22 Aralık 2007
(Bu yazıyı buzdolabının kapağına asın) SABAHLARI 15 dakika erken kalkın. Sabah için, akşamdan hazırlık yapın. Vücudunuza dar gelen kıyafet giymeyin. İlaçla yaşamaktan kaçının. Randevularınızı önceden ayarlayın. Hafızanıza güvenmeyin; mutlaka yazın. Aracınızı, bozulmadan servise götürüp bakım yaptırın. Her kilidin yedek anahtarını yaptırın ve belli yerlerde bulundurun. Daha sık "hayır" deyin. Yapacaklarınızı öncelik sırasına sokun. Zamanınızı israf etmeyin. Öğle ve akşam yemeklerini basitleştirin. Kötümser insanlardan uzak durun. Önemli evrakın birden fazla fotokopisini çektirin. Evde çalışmayan ne varsa tamir ettirin. Yapmaktan hoşlanmadığınız işler için yardım isteyin. İhtiyaçlarınızı önceden belirleyin. Bir defada yapılması zor büyük işleri, küçük parçalara ayırın. Etrafı toplayın, dağınıklıktan kurtulun. Gülümseyin. Bebekleri gıdıklayın. Dost bir kediyi veya köpeği okşayın. Kendinizi, bütün soruların cevabını bilmekle yükümlü hissetmeyin. Bazı şeyleri de bilmeyin. Karşılaştığınız insanlara, onların hoşuna gidecek bir şey söyleyin. Yağmur yağmasını isteyin; yağınca yağmurda yürüyün. Arada bir çarşı hamama gidin. Kendi kendinize, nerede eski günler, her şey daha güzeldi demekten vazgeçin. Verdiğiniz kararın ne anlama geldiğini iyi düşünün. Kendinize güvenin. Nüktedan olun. Sizi mutlu edecek bir şey yapmayı yarına bırakmayın. Hiç tanımadığınız insanlara yürekten bir merhaba deyin. Eski bir arkadaşlarınızla karşılaşınca ona sıkıca bir sarılın. Hava açıksa, gece yıldızları seyredin. Bir şarkıyı ıslıkla çalmayı öğrenin. Arada bir şiir okuyun. Kendinize bir demek çiçek alın. Bir çiçek koklayın. Yardım istemekten çekinmeyin; alamazsanız üzülmeyin. Görünüşünüze özen gösterin. Her şeyi kararında yapın; ifrata kaçmayın. Nerede gerekiyorsa, orada mutlaka gerekli emniyet tedbirini alın. Daima daha iyisini yapmaya çalışın, ama mükemmeliyetçi olmayın. Resim ve heykel sergilerini gezin. Ayakkabınızı boyatın. Berbere gidin. Kendi kendinize bir şarkı mırıldanın. İyi bir müzik dinleyicisi olun. Kendi kendinize yetmeyi öğrenin. Her gün biraz idman yapın; her fırsatta yürüyün. Dünyanın en yetenekli insanı olmadığınızı kabul edin; gerekiyorsa elimden ancak bu kadar geliyor deyin. Yeni moda birkaç şarkıların sözlerini ezberleyin. İşe erken gidin. İşe her gün aynı yoldan gitmeyin. Amirinizden izin alıp bazen işten erken çıkın. Kırlarda dolaşın. Maça gidip bağırın. Başkaları dilemeden, siz onlara iyi günler dileyin. Teşekkür edin. Arabanıza güzel koku yayan bir alet koyun. Evde kendi kendinize yemek pişirin, güzel bir sofra kurun, sonra da afiyetle yiyin. Başkalarını adam etmekten vazgeçin. Severken karşılık beklemeyin. Sinemada film seyrederken patlamış mısır atıştırın. Bir ağaç, olmazsa bir çiçek dikin. Şişmanlamayın. Hatıra defteri tutun. Bir hela temizleyin. Káğıttan bir uçak yapıp uçurun. Bir derneğe veya kulübe girin, arkadaş edinin, toplantılara katılın. Mutlaka yeterince uyuyun. Az konuşun, çok dinleyin. İş arkadaşlarınıza ve dostlarınıza iltifatı esirgemeyin. Bir güne yapılacak çok şey tıkıştırmayın. Acelesiz yaşayın; daha önünüzde yaşanacak çok güzel günler var. Stresli davranmak, doğuştan gelen değil, sonradan kazanılan kötü bir huydur; bunu unutmayın.
