19 Ocak 2008
BUGÜN, "The Economist" Dergisi’nde çıkan bir kitap özetinden faydalanarak, başarılı gözükmek isteyen işadamları veya siyasilere "yönetim danışmanlığı" yapmak istiyorum. İş hayatında başarı denince akla:
a) Üstün nitelikli ürünler geliştirip piyasaya sunmak,
b) Büyük üretim kapasitesi tesis edip bunu kullanmak,
c) Rakiplerin sırtını yere sermek,
d) Herkesin çalışmak isteyeceği bir şirket yaratmak,
e) Firmayı sürekli geliştirmek,
f) Maliyetleri düşürüp çuvalla kár etmek,
g) Kendisi için de büyük bir servet oluşturmak, gelir.
Ne yazık ki, herkes bunları başaramaz. Şanssız olanlar üzülmesin. Onlar da Çin’in 1946-1976 yılları arasında tek hákimi olup, ülkesini idarede hiç de başarılı olmadığı halde efsaneleşen Mao’yu örnek alabilir. Üstelik Mao, yönetimi sırasında 70 milyon insanın ölümünden sorumludur. Ama hálá çok yüksek bir itibara sahiptir. İşte hem başarısız olup hem de tarihe geçmek isteyen yöneticiler için beş öğüt:
1. Gerçekle ilgisi olmayan, ama çok etkileyici bir slogan yaratın. Mao, tam bir imparator gibi yaşamıştır. Ama kendisi için kullandığı slogan "halka hizmet"tir. Slogan bir defa beyinlere kazındı mı, halk için gerçek artık odur. Mao bu sloganla, yaptığı her bencil eylemi, tam tersi olarak pazarlayabilmiştir. Siz de hemen, "kendim için bir şey istiyorsam namerdim" anlamına gelen bir slogan bulun. Danışmanınıza (siparişlerinizi bekliyorum) etkili bir "misyon/vizyon" tekerlemesi yazdırtın. Bunu da yerli yersiz söyleyip durun. Unutmayın: Tekrar, itibarı pekiştirir.
2. Medyayı, utanmadan sonuna kadar kullanın. Medyada yer almayan ölüdür, kuralını unutmayın. Hem şirketin içinde olanların hem de dışında bulunanların beynini yıkayın. Mao, onun zamanında TV olmadığı için bu amaçla "Küçük Kırmızı Kitabı" kullanmıştı. Mesela, onun "süpürgenin girmediği köşede, tozlar kendiliğinden yok olmaz" cümlesi her şeye müdahale etmesini haklı gösteriyordu.
3. Kendinizi öne çıkarın. Şirket için bir marka inşa ederken kendinizi "bir kült" haline getirmeyi ihmal etmeyin. Bu stratejiyi, Mao aynen uygulamıştı. Adınızla firmanız eşanlamlı olsun. Herkes, "o giderse halimiz yaman olur" desin ki, saltanatınız sürsün.
4. Çalışma arkadaşlarınızı harcamaktan çekinmeyin. Mao sık sık "Dostlarımız ve düşmanlarımız kim?" diye sorarmış. Bugünün modası ise performans değerlendirmesidir. Mao, kimseyi kendine çok yakınlaştırmamıştır. Böylece yönetimde terfi ve azil silahını rahatça kullanmışlar. Siz de adam harcarken rahat olun.
5. Başarılı değilseniz, sürekli faal olun. Mao başarısız oldukça, daha çok işe kalkışmıştır. Sürekli hareket etmiş, her bir başarısız girişimin ardından ikinci bir devrim yapmıştır. Günümüzde bu yöntemin açılımı, "hiçbir projeyi başarıyla bitiremediysen, çok gez, çok inşaat yap"tır.
Son Söz: Tasalanmayın; tarih hükmünü çok geç veren bir mahkemedir.
Yazının Devamını Oku 16 Ocak 2008
DANIŞTAY, Petkim’in özelleştirilmesi işlemini, konunun esası hakkında karar verinceye kadar durdurmuş. Gerekçesi, Petkim’in kárlı bir kuruluş olduğu ve kárlı devlet kuruluşların özelleştirilmesinde kamu yararı bulunmaması imiş. Yürütmeyi durdurma kararının gerekçesi bu ise, eğer kısa zamanda ilgililer Petkim’i "zararlı bir şirket haline dönüştürülemezse", esasa dair karar da bu olacaktır. Sadece bu alaycı cümleyi yazmış olmam, benim Danıştay’ın gerekçesiyle hemfikir olmadığımı ortaya koymaya yeter.
