1 Ekim 2008
AMERİKA’da patlak veren finansal krizin ekonomide ne kadar bir zarara veya kayba yol açtığı hesaplanmaya çalışılıyor. Bunun için zarar açıklayan kurumların zararları alt alta toplanıyor. Bir başka yöntem olarak da Amerikan Devletinin yani Amerikan Hazinesi ile Amerikan Merkez Bankasının sisteme şırınga ettiği veya edeceği paraların toplamı bulunmaya çalışılıyor. Bu tür hesaplamalarla sonuca gidilemez. Öncelikle zararın ölçümü ve zamanlaması üzerinde bir mutabakat tesis etmek gerekir. Bir an için zararın muhasebe açısından tanımı üzerinde mutabık kalındı diyelim. Bu durumda bile firma zararlarının toplanmasıyla "makro" yani ülke ekonomisinde oluşan zarar bulunamaz.
* * *
Bu dediğimi bir örnekle açıklayım. Bir ailenin 8 çocuğu olsun. En küçük kardeş kendine cep telefonu almak için 2. kardeşten 100 lira ödünç istesin. İkinci kardeş, "benim param yok, ama sana 100 lira bulurum" deyip, bunu 3. kardeşten ödünç alsın. 3. kardeş de bunu 4. kardeşten alsın ve bu borçlanma 8. kardeşe kadar gitsin. 8. kardeş de bu parayı bir yabancıdan ödünç alsın Bu durumda kardeşlerin toplam borcu kaç lira olur? Eğer her kardeşten "kaç lira borcun var?" diye beyan alınır ve bu beyanlar toplanırsa, kardeşlerin toplam borcu 800 lira çıkar. Kardeşlerden teker, teker kaç para alacağın var beyan alınsa, alacakların toplamı da 700 lira eder. Kardeşler tek bir ailedir. Bu ailenin (yani bankacılık sektörünün veya ülke ekonomisinin) borcu, sadece 100 (800 700) liradır. Karşılığında da ailenin elinde 100 liraya alınmış bir telefon vardır. Ama telefon şimdi 100 lira etmemektedir. Amerika’da birbirine ödünç vermiş bankalar aynı zamanda birbirinden alacaklıdır. Biri borcunu ödeyemeyince, zincirleme olarak diğerleri de ödeyemiyor. Önce ipotek karşılığı kredi veren birinci banka alacağını tahsil edemiyor. Çünkü ev fiyatları düşmüş durumda. Zincir buradan kopuyor. Eğer ödeme sistemi çözülürse, bugün alacağını alamayan banka, ileride emlak fiyatları artınca parasını kurtarabilir. O zaman tüm bankalar zincirleme olarak alacaklarını tahsil edebilir. Böylece bugün zarar yazılan tutarlar, yarın kár olarak muhasebeleşebilir.
* * *
Muhasebede "konsolidasyon" diye bir kavram vardır. Anlamı, birbirinden ayrı tüzel kişiliğe sahip, ama aslında tek bir iktisadi kişiliği olan şirketlerin Bilánço ve Kár/Zarar tablolarının teke indirgenmesidir. Bu yöntemde hesapları konsolide edilen şirketlerin, birbirine olan borç ve alacakları sadeleştirilir. Birbirleriyle yaptıkları alış verişten doğan ve henüz gerçekleşmiş kár ve zararlar tasfiye edilir. Buna çok benzer bir uygulama bizde kamu kuruluşları arasındaki çapraz borç/alacak ilişkilerinin sadeleştirilmesi şeklinde yapılır. Adına da "tahkim" (pekiştirme) denir. Kamu kesiminin toplam borçlarını bulmak için bu işlem ara sıra yapılır. Amerika’da veya finansal krize giren herhangi bir ülkede, eğer özel kuruluşlar devletleştiriliyorsa, kamu kesiminin kapsamı genişliyor demektir. Bu durumda Amerika’nın "yeni kamu kesiminde" tahkime gidilmeli, yani hesaplar konsolide edilmelidir.
Son Söz: Doğru ölçmeyen, doğru biçemez.
