24 Kasım 2007
1958 yılında ODTÜ’de okurken sosyoloji dersi almıştım. Dersi genç bir hanım hoca veriyordu. Köy enstitüleri konusuna özel bir ilgi duyuyordu. Nitekim bizi alıp Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne götürdü. O zaman adı öğretmen okulu olmuştu. Enstitüde iki gün kaldık. Çok etkilenmiştim. Hoca bize bu enstitüleri kuran "Tonguç Baba"nın arkasındaki güç olan, o devrin Milli Eğitim Bakanı Hasan Áli Yücel’le görüşmemizi önerdi.
Randevu aldık. Birkaç sınıf arkadaşımla birlikte Yücel’i ziyaret ettik. Sağlığı çok iyi değildi. Pijamasının üstüne yarım "ropdöşambr" giymiş bir kılıkta bizi karşıladı ve kıyafeti için özür diledi. Zaten babam da evde böyle dolaştığı için bana çok normal geldi.
Köy enstitülerini niçin kurduklarını, bu okulların felsefesini ve gerekçesini anlattı. Biz sormadan, bu okullarda "komünist öğretmenler yetiştiriliyor" iddialarına cevap verdi. Belli ki, bu husus onu yaralamıştı.
* * *
Konuşmanın köy enstitüleri faslı bitince, konu o günlerde de gündemde olan "irtica" tehlikesine geldi. Ticani tarikatı mensupları, devrimleri protesto için, geceleri Atatürk heykellerini kırıyordu. Biz de buna çok bozuluyorduk. Bu Atatürk düşmanlığıyla nasıl başa çıkılabilir diye sorduk. Yücel, önce bize irtica kelimesinin anlamını sordu. Gericilik diye cevap verdik. Hayır dedi. İrtica "tepkicilik"tir. Fransızcası da "reaksiyoner"dir dedi.
Şöyle devam etti: Etki olan her yerde tepki de olur. Türkiye’deki etki, Atatürk devrimleridir. Bu devrimler doğal olarak "tepki" yaratmıştır. Tepki daima, etkinin ters yönünde oluşan bir kuvvettir. Etki (aksiyon) ne kadar kuvvetliyse, ona karşı gösterilen "tepki" (reaksiyon) de o kadar kuvvetlidir. Arkasından, demokrasi nedir diye sordu. Biz de halkın kendi kendini idaresidir, zaten Meclis salonunda "Hákimiyet, kayıtsız şartsız milletindir" yazıyor dedik.
Demokraside gelişme ve değişme nasıl olur diye sordu. Evrim yoluyla olur dedik. O zaman nasıl "hem devrimleri hem de evrimi savunacaksınız" diye bizi sarsan bir çıkış yaptı. Şunu ilave etti. Ömrünüz boyunca bu açmazı yaşayacaksınız. Demokrasiyi isteyecek, ama demokrasi geliştikçe, cumhuriyet ilke ve devrimlerinin aşındığını göreceksiniz. Ben o zaman Demokrat Parti’yi tuttuğum için bu bana o kadar zor gelmemişti. Yapılabilir diye düşünüyordum.
* * *
Bugün kendi kendime şu soruyu soruyorum. Türkiye’de "cumhuriyet" ne demek? Diğer bir deyişle, cumhuriyeti savunanlar neyi savunuyor? Bunun neresi demokrasiyle çelişiyor. Çünkü cumhuriyet;
1. Sokakta yürürken, lokantada yemek yerken, uçağa binerken, okula giderken, işini yaparken, aile içi ilişkileri düzenlerken, haliyle, tavrıyla ve kıyafetiyle, üstün nitelikli bir "Batılı" gibi duran ve davranan,
2. Hayatta en hakiki yol gösterici, bilimdir diyen,
3. Ülkesinin birlik ve bütünlüğünü savunan,
4. İnsanların ırkını, dinini ve soyunu sorgulamayan,
5. Vatanını seven ve onu koruyan,
6. Kendine Türk denmesinden mutlu olan insan tipi yaratma projesidir.
Son Söz: Türk’ü sevmeyen, cumhuriyeti sevemez.
