisi, genç yaşta psikiyatri profesörlüğüne yükselmiş bir hekim. "Kalp Çarpar, Beyin Böler" adlı kitabında bir hekim gözünden dünyaya bakıyor; ama ne bakıyor! Ama rahmetli annemin dediği gibi "iğnenin deliğinden Hindistan’ı seyrediyor".
Kitaptaki bölümlerden biri "Yenilikçi mi, yenilik düşkünü mü?" başlığını taşıyor. Dr. Yazgan, bu bölümü Acar ve Zuhal Batlaş hocaların yayınladığı "Kaynak" adlı dergide genişleterek makale haline getirmiş. Daha da güzel olmuş. Kaynak dergisinde bir diğer yazar Hulusi Derici, "Yenilikçi mi, Yenilik Düşkünü mü?" konusuna, başka bir üslup içinde, ama aynı açıdan yaklaşmış. Hulusi Derici, son on beş yılda moda olan ve şimdilerde kitaplıkların üst raflarında tozlanan yönetim tekniklerinin veya kavramların bazılarını bir çırpıda sıralayıvermiş. Benchmarking, Müşteri Odaklı Pazarlama, Data Base Yönetimi, CRM, Toplam Kalite, Değişim Mühendisliği, Yalın Üretim, 5. Disiplin, Kaizen Yönetimi, Altı Sigma ve benzerleri. Bütün bu kavramları tükettik, şimdi moda "inovasyon" (yenilikçilik) diyor. Böyle modanın peşine takılıp, kitaplara, konferanslarına para yatırmak insanları mutlu ediyor. Aynen eve idman bisikleti almanın veya zayıflama kitabına sahip olmanın mutlu ettiği gibi. Bunları yapınca, zayıflamıyor veya yenilikçi olmuyoruz; ama kendimizi iyi hissediyoruz.
* * *
Dr. Yazgan, "yenilik düşkünü" ile "yenilikçi" arasında ayrım yapmanın zor olduğundan bahsediyor. Ama makalesinin sonunda bu ayrımın nasıl yapılacağını çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Yazgan’a göre, yenilik düşkünü, çabuk sıkılan ve nerede yeni bir şey varsa oraya sürüklenen bir kişi. O bir "hedefe" değil, "yeniliğe" gitmektedir. Yenilik düşkünlüğü, fikir değiştirmekten ziyade, fikirlerin uçuşması denilebilecek bir ruh hali içinde olmaktır. Bir kitabı, bir fikri, bir konuyu "in" yapanlar da "out" yapanlar da yenilik düşkünleridir. Yenilikçi ise "hedefine" giderken, bildik yol ve yöntemlerin dışına çıkabilen kişidir. Yazgan, yenilikçilerin sonunun, yenilik düşkünlerinden daha iyi olacağını garanti etmiyor. Hedefe giderken yaşadıklarımızın da bir değeri olduğuna inanıyorsak, zaten "sonuç" gibi bir kavram bizi fazlaca ilgilendirmeyecektir; yine de sonuç odaklı olmak gerekiyorsa, sonucun tanımı bir kez daha yapılmalıdır diyor. Dr. Yazgan, "Ben, acaba yenilikçi miyim, yoksa yenilik düşkünü müyüm?" diye kendisini sorgulamak cesareti olanlara bir kıstas veriyor. Burasını dikkatle okuyun ve hemen itiraz etmeyin. "Yenilikçiler, kuralları anlama ve kuralları uygulama alışkanlıklarını çocukluklarında geliştirmiş olanlar, yenilik düşkünleri bu alışkanlıkları olmayanlar arasından çıkıyormuş."
Son Söz: Gelişme, yenilik düşkünlerinin değil; yenilikçilerin eseridir.