Yazının Devamını Oku 27 Eylül 2008
AMERİKA’da ortaya çıkan mali kriz, benim tahminlerimi de aşarak maalesef büyüyor. Artık bu kriz bize bulaşmaz deme zamanı geçti. Öyle veya böyle bu işin ucu bize de dokunacak. Sırası gelmişken "iflas" ve "ödeme güçlüğü" kavramlarını tanımlamak istiyorum. Önce bize öğretilen "tarifin tarifi"ni tekrarlayım. "Tarif, ağyarına mani, efradını cámi olmalıdır." Yani bir tanımın içinde, anlaşılmasına yetecek tüm bilgiler bulunmalı, ilgisiz bilgiler de yer almamalıdır. Ben de bu "tanımın tanımına" sadık kalacağım.
1. İflas: Belli bir tarihte bir tüzel veya gerçek kişinin varlıklarının, borçlarını karşılayamayacak hale gelmesidir.
2. Ödeme Güçlüğü (nakit krizi): Belli bir tarihte bir tüzel veya gerçek kişinin, ödemelerini zamanında yapamayacak hale düşmesidir.
2001 krizinden sonra ortaya çıkan bunalımlı dönemde, kamu bankalarının başına geçen matematik doktoru Vural Akışık, "nakit krizine girmek, ağır bir trafik kazasına uğramaya benzer; iflas ise, vereme yakalanmaktır" derdi. Trafik kazası, kişinin bünyesinde bazen onarılamayacak hasarlar meydana getirir. Verem ise, bünyeyi yavaş, yavaş kemirir. Ama tedavi edilirse hasta, sağlığına tekrar kavuşur. Onun için iş hayatında "kazadan kork, veremden korkma" düsturu geçerlidir.
* * *
Her iflas, yani borçların karşılıksız kalması, sonunda nakit krizi yaratır. Ama her nakit krizi, firmanın müflis olduğunu göstermez. Nakit krizi, firmanın varlıkları, borçlarından fazla iken de ortaya çıkabilir. Ancak, eğer nakit krizi ile baş edilemezse, bunun ardından ortaya çıkacak yeni olumsuz gelişmeler, büyük bir ihtimalle firmanın iflasına yol açar. Hem de iflas bu durumda paldır küldür gelir. Bu, firmalar için olduğu gibi, ülkeler için de böyledir. Eğer bir ülke ekonomisinde "ödemeler sistemi" çökmüşse, isterse milli gelir o güne kadar hızlı bir şekilde artmış olsun, bu olayın ardından mutlaka milli gelir düşer. Hem de çok kötü düşer. Yani nakit krizi veya mali kriz, iktisadi kriz haline dönüşür. Ülkede ödemeler sisteminin çökmesine, nükleer santrallerde olabilecek en kötü kaza, yani reaktör çekirdeğinin kendini eritmesinden mülhem "meltdown" da denir. Buna izin verilemez. Son günlerde ABD’de alınan krizi önleme önlemlerin büyüklüğü, ortada bir "meltdown" tehlikesi olduğunu anlatıyor. Kısaca ödemeler sistemine, yani bankalara su gibi nakit para pompalanıyor. Ekonomik sistemin çekirdeği soğutuluyor. Bu kadar su (para) pompalamanın yaratacağı sakıncalar, esas tehlikenin sakıncaları yanında çok hafif kalır. Daha ne kadar su basılacak sorusunun cevabı "erimeyi önlemek için ne kadar gerekiyorsa, o kadar"dır.
* * *
Şimdi de çok önemli bir yanlış söyleme dikkat çekmek istiyorum. Devlet (Merkez Bankası/FED ile Hazine) tarafından finans kuruluşlarını kurtarmak için tahsis edilen para, mutlaka vergi verenlerin (halkın) sırtına bindirilen bir yük değildir. Gerçek zarar, milli gelirin küçülmesiyle oluşur. Milli gelir azalmazsa, milli servet de azalmaz. Dolayısıyla "halkın" sırtına bir külfet binmez. Ama kişi için durum farklıdır. Kök sorun, milli gelir paylaşımıdır.