(Listeyi veren Dr. Naci Yıldızalp Ağabey’e teşekkür ederim.)
Son söz: Öfkeyi, kendinize zevk edinmeyin.
Yazının Devamını Oku 19 Aralık 2007
BİZİM neslin üniversiteyi bitirdiği yıllarda "1960 İnkılábı" oldu. Burada sözü edilen inkılábın, bugünkü dildeki karşılığı "askeri darbe"dir. Darbeden önce kamunun dikkati üç değişiklik üzerine çekilmişti. Bunlar sırasıyla: 1. Yeni bir anayasa yapılması 2. Çift meclis kurulması ve 3. Basına iddialarını ispat hakkı verilmesi. Eğer bunlar gerçekleştirilirse, ülke düze çıkacaktı. Ondan sonra Türkiye’yi tutana aşk olsun. Gazlayıp, gidecek ve çağdaş uygarlık düzeyinin de üstüne çıkacaktık. O gün bu gündür, biz yeni anayasa yapma işini çok sevdik. Sürekli anayasa yaptık veya madde değiştirdik. Şimdi de yeni bir anayasa yapıyoruz. Ömür biter, anayasa tartışması bitmez.
* * *
Darbenin yönetim aygıtı Milli Birlik Komitesi, yeni anayasayı hazırlayan hukuk ulemasından, metne "enflasyon yasaktır" diye bir madde konmasını istemiş. Bu teklif, iktisatçılar arasında çok komik karşılanmıştı. Ben de kıt bilgimle "enflasyon, yasayla önlenemez" diye dalga geçmiştim. Bugün görüyorum ki, hukukla, uygulamalı iktisat arasında sanıldığından çok daha sıkı bir ilişki var. Buna "anayasal iktisat" deniyor. Bu ilişkileri formüle edenlerin başında, Nobel ödüllü iktisatçı James Buchanon gelir. Bizde de Buchanon’un öğrencisi iktisat profesörü Vural Savaş (savcı olmayan) aynı konuda kitap yazmıştır. Amerika’da çalışan parlak ekonomistlerden Timur Kuran da iktisadi kalkınma ile kurumlar ve dolayısıyla hukuk arasındaki ilişkileri incelemektedir. James Buchanon meseleyi "Kurumlar ve yasal kısıtlar, ekonominin işleyişini belirler" şeklinde özetlemiştir.
* * *
Anayasa hukukuyla iktisat arasındaki temel ilişkiler, üç ana başlık altında toplanabilir.
1. Kamu finansmanı. Merkezi ve yerel yönetimlerinin, vergi toplama, borçlanma ve para harcama yetki ve sorumlulukları.
2. Kamu kurum ve kuruluşlarının, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik ve mülki güvenlik başta olmak üzere kamusal hizmetlerin üretimindeki görev ve sorumlulukları.
3. Gayrimenkul mülkiyet hakları. Ekonomide verimliliği arttırmak amacıyla, kentlerde ve kırsal kesimde yapılması gereken toprak reformlarının yasal dayanağının inşası.
Bankacılık, ticaret, borçlar, icra-iflas, rekabet ve benzeri normatif yasalarca getirilen ve serbest pazar ekonomisinin işleyişini düzenleyen kurallar da iktisatla hukuk arasındaki ilişkilerin içinde sayılabilir. Ama o hususlar, burada sözünü ettiğim anayasal iktisat teorisinin dışındadır.
* * *
Yukarıda saydığım üç temel ilişkiden en önemlisi üçüncüsüdür. Esasen sosyalist ekonomi ile kapitalist ekonomi arasındaki esas fark, mülkiyete bakıştan kaynaklanır. Temel mülkiyet "gayrimenkul" mülkiyetidir. Menkul kıymet mülkiyeti bunun bir türevidir. Osmanlı, kapitalist gelişme trenini kaçırmışsa bunun sebebi, kapitalizme uygun bir toprak mülkiyeti hukuku kuramamış olmasıdır. Eğer bugünkü Türk ekonomisi de çağdaşlaşma trenini kaçıracaksa, bunun sebebi de yine toprak mülkiyeti olacaktır.
