6 Ağustos 2008
2008 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kabulünün ve Hürriyet Gazetesi’nin kuruluşunun 60. yılı. 2008 aynı zamanda benim, ilkokul son sınıfa geçmiş 10 yaşında bir çocukken ailemle birlikte, Manisa’dan Erzurum’a trenle gidişimizin de altmışıncı yılıdır. Gazeteniz Hürriyet, TCDD (Devlet Demiryolları) ile birlikte ana teması "Aile İçi Şiddete Son" olan uzun bir tren seferi düzenledi. Günlerdir gazetenizin sayfalarında bu seferin hikáyesini istasyon, istasyon okuyorsunuz. Pazartesi günü, trenimiz Manisa’daydı. Ben de trenle ayrıldığım Manisa’ya, bir başka tren vesilesiyle döndüm. Manisa istasyonunda tam bir bayram havası vardı. Bizim tren ekibi bu işi iyi becermişti. Bir yanda bando tarihi marşlar çalıyor, diğer yanda kokma dökülüyordu. Her zaman neşeyi, umudu ve önyargısızlığı temsil eden çocuklar, birazdan başlayacak tiyatroyu bekliyordu. Ulu çınarların gölgelediği peron, esen rüzgárın da etkisiyle Manisa sıcağında adeta bir sayfiyeydi. Vali Celalettin Güvenç, Belediye Başkanı Bülent Kar milletvekili Şahin Mengü ve diğer ilgililer Hürriyet ailesini adeta kucakladı.
* * *
Manisa, sanayi, tarım ve hizmetler sektörlerinde gelişmiş bir Batı Anadolu şehri. Her kentimiz gibi mimari açıdan çirkin. Beher metrekare arsaya en çok bina sokuşturma tutkusu yüzünden her yar tıkış, tıkış. Eski saray bahçesi, iki askeri kışla ve bir de mezarlık olmasa, şehirde yeşil alan görmek mümkün değil. Ama şehirdeki refah seviyesi kendini hemen belli ediyor. Üstelik Liman kenti İzmir’e yakınlığı, Manisa’yı küreselleşen Dünya ekonomisiyle bütünleştiriyor. Manisa’nın bugünü de yarını da parlak.
* * *
Yemek esnasında Vali ve Belediye Başkanı ile yılan hikáyesine dönüşen bir özelleştirme olayını tartıştık. Basının (görevi icabı) her özelleştirme olayını kamu mallarının birilerine peşkeş çekilmesi şeklinde ele almasının, kamu yöneticilerinin "şaibe altında kalmamak" için, ekonomiyi canlandıracak girişimlerde bulunmaktan caydırdığını söylediler. Bu haklı bir şikáyettir. Çaresi, iş yapmamak değil, ihalelerde saydamlık ve hesap verebilirliktir.
* * *
Trenin toplantı salonunda insan hakları ile ilgili bir tür panel toplantısı yapıldı. Bu toplantıda söylediklerimi burada bir daha tekrarlamak istiyorum. "İnsan haklarının korunması" devletlerin, kişilerin insan haklarını ihlal etmesine karşı geliştirilmiş bir kavramdır. Yani bu kavramın içinde, kişilerin veya devlet dışı kuruluşların (mesela Mafya benzeri haraç veya ayrılıkçı terör örgütlerinin) insan haklarını çiğnemesi yoktur. Bunlarla mücadele, güvenlik güçlerinin işidir denmiştir. Bu yüzden insan hakları örgütlerinin eylem ve söylemleri "devlet ve düzen karşıtı" propagandaya dönüşüp sevimsizleşmiştir. Hürriyet Gazetesi, bu yılki kampanyasında, insan hakları kapsamına "Aile İçi Şiddete Son"u dáhil ederek 60 yıllık evrensel beyannameye önemli bir boyut katmıştır. Terk edilesi geleneklere ve göreneklere karşı çıkmak, devlete kafa tutmaktan çok daha zordur.
Son Söz: İnsan hakkını korumayı bırak, önce çiğnememeyi öğren.