Son Söz: Ağlarsa, geliri veya serveti azalan ağlar; gerisi yalan ağlar.
Yazının Devamını Oku 24 Eylül 2008
AKP iktidarları döneminde, üç ana sebepten dolayı milli gelirde önemli artış oldu. Birincisi, krizden çıkmanın otomatik düzeltmesidir. İkincisi, uygun küresel şartlardır. Üçüncüsü, kamuda mali disipline riayet edilmesidir. Bu sayede milli gelir artmıştır. Ama zannedildiği gibi kişi başına milli gelir 2002’de 2600 dolar iken, 2007’de 9300 olmamıştır. Yeni seriye göre milli gelir, toplamda "dolarla" % 186 artmıştır. Yukarıdaki rakamlar TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) tarafından hazırlanan verilerden türetilmiştir. Aynı kurum, milli gelirin sabit fiyatlarla artış oranlarını da yayınlamaktadır. TÜİK’in "sabit fiyatlarla büyüme" verilerine göre, milli gelir aynı dönemde, toplamda % 48, kişi başına % 37 artmıştır. Doğru artış oranı budur. Devalüasyon, revalüasyon veya ölçme yöntemi değişikliği dolayısıyla cari yılın rakamları, geçmiş yıl rakamlarıyla kıyaslanamıyorsa yeni bir seri hesaplamak gerekir. Bu hesaplamada kullanılması gereken yöntem, son yılı 100 alıp, geçmiş yılları düzeltmek şeklinde olmalıdır. Yani 2007’de kişi başına milli gelir 9300 dolarsa, bu sayı "sabit fiyatlarla kişi başına milli gelir artış yüzdesi" ile küçültülerek, 2002’nin kişi başına milli gelirine ulaşılmalıdır. Böyle yapınca, 2002’deki kişi başına milli gelir, "bugünkü dolar" fiyatlarıyla 6800 dolar çıkar. Hesaplar kafa karıştırmaktadır. Çünkü sayıların içinde istatiksel gürültü var. Birinci gürültü "Türk Lirası"nın dolar karşısında değerlenmesidir. Milli gelir ulusal parayla hesaplanır, sonra dolara tercüme edilir. Tercüme hatalıdır. İkinci gürültü, milli gelir hesaplama yönteminin değişmiş olmasıdır. Geriye doğru düzeltme zordur. Üçüncü gürültü ülke nüfusunun bir türlü tam olarak bilinmemesidir.
* * *
İstatistik ve muhasebe ölçümlerini, düz mantıkla yorumlayıp kullanmaktan mümkün olduğu kadar kaçınmak gerekir. Sayılardan anlam çıkarmak isteyenler, önce sayıların içine gömülmüş mayınların neler olduğunu bulmalıdır. İstatistik ve muhasebe tablolarıyla ahaliyi kandırmak mümkündür. Yeminli uzmanlarca denetlendiği iddia edilen ENRON şirketinin finansal tablolarının, gerçeği yansıtmaktan ne kadar uzak olduğu firma gümbür gümbür battıktan sonra anlaşıldı. Üstelik bu hata, denetçi firmanın da sonunu getirdi. Şimdi de anlı şanlı Amerikan ve Avrupa mali kuruluşlarının finansal tablolarının sistemin içindeki rizikoları, benim tabirimle mayınları göstermekten ne kadar uzak olduğu anlaşıldı.
* * *
Gelişmekte olan ülkelerin dolarla ölçülen milli gelirleri, ticaretin serbestleşmesiyle, gelişmiş ülkelerin milli gelirlerine yaklaşmaktadır. Kısaca, satın alma gücü paritesi ile kambiyo kuru arasındaki fark azalmaktadır. Bundan yaklaşık 40 yıl önce büyük ustalardan Bela Balassa ve Paul Samuelson bunu görmüştü. Hatta gelişmekte olan ülkelerin paralarının değerlenmesine "Belassa-Samuelson Etkisi" denir. Yapılan ölçüm hatalarının ve yanlış kıyaslamanın esas sebebi budur. Önümüzdeki yıllarda da, küreselleşme ile birlikte gelişmekte olan ülkelerin para birimleri (düzeltmeler müstesna) değerlenmeye devam edecektir.
