Ege Cansen

Bir taşla iki kuş vurmak

4 Ağustos 2007
YAZININ tamamını okumaya niyetlenenler için başta söyleyeyim ki, ben AKP’nin seçimleri kazanmasından memnunum. Daha doğrusu, kazanmasını çok doğal karşılıyorum. Çünkü geçen beş yıl içinde nereden kaynaklanmış olursa olsun ekonomide elde edilen sonuçlar yüz güldürücüydü. Her seçim de biraz geçim meselesi olduğuna göre, geçimi iyileşen halkın oyunu iktidara vermesi bekleniyordu. Bunları söyledikten sonra, ekonomiyle kafa bulma seansını açabilirim. Bir ülke ekonomisinin hastalanacağına dair iki gösterge vardır. Bunlar dış açık ve iç açıktır. Diğer bir değişle "cari işlemler açığı" ve "kamunun finansman açığı" öncü hastalık göstergeleridir. Türkiye’de bunların ikisi de hem var, hem yok. Cari işlem açığı var ama, yurt dışından kum gibi para geliyor. Dolayısıyla bırakın döviz açığı olmasını, ülkede döviz fazlası var. Nitekim ülkenin döviz rezervleri artıyor. Bütçe giderleri artıyor. Bunun sonucunda kamunun finansman açığı oluşması lázım. Ama ithalattan ve ithal malların iç ticaretinden alınan KDV ve ÖTV ile özelleştirmelerden gelen paralar toplanınca bütçe açıkları küçülüyor. Kısaca tekrar edeyim.

1. Bir ülkenin döviz rezervlerin artması için, cari işlem fazlası vermesi gerekir. Bizde hem devasa cari işlem açığı var; hem de rezerv artışları rekor üzerine rekor kırıyor.

2. Hem faiz harcamaları yüksek, hem de sosyal güvenlik açıkları büyük bir ülkenin, kamu borçlarının artması gerekir. Halbuki net reel kamu borcumuz (az da olsa) azalıyor. Milli gelire oranı ise iyice düşüyor.

Şeytan bunun neresinde?

* * *

Şeytan, dışarıdan gelen paradır. Bu paralar sayesinde hem cari işlem açığı, yani yüksek ithalat finanse edilebiliyor, hem de bu ithalatın yarattığı dolaylı vergiler sayesinde kamunun finansman dengesi sağlanıyor. Yani bir taşla iki kuş vuruluyor. Cari işlem açığı veren ülkeler, daha doğrusu milletler, başka milletlerin "tasarruflarını" kullanır denir. Peki bazı milletler, niçin kendi tasarruflarını "ben yemedim kardeş, al sen ye diye başka milletlere versin?" Böyle vermiyorlar tabii. Peki nasıl veriyorlar? Ya bize yüksek faiz ver, ülkemizde kazanmadığımız parayı sizin sırtınızdan kazanalım; ya da senin ne kadar malın mülkün varsa onları bize sat, parayı öyle kap diyorlar. Yabacılara satılan mülkler, geçmiş yıllarda bu milletin tasarruflarıyla yaratılmıştır. Öyleyse tekrarlayalım:

a) Yüksek faiz vererek, bugün yapabileceğimiz tasarruf edilebilir gelirimizi küçültüyoruz

b) Varlık satarak başkalarının tasarrufunu çekmiyor, geçmişte yaptığımız kendi tasarrufumuzu tüketiyoruz.

c) Üstelik bu yatırımların sahipliği değiştiği için, onların gelecek yıllarda yaratacağı dolaylı ve dolaysız nemadan vazgeçiyoruz.

Yani hem geçmiş, hem güncel, hem de gelecek tasarrufumuzu yiyoruz.