Yazının Devamını Oku 21 Kasım 2007
ULAŞTIRMA Bakanı Binali Yıldırım, Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın tarihe geçeceğini söylemiş ve gerekçesini de şöyle açıklamış. Demirel, Boğaziçi Köprüsüyle; Özal, Fatih Sultan Mehmet Köprüsüyle tarihe geçti. Erdoğan da üçüncü Boğaziçi köprüsü, Boğaziçi tüp geçidi ve Çanakkale Boğazı köprülerini inşa ettirerek tarihe geçecektir. Bana göre Erdoğan’ın tarihe geçmesi için, üç boğaz geçişi inşa ettirmesine gerek yok. O, şimdiden tarihe geçmiş vaziyette. Ama bu üç boğaz geçişi inşa edildikten sonra, Sayın Binali Yıldırım da tarihe geçer. Bu da fena olmaz hani.
* * *
Başbakan Erdoğan’ı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminden beri izliyorum. Zaman, zaman "tam benim gibi düşünüyor" diyorum ve takdir ediyorum. Bir kişi, bir başkasının fikrini beğenmişse, bilin ki beğendiği fikir, haddizatında kendi fikridir. Zaten her beğenme, bir bakıma kendini beğenmedir. Erdoğan’ın en beğendim fikirlerinden biri de İstanbul’un büyümesini durdurmak istemesidir. Bu bapta, çok eleştirilen ama bence doğru olan "İstanbul’a göç, vizeye bağlanmalıdır" şekilde cesur bir çıkışı bile oldu. Pek tabii burada vizeden kastedilen, İstanbul’u geçici olarak ziyaret edeceklerin değil, temelli yerleşmek isteyenlerin, nerede ikamet edeceği ve geçimini nasıl sağlayacağı sorularına cevap vermesidir. İstanbul’a yerleşmek isteyenlerin "gecekondu inşa etmeyeceğine ve işportacılık yapmayacağına" İstanbul’da oturanların inanması gerekir. Benzer kurallar İsviçre’de ve daha pek çok ülkede aynen vardır. Pek tabii bu kabil kısıtlamalar, kanun hákimiyeti olmayan Türkiye’de kolay, kolay uygulanamaz. Ama burada önemli olan Erdoğan’ın ulaştığı bilinç ve takındığı tavırdır. Belediye başkanının ulaştığı bu bilinç ve benimsediği tavır, vize uygulaması şekilde hayata geçirilemese bile, bir başka şekilde sonuca gidebilir. Sayın Erdoğan’ın İstanbul barajlarının su toplama havzalarında inşa edilen kaçak binaları yıkın emrine "yazık değil mi, insanların evlerini niye yıkıyorsunuz?" diye karşı çıkanlara söylediği "yıkım gerekçemiz, daha çok insana fayda sağlamaktır" sözlerini, benim püriten ahlák anlayışımla tam örtüştüğü için hiç unutmadım.
* * *
Gelelim bu sözlerin sahibi Erdoğan ve onu önder kabul etmiş yöneticilerin İstanbul’un nüfusunu çoğaltmak ve şehri alabildiğince büyütmek için sürekli proje üretmesi tutarsızlığına. Durmadan hem yeşil alanlar imara açılıyor, hem de imara açık alanlarda inşaat katsayısı sürekli arttırılıyor. Üçüncü köprü ise, şehrin trafik sorununu çözmekten çok, İstanbul’da büyüme patlaması yaratacak baş projelerden biridir. Bu tutum, şehre girişlere vize koyma fikriyle çelişkidir. İstanbul, büyümesi durdurulamazsa, yarattığı kaynak tahsisi çarpıklıklarıyla Türk ekonomisinin başına bela olmaya devam edecektir. İstanbul ülke tasarruflarının çoğunu kendine çekerek diğer kentlerin yeterince gelişmesine engel olmaktadır. Ne yazık ki İstanbul’un "rant yaratma" cazibesine ve "bencillerin cazgırlığına" kimse karşı duramamaktadır. Tarihe geçecek bir Tayip Erdoğan bile.
Son Söz: Her yanlış kararın, haklı bir gerekçesi vardır.