Son Söz: Bilerek yapılan yanlışa, yalan denir.
Yazının Devamını Oku 20 Eylül 2008
GEÇTİ filan derken Amerikan mali piyasalarındaki çalkantı, yeni bir boyuta ulaştı. Başta Amerika olmak üzere, serbest pazar ilkesine sıkı sıkıya bağlı Avrupa "devletleri" piyasalara para şırınga ederek müdahalede ediyor. Olayların kendi mecrası içinde gelişmesine izin vermiyor. Bunda da ne bilimsel ne de ahláki bir sakınca görmüyorlar. Demek ki "Keynes hálá yaşıyor". Ben de, müdahalelerin dozu kaçmazsa yapılanlar doğrudur diyorum. Hamdolsun bu çalkantılar henüz bize tam ulaşmadı. Çünkü bu, öncelikle Amerikan finans kurumlarından alacağı olanları vuran bir krizdir. Hálbuki Türk bankaları borçludur. Bankalarımız, dışarıya borçlu pozisyonları sayesinde para batırmamış olabilir. Ama bu, kriz bizi etkilemez demek değildir. Bütün güvencemiz Merkez Bankası’nın "faizi yüksek-dövizi düşük" tutma azmidir. Yabancılar da buna oynuyor, yerliler de. Bizde bu kadar yüksek faiz verecek ense oldukça, ister kredi, ister mali yatırım amaçlı olsun, Türkiye’ye yabancı para akmaya devam edecektir diye düşünüyoruz. Para geldikçe de ekonominin çarkları, hızlı veya yavaş, dönmeye devam edecektir. Gelmezse o zaman hayırlısı olsun.
* * *
Ekonomi haberleri maç anlatma tarzında veriliyor. Konuşan kişiler, sürekli indi-çıktı diyerek "ne oldu" sorusunu yanıtlıyor. Ben de izninizle "ne oldu değil, neden oldu" sorusunu cevap vermeye çalışayım.
1. Her kriz, esasında bir düzeltmedir. Bu, krizden önce bozuk olan bir şeyler vardı demektir. Bozukluğu doğru teşhis etmek gerekir.
2. Her düzeltme, bir bozuğu düzeltirken, bir sağlamı da bozar. Hiç yan etki yaratmadan düzeltme yapmak, hemen hemen imkánsızdır.
3. Kriz yönetimi, düzeltmenin yaratacağı bozulmaları sınırlamayı amaçlar. Bu, düzeltmenin maliyetini asgaride tutmak demektir.
4. Ekonomi, biri "reel" (sanayi, tarım ve hizmetler) diğeri, "reel olmayan veya finansal" (banka, borsa v.s.) iki sektörden kuruludur. Reel sektör, aynanın önündeki nesne ise, finansal sektör bilánçoları da nesnelerin aynadaki görüntüsüdür.
5. Zamanla gerçek nesneyle, görüntü arasında ciddi büyüklük farkları oluşmuşsa, ufukta kriz var demektir. Mesela, bireysel servetler, milli gelir artışından çok hızlı artıyorsa bu bir öncü göstergedir.
6. "Varlık fiyatları şişmesi" denilen olay işte budur. Genel bir kural olarak, milli servet artışlarıyla, milli gelir artışları paraleldir. Gelir ne kadar artarsa, servet de o nispette artar.
7. Amerika’da kriz "varlık fiyatları balonunun patlaması" sonucunda ortaya çıkmıştır. Yani kişisel servetler, milli gelir artışıyla ilişkisini kaybetmişti. Krizin, bireysel servetleri azaltması kaçınılmazdır. Zaten düzeltmenin anlamı da budur.
8. Krizin faturası, sadece önceki dönemde servetleri artanlara değil artmayanlar da kesilecektir.
9. Oluşan toplumsal zararı, topluma ádil paylaştırmak için, faizler negatif olmalıdır. Bunu Japonya uygulamıştır.
Son Söz: Kár bölüşülemezse, zarar bölüşülür.