Son Söz: Ferdi mülkiyet, ekonomik gelişmeyi sınırlayamaz.
Yazının Devamını Oku 15 Aralık 2007
BU yazının doğru anlaşılabilmesi için önce kendi konumumu açıklamalıyım. Ben Avrupa Birliği (AB) üyeliğini, Türkiye’nin çıkarlarına ve hedeflerine uygun buluyorum. Türkiye’nin hedefleri hem çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak ve hem de batılılaşmaktır. Bu bakımdan AB, doğru adrestir. Ekonomide yeni eğilim, küreselleşmedir. Küreselleşme, paranın, malların ve insanların, kendileri için en yüksek getiriyi sağlayacak yere doğru hareketlenmesini engelleyecek ulusal sınırların mümkün mertebe ortadan kaldırılmasıdır. Küreselleşme, ekonomi için bir çevre şartıdır. Değişen çevre şartlara uyum gösteren ulusal ekonomilerin gelişmesi daha hızlı ve kolay olur. Bu bakımdan da AB üyeliği, Türkiye için doğru tercihtir. Nokta.
* * *
Avrupa Topluluğu projesi, 60 yıllık bir oluşumdur. Demir-Çelik Birliğinden başlamış, önce Ortak Pazar bilahare Avrupa Ekonomik Topluluğu ve sonunda Avrupa Birliği olmuştur. Avrupa Birliği’nin varacağı en son yapı "Avrupa Birleşik Devletleri"ne dönüşmektir. Türkiye, bu işe hareket henüz Ortak Pazar aşamasındayken katılma arzusu göstermiştir. Yıllar geçtikçe bu istek kuvvetlenmiş ama oluşum ortak pazar gibi gevşek bir yapıdan çok daha sıkı ve merkeziyetçi Avrupa Birliği haline dönüşmüştür. Süreç ilerledikçe ve Birleşik Avrupa Devletleri vizyonu netleştikçe, Avrupalılar, Türkiye’nin aralarında olması fikrinden giderek uzaklaşmıştır. AB yetkilileri, tarihi Helsinki toplantısında, Amerika’nın baskısıyla, daha önce kapadıkları tam üyelik kapısını, kerhen Türkiye’ye açmış gibi yapmıştır. O günden sonra da her vesilede Türkiye’nin AB’ye tam üye olamayacağını tekrarlayıp durmuşlardır. Ama bunun Türk toplumu tarafından böylece anlaşılması, iktidarının hiç işine gelmemiştir. İktidar, AB üyeliğini iç siyasette kullanmak için her çareye başvurmuş, her siyasi taviz talebine bu gerekçeyle sıcak bakmıştır. Avrupalılar ve onların işbirlikçisi "mütareke basını" hálá kökü kazınamayan Atatürkçü düşünceyi, hem kendileri hem de Türkiye için en ciddi tehlike olarak görmektedir. Bu tehlikeyi ortadan kaldırarak şu çılgın Türklerin aklını başına getirecek büyük projenin mimar ve müteahhitleri şimdi bir açmazla karşı karşıyadır. Türkiye’nin AB’ye tam üye olma kapısı, körlerin bile göreceği şekilde kapatılmıştır. Fransa, Avrupa Birliği anayasası çalışmaları tekrar başlarken, daha önce Türkiye’nin tam üyeliğine açık gibi durduğu için veto edilen eski taslağın başına gelen yenisinin de başına gelmesin diye önlem almıştır. Türkiye’yle müzakerelerin "katılımla" sonuçlanmayacağı belgeye bağlatmıştır. Merkel’in Almanya’sı, Avusturya ve Hollanda’da da buna bayılmıştır.