Yazının Devamını Oku 2 Ağustos 2008
KISA adı Ergenekon olan (keşke engerek konsaydı) "darbe için çeteleşme" davası yargıya intikal etti. Bakalım yargıçlar, ne karar verecek. Bu kadar politize olmuş bir davanın yargıcı olmak istemezdim doğrusu. Kaldı ki 2 bin 500 sayfalık iddianameyi kesinlikle okuyamazdım. Okumaya kalkışsam, aklım isyan edeceği için dosyaya sadece bir göz atardım. Allah yargıçlara kolaylık versin. İddianamenin içeriğini, dikkati dağılmadan uzun metin okuma becerisi olduğuna inandığım gazetecilerin yazdıklarından anlamaya çalışıyorum. Ergenekon şebekesi, anlaşılan kalubeladan beri hep varmış. Zannedersem son olarak 1919 yılında İstanbul işgal altındayken yeniden örgütlenmiş. Bu şebeke, şimdiki AKP hükümetini değil, işbaşındaki her hükümeti devirmek istemiş. Bu da pek anlaşılır bir şey değil. Ben, basmakalıp tekrarlananın aksine "fikir sahibi olmadan, bilgi sahibi olunamayacağına" inanırım. Fikir, aklın damıtık ürünüdür. Bir hipotezdir. Bilgi edinmenin amacı da hipotezi test etmektir. Kafasında bir hipotezi (fikri) olmadan, kimse bilgi edinme zahmetine girmez. Zaten bir fikri olmayan, hangi bilgiye başvuracağını da bilemez. Edindiği bilgiden de anlam çıkartamaz. Atalarımız "çok bilen, çok yanılır" demiş. Bu herhalde, fikirsiz bilgi, insanı yanıltır demektir. Adam kandırmak isteyenler, bilgi veriyorum diye kendi fikirlerini pazarlar. Bu da çok ayıptır.
* * *
Yargıçlar, tüm sanıkları delil yetersizliğinden veya zaman aşımından salıverse bile, ben bu ülkede darbe yanlılarının var olduğuna ve bunların bir kısmının pis ve kalleş işler yaptığına inanıyorum. Bu darbeci teröristler arasında "tehlike geçtikten sonra" günah çıkartıp kahraman olanlar da vardır. İtiraf etmeyip muzırlığa devam edenler de. İnşallah verilecek cezalar, bu kabil adamların cüretini kısar. Bu dava, en azından bugünkü haliyle, fare kadar küçüktür. Çünkü içinde CIA, MİT, Emniyet İstihbarat, TSK ve tarikat ilişkisi yoktur. Bunları içermeyen darbe dosyası mutlaka eksiktir. Ama bu davanın sonuçları, dağ kadar büyük olmuştur. Sadece başbakanın kendini savcı, muhalefet liderinin ise avukat olarak ilan etmesi bile, farenin kötü bir dağ doğurduğunu ispat etmeye yeter. Medyanın bölünmüşlüğü insanı ürkütmektedir. Besleme ve yandaş basın devletten sızdırılmış tek yanlı bilgileri çamurlaştırıp etrafa atmaktadır. Telefonlar dinlenmekte, özel hayatın tüm mahremiyeti ayaklar altına alınmaktadır. Birileri ele geçirdiklerine iktidar sopasına "demokrasi" adını vermiş, önüne gelenin kafasına vurmaktadır. Korku, kentleri beklemektedir.
* * *
Yürütülen kampanyanın tek bir amacı vardır. O da "cumhuriyet"e ruh veren Kemalizm’i veya Atatürkçülüğü tarumar etmektir. Zaten Avrupa basını "Kemalizm bir deli gömleğidir; Türkiye bu gömleği çıkarıp atmadan gelişemez" diye yazıp duruyor. İşte bu fare kadar davanın, ulaşacağı dağ gibi büyük sonucu, bu olacaktır. Son bir uyarı: Kemalizm ve Atatürkçülük diye iki ayrı kavram yoktur. Bu okulun özü laikliktir. Atatürk’ü çarpıtmak yasak; kabul etmemek serbesttir. Demokrasi de bunu gerektirir.
Son Söz: Her olay, bir vesile; her haber, bir propagandadır.