Yazının Devamını Oku 17 Eylül 2008
TÜRK ekonomisinin işleyiş mekanizması "para içeri-büyüme yukarı"dır. İktisatçı İlker Domaç, 1965’ten bu yana yurt dışından gelen paralarla, milli gelir artışlarının ilişkisini matematik olarak irdelemiş. Çok yüksek bir ilgileşim (korelasyon) var, "değişimler adeta üst üste çakışıyor" diyor. Bu zaten biliniyordu. Bir kez daha teyit edildi. Akla şu sorular geliyor.
1. "Para içeri-büyüme yukarı" ilgileşimi neyi ispatlamaktadır? Bu bir kısır döngü müdür? Yani ulusal ekonomi yeterince kaynak yaratamıyor mu, yoksa kaynak yaratamaz hale mi geliyor?
2. Bu ilgileşim doğrusal mıdır? Yani sonsuza kadar bu böyle devam eder mi? Yoksa ilgileşim bir noktadan sonra, terse döner "para içeri-büyüme aşağı" haline gelebilir mi?
3. "Para içeri-büyüme yukarı" ilgileşiminin doğrusal olduğu ve hiç bir zaman "para içeri-büyüme aşağı" haline gelmeyeceği varsayılsın. O zaman soru, "cari açık sonsuza kadar sürer mi" olmaz mı?
4. Bir an için cari açığın da sonsuza kadar finanse edilebileceği varsayılsın. Sürekli cari açık vererek, ülkenin yüzde 7 veya daha üstü bir kalkınma hızını tutturması mümkün mü?
5. İktisaden, dışa bağımlı hale gelen bir ülke, siyasi olarak bağımsızlık iddiasını sürdürebilir mi? İktisadi sağlığı yurt dışından gelecek paralara bağlamış bir memleket, hiç istemediği siyasi badirelere sürüklenmek tehlikesiyle de karşı karşıya kalmaz mı?
6. Siyasi bir badireye istemeden sürüklenebilecek bir ülkenin risk algılaması olumluya döner mi? Risk algılaması olumsuz bir ülkede, dışarıdan daha fazla borçlanmaya dayanan bir hızlı kalkınma sürdürülebilir mi?
2008 yılının ikinci çeyreğinde, büyümenin hız kesmesi vesilesiyle yukarıdaki soruları sordum. İkinci çeyrekte milli gelir büyümesinin yavaşlaması, hem küresel ekonomik sıkıntıların, hem de kapatma davasının bir sonucudur diye açıklanabilir. Büyüme bu güne kadar iç talep artışına bağlı olarak sürdü. Bu yıl yüksek fiyatlı petrol ve ham madde ithalatı, iç talepte daralmaya yol açmıştır. Büyümenin bu yüzden de yavaşlamış olabileceğini hesaba katmak gerekir. Türkiye, 2001 krizinden çıkmanın otomatik düzeltmesi ve küresel ekonominin sağladığı uygun iklim şartlarıyla son yedi yıldır iyi performans gösterdi. Aynı performansı ve hatta daha iyisini, Latin Amerika ve Doğu Avrupa ülkeleri de gösterdi. Çünkü başarının gerisinde dış etkenler vardı. Dış etkenler, şimdi de başarısızlığın sebebi olabilir.
* * *
"Para içeri-büyüme yukarı" ilişkisi, mantıken kısa vadede "para dışarı-büyüme aşağı" ilişkisini de içerir. Acaba böyle şeyin ortaya çıkma ihtimali var mı? Mesela, küçülen bir ekonomide, özel sektör eskisi kadar borçlanmazsa bu, para girişi azalacak demektir. Para girişinin azalması, bir "az para-az büyüme" kısır döngüsünü tetikleyebilir. O zaman, büyümeyi hızlandırmak için kamu harcamalarını arttırmaktan başka çare kalmaz. Herhalde IMF de buna izin vermez.
Son Söz: Dış sebepler değişmişse, iç sonuçlar da değişir.