Özelleştirmeden yana olduğum halde gerek şimdiki ve bundan önceki hükümetlerin yaptığı birçok özelleştirmeyi onaylamıyorum. Özelleştirme, bütçe açıklarını kapatma yöntemi değildir. Piyasada rekabet ortamı tesis etmek ve ekonominin verimliliğini artırmak için devletin malik ve müteşebbis olarak bulunduğu iktisadi faaliyetten çıkmasıdır. Bu gerekçeye uymayan işler yapıldığı için, bundan 15 yıl önce "arsasız özelleştirme" modelini önermiştim. Kısaca tekrar etmek gerekirse,
a) Kamuya ait imar rantlarını, arazi satarak özel kişiler devretmek,
b) Devletin tekel imtiyazlarını devretmek,
c) Vergi toplama hakkını devretmek
d) Devlet eliyle tekel yaratmak, özelleştirme değildir.
Yürütmeyi durdurma kararı alan Danıştay üyelerinin, gazetede okuduğum karar gerekçesinin anlattığından çok daha başka ve derin kaygıları olduğundan eminim. Onun için gelin işin esasına inelim.
* * *
1. İktisat filozoflarından Avusturyalı, İngiliz vatandaşı ve kısmen Amerikalı, kısmen Alman olan Hayek (1889-1992) "Ekonomi insan yapması değildir; ama içinde insan vardır" demiştir. Doğal ekonomi ile insan yapması olan "devletçilik" arasında kan uyuşmazlığı vardır. Devletçilik, gayri tabiidir. Verimsizlik kaynağıdır. Tercihan değil, zaruretten uygulanır. Aynen cumhuriyet Türkiye’sinde olduğu gibi.
2. Hayek, Viyana Üniversitesi’nde hukuk ve siyasal bilimler doktoraları yapmış, ayrıca psikoloji ve iktisat tahsil etmiştir. 1974 yılında iktisat dalında Nobel almıştır. Hayek, gençlik yıllarında kısa bir süre sosyalizme sempati duymuş, sonunda tam bir "serbest pazar" veya ait olduğu Avusturya ekolünün tanımıyla "serbest teşebbüs sistemi" savunucusu olmuştur. Bunun sebebi, iktisadi olduğundan çok siyasidir.
3. Sendikalar da, sırf siyasi nedenlerle özelleştirmeden yana olmalıdır.
4. Hayek iktisat dalında Nobel almış almasına rağmen, çalışmalarını "özgürlüğün anayasasını" inşa etmeye yoğunlaştırmıştır.
5. Teşebbüs özgürlüğü ve üretim araçları mülkiyetinin özel kişilere ait olması, diğer bütün özgürlüklerin temelini teşkil eder.
6. Anlaşılacağı üzere, kamu iktisadi işletmelerinin özelleştirmesi, iktisadi olduğu kadar siyasi bir karardır.
7. Özelleştirme, yolsuzluklarla mücadelenin de olmazsa olmaz şartıdır.
8. Bir yılda şu kadar milyar dolarlık özelleştirme yaptık diye konuşmak, eğer ham bir böbürlenme amacıyla söylenmemişse, özelleştirmenin amacı hiç anlamamış olmak demektir.
Son Söz: Özelleştirme, devletin ihyası için, devletçiliğin tasfiyesidir.
Yazının Devamını Oku 12 Ocak 2008
ABD’nin askeri ve siyasi, AB’nin de siyasi desteği ile PKK’ya icra edilen askeri harekátın, desteği sağlayan "büyük devletlere" ödenmesi gereken bir faturası olduğu açıktı. Bu faturanın veya ricanın ne olduğu da az çok biliniyordu. Ancak kapsamı, henüz askeri harekát sonuçlanmadığı için halkın önünde açıkça konuşulamıyordu. Bunun için uygun zemin ve zaman bekleniyordu. Galiba Cumhurbaşkanı Gül’ün ABD ziyareti bu "rica"nın açıklanmasına vesile teşkil etsin diye planlandı. Sayın Gül "El Kaide ile siyasi çözüm olur mu?" diyerek, Türkiye’nin PKK ile siyasi çözüm zemini aramayacağını "sert!" bir tavırla ortaya koydu. Kendisi böyle konuşmuş olsa bile, aynı gün ABD yetkililerince "Şimdi sıra siyasi çözümde" adı altında İnternette açıkça sergilenen tavrından, ricanın ne olduğu anlaşıldı. Yine de içerik henüz net değil. Hakkımızda hayırlısı ne ise, o olsun. Ámin!