Yazının Devamını Oku 30 Temmuz 2008
SIKÇA dolaştığım caddelerde kapanan dükkán ve mağaza sayısında gözle görülür bir artış var. Bu ticarethanelerin bir kısmı, bir iki ay içinde başka bir girişimci tarafından kiralanıyor. Derhal yeni bir dekorasyon ekibi işbaşı yapıyor. Mağazada demirbaş olarak ne var, ne yoksa söküp atıyor. Tavan alçaksa yükseltiliyor, yüksekse alçaltılıyor. Dünyanın parası sarf ediliyor. Yeni girişimci bazen kapanan dükkánla aynı dalda, bazen başka bir konuda faaliyet göstermeye başlıyor. En çok altı ay içinde bakıyorsunuz o dükkán veya mağaza tekrar boşaltılmış; camlarına beyaz káğıt yapıştırılmış. Sonra film tekrar başlıyor. Gelsin yeni kiracı, gelsin yeni dekoratör ekibi.
* * *
Yeni açılan bir dükkánın, ister caddede, ister AVM’de (Alış Veriş Merkezi) olsun, tutunması kolay değildir. Müşterinin o dükkándan alış veriş yapması için, "kolayıma geldi, geçerken uğradım" dışında bir nedeni olması gerekir. Mağazacılıkta, rakiplere göre "hizmette fark yaratarak" müşteri kazanmak zordur. Dolayısıyla uzun yıllar boyunca, aynı adreste kalarak, kendine bir müşteri portföyü oluşturmuş veya belli profildeki müşterileri kendine çekecek kadar bilinirlik kazanmış dükkánlarla, yeni açılan isimsiz dükkánların rekabet etmek güçtür. Ulusal ve hatta uluslararası markalı mallar yaygınlaştıkça, markasız mal satanların durumu zorlaşmıştır.
* * *
Piyasada kapanan dükkánların olması, ekonomik hayatın doğası gereğidir. Serbest Pazar ekonomisi "eleme" usulü çalışır. Beceren kalır, beceremeyen gider. Genel kural budur. Ancak, son zamanlarda rastladığım dükkán kapanmalarının, dikkatimi çeken ortak bir sebebi var: Dükkán kiraları çok yüksek. Hemen akla, mademki kira yüksek, o zaman "müdebbir (tedbirli) tüccar" o dükkánı kiralamasın demek geliyor. Yani kurtarmıyorsa, o işi orada yapmasın. Ben de aynen öyle düşünüyor ve konuşuyorum. Ama hayat öyle yaşanmıyor. Bir defa, girişimci denilen kişi, risk almaya mecburdur. Bu sebeple iyimserdir, cesurdur. Neden olmasın diye düşünür. Mal sahibi denen kişi ise tamahkárdır. Dükkánını, en yüksek kirayı ödeyeceğini beyan eden kişiye verir; velev ki kiracının, kirayı ödeyemeceğini ve muhtemelen kira borcu takıp çıkacağını sezse bile yine de kirayı düşürmez. Bir ihtimal o kişiye vermez. Bekler, kendi aklınca dükkán láyık olduğu kirayı görünceye kadar boş tutar. Peki, niye?
* * *
Mal sahiplerinin yüksek kira istemesinin sebebi, faizlerin yüksekliğidir. Mal sahibi, dükkánı satıp parasını Devlet Tahvili’ne yatırsa, garantili üstelik vergi beyannamesi vermeden yüzde 20’ye yakın faiz alacaktır. Parayı tahvile yatırınca dükkánın değer artışını kaybettiğini düşünse bile, devletin verdiği faiz onun kafasında bir kıstastır. Kira yüksek olunca, gayrimenkul fiyatları da yüksek olur. Çünkü anamalın fiyatı, getirisinin fonksiyonudur.
* * *
İşte bu yüzden, inatla uygulanan "yüksek faiz-düşük kur" politikası, ülkede bir "gayrimenkul fiyat balonu" oluşturmakta, yani varlık fiyat enflasyonu yaratmaktadır. Herhalde bunu görmeyen iktisatçı da yoktur.