Yazının Devamını Oku 13 Eylül 2008
YAMAN Törüner, 30 Ağustos tarihli Milliyet’teki köşesinde İTÜ (İstanbul Teknik Üniversitesi) Ayazağa Yerleşkesi’nin köşesinde inşa edilen metro durağının hikáyesini anlattı. Bu sayede o güne kadar önünden gelip geçerken gözümü ve aklımı tırmalayan acayip bir binanın aslında "sakat bir anlayışın çirkin bir anıtı" olduğunu anladım. Olayı özetleyim: Yapımı sürmekte olan Levent-Maslak metro hattında, İTÜ Yerleşkesi’nin köşesine bir istasyon yapılmasına karar verilir. İTÜ’nün öğrencilerinin, öğretim üyelerinin ve çalışanlarının hayatını kolaylaştırmak bakımından bundan daha faydalı bir şey olamazdı. Pek tabii belediye bu hizmeti İTÜ’ye kıyak olsun diye değil, görevi icabı, halka hizmet için yapmaktadır. Yetiştirdiği mühendislerle medar-ı iftiharımız olan İTÜ’nün, bir kurum olarak bu yapıma, mimari, teknik ve idari olarak her tür desteği vermesi gerekmez mi? Hayır, öyle olmuyor. İTÜ, belediyeye, bizim arazimizden metro istasyonu için size biraz yer veririz, ama buna karşılık siz de bize sekiz katlı bir bina inşa edersiniz diyor. Neyin karşılığı olarak sekiz katlı bina isteniyor anlamak mümkün değil. Bu haksız pazarlığın sonucunda kamu malı olan bir arazinin üzerinde yapılacak bir kamu hizmeti binası yani istasyon için belediye, İTÜ’ye rant aktarmayı kabulleniyor ve ortaya aşağıda anlatacağım feláket çıkıyor. Metro istasyonun, kısmen yolun üstüne yapılmasına, bu sebeple anayolun dönemeçteki bir şeridiyle yaya kaldırımın iptalinde karar veriliyor. Herhalde Büyükşehir Belediyesi de "bu ayıp İTÜ’ye yeter diye" bedavadan inşa etmeyi vaat ettiği 8 katlı binayı yol üstüne inşa edilecek istasyonun tepesine kondurmayı öneriyor. Teklif kabul görüyor ve inşaat başlıyor. Yaman Törüner, yazısını yazmadan önce Büyükşehir Belediyesi Kontrol Amiri Fahrettin Öner ve İTÜ Yapı İşleri Başkanı Hamit Dinibütün’le görüşmüş. Yukarıda yazdıklarım, yetkililerin cevapları da dikkate alan bir tespittir. Kimse bana ayrıntılı açıklama gönderme zahmetine katlanmasın. İstasyon binası orada lök gibi duruyor.
* * *
Hayatım boyunca "kamu"(amme), "devlet" ve "halk" kelimelerinin birbirine izafeten ne anlama geldiğini bulmaya çalıştım. Mesela kamu yararı ile halk yararı ayrı şeyler midir? "Menafi-i devlet" yani devlet menfaati, amme menfaatinden başka mıdır? Devlet menfaati ile halk menfaati çelişebilir mi? Devlet yararı denince, devletin kurumsal kişiliğinin yararı mı, yoksa devlet personelinin yararı mı kastedilir? Bir devlet üniversitesi olan İTÜ’nün arazisinden küçük bir parçanın metro istasyonu yapımı için belediyeye terk edilmesinin yaratacağı faydanın nihai lehtarı kimdir? Kamu mu, devlet mi, halk mı? İTÜ de Belediye de "kamu" değil midir? Belediyenin menfaati ile İTÜ’nün ve her ikisiyle halkın menfaati çelişir mi?
* * *
Geri kalmış ülkelerde iktisadi verimsizliğin iki temel sebebi vardır. Birincisi, kötü muhasebedir. Yani ne kár/zarar ölçümleri doğrudur, ne de bilánçolar gerçek durumu yansıtır. Bundan daha da kötüsü "alt küme çıkarının, üst küme çıkarına tercih" akılsızlığıdır. Bu gayri iktisadi davranışa "sub-optimization" denir. İTÜ metro istasyonu hikáyesinde ikisi de var.