* * *
Gerçekleri görmek/görmemek başka, onları kabullenmek/kabullenmemek başka, içine sindirmek/sindirememek başkadır. Ne dersek diyelim, Türkiye’nin bir "Güney Doğu Kürt Sorunu" var. Bu sorunun adı ne Güney Doğu, ne de yalnız Kürt sorunudur. Çünkü eğer ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 12’sini teşkil eden Kürtler, ülkenin her yerinde aşağı yukarı aynı oranda yaşıyor olsalardı, o zaman sorun da, çözüm de ona göre oluşurdu. Tam tersine bütün Kürtler (daha doğrusu Kürtçüler) sadece Güneydoğu’da otursaydı, o takdirde sorunun niteliği ve çözümü de ona göre tanımlanırdı. Maalesef veya ne mutlu gerçek bu değil. Bu sebeple, "ne (PKK’ya istediği toprağı) ver kurtul; ne de (PKK’yı) vur kurtul" yöntemleri sorunu çözmeye yetmiyor. Yüz elli yıl önce kanamaya başlayan bu sorun, yüz yıl daha geçse de çözülemeyecektir. Öyleyse olaya "bu sorun nasıl çözülür?" hedefiyle değil, bu olay "en az maliyet/en çok fayda" ile nasıl yönetilebilir diye yaklaşmak gerekir.
* * *
Türkiye’de, kısa bir dönem hariç, 150 yıldır kesintisiz uygulanan "el parasıyla iktisadi kalkınmaya girişmek" stratejisi yine tıkandı. Son krizden bu yana ısrarla ve inatla uygulanan "yüksek faiz-düşük kur" politikası ekonomiyi üç yıl önce çıkmaza sokmuştu zaten. Duvara toslamamak için tek çıkar yol "dışarıdan para gelmesiydi". El hak bu konuda AKP iktidarı çok başarılı oldu. Böylece hem duvara toslanmadı, hem milli gelir büyüdü, hem enflasyon düştü. Pek tabii bu süreçte küresel ekonomik ve finansal şartların da katkısı oldu. İşte bu başarı, 2008 yılında ekonomimizi tehdit eden "büyümede duraklama, enflasyonda yükselme" tehlikesine yol açtı. En iyi ihtimalle, ya büyümeden ya da enflasyondan ödün verilecek. Keşke ülkeye para çekmede bu kadar başarılı olunmasaydı da bugünkü tıkanma oluşmasaydı. Neyse. Hükümet, ülkeyi iktisadi bir çalkantıya düşürmeden yönetebilmek için "dışarıdan para girişini" sürdürmek zorundadır. Petrol fiyatlarının yükselmesi de bir şansızlıktır. Şu unutulmasın; faturayı ödeyecek olanlar, mevcut iktisadi açmazı akıldan çıkaramaz. Bizim siyasi çözüm planımızla, büyük devletlerin "ricası" aynıysa mesele yok. Ama arada önemli kapsam farkı varsa, siyasi çözüm işi epey baş ağrıtacaktır.
Son Söz: Ayağını yorganına göre uzatmayanın, karnı ağrır.
Yazının Devamını Oku 9 Ocak 2008
MALİYE Bakanlığı doğru bir karar alarak, leasing yoluyla satın alınan yatırım mallarına düşük KDV ödenmesi ayrıcalığına son verdi. Bunun üzerine, bekleneceği gibi imtiyazları elden gidenlerle işin aslını esasını bilmeyenler, bir yaygara koparttı. Gelin şu leasing hikayesini bir de benden dinleyin.
1. Leasing veya Türkçesiyle "finansal kiralama", orta vadeli bir yatırım kredisi türüdür. Bir banka işlemidir; başka da bir şey değildir.
2. Leasing işlemlerinin ayrı bir kanunla düzenlenmesi ve bu işlemler için ayrı şirket kurulması gereksiz ve hatta sakıncalı uğraşlardır.
3. Leasing, özellikle baraj, tünel, köprü, liman inşaatı gibi özel ve ağır makine yatırımı isteyen işlerde, müteahhit firmaların kullanacakları bir finansman yöntemi olarak ortaya çıkmıştır.