Son Söz: Balon, patlayacağı rakıma kadar yükselir.
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2008
İSTANBUL Sanayi Odası, Türkiye’nin 500 Büyük Sanayi Kuruluşu’nun 2007 yılına ait ekonomik ve finansal bilgilerini açıkladı. Amerika’nın ve Dünyanın 500+500 Büyük sanayi kuruluşlarına dair verileri derlemek ve yayımlamak Amerikan Fortune dergisinin bir buluşudur. O tabloların benzerleri de kırk yıldır düzenli olarak İstanbul Sanayi Odası tarafından hazırlanmaktadır. Bu geleneği başlatan ve sürdüren İSO yetkililerini kutlarım.
* * *
Muhasebe ve istatistik, makro ve mikro ekonominin iki belalı alanıdır. Belalıdır, çünkü muhasebe ve istatistik yöntemleriyle hazırlanan tablolarda ciddi hatalar bulunur. Bu hataların kaynağı, uygulanan istatistik ve muhasebe tekniklerinin sistemik olarak ölçme çarpıklıkları yaratmasıdır. Yine de daha iyisi üretilemediği sürece, yorumcuların, eldeki tablolara bakıp işe yarar "sebep-sonuç" çıkarımları yapma mecburiyeti vardır. Hatadan ne kast ettiğime dair bir örnek vereyim. Enflasyonun nominal faizden yüksek olduğu bir dönemde "reel faiz" sıfırın altındadır. Yani o dönemde devletin veya şirketlerin reel faiz gideri yoktur. Mesela 2001 böyle bir yıldır. Ama eldeki tablolar bunun tersini söylemektedir. Bu kabil hatalara rağmen tabloları doğru okumak için, nokta değerlerden ve yıllık değişimlerden çok, zaman serilerine (eğilimlere) bakmak gerekir. Bu analizde, anormal büyük veya küçük değerler, serilerden atılmalıdır. .
* * *
Raporu sunan Başkan Tanıl Küçük, herhalde kendi beklentilerinden daha iyi çıkan sayısal sonuçları anlamlandıramadığı için olacak "Unutulmamalı ki bu sanal iyileşme, kur ve enflasyon riski pahasına elde edilmiştir. Risklerin gerçekleşmesi durumunda sanayi kuruluşlarımızın ciddi sıkıntılarla karşılaşacağı ortadadır" demek ihtiyacını hissetmiştir. Başkan, iyileşmeye niçin sanal dediğini kur ve enflasyon üzerine vurgu yaparak açıklamıştır. Haklıdır. Gerçekten enflasyonla mücadele için uygulanmakta olan "örtülü kur çapası" politikası gereği, ulusal paraya yüksek faiz vererek döviz fiyatları baskı altında tutulmaktadır. Ezkaza bu baskı laçkalaşırsa, hem kurlar hem de enflasyon yukarı doğru tırmanacaktır. Ancak unutulmasın bu politika sayesinde, krizden bu yana dövizle borçlanan sanayi şirketleri, eksi faiz ödeyerek, öz kaynaklarının bilánço toplamına oranını yüzde 33’ten, yüzde 54’e çıkarmıştır. Bu büyük bir iyileşmedir. Demek ki iş adamlarımız, Merkez Bankası’nın döviz fiyatlarını, sürekli baskı altında tutmaya mecbur olduğunu duymuş veya görmüştür. Bu spekülasyonda (kaymak bağlayan bankalar bir yana bırakılırsa) en büyük kazancı, dövizle borçlanarak Tüpraş’ı satın alan Koç Holding elde etmiştir.
* * *
Sanayi Odası, sanayi sektörünün milli gelir içindeki payının 1998’deki yüzde 27’den, 2007’de yüzde 20’nin altına düşmesini, ulusal kalkınma için bir "eksi" olarak değerlendirmektedir. Benim kanaatim, böyle bir düşüş olmadığıdır. Bu bir ölçme cilvesidir. Çünkü ekonomimiz, milli gelirinin yüzde 73’ünü hizmetler sektöründe üretecek kadar "bilgiye" dayalı "sanayi ötesi" (post industrial) aşamaya henüz geçmemiştir.