Yazının Devamını Oku 17 Kasım 2007
GEREKÇESİ doğru veya yanlış olsun, enflasyonla mücadele için ısrarla sürdürülen bir "yüksek faiz-düşük kur" politikası var. Bu politikayı uygulayanlar ve onların medyadaki destekçileri, dünyanın en yüksek faizin Türkiye’de olduğunu, YTL’nin de değerlenme rekoru kıran Euro’ya göre bile değerlenmiş olduğunu görüyor. Sonuç bu, ama ortada böyle bir politika yok diyorlar. Faizi ve kurları piyasa belirliyor deyip, uyguladıkları politikayı savunmaktan kaçınıyorlar. İktisat politikası denen şey, elde edilmek istenilen sonucu sağlayacak "mekanizma tasarımı"dır. Çünkü fiyatların "görünmez el" tarafından düzenlendiği ilkesi, birçok halde çalışmaz. Merkez Bankalarının ulusal para piyasasında adeta tekel gücü vardır. Tekel olan yerde de piyasa fiyatı oluşmaz. Faizle kur arasında bir nedensellik ilişkisi vardır demek, döviz kurlarını belirleyen tek sebep, faiz farklarıdır anlamına gelmez. Ama paranın kirası olan faizle, paranın diğer paralar karşısında fiyatı olan kur arasında ilişki olduğu açıktır. Aynen bir gayrimenkulün getirdiği kira ile o gayrimenkulün satış değeri arasındaki ilişki olduğu gibi. Kira ne kadar yüksekse, mülkün fiyatı da o kadar artar.
* * *
Yüksek faiz, ucuz dövizi savunanlar, eğer faiz indiriminden sonra kur artmamışsa, bakın faizle kur arasında ilişki yokmuş demeye pek bayılır.
1. Bir malın fiyatının düşmesi, mutlaka ucuzladı anlamına gelmez.
2. Fiyat karşılaştırması, "dün-bugün" arasında değil "bugün-yarın" arasında yapılır. Her karar, geleceğe aittir. Alıcı veya satıcının kararını geçmişte olanlar değil, "beklentiler" belirler.
3. Kural olarak, fiyat düşünce talep artar; yükselince düşer. Ama bazen tersi olur. Kuralın nasıl çalıştığını bilmeyen, piyasa ters tepki verince, meğer "fiyatla, talep arasında ilişki yokmuş" der.
4. Faiz (fiyat) indirilirken, ileride daha da düşeceği beklentisi oluşmuşsa; düşen faiz, hálá yüksek faizdir. Nitekim bir malın fiyatında yapılan bir tenzilat, eğer piyasada o malın fiyatı daha da düşer beklentisini yaratmışsa, talep artmaz; azalır.
5. Bunun tam tersi de geçerlidir. Eğer bir malın fiyatının yükselmesi, piyasada bu malın fiyatı, daha da artacak beklentisi yaratmışsa, talep azalmaz; aksine artar.
6. Eğer TL faizleri yarım puan düşerken, beraberinde ileride daha da düşecek beklentisi yaratılmışsa, TL tahvillerine talep artar.
7. TL tahvillerinden almak isteyenler, bunun için döviz bozdurursa, döviz arzı artar. Döviz arzı artınca, döviz fiyatları düşer. Bu işin açıklaması bu kadar basittir. Bunda anlaşılmayacak ne var?
8. Fiyatlar daima nispidir. Hiçbir malın fiyatı, tek başına yüksek veya alçak olamaz. Her malın fiyatı, rakip malların fiyatına göre, ucuz veya pahalıdır. Aynı kural faizler için de geçerlidir.
9. Faizle, döviz kuru arasında ters yönlü bir ilişkinin var olup olmadığı gerçekten sınanmak isteniyorsa, Merkez Bankası, en az 2006’da kur artışını frenlemek için yaptığı artış kadar, yani kabaca yüzde 5 oranında faizleri derhal indirmeli ve beş sonra sonuca bakmalıdır.
Son Söz: Anlamak istemeyene, hiçbir şey anlatılamaz.