4. Leasing, faizli anapara taksitlerinin, doğrudan gider olarak deftere işlenmesine izin veren bir "vergi düzenlemesinden" de yararlanarak tasarlanmış esnek bir kredilendirme yöntemidir. Yatırımları leasing yoluyla finanse etmenin, iki önemli avantajı vardır. Birincisi, satın alınan ekipmanın bedelini ödemek için gerekli nakit çıkışlarıyla, hak edişlerden/satışlardan kaynaklanacak nakit girişlerinin, tarih ve tutar olarak eşleştirilmesidir. Bu yolla, nakit akışı sorunu çözülür. İkincisi, proje bitiminde kesin "Kár/Zarar Hesabı" çıkartılırken, demirbaş envanterinde, değeri tümüyle amortize edilmemiş ve hurda değerinden başka bir değeri kalmamış yatırım malı kalmamış olur. Bu suretle muhasebenin "eşleştirme" (elde edilen gelirle, o geliri yaratan giderin buluşturulması) ilkesine uyulur.
5. Eğer bu iki fayda hásıl olmuyorsa, yatırım finansmanın leasingle yapılmasına gerek yoktur. Çünkü leasingin başka amacı yoktur.
6. Leasing yoluyla satın alınan yatırım mallarının, öz kaynakla veya borç kaynakla satın alınmasına göre, daha düşük KDV’ye tabi olmasını iktisaden haklı kılacak tek bir sebep yoktur. Maliye Bakanlığının yaptığı da bu eşitsizliği ortadan kaldırarak, imtiyazın yarattığı rantları yok edip, kaynak tahsis çarpıklıklarını düzetmekten başka bir şey değildir. Tenkit değil, takdir edilmesi gerekir.
7. Leasing’e düşük KDV uygulamak yatırım teşviki değil, "leasing" işlemini teşviktir. Bu bir Turgut Özal cinliğidir. Maksat yatırımları teşvik etmek ise, finansman yöntemine bakmaksızın, yatırım mallarının satın alınmasında uygulanan KDV oranı düşürülmelidir.
8. Yatırım teşviki, kaynak tahsislerini çarpıtarak ulusal kaynakların verimsiz şekilde kullanılmasını sonucunu da doğurur. Çoğu zaman girişimciler, sırf teşviklerden yaralanmak için saçma sapan yatırımlar yapar. Bir toplantıda sanayici Yavuz Zeytinoğlu, teşvike tamamen yatırım yapmış ve batmış meslektaşları için "zavallılar, yatırıma değil, fuhuşa teşvik edilmişler" demişti.
9. Sakıncalarına rağmen, yatırımlar teşvik edilmelidir. Teşvik, mutlaka selektif olmalıdır. Sıradan her yatırımı teşvik, teşvik değildir. Yatırımı teşvik etmekle, finansal kiralamada KDV’yi düşük tutma arasında bir ilinti yoktur. Böyle saptırmalara lütfen sempati duymayın.
Son Söz: Yavuz rantçı, Maliye’yi bastırır.
Yazının Devamını Oku 5 Ocak 2008
BANKALAR, ipotekli kredilerini tahsil edemiyor. Amerikan Merkez Bankası, reel sektör nakit sıkışıklığından işlerini yavaşlatmasın, bu yüzden milli gelir düşmesin diye hem faizleri indiriyor hem de sisteme para şırınga ediyor. Derhal dolar tepetakla aşağıya gidiyor. Amerika için tam bir kara delik olan Irak’taki savaş bir yere gitmiyor, ama petrolün varili 100 dolara gidiyor.
Afganistan, bir başka bataklık; n’oluyor şu tek süpergüç Amerika’ya? Gazetecilikte işin içyüzünü öğrenmek için "karşı tarafı konuşturmak" diye etkili bir yöntem vardır. Ben de herkes gibi Amerikan ekonomisinin içyüzünü anlatacak karşı tarafı arıyordum. Sonunda onu gökte değil "Vanity Fair" dergisinde buldum. Adı Joseph E.Stiglitz.