Son Söz: Milli gelire katkı, milli gelirden alınan pay demektir.
Yazının Devamını Oku 23 Temmuz 2008
GEÇEN hafta gazetelerde Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’nun (TMSF) Hazine’ye olan 90 milyar YTL’lik borcunun silineceğine dair bir haber vardı. Netice itibariyle, Hazine de, TMSF de devletin birer uzvudur. Bu borç, devletin kendi kendine borcudur. Silinse de olur, silinmese de denebilir. Ama kazın ayağı öyle değil. Borç silindikten sonra bazı gerçekler göz önünden kalkacak, unutulup gidecek. Bütçenin neden halen üçte birinin faize gittiği anlaşılmayacak. Henüz bu borç silme işi bitmeden tarihe kayıt düşmek için aklıma gelen bazı şeyleri alt alta yazdım.
1. 2000 yılında başlayan ve 2001 yılında patlayan kriz öncesi ve sonrasında, moda olan tabiriyle içi boşaltılan bankalara 25.8 milyar dolar karşılığı para şırınga edilmiş.
2. Her ne kadar, bu bankalar battığında belli bir meblağa kadar sadece tasarruf mevduatı sigortalı idiyse de, mali sistem çökmesin diye, hem mevduatın tamamı hem de bankaların her tür borcunu Hazine üstlendi. Yukarıdaki 25.8 milyar dolar, bankalara para şırınga edildiği günkü kur üzerinden yapılan bir dolara tercüme hesabıdır.
3. Pek tabii, el konulan bankaların borçları olduğu gibi, alacakları ve menkul-gayrimenkul varlıkları vardı. Hazine (devlet) bu parayı TMSF üzerinden verdiği için, TMSF de bu varlıkların da sahibi oldu.
4. TMSF bu durumda Hazine’ye borçlu, batık bankalardan alacaklı oldu. Doğal olarak o tarihte TMSF’nin Hazine’ye olan borcuyla, bankalardan alacağı birbirine eşitti. Kabaca 26 milyar dolardı.
5. TMSF, o gün bu gündür 15.6 milyar dolarlık alacak tahsil etmiş. Ancak, bankalarının sahibi olduktan sonra ortaya çıkan yeni borçlar ve masraflar yüzünden, bu paradan sadece 9.2 milyarını Hazine’ye ödemiş. Gerisini kendi kullanmış.
6. Kaba bir hesapla TMSF, Hazine’den 26 milyar dolar borç almış, 9 milyarını ödemiş; geriye faiz hariç 17 milyar dolar borç kalması lazım. Ama öyle değil. TMSF’nin, Hazine’ye borcu 90 milyar YTL, yani 75 milyar dolar. Aradaki fark ise faizdir. Borcun anaparası 17 milyar, faizi 58 milyar dolar. TMSF alacağına uyguladığı faizi, borcuna uygulatsa bu rakam 10 doları milyarı geçmeyecek.
7. Dolar, dolar diye konuşuyoruz, aslında ortada dolar filan yok. Hazine TMSF’ye Türk Lirası borç veriyor. Kendisi Türk Lirası ile yani yüksek hatta fahiş faizle borçlanıyor, dolayısıyla TMSF’nin borcu da fahiş faizle katlanarak artıyor.
8. TMSF ise alacaklarını dolarla takip ediyor. Borçlularına düşük dolar faizi uyguluyor, devraldığı menkul ve gayrimenkul varlıkları kimsenin hayal edemeyeceği fiyatlara da satıyor. Ama TMSF’nin borcu düşmek bir yana, misliyle artıyor. Üstelik pek çok borçlu bankacı, borcunun tamamını neredeyse ödemiş durumda.
9. TMSF alacaklarını şahin gibi tahsil ediyor; ama borcunu azaltamıyor. Şeytan bunun neresinde? İşte size öve, öve bitirilemeyen "yüksek faiz-düşük kur" nam-ı diğer "örtülü kur çapası" politikasının bir başka tecellisi.
Son Söz: Alternatifi yoktur diyen, alternatif tasarlayamaz.