Son Söz: Kamudan kamuya rant aktarılmaz.
Yazının Devamını Oku 10 Eylül 2008
BANA yazmaktan gına geldi, size de okumaktan herhalde. Üstelik iktisadi yorum bekleyen onlarca konu var sırada. Kendi kendime bir süre şu "yüksek faiz-düşük kur" konusuna girme diyorum. Ancak konu gündemden düşmüyor. Hele, hele cari açığın küçülmesi için yapacak hiçbir şey yoktur, ne yapıp yapalım dışarıdan borçlanmaya devam edelim denmiyor mu içim kararıyor. Hani cari açık iyidir, ülke ekonomisi için risk oluşturmaz ve sürekli büyüme ancak cari açık vererek sağlanır dense, amenna. O zaman bu iddialara cevap vereceğim. Cari açığın, niçin istikrar yani "kalıcı düşük enflasyon" hedefinin önündeki en büyük risk olduğunu anlatacağım. Son elli yıl içinde, kalkınma hızları göz kamaştıran tüm ülkelerin "cari işlem fazlası" verenler arasında çıktığını söyleyeceğim. Bu konuda yapılan bilimsel araştırmalardan bahsedeceğim. Hayır, öyle denmiyor. Sürekli cari açık vermek iyi bir şey değildir, ama bugün yapacak bir şey yoktur deniyor. Peki, bugün yapılacak bir şey yoksa ne gün bir şeyler yapılacak? Bir şey kötüyse, onu iyileştirmek için bugünden yapılması mümkün hiçbir şey yok mudur? Bunlar üzerine kafa yormaya değmez mi? Alınacak tedbirlerin maliyeti ne olursa olsun, önlem almak, herhalde kötü bir akıbete doğru çaresizlik içinde sürüklenmekten iyidir.
* * *
Gelelim işin esasına. Merkez bankaları enflasyonu düşürmek için sıkı para politikası uygular. Sıkı para politikası iki unsurdan oluşur. Birincisi, faizi (özellikle borç verme) yüksek tutmak, diğeri de para miktarını (tabanı) sınırlamaktır. Biz ne yapıyoruz? Sadece TL’nin faizini yüksek ve sadece TL para tabanını dar tutuyoruz. Ama aynı anda döviz faizleri düşük (hatta sıfırın altında) olmaya devam ediyor, yurt içine oluk, oluk yabancı para giriyor. Yani para arzı genişliyor. Geçen haftalarda, Friedman’ın bizde uygulanan ve adına "yönetilen dalgalı kur" denilen rejimin "çapalı kur rejimi" sınıfına girer dediğini yazmıştım. Friedman ustanın "Kambiyo Rejimleri Üçe Ayrılır" (Foreign-Exchange Trichotomy) tablosu önümde duruyor. Tabloya bakıyorum. "Para Tabanı Kaynağı" sütununun altında, "çapalı kur rejimleri" satırının hizasında "ulusal ve yabancı para" yazıyor. Yani kur çapası uygulanıyorsa, o ülkede para tabanı, sistemde kullanılan ulusal ve yabancı paraların toplamıdır diyor. Friedman’ın tasnifine göre, dalgalı adı altında çapalı kur rejimini uyguluyor, ama onun da gereğini yapmıyoruz. Bu yüzden iç talep bugüne kadar denetim altına alınamadı.
* * *
Cari açığın küçülmesi için TL faizlerinin düşürülmesi önerimi geri çekiyorum. Zaten bu teklifim kabul görmemişti. Yeni önerim şu: Enflasyonla mücadele için sıkı para politikası izlenmek isteniyorsa, yabancı para cinsinden yurt dışından ve içinden borçlanmalar da pahalılaştırılmalıdır. Böyle olunca hem efektif faizler yükselecek hem de para tabanı fiilen daralacaktır. Yani gerçek sıkı para politikası uygulanmış olacaktır. Bakın o zaman cari açık nasıl düşecektir. Büyümeden fedakárlık pahasına da olsa enflasyonla mücadele etmeyi hedeflediğini iddia edenlerin takdirine sunarım.