* * *
Yerli ve yabancı AB esnafı, şimdi Türk toplumuna "tam üyelik olmadı; yarım üyelik olsun, hiç yoktan iyidir" fikrini pazarlamaya başlayacaktır. Bu adına "imtiyazlı" denen, aslında "imtiyazsız" olan yarım üyeliğin ne anlama geldiği iyice anlaşılmalıdır. Rahmetli büyük halam ata binmiş beylerin, onları yaya olarak takip eden seyisleri arasındaki ilişkiyi tasvir için "bey atında, seyis kıçında" derdi. Batılı olalım derken, batıcı olup çıkmayalım.
Son Söz: Zorla üyelik olmaz.
Yazının Devamını Oku 12 Aralık 2007
SEVGİLİ dostlar, ekonominin halini sual ederseniz, kısaca artık papaz pilav yemiyor derim. Papazın pilav yemesi "hem enflasyonun düşmesi, hem de büyümenin yükselmesi" şeklinde tezahür ediyordu. Son verilere göre, bunun tam tersi oluyor. Hem enflasyon yükseliyor, hem de büyüme düşüyor. Üstelik, ekonominin çarklarını döndüren yabancı sermaye akımı artarak devam ediyor. Ortada hemen karamsar olmayı gerektirecek bir durum yok. Ancak inkar edilemeyecek bir terse dönüş var. Bunun açıklaması olmak gerek. Aşağıda ekonominin nasıl iyileştiğinin açıklaması yer alıyor. Her maddenin içinde terse dönüşün ipuçları gizlidir.
1. 2001 krizi ile birlikte, milli gelir yüzde 9,4 dolayında düşmüş, cari işlem açığı da fazlaya dönüşmüştü. Aslında, ne bu milli gelir düşüşü, ne de cari işlemlerin fazla vermesi gerçekti. Bunlar stok hareketlerinin cilvesiydi. Krizi izleyen yıllarda, milli gelirin artması ve cari açığın tekrar hortlaması matematik bir zorunluluktu.
2. 2001 krizinde oluşan ve de krizi oluşturan devalüasyon (doların 68 yeni kuruştan, 1,7 yeni TL’ye çıkması) iktisat dilinde "over shooting" denilen aşırı bir tepkiydi. Hem döviz fiyatlarının gerilemesi, hem de buna bağlı olarak aniden artan enflasyonun düşmesi normaldi.
3. Son yedi yıldır dünya ekonomisinde, geçmiş dönemlere benzemeyen bir oluşum yaşandı. ABD yılda 850 milyar dolar cari açık verip, dünyaya dolar yağdırdı. Uyanan dev Çin ise uyandı, dünyayı kaliteli ve ucuz sanayi mallarına boğdu.
4. Uzun yıllardır "devalüasyon-enflasyon" sarmalına takılıp debelenip duran birçok ülkede, Amerikadan yağan dolar ve Çin’den yağan mal yağmurlarıyla "hem enflasyon düştü, hem de büyüme yükseldi". Türkiye de bu yağan yağmurdan çok istifade etti.
5. Yeni sanayi devi Çin ve yavru dev Hindistan’ın hammadde ve petrol talepleri arttı. Bu yüzden petrol ve hammadde üreten Arap, Latin Amerika ve Rusya gibi ülkelerin ekonomileri kısa zamanda patlama yaptı. Adeta parayı koyacak yer bulamaz oldular. Bu da Türkiye’ye sermaye girişlerini misliyle artırdı.
6. Türkiye, Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde Avrupa Gümrük Birliği’ne girişinin meyvelerini son 6 yıl içinde topladı. Türkiye, AB ülkelerine ihracat yapmak isteyen otomotiv devlerinin yeni üretim üssü oldu. Hakeza teknolojisi kuvvetli, marka gücü yüksek küresel firmalar da Türkiye’de üretim faaliyetini hızlandırdı. Bu, Türk sanayisinde yeni bir çığır açtı. Sanayi üretimi arttı.
7. Turgut Özal zamanında uygulanan "ekonomiyi inşaatla büyütme" politikasına yeniden hız verildi. İç talep yükseldi.
8. Uygulanan "yüksek faiz-düşük kur" politikasıyla, küresel şartlar yüzünden düşen kurlar daha da düştü. İthalat, iç taleple patladı.