* * *
Kendisi, Nobel ödülü almış bir iktisatçı; yani bir "üstad-ı azam". Stiglitz’i aradığım muhalif yapan husus, onun 1992-2000 yılları arasında Demokrat/Liberal Clinton’un iktisat başdanışmanı görevinde bulunmuş olmasıdır. O dönemi anlatan kitabının adı da "Kükreyen 90’lar". Eh, işbaşında olduğu doksanlı yıllarda özellikle ABD ekonomisi kükrüyor idiyse, kendisi öyle söylemiyor, ama şimdilerde acı bir dille eleştirdiği ABD ekonomisi miyavlıyordur herhalde. Stiglitz, ekonomi içinde devlete daha fazla rol veren yeni Keynesçi görüşleriyle Amerikan ideolojik yelpazesinde solda duran bir iktisatçıdır. Gözlemleri şöyle.
1. ABD tarihinin en kötü başkanı unvanını, bugüne kadar Büyük Dünya Buhranı’nın çıktığı 1929 yılında işbaşında olan H.Hoover elinde tutuyordu. Şimdiki başkan II. Bush, yaptığı hatalarla "en kötü başkan" unvanını ele geçirmiştir.
2. Amerikan ekonomisinin iyi olduğunu söyleyenler, buna kanıt olarak da ekonominin son 7 yılda bir yavaşlamaya girmediğini ve işsizliğin % 4.6 olduğunu göstermektedir. Ama işler öyle gitmeyecektir.
3. Amerikan ekonomisi, daha fazla "tüketmek" için bütçe ve cari işlem açıkları vermektedir. Clinton, denk bütçe için çok çalışmıştı. Bush iktidara gelmeden önce yapılan tahminlerde, belli bir dönemde bütçe fazlasının 2.2 trilyon dolara ulaşacağı öngörülmüş ve seçim tartışmaları, bu paranın nereye harcanması gerektiği üzerine olmuştu.
4. Bush’un işbaşına geldiği 2001 yılında, Amerikan bütçesi milli gelirin % 2.4’ü kadar fazla verir haldeydi. Bugün ise milli gelirin 3.6’sı kadar açık vermektedir. Cari açık 850 milyar dolardır.
5. Bush döneminde faizler, reel olarak negatif seviyelere kadar indirilmiş ve bugün geri dönemeyen kötü yatırımlar bu sebeple yapılmıştır.
6. Irak’taki harp şu ana kadar Amerika’ya resmen 500 milyar dolara mal olmuştur. Petrol fiyatları ise 20-25 dolardan 90 dolara çıkmıştır.
7. Amerika’nın üstünlüğü koruyabilmesi için devletin, altyapıya, teknolojiye ve eğitime daha fazla yatırım yapması şarttır
8. Amerika daha uzun yıllar, dünyanın en zengin ülkesi olmaya devam edecektir. Ama fakirleşme kaçınılmazdır. Bush’un ekonomi üzerine yaptığı tahribatın tamiri uzun yıllar alacaktır. Belki de torunlarımız bile bu yıkıntının onarımıyla meşgul olacaktır.
Son Söz: Büyük başın derdi, başına göre küçük olur.
Yazının Devamını Oku 2 Ocak 2008
BUNDAN daha anlaşılmaz bir başlık atılamazdı doğrusu. Fakat kabul edin kulağa çok çağdaş geliyor. Ben de yılbaşıdır, okurlar modaya uyma hevesimi mazur görürler diye düşündüğüm için bu cümleyi başlığa çektim. Gelelim 2008’de bozulması gereken bazı ezberlere: 1. Finanse edilebildiği sürece, cari açık sorun değildir.
2. Ekonomimiz (cari açık yüzünden) kırılganlaştığı için faizler yüksektir.
3. Faizler yüksektir, ama döviz fiyatları piyasada belirlenmektedir.
4. Devlet ekonomiye müdahale etmemelidir; ama Türkiye için yeni sanayileşme politikası gereklidir.
Bu ifadelerin hepsi, hem doğruyu hem de yanlışı içerir. Asıl önemlisi hepsi de ezber haline dönüşüp, sistem bütünlüğü içinde ele alınmadığı için, akıl yürütmenin önünde engele dönüşmüştür. Burada haddimi aşarak teorik bir konuya değinmek istiyorum. Hayatın kendisi çok karmaşık olduğu için, ekonominin modellemesi de ancak, çok dereceli ve çok değişkenli bir denklemler "senfonisi" olarak tasarlanabilir. İnsan aklı ise bu karmaşıklığı sezse bile, yine de "ne kadar ekmek, o kadar köfte" formatı içinde her oluşumu doğrusal ve bire bir oranında bir "sebep-sonuç" ilişkisi olarak görmeye meyyaldir. Ondan sonra da, faizler indi, ama kurlar daha da düştü, hani faiz inince, döviz fiyatı artacaktı der. Keza, sıkı para politikası uygulandı, yine de enflasyon düşmedi diye şaşırır. 2007 işte böylesi ezberleri bozmanın artık kaçınılmaz hale geldiği bir yıl oldu. Ben ekonomi sohbetlerine yeni bir ezber eklemek istiyorum. Bunu iyi belleyin.