Son Söz: Başkasının tasarrufunu yiyen, kendi tasarrufunu yedirir.
Yazının Devamını Oku

Sanayici kendi başının çaresine baksın

1 Ağustos 2007
HARVARD Üniversitesi’nin Türk iktisat profesörü Dani Rodrik "Değerli kur politikaları ülke ekonomisini frenler" demiş. (Sabah Gazetesi, 28 Temmuz 2007 Cumartesi) Türkiye’de 150 yıldır ve son beş yılda da inatla ve ısrarla sürdürülen politika işte budur. Ben buna "yüksek faiz-düşük kur" diyor ve kıyasıya eleştiriyorum. Profesör Dani Rodrik, şunları söylüyor:

1. Ulusal paranın değerlenmesine izin vermeyen politika, Türkiye gibi ülkelerde gelişme potansiyeli olan sektörlerin büyümesine ivme kazandırıyor.

2. Bu ülkelerde imalat sanayinde ve tarım dışı sektörlerde kárlılık artıyor.

3. Bu sayede hem işçi başına üretim, hem de genel anlamda "sanayinin verimliliği" artıyor.

4. Düşük değerli ulusal para politikası, üretimin artmasıyla birlikte, yeni iş alanlarının açılmasını (işsizliğin azalmasını) sağlıyor.

5. Buna mukabil aşırı değerli ulusal para (resme dışarıdan bakan Dani hoca, buna "yüksek kur", Türkiye’den bakan biz ise "düşük kur" diyoruz.) yalnızca sürdürülebilir olmayan tüketim sürecini tetikliyor.

* * *

Bugün için sanayide verimlilik kavramını irdeleyecek bir yazı yazmayı planlıyordum. Önce Dani hocanın konuşmasını, sonra da Merkez Bankası Başkanı’nın "sanayiciler kurlardan şikáyet etmeyi bıraksın" diyen beyanatını okudum. Başkan şunu demek istiyor: Uygulanan "yüksek faiz-ucuz döviz" politikası, makro ekonomi bakımından doğrudur. Sanayicilerin, ucuz dövizden zarar görmesi bir mikro ekonomi sorunudur. Merkez Bankası’nı ilgilendirmez. (Yanlış bir saptama) Mikro sorunlar, mikro ekonomik önlemlerle çözülür. Sanayiciler, verimliliklerini arttırsın, marka ve model geliştirsin. Kárlılığı, bu önlemlerle elde etsin.

* * *

Sanayide veya genel anlamda üretimde verimlilik iki anlama gelir. Birincisi "emek verimliliği" ikincisi "toplam faktör verimliliği"dir. Emek verimliliği, işçi başına üretim demektir. Türkiye’de bu artmaktadır. İkincisi, kullanılan tüm girdiler başına üretimdir. Tüm gidiler denince bunun içine a) emek, b) sermaye, c) ham madde, d) teknolojik ve yönetsel bilgi girer. Türkiye’de bunun arttığına dair bir bilgi yok. Zaten bunun ölçülmesi de son derece zordur. Burada Profesör Rodrik’in "üretimde ölçek büyümesi, verimlilik artışı sağlar" tespitini hatırlamak gerek. Genelde verimlilik meselesinde iki husus önemlidir. Birincisi, emeğin verimi, ona refakat eden fizik sermaye arttıkça kendiliğinden artar. Buna da kısaca "verimlilik artışı" denir. Yani emek verimliliği artışı, aslında sermayenin, emeğin yerini almasından başka bir şey değildir. İkincisi, ürün kalitesini arttırıp, maliyeti düşürecek makine ve teçhizat gibi fizik yatırımların rantabilitesi, büyük hacimlerde üretim ve satış yapmaya bağlıdır. Küresel ekonomide büyüme, ihracata bağlıdır. İhracatta yüksek satış rakamlarına ulaşmak için dış talebi uyarmak gerekir. Bu da fiyatla olur. İhracatta ürün fiyatı, kur seviyesiyle doğrudan ilişkilidir. Bu da ucuz dövizle olmaz.