9. Artan ithalatla birlikte gümrüklerde alınan KDV ve iç ticarette alınan KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergilerle, kamu finansmanı kolaylaştı. Özelleştirme ve varlık satışlarıyla vergi dışı kamu gelirleri arttı. Böylece kamu borçları nispeten düştü. İç açık azaldı, dış açık ise azdı.
Son Söz: Derdinin sebebini bilen, isterse çaresini bulur.
Yazının Devamını Oku 8 Aralık 2007
SADECE iki örnekle meseleyi vazedeyim. Kuran’da faiz yasaktır. Ama "rehberimiz Kuran" diyenlerin hükümeti, yüksek faizci bir iktisat politikası izlemektedir. Kuran’da Hıristiyan ve Musevilerle dost olmayın denmektedir. Ama rehberi Kuran olanların hükümeti, bir "Hıristiyan Milletler Camiası" olan Avrupa Birliği’ne girmek için çırpınmaktadır. Çünkü hayatın katı gerçekleri bunları dayatmaktadır. Bu durumda AKP’nin akıl hocası İslam uleması ne yapacaktır? Herhalde yapılan bir takıyyedir demeyecektir. Bana göre ulema, içine düştüğü çelişkiden bunalımlar geçirecek, başı dönecek, gözleri bulanacak inkárın kapısına kadar gidip, tövbe diyerek geri gelecektir. Ama yılmayacak, ceht ve gayret gösterecektir. Sonunda da iláhi emirlerle dünyevi çözümlerin nasıl bağdaştığını gösteren içtihatı yazıp, altına imzasını atacaktır. İşte bu, gerçek bir cihat olacaktır.
* * *
İslam’da reform olmaz; ama tecdit (yenilenme) olur denir. Reform Hıristiyanlıktaki tecdidi, yani Rönesans’la birlikte gelen Reform’u çağrıştırdığı için Müslümanlar bunu kabullenemez. Aslında kelimelerin mutlak bir anlamı yoktur. Hangi anlamda kullanılmışsa, manası odur. Ama sembolik değeri vardır. O yüzden sözcük seçiminde dikkatli olmak gerekir. Tecdit, yani yenilenme İslam’da mutlaka yeni içtihat (yorum) isteyecektir. İçtihat kapılarının açık olup olmadığı eski bir davadır. Davanın eski olması, Müslümanların İslam’da tecdidi tartışmalarını engelleyemez. Sadece işin ne kadar zor olduğunu anlatır. İslámi meseleleri, dinin içinden değil, dışında kalarak izliyorum. Son yıllarda İslam’da gözlemlediğim çok önemli bir değişikliği ilk defa bugün burada sizlerle paylaşmak istiyorum.
* * *
İslam, kendi söylemiyle, diğer dinlerden ve özellikle Hıristiyanlıktan farklı olarak "Peygamber" değil "Hak" (Tanrı) dinidir. Bu yüzden de adı, Musa’dan türetilen Musevilik, İsa/Hıristo’dan türetilen İsevilik/Hıristiyanlık gibi, Hz. Muhammed’den Muhammedilik değildir. Gerçi Muhammedi sözcüğü yabancılar tarafından çokça kullanılmıştır. Ama İslam, kendini böyle adlandırmaz. Uzun yılar boyunca okuduğum İslami yazılarda kalkış noktası daima "Kuran"dı. Hadis, Sünnet ve İcma ikinci derece başvuru kaynakları kabul edildi. İslami düzenle ilgili her soruya Kuran’dan bir veya birkaç ayet zikrederek cevap verildi. Son yıllarda ve aylarda bu yöntemin hızla değiştiğini görüyorum. Yeni yöntemde İslam, Hz. Muhammed’in söz ve hatta davranışlarından örnekler verilerek anlatılıyor. Kuran ayetleri, yazıların sonunda zikrediliyor. Bu değişiklik bana Hıristiyanların, İsa Peygamber odaklı olarak dini anlama ve anlatma yöntemini hatırlattı.
Sıkça rastlamaya başladığım "çok acılar çekmiş sevgili Peygamberimiz" yaklaşımına benim bir itirazım yok. Ben de Kuran ayetlerinin, bağlamından kopuk ve yorumsuz anlatılmasını yanlış buluyorum. İslam, bu yüzden hayattan koptu sanıyorum. Bu yeni yöntemin İslam’ı "ılımlı" hale getirmesi ve köktenciliğin yayılmasına engel olması bekleniyor sanıyorum. Belki de bu projenin Batı tarafından desteklenmesinin sebebi budur.