Son Söz: Fazla döviz, enflasyon yaratır.
Raylara kum dökmek gerek
KOÇ Üniversitesi’nin yıllık yemeğinde ustalarımızdan Profesör Oktay Yenal ile sohbet ediyorum. Láfı, Harvard Üniversitesi profesörlerinden İzmirli Dani Rodrik’in Koç Üniversitesinde verdiği konferansta mealen söylediği "Türkiye, sanayini daha fazla ihracata yöneltmek için kurlarla oynama lüksünü kaybetti" cümlesine getiriyorum. Yenal hoca, "Katılmıyorum; her zaman yapılabilecek bir şey vardır" diyor ve ilave ediyor. "Eğer tren istendiğinden daha hızlı bir şekilde yokuş aşağı gidiyorsa, raylara kum dökmek gerekir." Ben hocadan, yaptığı benzetmeyi somut öneriye dönüştürmesini istiyorum. Mesela, "IMF’ye olan borcun tamamı derhal ödenmeli" diyor. Bundan sonrası benim yorumlarım ve Türk Lirası’nın daha fazla değerlenmesine engel olmak için raylara kum dökme yöntemlerim.
Şirketlerin ve bankaların yabancı para cinsinden ve yurt dışından borçlanmasına ek vergiler getirilmelidir. Bu suretle Merkez Bankası’nın enflasyonu düşürmek için uygulaya çalıştığı "sıkı para" politikası işlerlik kazanabilir. Hem borçlanma maliyetleri artar (sıkı para politikasının amacı bu değil mi?) hem de piyasadaki "para miktarı" sınırlanır. Buna ilave, Hazine’nin kısa vadeli TL ile borçlanacağına, uzun vadeli dövizle borçlanmaya geçmesi. Böylece kamunun hem "borçlanma miktarlarının milli gelire oranı" hem de "borçlanma maliyeti" düşecektir. Üstelik TL’li borçları TL ile döndürmenin TL faizleri üzerindeki baskılar sona ereceği için, orta vadeli TL faizleri de düşecektir. Bunun sonucunda muhtemelen Halk Bankası istenilen fiyata yabancılara satılamayacak. Hatta bazı yabancı bankalar Türkiye yatırımlarını erteleyecektir. Türkiye’ye döviz girişleri azalacaktır. Büyüme önce düşecek, enflasyon denetim altına alınacaktır. Günün sonunda ekonomimiz, ihracatın çektiği büyüme rayına girecektir. Buyurun size 2008 için "yeni bir ekonomi politikası".
Son Söz: Öncelikler yoksa, strateji de politika da yoktur.
Pışık! Yılbaşından önce zam yapacak kadar saf mıyız
YILLARDIR bekletilen ve biriktirilen elektrik ve doğal gaz zamları kısmen, 1 Ocak 2008 tarihi itibariyle yürürlüğe girdi. Dolayısıyla ölçülen enflasyona 2007’deki etkisi sıfır oldu. Peki, henüz ölçüm radarına girmeyen "dipten gelen" enflasyon dinamiğine katkısı ne oldu? Onu önümüzdeki aylarda hep birlikte göreceğiz. Bu bölümün başlığının patenti Özal’a aittir. Özal da siyasi hayatının ikinci dönem seçimlerinden önce kamu tarafından üretilen mal ve hizmetlerin fiyat ayarlamasını, seçim sonrasına ertelemişti. Seçimden sonra zamlar yağmur gibi yağmaya başlayınca, Gazeteciler, kendisine niçin zamları zamanında yapmayıp, bütçenin daha fazla açık vermesine sebep verdiniz diye sorunca o da bu cevabı vermişti.
Enflasyon bilindiği gibi "şişme" demektir. Peki, bu süreçte şişen nedir? Görünür haliyle "fiyatlardır". Ancak fiyat artışları sadece sonuçtur. Bu sonucun gerisinde sebep olarak şişen ne vardır? Parasalcılara göre piyasadaki "para miktarının" şişmesi vardır. Peki, piyasadaki para miktarı, durduk yerde şişer mi? Bu şişmesinin gerisinde neyin şişmesi vardır acaba? Cevap: Bütçe açıklarının. Neymiş demek ki, enflasyon yüksek çıkmasın diye ertelenen kamu zamları, enflasyon yaratırmış? Hani nerede kaldı enflasyonla savaş?