Yazının Devamını Oku 19 Temmuz 2008
İSTENMEYEN seslere, gürültü denir. Dikkat ederseniz bu tanımda, ne su sesinden, ne kadın sesinden ne de para sesinden bahsediliyor. Sadece istenmeyen ses, gürültüdür deniyor. Ruhun gıdasıdır denen müzik, eğer dinlenmek istenmiyorsa, gürültüden başa bir şey değildir. Faydasızdır. Kişi, bir şeyi tüketmekten tatmin oluyorsa, iktisadi olarak o şey faydalıdır. Müşteri, aldığı faydaya para öder. Müşterilerin (bedava dağıtılmıyorsa) para ödemek istemediği şeyler iktisadi olarak faydasızdır. Kısaca beş para etmez. Elde edilen fayda kişinin duyduğu tatmine göre oluştuğundan, satın almalarda "hangisini giyeyim" "hangisini yiyeyim" gibi soruların herkes için doğru olan tek bir cevabı yoktur. Ama üretici firmaların ne tip bir mal üreteceklerine karar vermesi şarttır.
* * *
Sanayi, bir üründen çok sayıda yapmak demektir. Bu ürün, bir hizmet de olabilir. Büyük miktarda üretim yoksa sanayi de yoktur. Sanayi yoksa üretilen malın "yüksek kalitede-düşük maliyette" olması da imkánsızdır. Sanayici, bu gerekçeyle en yüksek üretim (satış) hacmine ulaşabileceği ürün tipini bulmaya çalışır. En çok satan ürün, tanım icabı hiçbir müşteriyi tam olarak tatmin etmez. Çünkü çok satan ürün, ortalama zevkleri ve ortalama işlevleri karşılar. Hálbuki müşteri "ortalama" bir kişi değil, bireydir. Farklı fayda algılaması vardır. Hiçbir müşteri bir ürünü alırken tam istediğini bulamaz. İstediğine en yakın olanı alır. O da orta kalitede, orta fiyattadır. Piyasa büyüdükçe farklı tercihleri olan müşteriler için, değişik vasıfları olan yeni modeller geliştirilir. Pazarlama denilen disiplin bu işle uğraşır. Bunun için pazar, farklı "faydalara" göre "segmentlere" ayrılır. Ürünler de buna uygun olarak "farklılaştırılır". Bu iş, müşterinin aldığı alınan faydayı, dolayısıyla ödeyeceği fiyatı arttırır. Ne var ki, kapalı ekonomilerde sanayileşme, az çeşit üreten firmaların "düşük maliyet-düşük fiyatla" piyasaya egemen olması sonucunu doğurmuştur. Bu da farklı tercihleri olan geniş müşterileri kitlesini mutsuz etmiştir.
* * *
Küreselleşme ve e-ticaret bu egemenliğe son vermektedir. Dolayısıyla küreselleşme ile birlikte insanlar daha mutlu yaşamaktadır. Bu faydalı gelişme, biri üretimde, diğeri dağıtımda olmak üzere iki eksende ortaya çıkmaktadır. Dış ticaretin önündeki engeller kalktıkça, küçük ulusal segmentler, küresel büyük segmentler haline gelmektedir. Dolayısıyla, farklı mallar da "düşük maliyetle yüksek kalitede" üretilebilir olmaktadır. Çözümün ikinci boyutu, dağıtım yani malın üreticiden tüketiciye kadar ulaştırılmasında ortaya çıkmaktadır. Bunu sağlayan da e-ticarettir. Ticarette sabit maliyetler çok yüksektir. Bunların başında mekán maliyeti gelir. Perakende ticarette başarı için, çeşit bulundurmak şarttır. Çok çeşit yüksek maliyet getirir. Bu yüzden perakendede brüt kár payları sanayiden çok yüksektir. E-ticaret, mekán ve stoklama maliyetlerini düşürerek, bulunması zor farklı nitelikli (kişiye faydalı) ürünleri en ücra yerlere kadar dağıtarak insanların mutluluğun artmasını sağlamaktadır.
Son Söz: Her ekran, bir vitrindir.