Yazının Devamını Oku 14 Kasım 2007
ÇÜNKÜ şemsiyenin açma mekanizması bozuk. Şemsiye havaya kaldırılmış; ama meret sopa gibi duruyor. İnsanı yağmurdan korumuyor. Bir yerden bir yere gitmek için kimi hususi arabasına, kimi taksiye, kimi otobüse, kimi minibüse binmiş. Ama bir yere gidemiyor. Çünkü araçlar, diğer araçlar yolu tıkadığı için kıpırdayamıyor. Her araç, "diğer araç" olduğuna göre, al sana kısır döngü. Şehir içi ulaşım, İstanbul’da yaşayanlar için bir kábus haline geldi. İstanbullunun canını, trafikte sıkışıp kalmak; benim canımı da terbiyesizlik ve akılsızlık sıkıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi ’115 kavşak inşa ederek trafik sorunu çözeceğini’ ilan etti. Ben de ’kavşak inşa etmekle bu mesele çözülmez, hatta ağırlaşabilir’ dedim. Belediye, gerek mimari, gerekse mühendislik açısından çok güzel kavşaklar inşa etti. Lákin trafik sorunu daha da ağırlaştı. Şimdi de tünellere ümit bağlandı. Bu da sonuç vermeyecek. Kimse, kavşak, tünel, köprü, köprüyol veya yeni yol inşa edilmesin demez. Denen şudur. Bu kabil sanat yapıları, bir sistemin parçası olmadıkça, çözdüğünden fazla sorun yaratır. Çukurda biriken su ortadan kalksın diye çukur derinleştirilirse, biriken su azalmaz, artar.
1.Bugünkü yazının amacı, belediyeyi tenkit değildir. Bugünkü amacım, kendini trafik sorununun mağduru bilen "egoları hormonlu" hemşerilerimin güdük kalmış "süper ego"larında küçük bir "galiba suçlu da benim" yarası açmaktır.
2.Süper ego, vicdan demektir. Vicdan, kişiyi egoist olmanın verdiği zararlardan korur. Vicdanlı düşünce ve davranış, içinde yaşanılan ve nimetlerinden yararlanılan topluma ve doğaya saygılı olmaktır.
3.İnsan, doğuştan vicdanlı değildir. Vicdan, sonradan teşekkül eder. Etmeye başladığı andan itibaren de ıstırap verir. Vicdan ıstırabı, insanı olgunlaştırır. Öfke ise kendini haklı görüp, başkalarını suçlamaktır. Bu da insanı hamlaştırır hatta hıyarlaştırır.
4.Şehir içi ulaşımda kıt kaynak "yoldur". Kıt kaynağı çoğaltmanın çaresi, bir yandan yeni yol yaparken, diğer yandan mevcut yolların bencil, şımarık, şirret kişilerce gasp edilmesine engel olmaktır.
5.Yollar, otopark değildir. Yollar otoparklaştıkça, trafik tıkanır. Bu, bu kadar basittir. Yanlış davranışın "ama"sı olmaz.
6.Arabasını park edecek yer bulamamak, yasak yere araç park etmeyi haklı kılmaz. Park yeri bulamayan, aracını park etmez. Nokta! Çözüm, başka yerde aranır. Uçakta yer bulamayan, uçağın kargo bölümünde veya üstünde seyahat etmez.
7.Benim gözlem alanım içinde olan ve trafiğin içine ettiği için "elimine edilmesi" gereken birkaç vahşi egoizm örneği vereyim. Maslak’ı tıkayan Park Orman gösterileri ve İstinye Park alışverişleri, Boğaziçi sahil yolunu tıkayan Kuruçeşme ve Ortaköy eğlenceleri, Nişantaşı’nı tıkayan Teşvikiye Camii cenaze törenleri. Yolları tıkayan her tür semt pazarı ve sosyal etkinlikler. Karar sizin.
Son Söz: Olması gereken bedeli ödemeyen, daha yüksek bedele razı olur.