Son Söz: Zam enflasyondur; ama enflasyonla savaşın yolu da zamdır.
Yazının Devamını Oku 29 Aralık 2007
BU, yılın son yazısıdır. Ekonomik açıdan bazı yıllar veya devreler "kayıp" bazıları "kazanç" dönemleri olarak adlandırılır. Mesela 1980-1990 arası Türkiye için kazanç, buna mukabil 1990-2000 arası kayıp yıllardır denir. Aslında kazanç yıllarının gerisinde mutlaka kayıp yıllar, aynı şekilde kayıp yılların gerisinde de kazanç yılları vardır. 2007, şimdiden kayıp yıl olarak tescil edildi. Soru şu: Acaba 2007, 2002-2006 arasını kapsayan kazanç yıllarının sona erdiği ilk yıl mı? Yani yüz güldüren 5 yıldan sonra, yeniden bir kayıp yıllar devresine mi giriliyor? Olabilir. Bu ihtimali, önümüzdeki günlerde bu köşede irdeleyeceğim.
* * *
Bugün, bir süredir yazmayı düşündüğüm önemli bir konuyu işleyeceğim. Soru şu: Acaba Avrupalıların, yerli taşeronlara ihale ettiği "Türkiye’den Kemalizm’in kökünü kazıyın" projesi tamamlandı mı? Daha doğrusu, Kemalizm için sonun başlangıcı aşaması geçildi mi? Kemalizm’i, cumhuriyetçilik olarak da okuyabilirsiniz. Aslında kelimelerin anlamı yoktur. Ne anlam yüklenirse veya ne anlamda kullanırsa, o anlama gelir. Başınızı serin, ayağınızı sıcak tutun. Kafa karıştıranlara kulak asmayın.
* * *
Atatürk, Osmanlı Müslümanlarının, kendi kendilerini yönetebilecekleri bir vatan sahibi olmasını sağlayan istiklál harbinin mimarıdır. Atatürk’ün milliyetçiliği, ideolojik değil, pragmatiktir. Amaç Türkiye Cumhuriyeti’nin birlik ve bütünlüğünü korumaktır. İşin ilginç yanı Mustafa Kemal’e Atatürk soyadı verilmesinden rahatsız gericiler, "onun soyadı Atatürk değil, Adıtürk’tür" diyerek, Türk olmadığını ileri sürmüştür. Atatürk’ün yurtdışına sürdüğü Halife Hanedanı ise Atatürkçü olmuştur. Çünkü onlar, Atatürk’ün verdiği milli mücadeleyi çok iyi anlamıştır. "Atatürk büyüktür, ama ondan büyük Tayyip Erdoğan var" mealinde yazı yazan paşa oğlu eski bir dışişleri bakanı niçin böyle konuşmaktadır? Günümüzde Türkiye’de yükselen en büyük tehlike milliyetçiliktir diye Avrupalı ağzıyla konuşan "ecnebi Türkler" niçin kafayı Atatürk’ün kurduğu cumhuriyete takmıştır. Çünkü onların esas tezi, "Türkler, kendi kendini yönetemez; Türkleri, Batı yönetmelidir" anlamına gelen "manda idaresi"dir. Mandacı Türkler, Batı karşısında o kadar derin bir aşağılık duygusu içindedirler ki; kendileri laik olduğu halde, efendi belledikleri Avrupalılar tehlikeli gördü diye laik "Kemalizm"in can düşmanı olmuşlardır. Yine efendileri "ılımlı İslam, radikal İslam’ı engeller" diye düşündüğü için de laik mandacılar dinci yazarlar kümesine katılmakta hiçbir tutarsızlık görmemiştir.
* * *
Gelelim kötü (!) habere. Maalesef, 2007 yılında da Kemalizm’in kökü bu topraklardan kazınamamıştır. Hatta AKP’nin, ülke bütünlüğü söz konusu olduğunda sanıldığından daha fazla "cumhuriyetçi" olduğu ortaya çıkmıştır. Bu gelişmeye katkıda bulunan, başta takıyye yapmayan Fransızlar olmak üzere, bize "Sen Şarklısın, Şarklı kal, Şark’ta kal; senin AB’de ne işin var? Sana şapka değil, türban ve takke yaraşır" diyerek "tarihimizle yüzleşmemizi" sağlayan Avrupalılara mutlu yıllar dilerim.