Son Söz: İnanmayan, inandırıcı olamaz.
Yazının Devamını Oku 5 Aralık 2007
AMERİKA’da ev satın sahibi olmak isteyenler, bu arzularını çoğunlukla bankadan "faiz ve anapara geri ödemesi aylık taksitlere bağlanmış uzun vadeli borç" alarak gerçekleştirir. Bu kabil kredilere "gayrimenkul rehini karşılığı ödünç" veya kısaca "mortgage" denir. Aslında bankalarının ev almak isteyenlere kredi vermesi denen olay, tasarruf sahiplerinin faiz geliri elde etmek için bankaya yatırdığı paraları, işlesin de faiz kazansın diye ihtiyaç sahiplerine ödünç vermesidir. Kısaca bankalar, Ali’nin külahını, Veli’ye giydirip, aradan komisyon alır. Ancak bu işlemde Aliler ile Veliler, birbirini tanımaz. Onlar bankayı bilir. Veliler, külahları zamanında geri veremezse Aliler, külahlarını (yatırdıkları paralarını) bankadan ister.
* * *
Birkaç ay önce Amerika’da bu "Ali’nin külahını Veli’ye giydirme" çarkının dönüşünde aksamalar ortaya çıktı. Verdikleri ödünçlerin aylık taksitlerini toplayamayan Amerikan bankaları nakit sıkışıklığına girdi. Derken Amerikan bankalarına ödünç veren İngiliz, son olarak da küresel bankacılık sisteminin bir parçası olan Alman bankaları sıkışmaya başladı. Teminat olarak gösterilen gayrimenkuller satılmak istenince, piyasadaki fiyatın verilen krediyi karşılayamayacak kadar düştüğü görüldü. Yani bankaların alacakları kısmen karşılıksız kaldı. Genel kabul görmüş muhasebe usullerine göre, bu gibi durumlarda bankaların "karşılıksız kalan alacakları" kadar zarar ettiği kabul edilir. Muhasebeciler hemen bu zararları hesapladılar ve kamuyu aydınlatma ilkesine göre, bankalarının şimdilik 400 milyar dolara zarar ettiğini dünya áleme ilán ettiler. İki soru var:
1. Bankaların açıkladığı zarar miktarları doğru mu?
2. Miktar doğru ise, zarar ne zaman olmuştur? Yani değeri düşük gayrimenkullere kredi verdikleri yıl mı, yoksa kredilerin geri ödeme taksitleri aksamaya başladığı şu son aylarda mı?
* * *
Çağdaş muhasebenin kurucularından W.A. Paton ile A.C. Littleton, daha 1940’lı yıllarda muhasebenin iki temel sorununun "büyüklüğü ölçme" ve "dönemini belirleme" olduğunu söylemiştir. Yukarıda ben de aynı soruları sordum. Bankalar son mortgage krizi yüzünden gerçekten milyarlarca dolar zarar etti mi? Yani bankalarının beş ay önceki bilánçolarında gösterilen varlıkların bu kadar kısmı, son üç ay içinde buharlaştı mı? Yoksa zaten son yıllarda edilen kárlar, aslında bir "varlık değer artışı" balonu muydu? Uçan "gaz" mıdır, yoksa "buharlaşan su" mu? Buharsa, tekrar bilánçolara "kár" olarak geri gelebilir mi?
ABD ve AB Merkez Bankaları, faizleri düşürüp ve/veya piyasaya nakit şırınga ederek, hem ekonominin nakit krizine girmesini engellemeye, hem de patlayan balondaki buharın, zamanla kondense olup tekrar suya dönüşmesini sağlamaya çalışmaktadır. Bu beklentiye "varlık fiyatlarının", "faizli borç bakiyesinden" daha hızlı artması denir. Türk iş adamları bu işi çok iyi bilir. 2001 krizinde zora düşen bankalardan ayakta kalanlar füze gibi "milyar dolar eder" hale gelmedi mi?