Son Söz: Bu ne sıkı para politikası, bu ne ucuz döviz bolluğu.
Yazının Devamını Oku 6 Eylül 2008
ELLİLİ yıllarda, TCDD’nin yeniden yapılanması ve kárlı bir işletme haline dönüşmesi için çalışmalar yapılmış. Bu amaçla demiryolu işletmelerini incelemek üzere bir heyet Amerika’ya yollanmış. Heyetin dönüşte hazırladığı raporda şu tespit yer almış. "ABD’de, devlet demiryolları özel sektöre aittir." Devletçilik, bizim kanımıza girmiştir. Çünkü devlet, toplumun geçim davasını halletmekte ne kadar beceriksizse, kişilerin parasal sorunlarını bir çırpıda gidermekte o kadar etkindir.
Çok başarılı bir dergici olan Sedat Simavi, "Türkiye’de gazeteler devlete satılır; ben halka satılan bir gazete yapacağım" diyerek Hürriyet’i tasarlamıştır. Aradan 60 yıl geçti. Değişen fazla bir şey yok. Gazeteler, özellikle son zamanlarda, devlete yani hükümete satılsın, yani gazeteciler geçimlerini hükümet yandaşı olarak sağlasın diye yeniden tertiplendi. Bu gelişmeleri de dikkate alarak uzun süredir "imal-i fikir" eylediğim bir projemi okurların takdirine sunuyorum. Türkiye’de nasıl "devlet sanatçısı" diye bir páye varsa "Devlet Gazetecisi" diye bir páye de ihdas edilmelidir. Marifet, iltifata tabi olduğuna göre, gazetecilerin marifetini inkişaf ettirmek için bu teşvik çok gereklidir. Üstelik bu, demokrasinin bir gereğidir; di mi?
Genel Hükümler:
1. Her yıl, aşağıda açıklanan kıstaslara göre, son üç yıl içinde toplamda en yüksek puanı alan üç kişiye "Devlet Gazetecisi" unvanı verilir.
2. "Devlet Gazetecisi" seçilenlere, beratıyla birlikte bir nişan ve günün şartlarına göre bir ödül verilir. Ödül, bu yıl için 250 bin liradır.
3. Devlet Gazetecisi seçim işlerini Kültür Bakanlığı yürütür.
Kıstaslar ve puanları:
1. Cumhurbaşkanı, başbakan veya bakanlarla yurt içi gezilere çıkmak. (Gezileri izlemek bu tanıma girmez.) Her gezi 5 puan.
2. Cumhurbaşkanı veya başbakan ile birlikte dış geziye çıkıp, uçakta söyleşi yapmak. Her gezi 10 puan.
3. Cumhurbaşkanının veya başbakanın özel uçağında dış geziye çıkıp, havada çok samimi sohbet etmek. Her gezi 20 puan.
4. Yemek davetinde, devlet büyüklerinin tam yanına veya tam karşısına oturmak. Beher oturuş 5 puan.
5. Başbakanın "sizi hep okuyoruz" iltifatına mazhar olmak. 5 puan.
6. Başbakana akıl vermek ve teşekkür almak. 10 puan.
7. Başbakanla özel mülakat yapmak. Her söyleşi 20 puan.
8. Başbakanla TV sohbeti yapmak. Her program 50 puan.
9. Başbakan bana dedi ki diye yazıya girmek. 10 puan.
10. Ben, başbakana dedim ki diye yazıya girmek. 20 puan.
11. Avrupa Birliği komiserleriyle enseye tokat olmak. 20 puan.
12. AB komiserlerinin Türkiye raporlarına malzeme vermek. 30 puan.
13. Başbakan tarafından yanağı okşanmak. 25 puan
14. Başbakanın yanağını okşamak. 100 puan.
Son Söz: Halk içinde muteber bir meslek yok, gazetecilik gibi; olmaya devlet cihanda "Devlet Gazeteciliği" gibi.
Yazının Devamını Oku