Son Söz: Adam ol, Batılı ol; Batıcı olma!
Yazının Devamını Oku 26 Aralık 2007
KANAATİM, hukukun uygulandığı haliyle, ülkemizin medenileşmesini ciddi şekilde engellediğidir. Yukarıdaki cümlede kullandığım medenileşme kelimesini, istediğiniz kadar geniş tutabilirsiniz. Kanaatim değişmez. Ancak bu yazı bağlamında, medenileşme "şehirleşme" anlamında kullanılmıştır. Beni çok rahatsız eden bu hukuk meselesine, yeni anayasa tartışmaları sırasında dikkat çekmeyi uygun gördüm. Ülkenin medenileşmesine engel olan hukuk kuralları, ruhu ve lafzı ile değiştirilebilirse, Türkiye’nin geleceği için daha ümitvar olacağım. Ancak böyle bir değişim, mevcut ortamda çok zordur. Çünkü ne toplumun ne de önderlerin böyle bir talebi yoktur.
1. Sözünü etmeye çalıştığım hukuk, gayrimenkul mülkiyetinin kişiye bahşettiği haklarla, daha doğrusu hakların sınırlarıyla ilgilidir.
2. Kabul! Mülkiyet, hürriyetin teminatıdır. Devletin, mülkiyet muhafızlığı yapmadığı bir ülkede, bireysel özgürlükten söz edilemez. Devletin esas görevlerinden biri de, tapuyu deldirmemektir.
3. Kişi, akıl ve alın teriyle yarattığı artı değerin bir kısmını tüketmez; tasarruf eder. Bunu da doğrudan veya dolaylı olarak nema yaratan yatırıma dönüştürür. Bu davranış, iktisadi kalınmanın da esasıdır. Çünkü iktisadi kalkınma, son tahlilde "sermaye birikimi" demektir.
4. Yatırım, kişinin en büyük sosyal güvencesidir. Bireyin, gerek çalışamaz hale geleceği yaşlılık yıllarını, gerekse bakmakla yükümlü olduğu sevdiklerinin yaşamını teminat almada kullanabileceği en etkin alet, gayrimenkul mülkiyetidir. Mülkiyet, bu haliyle kutsaldır.
5. Ancak mülkiyet, kişinin yarattığı artı değerin muhafazasını aşıp, toplumun yarattığı artı değeri, kişinin cebine aktarma mekanizması haline dönüştüğü an, kutsallığını kaybeder.
6. Daha da kötüsü, gayrimenkul mülkiyeti, kentlerin imar planlarının yapılmasında kısıt haline gelmişse, artık iktisaden savunulması imkánsız bir baş belasına dönüşmüş demektir.
7. Türkiye, tarımda verim artırmak için yıllarca toprak reformunu tartıştı. Küçük tarım arazileri birleştirilmeli, büyükler köylülerin özgürleştirilmesi için bölünmeli dendi. Bu konular geride kaldı.
8. Bugün en az kırsal arazi reformu kadar, hatta ondan daha fazla kentsel toprak reformunu tartışmaya ihtiyaç vardır. Milli gelirin % 60’nın yaratıldığı kentler, düzensiz, verimsiz ve çok çirkindir.
9. Kentlerin en değerli semtleri, gündüz kondu veya gece kondu binalarla doludur. Hukuk, bu mendebur binaların hamisidir. Bu binalar yıkılıp, arsaları tevhit edilemediği için, medeni yerleşim bölgeleri kurmak adına, şehirler gereksiz yere yayılmaktadır.
10. İstanbul’un tam ortasında "Park Otel" leşi öylece yatıp durmaktadır. İzmir’in tam merkezinde kocaman bir çukur, yıllardır durup durmaktadır. Kimse bir şey yapamamaktadır. Çünkü hukuk, bu medeniyetsizliği, kutsal mülkiyet haklarını uğruna savunmaktadır.
11. Aslında savunulan kutsal mülkiyet değil, "rant" yağmasıdır. Yasalar, düzensizliğin ve gayri iktisadiliğin "badigardı" olmuştur.
Son Söz: Kamunun yarattığı rant, kamuya aittir.
Yazının Devamını Oku