Son Söz: Arsayı-borsayı bilen, işten zarar etse bile, sonunda kára geçer.
Yazının Devamını Oku 1 Aralık 2007
RİVAYETE göre, Osmanlı Devleti’nin iyice çöktüğü son döneminde eşkıya çeteleri, Bolu dağlarında hákimiyet kurmuş. Bölgede devletin değil, eşkıyanın sözü geçer olmuş. Halk da bu durumdan bizar olup İstanbul’a şikáyetini iletmiş. Asayişi tekrar tesis etsin diye gözü pek bir yüzbaşı, o bölgedeki zaptiye kuvvetlerinin başına getirilmiş. Yüzbaşı, işe dağ köylerini teker teker ziyaret edip, hem yöre halkıyla tanışmak hem de yapacaklarını onlara anlatmakla başmış. Bu köylerden birinde konuşmasını bitirince, toplantıya katılan bir yaşlı bir kişi "Komutan, senin kaç askerin var?" diye bir soru sormuş. Komutan da toplam 80 askerim var diye cevap vermiş. İhtiyar söze devamla, "Sen 80 adamınla bu koskoca dağları nasıl bekleyeceksin" deyince, yüzbaşı "Ben eşkıyaya öyle bir korku salacağım ki; korku dağları bekleyecek" diye karşılık vermiş.
* * *
Gazeteci, mesleği icabı müşterisinin yani okurunun duymak istediklerini yazmak gibi bir baskı altındadır. Gazetecilik bir bakıma halk için avukatlık hatta "tetikçilik" yapmaktır. Halk, genelde polisten pek hoşlanmadığı için, gazeteci de polisten hazzetmez. Üstelik bizim medyanın ağabey ve ablaları "68 kuşağı"dır. Yani çocukluk/gençlik dönemlerinde devrimcilik (bu devrimcilikle, Atatürk devrimciliğinin ilgisi yoktur) yaptıkları için polisle çok çatışmıştır. Bilinçaltında polisten nefret ederler. Onların çırakları da aynı duygularla yetişmiştir. Böyle olunca, polisle ilgili haberlerin satır aralarında sürekli polisi kötüleme mesajları sıkıştırılır. Kötülenen polis de, içine girdiği suçluluk duygusundan, hem bir yandan daha fazla zalimleşir hem de medyaya şirin görünmek için mümkün mertebe görev yapmamaya çalışır. İşte o zaman ortaya "dağlara korku salamayan" polis çıkar. Bu sefer asayişsizlik başlar. Halk, kendini güvende hissetmez. Bunun sebebini de yeteri kadar polislik hizmeti sunulmamasına bağlar. Siyasi ve bürokrat yöneticiler de çareyi polis sayısını ve imkánlarını çoğaltmakta görür. Köşedaşım Ercan Kumcu’nun çok beğendiğim anlatımıyla "sorunları, üzerine para serperek çözme" yöntemi devreye girer. Kimsenin aklına polislik hizmetinin etkinliği "para harcamadan" arttırmak gelmez. Gelse de elinden bir şey gelmez. Sürekli polisi kötülemek, halkı polise karşı saygısızlığa ve kanunlara itaatsizliğe teşvikten başka bir şey değildir. Bu da sonuçta, hem güvenlik hizmetlerinin kalitesini düşürür, hem de maliyetini arttırır. Bu da iktisaden en kötü sonuç demektir.
* * *
İktisat, hayatın kendisidir. İktisadi meseleler, Merkez Bankası’nı pohpohlamakla veya suçlamakla çözülmez. Merkez Bankası, lokomotifi tarafından itildiği için geri, geri giden trenin en önde gözüken vagonudur. Onun önde olması, olayları peşinden sürüklediği anlamına gelmez. Polisliğin de, askerliğin de, adaletin de, eğitimin de, sağlık hizmetlerin de, trafiğin de, ev idare etmenin de, araba sürmenin de, bizatihi devleti yönetmenin de bir "ekonomisi" vardır. İş yapmanın "mikro" ekonomisine riayet edilmezse "makro" ekonomi bozulur. Ekonomi, bozulduğu zaman tamirciğe götürülebilen bir aygıt da değildir. Onu bozmamak gerekir.