Yazının Devamını Oku 10 Kasım 2007
İNSANLAR, kayalar arasından sızan siyah yağsı bir maddeyi ilk gördüklerinde buna kaya yağı anlamında "petrol" demişler. "Petr" kaya, "ol veya oil" ise yağ demektir. Yağ, birim ağırlıkta en yüksek miktarda enerji depolayan maddedir. Kabaca beher kilo yağda 10.000 kilo kalori enerji bulunur. Burada kullandığım yağ kelimesinin kapsamına, zeytinyağından tutun en kalın fuel oile kadar her tür yağ girer.
Enerji içeren emtia fiyatları, kullanma kolaylığı dahil, içerdiği enerji bakımından karşılaştırılırsa, petrol bugün ulaştığı 700 Dolar/Ton (7 varil 1 ton eder hesabıyla) fiyatıyla hálá en ucuz enerji kaynağıdır. Petrol, taşınabilir alternatif bir enerji maddesi bulununcaya kadar, dünyanın en stratejik metası olmaya devam edecektir. Üstelik petrol, enerji sağlaması dışında da çok değerli bir hammaddedir. Hayatımızın her noktasına girmiş bulunan plastiklerin hammaddesi de petroldür. Petrol aynı zamanda gübre hammaddesidir.
* * *
İktisatçı İlker Domaç’ın yaptığı hesaplara göre, petrol fiyatlarında her 1 dolar artışın Türkiye’ye yıllık maliyeti 450 milyon dolardır. Eğer 2007 ortalama fiyatına göre, 2008 fiyatları beher varilde yaklaşık 30 dolar daha yüksek olsa (inşallah olmaz) bunun ülkemize külfeti 13.5 milyar dolar baliğ olur. Türkiye’nin milli geliri 450 milyar dolardır. Demek ki, gelecek yıl Türk halkı, gelirinin (kısaca milli gelirin) % 3’ünü petrol üreten ülkelere ek olarak aktarmak mecburiyetindedir. Bu arada petrolün, fiyat birimi olan ABD dolarının, Euro karşısında bir yılda ortalama % 12 değer kaybedeceğini varsayarsak, söz konusu petrol fiyat artışlarının Türkiye’nin milli gelirine oranı kabaca % 2’ye düşer.
* * *
Türk ekonomisi, bu petrol fiyat şokuna karşı nasıl bir tepki verecektir?
1. Bu artışın faturasını, halk ödeyecektir. Normal olarak bu ödemeyi tüketimini kısarak yapması gerekir.
2. Fatura, tüketim kısılarak ödenmek istenmezse, bu meblağ kadar ilave dış borç almak gerekir. Karar alıcıların tercihleri dikkate alınırsa, muhtemelen tüketim kısılmayacak, dış borçlar artacaktır.
3. Eğer Türkiye, yurtdışından "net alacaklı" olsa idi, bu ek faturayı tüketimi kısmadan ve borca girmeden, önceki birikimlerinden ödeyebilirdi. Mesela Çin, böyle yapabilir. Halbuki Türkiye, yurtdışına (borçlardan alacaklar ve rezervler düşüldükten sonra) "net borçlu"dur. Demek ki, tüketim kısılmazsa, borç artışı kaçınılmazdır.
4. İthal edilen petrolün fiyatındaki artış, ilk aşamada petrol ürünlerinin iç fiyatlarında artışa yol açar. Bu artış yapılmasın demek, devletin vergi gelirleri azalsın demektir. Vergi gelirlerinin azalması, bütçe açığı yaratır. Bütçe açığı da kamu borcunu artırır.
5. Petrol ürünlerinin artan yurtiçi fiyatları, artışa muhatap olan kişi ve firmaların, sırtlarına binen bu maliyet artışını, kendi gelirini kısmak yerine, mal veya hizmet sattığı kişilere, fiyatlarını artırma yoluyla aktarması, zincirleme bir reaksiyona sebep olabilir. Bu yapılırsa, fiyatlar genel düzeyi artar. Buna enflasyon denir.
Son Söz: Fiyat, fiyata baka baka artar.