Yazının Devamını Oku 16 Temmuz 2008
EKONOMİDE zaman, zaman balonlar oluşur. Sonra bu balonlar patlar. Ancak fiyatlar asla eski seviyesine düşmez. Buna, daha yüksek fiyat düzeyinde dengelenme denebilir. Amerikan ekonomisinde patlayan en son balon, gayrimenkul fiyatlarıyla ilgiliydi. Şimdi İngiltere’de benzer bir balonun patlamak üzere olduğuna dair işaretler geliyor. 1993’ten beri tırmanmakta olan gayrimenkul fiyatları ilk kez bu yıl, bir yıl öncesinin altına düşmüş. "Ne yukarı çıkarsa, o aşağı iner" diye bir tekerleme vardır. Yakında hangi ülkede, gayrimenkul balonunun patlayacağını tahmin etmek için, varlık fiyatları artışlarına bakmak gerekir. Ancak unutmayın bu gibi "teknik" analizleri, profesyoneller bile zor yapar. Varlık (menkul ve gayrimenkul) fiyat artışlarıyla ilgili olarak aklıma takılan şöyle bir "temel" analiz sorusu var. Varlık fiyatları artıyorsa, "milli servet" artıyor demektir. Acaba bir ülkede milli servet, milli gelir artışından bağımsız olarak artabilir mi?
Artamaz. Servet, yatırımla birikir. Yatırım da tasarrufa eşittir. Tasarruf da milli gelirin tüketilmeyen kısmıdır. Gelin bir hesap yapalım. Bir ülkede tasarrufun milli gelire oranını % 25 olsun. Eğer bu ülkede milli gelir sabit fiyatlarla yılda % 4, cari fiyatlarla % 8 büyüyorsa, ülkenin birikimli milli serveti, brüt olarak her yıl o yılki milli gelirinin % 35’i (1.25 çarpı 1.08) kadar artar. Ülkede amortisman kadar yatırım yapılıyorsa, net milli servet artışı da yılda milli gelirin % 8’ini geçemez. Eğer varlık fiyatlarındaki artışlara bakarak, kişilerin, şirketlerin dolayısıyla ülkenin milli serveti hızla yükseliyor deniyorsa, varılan sonucu yukarıdaki hesapla irdelemek şarttır. Hesap tutmuyorsa, ortada bir "varlık fiyatları balonu" vardır.
* * *
Gelelim ikinci balona. Bunun adı da "Harcama Balonudur" Bir ülkede yapılan "harcamaların" (tüketim artı yatırım) toplamı şöyle bulunur. "Gayrisafi Yurtiçi Hásıla + İthalat İhracat +/- Stok Değişmeleri". Milli Gelir ise şuna eşittir. "Gayrisafi Yurtiçi Hasıla İthalat + İhracat +/- Stok Değişmeleri". Eğer bir ülkede harcamalarının artış hızı, milli gelir büyümesinin trend oranı üstünde seyrediyorsa, o ekonomide harcama balonu oluşuyor demektir. Her balon gibi, bu balon da sonunda patlar. Bu balon patladığı zaman, harcamalar düşer. Pek tabii bu analiz de uzun vade için doğrudur. Kısa veya orta vadede harcamalar, gelirlerden hızlı artabilir.
Yukarıda yazılanlar her ülke ekonomisi için geçerli genel kuraldır. Buna İngiltere, Avustralya ve Güney Afrika da dáhildir. Kısaca sürekli "cari açık verilerek" yola devam edilemez denmektedir. Zaten okuduğum makaleyi yazan iktisatçı, Türkiye’den hiç bahsetmiyordu. Ben, bizi ilgilendirdiği ve benim görüşlerimle örtüştüğü için yazılanları bu köşeye taşıdım. Soru şu: "Balonun kontrolsüz bir şekilde patlamaması için ne yapılmalı?" Benim aklıma gelen çare, balonu kontrollü bir şekilde söndürmek oluyor. Eğer ekonomiyi yönetenler "ülkeye dışarıdan nasıl daha fazla para getirilebilir" saplantısından ve telaşından kurtulursa, iç talep kısılarak "harcama balonu" emniyetli bir şekilde söndürebilir.