Son Söz: Satış artışı, üretim artışı; üretim artışı, verimlilik artışı getirir.
Yazının Devamını Oku

İlaçtan hastalanmak

28 Temmuz 2007
UZUN süredir Türkiye’de "yüksek faiz-düşük kur" politikası uygulandığını tekrarlayıp duruyorum. Önceleri böyle bir politikanın olmadığı savunuldu. Faizlerin enflasyonu önlemek için yüksek tutulduğu, buna mukabil kurların piyasada belirlendiği söylendi. Yani denmek istendi ki; faizle kur düzeyi arasında nedensellik ilişkisi yoktur. Bunu söyleyenler ve yazanlar aynı gün televizyonlarda Amerikan Doları, faiz artışı beklentisi üzerine değerlendi diye yorum yaptılar. Geçen yıl çıkan mini devalüasyon krizi karşısında, "Merkez Bankası kur artışlarına seyirci kalamaz; yoksa enflasyon hedefi tutmaz, derhal faiz silahını çekmeli" diye tavsiyede bulundular. Aynen de öyle yapıldı. Hem faizler arttırıldı, hem de piyasaya döviz satıldı. Kur ateşi söndürüldü. Yani işlerine gelince "dalgalı kur rejiminde, kurlar piyasada teşekkül eder" diye adam azarlayanlar, "icabında TL faizleri arttırılarak döviz fiyat artışları engellenmelidir" diye, uzman görüşü serdetmekte beis görmediler. Yüksek faiz-düşük kur politikasını desteklemek için, özel sektör, dövizle "bedavaya" hatta üste para alarak borçlanırken, halkın parasını harcayan Hazine, dünyanın en yüksek reel faiziyle borçlandı.

* * *

İzlenen politikanın anlaşılmayacak bir yanı yok. En azından ben, "yüksek faiz-düşük kur" politikasını savunanları anlıyorum. Hatta bir noktaya kadar hak da veriyorum. Merkez Bankası, enflasyonu düşürmeye odaklanmıştır. Amaç, budur. Bu amacı gerçekleştirmek için elindeki tek silahı, yani faizi, sonuna kadar kullanacaktır. Politika şöyle formüle edilmiştir. Hastalık, enflasyondur; ilacı, yüksek faiz ve düşük kurdur. Bünye bu ilaçlara tahammül etmelidir. Eğer ilaçlar komplikasyon yaratırsa, çaresi faizi düşürmek değil, bütçeyi sıkmaktır. Gelelim sonuca: Uygulanan bu politikanın siyasi sorumlusu AKP, ezici bir çoğunlukla seçimleri kazanmıştır. Demek ki, politika başarılıdır ve ortada bir mesele yoktur.

* * *

Hayır! Ortada bir, değil iki mesele vardır. Hem faizler yüksektir; hem de kur düşüktür. Rakamlar ortadadır. Kalabalık bir koro, gür sesiyle "yaşa! var ol; yüksek faiz; düşük kur" marşını söylerken, ben cızırtı yapmayı sürdüreceğim. Çünkü eldeki tablo sakattır. Hem cari açık hem de bütçe açığı sorunu vardır. Faizlerin indirilmesi şarttır. Nitekim Bakan Babacan, "hedef, tek haneli faiz" diye bir çıkışta bulunmuştur. Bu çıkış bir bakıma Merkez Bankası’nın işine müdahaledir. Ama hayatın gerçekleri çözümü dayatmaktadır. Fahiş faiz, bir sömürüdür. Sömürülen emek, sömüren sermayedir. Aracısı da devlettir. Çünkü kamunun ödediği yüksek faizlerle,

a) Fakirden, zengine;

b) Devletten, özel sektöre;

c) Yurt içinden, yurt dışına, gelir ve servet transferi yapılmaktadır.

Sorun şurada: Faizler inerken, döviz fiyatları artacaktır. Bu hayırlıdır. Ancak (geçici dahi olsa) "ölçülen" enflasyonun tekrar yükselmesi beklenmelidir. Bu olunca, telaşa kapılmaya gerek yoktur. Eğer söz verildiği gibi "sıkı bütçe" uygulaması sürdürülürse, muhtemel kur artışlarından kaynaklanacak fiyat artışları enflasyona dönüşmez.