Son Söz: Acz, insanı zalim yapar.
Yazının Devamını Oku 28 Kasım 2007
YAKLAŞIK bir buçuk ay önce Türk Telekom işçileri greve çıktı. Ben bu satırları yazarken, yaklaşık 25 000 kişiyi kapsayan bu ihtilaf henüz bitmiş değildi. Tahmin (veya ümit) ederim, grevin bitimine kısa bir süre kalmıştır. Telekom grevi, ülkemiz işçi işveren ilişkilerinde yeni bir dönüm noktası teşkil edecektir. Çünkü işçiler grevdedir yani "toplu olarak iş bırakmıştır" ama "işler" aksamadan yürümektedir. Bu gerçekten ibret verici bir durumdur. Bu özgün olayı irdelemek istiyorum.
1. Toplu pazarlık, toplu sözleşme düzeni, emeğin piyasa fiyatını oluşturmak üzere tasarlanmış bir mekanizmadır.
2. Bir işverene bağlı olarak çalışan sıradan işçiler, o işverene veya kendilerini istihdam edecek diğer işverenlere karşı teker, teker ücret pazarlığı yapamaz. Buna güçleri yetmez. Böyle olunca da emek fiyatı, olması gereken piyasa fiyatının altında teşekkül eder.
3. Emeğin piyasa fiyatının oluşmaması, kaynak tahsislerinde burkulma yaratır. Sakınca bununla da kalmaz; ekonomi, düşük ücretli ailelerin çokluğu yüzünden talep yanlı olarak büyüyemez.
4. Büyükdede Henry Ford 1910’lu yıllarda, işçiler dayatmadan kendi iradesiyle günlük ücreti 5 dolara çıkarmıştır. Bu kararının gerekçesini kavrayamayanlara, "Yoksa ürettiğim bu kadar arabayı ben kime satacağım?" diye soruyla cevap vermiştir.
5. Toplu pazarlık-toplu sözleşme düzeni, uygulamaya konulduktan bir süre sonra, komünist sendikacılarca, piyasa ekonomisini çökertecek bir devrim mekanizması olarak görülmüştür. Bu anlayış, sendikacıkta "sonun başlangıcı" olmuştur.
6. 1980 yılına kadar gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomilerde "ücret-fiyat" sarmalları enflasyonu azdırmıştır. Türkiye’nin uzun yıllar yüksek düzeyde seyreden yapışkan enflasyonunun gerçek sebebi de "ücret-fiyat" sarmalıdır. Sanıldığı gibi büyüyen bütçe açıklarının finansmanı için, kamunun yüksek borçlanma ihtiyacı yüzünden faizler artmamıştır. Tam aksine bütçe açıkları, yapışkan enflasyonla gelen "yüksek faizdüşük kur-yüksek devalüasyon" sarmalından doğmuştur. Bu ülke, "yasal ve yapay" önlemlerle Türk Lirasının değerini korumaya çalışıp, sonunda değersizleşen parasından 6 sıfır atan bir diyardır. Yaşanan hastalık son 5 yılın eseri değildir.
7. Greve çıkarken, "Bakanlar Kurulu, eylemimizi ertelemesin yeter, biz işvereni dize getiririz" diye babalanan sendikacılar yanılmıştır. Bu yanılgı eylemlerin sabotajlara dönüşmesine yol açmıştır.
8. Bu grev hayatı altüst edecek, telli telefonlar, internet çalışmayacak, polis imdat ve ambulans çağırma bile cevap veremeyecek diye telaşlananlar yanılmıştır. İletişim feci aksayacaktır, pastadan bize pay düşecektir diye bekleşen rakipler de yanılmıştır.
9. Anlaşılan Telekom idaresi, bu grevi boşa çıkarmak üzere çok daha önceden, sistemini "sendikalı işçisiz" çalıştıracak önlemleri almıştır. Üstelik bunu yasal (!) çerçeveye oturmuştur. Buna da şapka çıkartmak gerekir. Bu da bir pazarlık gücüdür. Hesaba katılmalıdır.
Son Söz: Serbest piyasa ekonomisinde, sorun da çare de tükenmez.
Yazının Devamını Oku