Yazının Devamını Oku 7 Kasım 2007
GARİP bir ailenin çocuğu hastalanmış. Kendi haline bıraksan, belki de çocuk iyileşecek. Ama aile olayı ciddiye almış ve kasabanın nefesi kuvvetli hocalarına başvurmuş. Hocalardan biri, hastalık hikáyesini dinledikten sonra yapılması gerekeni şöyle anlatmış. Bu çocuğun işi çok zor. Ben niye hastalandığını tam anlamadım. Durum çok karmaşık. Onu iyileştirse iyileştirse Tuzcu Baba iyileştirir. Yapmanız gereken Tuzcu Baba türbesine tuz koyup, yatırdan şefaat dilemektir. Eğer iyileşmezse, bunun sebebi koyduğunuz tuz miktarının az olmasıdır. Ertesi gün daha fazla tuz koyun. Çocuk iyileşinceye kadar koyduğunuz tuz miktarını her gün artırın...
* * *
Nefesi kuvvetli diğer hoca ise, çocuğu muayene ettikten sonra teşhisini ve tedavi yöntemini şu şekilde özetlemiş. Bu çocuğun bedenine cin girmiş; cini çıkarmak gerek. Onun için çocuğu bir güzel dövün. Bedenine vurduğunuz her sopa, içeri gizlenmiş cine de çarpacaktır. Dayak yemek istemeyen cin, bir süre sonra çocuğun bedeninden çıkacaktır. O zaman çocuk şıp diye iyileşecektir. Eğer çocuk iyileşmezse, bunun anlamı dayağın az geldiğidir. Cin, bedeni terk edinceye kadar dayağa devam etmelisiniz. Sakın çocuğa acıyıp tedaviyi yarıda kesmeyin. Böyle yaparsanız esas o zaman çocuğa kötülük etmiş olursunuz. Aile de işi garantiye almak için, iyisi mi biz ikisini de yapalım demiş.
* * *
Tam uymasa da bizim enflasyonla mücadelemiz de bu hikáyeye döndü. Enflasyonu düşürmek için, hem bütçeyi hem de parayı sıkıyoruz. Ya da parayı sıktığımızı sanıyoruz. ABD’nin devasa dış açıkları yüzünden para piyasalarında dolar arzı arttı. Çin de dünya mal piyasalarına ucuz mal vererek büyüdü. Dünyanın "devalüasyon-enflasyon" sarmalına girmiş tüm ülkelerde, bu sayede enflasyon düştü. Aynı sebeplerle bizde de düştü. Ama biz bunu yüksek faizle iç talebi kısarak düşürdüğümüze inanıyoruz. Enflasyonda bir kıpırdama olunca, hemen aklımıza faizleri artırmak geliyor. Geçen ay Merkez Bankası yöneticileri bir ekonomi yorumcularıyla toplantı yapmış ve enflasyonla mücadelede sonun gözüktüğünü söylemişti. Bunu da gelecek yıl enflasyonun %4 seviyesine ineceğini söyleyerek sayısallaştırmıştı. Ben de bunu sizlere bu köşeden nakletmiştim. Geçen ayın enflasyonu, beklenilenden yüksek çıktı. Hava bozuldu. Üstelik hem faizler (beklenilen reel getiri hesabıyla) "çok yüksekti", son zamanda biraz gevşemiş olsa bile Türkiye’de beş yıldır sıkı bütçe uygulaması sürüyordu. Bir bakıma Tuzcu Baba’ya ve Cinci Hoca’ya hizmette kusur etmemiştik.
* * *
MB muhiplerine soruyorum. İzlenen para politikasında yanlışlık olabileceği ihtimali aklınıza hiç gelmiyor mu? Yüksek faiz-ucuz döviz politikasının yol açtığı "kaynak tahsis çarpıklıklarını", "haksız gelir/servet transferlerini" ve Türk ekonomisini "dış şoklara karşı kırılganlaştırdığını" görmüyor musunuz? Hadi bunları görmüyorsunuz diyelim. Enflasyonu düşürdüğüne inanılan yüksek faizin, gereğinden "uzun süre ve yüksek dozda" uygulanınca, ters etki yaparak enflasyona yol açması mümkün değil mi?
Son Söz: Fazla sıkma, yalama edersin.