Son Söz: Zor kararlar, iyi günde alınır.
Yazının Devamını Oku

Her seçim bir referandumdur

25 Temmuz 2007
SEÇİMLERİ beklenildiği gibi AKP kazandı. 2002 seçimlerinden sonra yazdığım ilk yazıda "Tayyip Erdoğan on yıl için iktidara geldi" başlığını kullanmıştım. Sinema, bir rejisör sanatı ise, siyaset de bir lider oyunudur. Bir siyasi partiyi, iktidar yapan, kadro veya ideoloji değil, liderdir. Liderlik, toplumun geleneksel çizgisini değiştirmektir. Tayyip Erdoğan, "dindarları, modernleştiren", "solcuları, sağa; sağcıları, sola çeken" , "milliyetçiliği, demodeleştiren", "laikliğin içini boşaltan" bir çizgide Turgut Özal’dan sonra gelen ikinci liderdir. Demirel, Ecevit ve hatta bir dereceye kadar Erbakan da kendi şartlarında birer liderdi. Şimdi soru şu: Erdoğan, karizmatik liderliğini sürdürebilecek midir? Sürdüremeyebilir. Çünkü Erdoğan’ın seçimi kazanmasında "şansının" yani küresel konjonktürün çok büyük payı vardır. Şans, tanım icabı, insana her zaman gülmez.

* * *

Bu seçimlerin öne çıkan özellikleri şunlar olmuştur.

1. Batı, bütün gücüyle seçimi AKP’nin kazanması için çalışmıştır. Batı medyasında yer alan haber ve yorumlar inanılmayacak kadar tarafgiranedir. AKP’ye dışarıdan destek verenlere, İran, Arap alemi ve İsrail de katılabilir. Yunanistan ve Kıbrıs Rum Devleti de herhalde AKP’nin seçimleri kazanmasına çok sevinmiştir.

2. Aslında bir ülkede yabancıların desteklediği bir hükümetin bulunması sevinilecek bir husustur. Bu, başarılı bir dış politika izlendiği anlamına gelir. Ancak yine de bu desteğin Türkiye’ye bir şekilde fatura edildiği veya edileceği açıktır. Bu faturaların birbiriyle çelişmesi de muhtemeldir. Ödemede güçlük çıkabilir.

3. Avrupa, Türkiye "láik muhafazakár" olacağına "İslamcı liberal" olsun daha iyi demektedir. Bölgenin huzuru için en büyük tehlikenin Türkiye’de milliyetçiliğin yükselmesinden geleceği görüşündedir.

4. Bu seçimlerde AKP’nin zaferini sağlayan temel husus, iktisadi hayatta elde edilen sonuçlardır. Bu sonuçları sağlayan da yurt dışından gelen sıcak ve soğuk paradır. Bu paragrafı, bir üst madde ile birlikte değerlendirmek gerekir.

5. İslam’la esaslı bir çatışma içine girmiş bulunan Batı medeniyeti için, İslamist (Referansı İslam olan) bir siyasi partinin Türkiye’de iş başında kalması, bulunmaz bir propaganda nimetidir. Ne kadar Batılı olursa olsun, hiç bir láik hükümet bu fonksiyonu göremez. Batı, (mevcut ılımlı çizgisini koruduğu sürece) AKP’yi destekleyecektir.

6. Kampanyalardan benim aklımda kalan en çirkin tablo, Bahçeli’nin kürsüden urgan atmasıdır.

Bu seçimlerde halk, AKP’yi destekleyerek, şu tercihleri onaylamıştır.

1. Güneydoğu’da sabit kırmızı değil, silinebilir pembe çizgiler vardır.

2. Kıbrıs meselesini çözmek için gerekli tavizler verilmelidir.

3. Ulusal bağımsızlık boş bir ülküdür. Batı ile bağlar güçlenmeli ve ülke yönetiminde onlarla birlikte hareket edilmelidir.