Yazının Devamını Oku 3 Ekim 2007
VERİLEN bilgilere göre, Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu 1923 yılında, sadece 51 milyon dolar ihracat yapabilmiş. Halbuki bu yıl ihracat hacmi 100 milyar doları geçecek. Bununla iftihar eden ihracatçılar (bu ne demekse, ihracat yapan sanayici, ihracatçı mı sanayici mi oluyor?), önce eski TBMM binasında toplanıp ant içtiler, sonra da mahalle baskısından olacak, Anıtkabir’i ziyaret edip başarılarını Ata’larına sundu. Atatürk sömürüsünden başka bir şey olmayan bu törenden hiç hoşlanmadım.
* * *
İzinden gidilen Atatürk’ün ekonomi politikasında dış borçlanmaya yer yoktur. Lozan Antlaşması müzakerelerinde İngiliz Dışişleri Bakanı mağrur Lord Curzon, Türk heyeti başkanı İnönü’nün taviz vermez tutumu karşısında kızmış ve "Barıştan sonra nasıl olsa borç istemeye İngiltere’ye geleceksiniz, o zaman bu masada aldıklarınızı geri vereceksiniz" demiştir. Nitekim İngiliz Dışişleri Bakanlığı, Ağustos 1923’te yeni Türk devleti, para istemek için İngiltere’ye başvurmak zorunda kalacaktır, kendilerine zırnık verilmemesi gerekir diye bir rapor yazmıştır. Lord Curzon bu rapora "Bu onlara ders olsun" (They must learn their lesson) diye derkenar düşmüş ve imzalamıştır. Atatürk’ün iktisadi politikasının (doğru veya yanlış) tek bir ilkesi varsa, o da (siyasi bağımsızlığı tehlikeye atacağı gerekçesiyle) dış borç almamaktır. Hazinenin yayınladığı bilgilere göre bugün Türkiye’nin dış borcu 226 milyar dolardır.
* * *
Düşük kurdan şikáyetle ne kadar kamufle edilmeye çalışılırsa çalışılsın, görülüyor ki bu propaganda kampanyasını tertipleyenler, iki mesajı toplumun beynine şırıngalamayı hedeflemiştir.
1. Bu hükümet çok başarılıdır;
2. Gittiği yol, Atatürk’ün gösterdiği yoldur. Bunların ikisi de doğru değildir.
İktisadi kıstaslara göre, AKP iktidarı döneminde ekonomide yüz güldürücü sonuçlar alındığı doğrudur. Ancak ortada abartılacak bir başarı yoktur. Gerek enflasyonun düşmesi, gerek büyüme açılarından Türkiye’nin performansı, Latin Amerika ve Doğu Avrupa’daki emsal ülkelerle aynı düzeydedir hatta düşüktür. Ekonomimizde gözlemlenen iyileşme, büyük çapta küreselleşmenin bir sonucudur. Uzun yıllar parası döviz olmayan ülkeler, büyümeye çalıştıkça döviz açığı verir (biz hálá öyleyiz) ve krize girerdi. Döviz, daima kıt kaynaktı. Dolayısıyla gelişmekte olan ülkelerin başı "cari açık"tan, ekonomileri de "devalüasyon krizleri"nden kurtulmazdı. Bu kısırdöngüyü önce Japonya, sonra tüm Pasifik ülkeleri kırdı. Bizim ezberci iktisatçılar "Büyüme cari açık yaratır" diye türkü söylerken, Pasifik ülkeleri "Cari fazlanın büyüme yarattığını" ispatladı. Bu ülkeler sayesinde şimdi cari açığı, parası döviz olan ABD ve İngiltere vb. ülkeler vermektedir. Dünyada kum gibi döviz vardır. Bu yüzden, "yüksek faiz-ucuz döviz"e dayalı demode bir istikrar politikası izleyen Türkiye, 65 milyar dolar ticaret ve 35 milyar dolar cari açığa rağmen krize girmiyor.
Resmin bütünü budur.
Son Söz: En tehlikeli yalancılık, eksik konuşmaktır.
Yazının Devamını Oku