Yazının Devamını Oku 3 Kasım 2007
ÜLKENİN ve milletin birliğini ve bütünlüğünü savunanlar, PKK’nın tecavüzleri karşısında devletin caydırıcı bir tavır almasını istiyor. Bu tavrın birinci faydası Türklerle birlikte yaşamak isteyen Kürtleri, PKK’nın saldığı dehşetten kurtarmak olacaktır. Demokratik çözüm, barış ortamı ister. Korkunun kol gezdiği bir toprakta demokrasi yeşermez. AKP’nin akıl hocalığına soyunmuş, cumhuriyet düşmanı olmakla müftehir (Türkiye’yi Amerika ve AB yönetsin diyen) "mandacı aydınlar" da hükümetin bu amaçla takınmaya çalıştığı caydırıcı tavrı sulandırmakla meşgul. Bu amaçla "aman askeri bir harekáta kalkışmayın, sonra Coniler, Mehmetçiği fena döver; üstelik bu, Türkiye’ye iktisaden çok pahalıya mal olur" diye toplumun kendine güvenini sarsan menfi propaganda yapıyor.
* * *
1. Hayatın en büyük gerçeği, ölümdür. Ölmeyecek olan doğmaz. Doğmayanın da hayatı olmaz. Yaşamak, her zaman bir savaştır.
2. Tarihin en büyük gerçeği, savaştır. Barış, ancak savaşla kurulur ve korunur. Barış, çok değerlidir. Bu değerin bedeli de çok yüksektir. Bu da savaşın ta kendisidir.
3. Ucuz savaş yoktur. Temiz savaş yoktur. Güzel savaş yoktur. Kutsal savaş yoktur. Savaş her zaman pahalıdır, pistir, çirkindir. İyi savaşmak, aldatmaktır, kandırmaktır, şaşırtmaktır. Ama savaş her zaman "düşman öldürmektir". Savaş, taraflardan birinin ruhu çöküp, kazanma ümidi kalmadıkça bitmez.
4. Savaş ekonomisinin amacı, savaşın maliyetini düşürüp, sonucun değerini arttırmaktır. Akıllı savaş, maliyeti düşük, hásılatı yüksek olandır. Buna savaştan kárlı çıkmak denir.
5. Her savaşa, kárlı çıkmak için girilir. Ama her savaştan kárlı çıkılmaz. Çoğu savaştan, her iki taraf da zararlı çıkar.
6. Savaş, kısa vadede külfet, uzun vadede nimet getirir diye düşünülür. Savaş, bir yatırımdır. Yatırımın külfetine katlanmayan, nimetine kavuşamaz. En kötüsü, hem külfeti yüklenip, hem de nimete kavuşamamaktır. İşte gerçekten kaybedilen savaş budur.
7. Savaşı toplumlar yapar; ama bireyler ölür. İnsan tanrı tarafından yaşamak üzere kurgulanmıştır. Savaş eğitiminin esası ise, insanı ölüme kurgulamaktır. Toplum, kendi bekası için fertlerini feda eder.
8. İnsanı, ölümü göze almaya kurgulamak zor bir sanattır. Kişi, ancak yüksek amaçlar uğruna ve milli duygularla canını esirgemez hale gelir. Buna vatan sevgisi denir. Savaşta ölenlerin ruhu, uğrunda öldükleri vatanda yaşar. Vatan sevgisi olmayanlar, bunu anlayamaz.
9. Savaşa karşı olmak diye bir şey yoktur. Savaşa karşıyım diyen, savaşın amacına karşıdır. Mesele uğrunda savaşmaya değer bir şeyin olup olmadığıdır. Bu da takdire bağlıdır.
* * *
Çok önemli bir hatırlatma: Eğer uygulanacak önlemler Güney Doğu’da yaşayan halkı, iktisaden zarara uğratırsa, bunun bedelini bütün Türkiye bölüşmeye mecburdur. Aksini vicdan kabul etmez.
Son Söz: Can acısına katlanamayan, kimsenin canını acıtamaz.