4. Ne pahasına olursa olsun, yabancı sermaye akımı sürmelidir.

5. Ordu, kesinlikle siyaset dışı kalmalıdır.

Son Söz: Hayatın amacı, iyi yaşamaktır.
Yazının Devamını Oku

Bu köşe babamın malıdır

21 Temmuz 2007
BENİM de hasbelkader aralarında bulunduğum köşe yazarlarına, zaman, zaman, "o köşeler, babanızın malı değildir" diye uyarıda bulunulur. Bu uyarının anlamı, yazılarınızı kendi çıkarınıza hizmet etsin diye yazamayınız demektir. Yirmi dört yıldır bu gazetenin kıyısında köşesinde, buralar babamın malı değildir bilinciyle yazı yazmaya çalıştım. Bugün bu ilkeyi açıkça ihlal edeceğim. Aşağıdaki yazının amacı, tamamen kendi çıkarımı kollamaktır. Başkasının çıkarını kolluyorsam namerdim.

Buradan yetkililere sesleniyorum.

1. İstanbul Büyükşehir hudutları içinde, yolların kenarına dikilmiş bulunan bütün "park edilmez" ve "durulmaz" levhalarını kaldırın.

2. Trafik kanununda veya diğer mevzuatta yer alan park yasağı ile ilgili tüm maddeleri iptal edin.

3. Usulsüz şekilde park edilmiş arabaları çeken bütün araçları başka hizmete tahsis edin.

4. Tüm trafik teşkilatına "bundan böyle İstanbul’da park edilmez veya durulmaz diye bir yasak türü kalmamıştır; sürücüleri bu nedenle rahatsız etmeyin" diye genelge yayınlayın.

5. Lokantaların, otellerin, gece kulüplerinin, düğün salonlarının önlerinde veya hava alanlarında sunulan "vale hizmetini" yasaklayın.

* * *

Kısaca, İstanbul’da isteyen, istediği yere aracını gönül huzuru içinde park etsin. Park ettiği yer, itfaiye çıkışı, ambulans girişi, otobüs durağı, park edilmesin diye özellikle daraltılmış köşe başı, ana arter, birinci derece acil tahliye yolu, kaldırımların tam veya yarım üstü, ikinci sıra, üçüncü sıra diye düşünmesin. Canı nerede durmak istiyorsa dursun. Canı nerede park etmek istiyorsa, etsin. Alışverişini yapsın, arkadaşını ziyaret etsin, işini görsün, civardaki lokantada iki lokma yemek yesin ve bunları yaparken "acaba aracımı yanlış yere mi park ettim" diye düşünüp huzursuz olmasın. Vatandaş rahat etsin. Kapalı veya açık otoparklara veya belediyeye park ücreti ödemekten kurtulsun Hayat ucuzlasın. Netice itibariyle bu ülke, bu milletin değil mi? Vatandaşa, kendi vatanında, aracını istediği yere park etme hakkı çok görülmesin lütfen.

* * *

Tüm bunları kendi menfaatim için yazıyorum. Çünkü ben de bunları yapmak istiyorum. Korkaklığımdan "park yasaktır" veya "durulmaz" levhası görünce yapamıyorum. Ama bu levhaları ve kuralları hiç takmayan, aracını istediği yere istediği zaman park eden, özgürlüğünü doya, doya; tepe, tepe kullanan hemşerilerim var. Bu hanımları ve beyleri çok kıskanıyorum. Ben de onlar gibi olmak istiyorum. Ama yapamıyorum ve hasetten çatlıyorum. Yukarıdaki taleplerim kabul edilirse, çok rahatlayacağım. Park edecek yer bulamam, arabam başıma bela olur diye birçok yere taksiyle gitmekten kurtulurum. Ezkaza arabamı almışsam, gittiğim semtte, park yeri bucağım diye dünyanın vaktini kaybetmem. Sonunda hem uzağa park edip, hem de para ödemek zorunda kalmam.