Son Söz: Sorunu kabul etmeyene, çözüm anlatılmaz.
Yazının Devamını Oku 12 Temmuz 2008
İSTER sanık, ister tanık olsun Amerikan mahkemelerinde ifade verecekler önce şöyle ant içer. "Gerçeği söyleyeceğime, gerçekten başka hiçbir şeyi söylemeyeceğime ve gerçeğin tamamını söyleyeceğime yemin ederim." Amerikan filmlerinin Türkçe dublajında bu metin "Gerçeği ve yalnızca gerçeği söyleyeceğime yemin ederim" şeklinde tercüme edilir. Edebi tercümelerde, orijinal metnin kelime, kelime çevrilmesi şart değildir. Tercümanlar, haklı olarak ulusal kültüre göre karşılık yazar. Dublaj çevirmenleri, lafı uzatmamış yazdıkları metni yeterli görmüştür. Çünkü bizde "ağzımdan tek bir yalan söz çıkmamıştır" deyip, gerçeğin bir kısmını söylemeyerek adam kandırmak yalancılık sayılmaz.
* * *
Belgelere dayanan siyasi tarihçilik de böyledir. Yazılanlar, belgelere dayanabilir. Ama belgelerin tümü kullanılmamış ise yazılanlar eksiktir; dolayısıyla ortada bir yalancılık vardır. Mahkemelerde, sanıkları belgelere veya genel değişiyle kanıtlara dayanarak itham etmek veya müdafaa etmek de böyledir. Yani kanıtların bir kısmını göz ardı etmek hukuk kurnazlığıdır ve maalesef mübahtır. Türkçede yalan söylediği halde "yemin etse, başı ağrımaz" demek budur işte. Burada sahte veya geçersiz belgeler meselesine hiç girmiyorum. O bahsi diğer. Buna bilhassa dikkatinizi çekerim.
* * *
Görülmekte olan AKP’nin kapatılması ve darbe teşebbüsü davalarında aklıma takılan temel soru şu: Bir suç, ne zaman işlenmiş olur? Mesela bir kişinin diğer bir kişiyi öldürmeyi düşünmesi bunu arkadaşlarına söylemesi ve hatıra defterine yazması cinayete teşebbüs müdür? Bazılarımızın Türkiye’nin Şeriat’la yönetilmesini istediği çok açıktır. Sadece bunun "kanlı mı, kansız mı" olacağında tereddütleri vardır. Bu suç mudur? Hakeza, bazılarımızın da Şeriat düzeni geleceğine, láik bir darbe olsun daha iyidir dedikleri de doğrudur. Mesele, ortada işlenmiş bir suç olup olmadığıdır.
* * *
Geçen yıl, tarihimizin en demokratik, en görkemli, en barışçıl, en medeni, en neşeli, kadınların en fazla katıldığı "laik hayat tarzını" savunan mitingler yapıldı. Bunlara, milyonlar katıldı. Ben mitinge gitmem. Bunlara da katılmadım. Ama TV’den seyrederken göğsüm kabardı. Bu mitingleri düzenleyenlerin bazıları, şimdi, hükümeti darbeyle devirmeye teşebbüs iddiasıyla tutuklu. Yargılanacaklar. Hukuk devletinde yargılanmaya itiraz etmek olmaz. Oyunun kuralı budur.
* * *
Geçen yıl yapılan bu "laiklik" mitinglerini Batı medyası "milliyetçiliğinin" yükselişi diye yorumladı. Bu gidişin Batı için büyük tehlike teşkil ettiğini yazdı. Bu mitinglerin fikri altyapısını oluşturan Kemalizm tasfiye edilmeden Türkiye ile AB’nin demokrasi yolunda birlikte yürüyemeyeceği vurgulandı. Türkiye’de davaları görülmekte olan siyasi kamplaşmanın oluşmasında Batı’nın takındığı bu tavrın çok etkisi vardır. Yorumcular, Batının siparişlerinden hiç söz etmezse, "gerçeğin tamamı" söylenmemiş olur.
Son Söz: İneğin altında buzağı bulursan, sakın şaşırma.
Yazının Devamını Oku