Yazının Devamını Oku 31 Ekim 2007
ÜZÜLEREK görüyorum ki, PKK ihtilafı tırmanışa (eskalásyona) geçti. Pek tabii böyle bir hamle hiç beklenmiyor değildi. Ancak kötü akıbet, ne kadar beklenirse beklensin, geldiği anda bir şaşkınlık yaratır. Bu da öyle oldu. Türkiye, tertemiz bir genel seçim yapmış ve iktidardaki parti, rakiplerine fark atarak iş başında kalmıştı. Yani ülkede, öyle veya böyle olsun, sürmekte olan siyasi istikrar ortamı pekişmişti. Daha da önemlisi, Türkiye’nin Güneydoğu-Kürt meselesine şahin değil, güvercin gibi yaklaşmayı ilke edinmiş ve bunu yaklaşık beş yıllık iktidarında fiilen ispat etmiş olan iktidar partisi, yöre halkından çok yüksek oy almıştı. Kısaca, o bölgenin halkı da AKP’ye, bu etnik ihtilafı "bildiği gibi" çözmesi için vekálet vermişti. Anlaşılan PKK’nın akıl hocaları, AKP’nin yumuşak tutumunu ve Türkiye’nin iktisadi ve siyasi olarak tamamen dışa bağımlı hale gelmesini "uygun ortam" olarak değerlendirilmişti. Daha da kötüsü Kürtler arasında "dava"ya karşı bir inançsızlık başlamıştı. Hem Türkiyeci Kürtler korkutulmalı, hem de şahin Türkler açmaza düşürülmeliydi.
* * *
PKK’nın ne olduğunu, ne olmadığını ve terörle neyi amaçladığını hepimiz biliyoruz. Irak’ın Kuzey’inde Amerika tarafından kurulan Kürdistan’ın etkisini genişletme eğilimlerini de biliyoruz. Onların hedefleriyle, ezelden beri Türkiye’yi bölmek isteyen iç ve dış güçlerin siyasi emellerinin birleştiğini de. Cumhuriyet düşmanı olmakla övünen ve günümüz iktidarı üzerinde etkisi olan mandacı aydınların, bölünme fikrine özünde soğuk bakmadıklarını da biliyoruz. Zaten Türkler, bir milyon Ermeni’yi ve otuz bin Kürdü öldürmüştü... Artık tarihleriyle yüzleşmeleri gerekiyordu. Bunun için AB ve ABD önünde diz çöküp "günah çıkarmaktan" başka bir yol yoktu. İnkárcılık ve dayatmacılık bitmeliydi. Ancak bunları yerine getirirlerse, Türkler insanlık camiasının medeni bir üyesi olmaya hak kazanılabilirdi. Herhalde PKK stratejistleri bu propaganda kampanyasını da değerlendirdi. Demir tavında dövülmeliydi. Harekete geçildi.
* * *
Yıllar önce Taksim’deki The Marmara Oteli’nde, o devirde yine mebus olan Ahmet Türk ve arkadaşları, bir grup köşe yazarına Kürt meselesini kendi açılarından anlatmak için toplantı tertiplemiş ve beni de çağırmışlardı. Gazeteci arkadaşlardan biri, kendince sureti haktan davranmak için, "Kabahat bizde; Güneydoğu’yu çok ihmal ettik. O yöre geri kaldı. Terör onun için çıktı. Ama Kürtler, Türklerden ayrılırsa, denize çıkışı olmayan bir toprakta sıkışıp kalır, iktisadi durumu daha da kötüleşir" dedi. Mebuslardan biri "Bize çözüm dayatmaktan, ağabeylik taslamaktan vazgeçin. Biz aç kalmayız; hayvancılık yapar yine rızkımızı çıkarırız. Bu bir siyasi özgürlük davasıdır" dedi. Kendisini, açık konuştuğu için tebrik ettim. Arkasından şunu ekledim. Sizin izlediğiniz yol, olayları ister istemez bölünmeye götürür. Bölünme ise iki nedenden dolayı çok pahalı ve hatta imkánsızdır. Birincisi Kürt bölgesinin "sınırlarının çizilmesi"; ikincisi, sınır çizilirse ortaya çıkacak "etnik temizlik" (mübadele) sorunudur. Bunların ikisi de büyük faciaya yol açar dedim. Bugün gelinen test noktası budur.
Son Söz: Strateji, sondan başa doğru kurulur.
Yazının Devamını Oku