Son Söz: Yaptırımsız yasak, hukuku, guguk yapar.
Yazının Devamını Oku

Kendi gazını kendin çıkar

18 Temmuz 2007
SEÇİMLERE bir hafta kala AKP hükümeti, Türkiye’nin doğal gaz tedarik meselesini de çözdü. İşte buna şapka çıkartılır doğrusu. Gazetelerin yazdığına göre, Türkiye’ye "gizlice" gelen İran Petrol Bakanı Vezir Hamaney ile Enerji Bakanımız Hilmi Güler, aralıksız 48 saat süren görüşmelerden sonra, cumartesi gece yarısı saat 24.00’ü geçtikten sonra tarihi anlaşmayı imzalamışlar. Gel de bu zafere sevinme. Yazıya girmeden önce, anlaşmanın içeriğini kısaca anlatayım. İran’ın, Basra Körfezi’ndeki kıta sahanlığı içinde, yani deniz altında bulunan 26 adet doğalgaz yatağının 3 tanesini Türkiye işletecekmiş. Yani Türkiye, Basra Körfezi’nde gaz arayacak, bulacak, çıkartacak ve 2000 km boru hattı inşa edecek ve kendi çıkardığı gazı, kendisi Türkiye’ye kendi getirip, kendi kullanacak. Tüm bu yatırımların parasını da kendisi bulacak. Habere göre, İran bu hakkı Türkiye’ye "ihalesiz" vermiş. İhalesiz lafı öyle vurgulanıyor ki, sanki bedava veya emsaline göre çok ucuza vermiş gibi anlaşılıyor. Böyle bir anlaşmanın en öneli maddesi olan fiyatla ilgili başka bir bilgi de yok.

* * *

Bu yazının maksadı, yapılan gaz anlaşmasını irdelemek değil. Bu anlaşma ile son günlerde Türkiye’nin dünya enerji trafiğinde Rusya tarafından devre dışı bırakılmasına karşı bir koz olup olmayacağını da tartışmayacağım. Hatta Amerika’nın "İran’la benim rızam dışında hiçbir anlaşma yapamazsın" dayılanmasını da değinmeyeceğim. Kısaca henüz bir "niyet mektubu" dışında hiçbir anlam ifade etmeyen bu anlaşmanın, gerçekleşme ihtimalini de sorgulamayacağım. Halen mevcut ve işler vaziyette olan İran-Türkiye doğal gaz boru hattının vanasını, Türkiye’nin en sıkışık günlerinde, her kar yağdığında kapatan İran’la iş yapılıp yapılmayacağını da sormayacağım. Bu yazının maksadı, bir toplumun kendi yöneticileri tarafından nasıl "kandırılabilir" çocuk yerine konulduğunu anlatmaktır.

* * *

Toplumu etkilemek, karar ve tercihlerini değiştirmek için yapılan eylemlere propaganda denir. Bu mesleğin altın kuralı "olay yok, vesile var; haber yok, propaganda var"dır. Propaganda tasarımcıları çalışma planlarını bu ilkeye göre yapar. Sırasıyla,

1. Propagandanın ana fikri saptanır.

2. Bu ana fikri, halka en iyi aktaracak haberin ne olacağı tasarlanır.

3. Haberi vermeyi ve yaymayı mümkün kılacak bir vesile aranır.

4. Vesile olsun diye olay yaratılır.

Bütün dünyada, ulusal ekonomilerinin geleceği, enerji teminine bağlı. Bugünkü teknoloji düzeyinde de enerji, "petrol ve doğal gaz" demektir. Kömür, hidrojen, nükleer, hidroelektrik ve yenilenebilir enerji türlerinin hiç biri, henüz petrole ve doğal gaza rakip olacak düzeyde değil. Türk halkı da bunu biliyor. Zaten en büyük rüyamız da ülkemizde bol petrol bulunması. Bunu bilen AKP propaganda takımı, seçime bir hafta kala bu bombayı da patlattı. Bravo! İran’ın bu kıyağından sonra artık AKP yüzde 50’den az oy alırsa, bu başarısızlık demektir.

Son Söz: Kendi seçmenini, kendin kandır.
Yazının Devamını Oku

IMF ile ipleri koparmak

14 Temmuz 2007
HAFTA içinde bana, "Hoppala! Seçimlere iki hafta kala bu da nereden çıktı?" dedirten bir haberle karşılaştım. Hürriyet’te de yer alan habere göre, Amerikanın önemli iktisat gazetesi Wall Street Journal’da, "Türkiye, IMF’den kopabilir" başlıklı bir analiz yayınlanmış. Ayşe Ferliel tarafından kaleme alınan yazıda, ekonomik büyüme ve güçlü yabancı yatırım akımlarından cesaret alan Türk "yetkililerinin", ekonomiyi IMF’nin kontrolü dışına çıkarmayı düşündükleri yer alıyor.

Burada kastedilen yetkililer kim acaba? En güçlü ihtimal, bunların AKP’nin ekonomik kadrosu olmasıdır. Yorumcuya göre, iş başına gelecek hükümetin, (herhalde burada da AKP kastediliyor) IMF ile bir anlaşma yapıp yapmayacağı kararını çabuk vermesi tavsiye ediliyor. Arkasından da yabancı analistlerin, piyasaları korkutmamak için, hükümetin bu yöndeki adımı çok dikkatli atması (yani atmaması) uyarısı yaptığı, ekleniyor.

Türkiye, IMF’den kopmak istiyor haberi üzerine, Türkiye’de iyi tanınan ve Türkiye’yi iyi tanıyan Mark Mobious’un da görüşü sorulmuş. Dr. Mobious, Türkiye’ye 4 milyar dolardan fazla para yatırmış Templeton Asset Management adlı firmanın patronudur. Mobious, "Türklerin gururlu ve sorumlu insanlar olduğunu biliyorum. Ancak uluslararası inandırıcılık gerek, bunu da dışarıdaki bir kurum (yani IMF) sağlıyor" demiş. IMF’den kopması, Türkiye için iyi olmaz, çünkü "IMF, iç politika üstündedir ve küresel yatırımcılar için objektif bir ölçü sağlıyor" diye ilave etmiş.

* * *

Haber metninin içinde bir de IMF’nin yaptığı denetimi, yurtiçinde kurulacak bir bağımsız kurumun üstlenmesinden bahsediliyor. Benim bildiğim, bir ülke ekonomisini içeriden denetleyen "bağımsız kurum", o ülkenin merkez bankasıdır. Demek ki benim bilmediğim, ekonomiyi içeriden denetleyen bir "denetleme kurumu" türü daha var. Haberde yer aldığına göre, yabancı yatırımcılar, Türkiye, IMF ile ipleri koparmak istiyor haberine "sinirlenmiş". Ancak, son günlerde borsada yaşanan tırmanışa bakılırsa galiba bu sinirlilik hali çabuk geçmiş diyeceğiz.

* * *

Eğer haber doğruysa ki öyle kabul etmek gerek; ekonomi yetkililerinin IMF’den kopma arzusu, ekonomi politikasında, IMF’nin onaylamadığı bir değişiklik yapmayı istiyorlar anlamına gelir. Bu ne olabilir merak ediyorum. IMF’ye ihtiyaç kalmadı diye konuşmak, hava basmak anlamına da gelebilir. Hükümetin bir yandan ekonomide "az zamanda çok işler yaptık" diye övünüp, diğer yandan IMF’den kopmak istemesi tutarsızlıktır.

Çünkü son beş yılda elde edilen iyi sonuçlar, IMF denetimine güvenen yabancı yatırımcıların Türkiye’ye sıcak soğuk demeden para akıtmalarıyla elde edilmiştir. Eğer IMF denetimlerinin, ekonomiye, artık faydadan çok zarar verdiği düşünülüyorsa, yeni rota IMF ile birlikte çizilmelidir. Çünkü IMF, bugünkü tablodan hem iyi hem kötü yönleriyle "müşterek mesuldür". IMF gidiyorum dese, yakasına yapışmak gerek. Nerede kaldı ipi koparmak.

Son söz: Yetkiyi paylaşan, sorumluluğa da katılır.
Yazının Devamını Oku

Ankara-Londra hattı

11 Temmuz 2007
SEÇİMLERE çok az bir süre kaldı. Normal olarak yabancı yatırımcıların bir "bekle gör" pozisyonunda olması gerek. Tam tersine yabancılar, bin atlı akınlarda çocuklar gibi şen. Türkiye’den hisse senedi, tahvil, gayrimenkul ve şirket almak için yarışa girmiş vaziyetteler. Duruma bir bakalım. 1. Ülkenin başında, çözümü konusunda Türklerle Kürtlerin anlaşamadığı, daha da kötüsü Türklerle Amerikalıların anlaşamadığı koskoca bir Güneydoğu Kürt meselesi var. Üstelik kimimizin elinde vurdum kurtuldum urganı, kimimizin elinde verdim gitti fermanı, meydanlarda dolaşıp duruyoruz.

2. IMF ile ilişkiler şekerrenk; çünkü bütçe açıkları artıyor. IMF’nin üzerinde çok durduğu ve tanımını kendisinin yaptığı "faiz dışı fazla", şu ana kadar 11 milyar YTL olmuş. Geçen yıl aynı sürede, aynı tanıma göre hesaplanan faiz dışı fazla 16 milyar lira imiş. Ekonomist Tuğrul Belli, bu gidişle 2007 yılının tamamında, IMF tanımlı faiz dışı fazlanın, milli gelirinin yüzde 3’üne düşeceğini tahmin ediyor. Hálbuki IMF’nin beklentisi, yani bizim sözümüz, bu oranın en az yüzde 6.5 olmasıdır. Demek ki yıl bitmeden, IMF çapasının taradığı anlaşılacak.

3. Maliye bakanlığı işin vahametinin farkında. Bunun için alelacele rekabet ortamında kár eden kamu kuruluşlarını satarak veya 20 yıllık havaalanı vergi gelirlerini kırdırarak, topladığı paralarla fahiş faizleri ödemek için bir defalık "faiz dışı fazla" yaratıyor.

4. AB çapası ise zaten taramış durumda. Önce Almanya’da, Türkiye’nin AB’ye ancak "imtiyaz(sız)" üye olabileceğini açıkça deklare eden Merkel’in başbakan olması, ardından da Fransa’da cumhurbaşkanlığı seçimlerini, Türkiye’nin AB’de yeri yoktur diyen Sarkozy’nin kazanması bu taramayı geri dönülmez noktaya getirdi.

5. Avrupa’nın siyasi liderleri "kötü polis" tavırlarını net bir şekilde ortaya koyarken, AB yetkilileri, Türkiye’nin kafasının atıp "Ne Belçika’nın çikolatası, ne AB komiserlerinin yüzü" dememesi için, "iyi polis" rolünü oynuyor. Ama lafın arasına hemen Kıbrıs ve Güneydoğu’da kendi tercihlerini sokuşturuyor.

* * *

Tüm olumsuzluklara rağmen, nasıl oluyor da devasa cari açığı olan Türkiye’nin ulusal para birimi YTL, cari açığı olmayan AB’nin para birimi Euro’ya karşı değerleniyor? Türk sanayi kuruluşlarının aşırı değerlenen ulusal para yüzünden azalan rekabet güçlerine rağmen, nasıl oluyor da firma değerleri Borsa’da artıp duruyor? Bunların bir açıklaması olmak gerek. Varlık fiyatları, esas olarak geleceğe ait beklentilere göre oluşur. Bir varlığın, buna paranın kendisi de dáhildir, eğer getirisinin artacağı tahmin ediliyorsa, fiyatının artması normaldir. Buna temel analiz denir. Ama bu artma süreci ne zaman başlayacaktır? Bunu bulmaya da teknik analiz denir. Teknik analize biraz Rufailer biraz da Londra Bankerleri karışır. Anlaşılan AKP ile Londra’da mukim yatırım danışmanları arasında "özel bir ilişki" kurulmuş. Böylece işin teknik tarafı halledilmiş.

Seçim arifesinde borsa coşkusu da pek hoş oldu doğrusu.

Son Söz: IMF çapası gider, Londra çapası gelir.
Yazının Devamını Oku