26 Kasım 2008
GAZETELERDE yazılarını okuduğumuz sağlıklı yaşam uzmanı hekimler, en sık "ne yemeliyim, ne yememeliyim" sorusuyla karşılaşıyor. Bu uzmanların, ne yemeliyim sorusuna verdikleri cevaplarda her zaman yer alan bir bitki var. Adı: Brokoli. Anlaşılan brokoli denen tatsız tuzsuz sebzenin, sağlık problemi ne olursa olsun herkese çok faydası var. Üstelik hiçbir yan etkisi de yok.
* * *
Bizim sağlıklı ekonomi doktorlarımız da, iktisadi hayatı düzenleme veya krize girmeme veya krizden çıkma babında "ne yapmalı" sorusuna hiç tereddüt etmeden, yüksek faiz uygulanmalı tavsiyesinde bulunuyorlar. Yüksek faiz maalesef, brokoli gibi hiçbir yan etkisi olmayan faydalı bir nebat değildir. Enflasyonla mücadele gerekçesiyle, son altı yedi yıldır kesintisiz uygulanan "Türk Lirasına yüksek, dövize düşük faiz" politikası, bırakın her derde deva olmayı, bizatihi hastalık sebebi olmuştur. Yüksek faiz, ülkeye döviz cinsinden borç para girmesine, Türk Lirası’nın aşırı değerlenmesine, cari açığın artmasına, sonra da kendi yarattığı cari açık yüzünden dış borç ihtiyacının daha da artmasına neden olmuştur. Bu tam bir kısır döngü, hatta giderek cari açığı büyüttüğü için kısır bir sarmaldır. Yaratılan faiz rantıyla, 1- Kamudan, özel sektöre; 2- Fakirden, zengine ve 3- Yurt içinden, yurt dışına gelir transfer edilmiştir. Bu sonuçlar, ekonominin kimyasını bozmuştur. Kaynak tahsisi çarpıklıkları ve sürdürülemez bir büyüme modeli yaratmıştır. Bünye, kırılganlaşmıştır. Cari açık, bir ekonomik kriz karşısında alınması gerekli "piyasaları genişletici önlemleri" sınırlayan bir manevra alanı kısıdı yaratmıştır.
* * *
Asaf Savaş hoca, Vatan gazetesindeki köşesinde yayımlanan "IMF ile Anlaşma" başlıklı yazısında ülkedeki "IMF lobisinin" çok güçlü olduğunu, IMF ile anlaşma yapılması için (herhalde hükümet üzerinde) "Mahalle Baskısı" yaratıldığını söylüyor. Bu tutuma karşı çıkıyor. Güvendiğim kaleler birer, birer düşüyor diye yakındıktan sonra, "son umudum Ege Cansen hangi cephede yer alacak çok merak ediyorum" diyor. Benim duruşum şudur. Ekonomide birinci öncelik IMF ile anlaşmak değildir. IMF ile bir anlaşma yapılabilir. Bu mutlaka kötüdür denemez. Birinci öncelik, ülke ekonomisini "IMF’ye muhtaç olmayacak" hale getirmeyi stratejik hedef yapmaktır. Kısaca cari açığı küçültüp, dış borca bağımlılığa son vermek şarttır. IMF ile anlaşma yapılırsa bu hedefe mi yürünecek yoksa "cari açık-dış borç-IMF kapısına düşme" döngüsüne geri mi dönülecektir?" Ayrıca, krizden çıkmak için "büyüme ağırlıklı" bir politikaya ihtiyaç olduğunu vurgulamak istiyorum. Çünkü ekonomimizin sağlığı, bütçe dengesine; bütçe dengesi, dolaylı vergilere; dolaylı vergiler de büyümeye dayanmaktadır.
Yazının Devamını Oku 22 Kasım 2008
DOLAR dediğin nesne bir paradır. Her para gibi dolar da "sanal" bir üründür. "Okus Pokus" numarasına açıktır. Bir bakarsın kıtlığına kıran girmiş, bir bakarsın sağanak olmuş gökten yağıyor. Dolar, en yüksek cari işlem açığı veren ülkenin, yani ABD’nin ulusal parasıdır. Cari açık veren bir ülkenin parası "fundamental" yani "temelde" değerli olamaz. Bunun en iyi bildiğimiz örneği "Türk Lirası"dır. Türk Lirası sürekli "devalüasyon baskısı" altındadır. Çünkü ya kanun zoruyla ya da yüksek faiz rüşvetiyle, değeri olması gerekenden daha yukarıda tutulur. Bunun böyle olduğunun en açık kanıtı da Türkiye’nin, kriz yılları hariç, kapanamayan cari açığıdır. Her ulusal para, bazı dönemlerde aşırı değerli hale gelebilir. Buna uluslararası ticarette rekabet gücü çok zayıf Moldova veya Gürcistan gibi ülkelerin para birimleri de dáhildir.
Ancak ABD Doları, bütün para birimlerinden çok farklı, tabiri caizse "asimetrik" bir güce sahiptir. Dolar bu gücünü ABD’nin dünyanın en güçlü devleti olmasından almaktadır. ABD, Alaska ve Hawai hariç 8,5 milyon kilometrekarelik zengin topraklara sahiptir. ABD’nin ileri teknoloji kullanan, dünyanın en güçlü ve en savaşkan ordusu vardır. 160 yıl önce yaşadığı iç harpten beri ABD vatanı, savaş alanı olmamıştır. ABD, hep başka ülkelerin topraklarında savaşmıştır. Bir gün yurdundan uzak yaşamak mecburiyetinde kalacak kişiler için ABD en güvenli sığınaktır. ABD dünyanın en iyi üniversitelerine sahiptir. Nobel ödüllerinin çoğunu ABD’li bilim adamları alır. Tüm bu üstünlüklerine ve asimetrik avantajlarına rağmen, yaşanılan son finansal kaynaklı iktisadi kriz ABD’den çıkmıştır. Bu krizi, farzımuhal ABD’de cari açığını sürdürebilmek için kendisi çıkarmış bile olsa, bu krizden ABD ekonomisi çok kötü etkilenecektir. Eğer bu kriz sonunda ABD Doları Pasifik paralarına ve Euro’ya karşı değer kaybetse ve ekonomisi orada dengeye gelecek olsaydı, ben buna muhteşem bir manevra diye bakabilirdim. Görünen o ki, doların değer kaybı ertelenmiştir.
* * *
Krizin başından beri ABD, 5 trilyon dolar sanal dolar yaratmıştır. ABD ekonomisi cari açık vermeye devam etmektedir. Son dönemde azalma trendine girmiş bulunan bu açık, ekonomik büyümeyle birlikte tekrar artacaktır. Bunun anlamı, dünya para piyasalarına yılda 800 milyar dolar ABD dolarının akmaya devam edeceğidir. ABD’nin cari açıkları kümülátif olarak zaten 7 trilyon doları aşmış bulunuyor. Yani bu kadar doların ABD Hazine Bonolarında da park etmiş kısmı hariç, önemli bir kısmı sağda solda dolanıp duruyor. Anlayacağınız dünyada hem çok hem de çoğalan miktarda dolar var. Pek yakında kapıların altından giren sel suları gibi, dolarların her delikten yurda girdiğini göreceğiz. Bu da finansal krizin sona ermesidir. Ancak sel gidecek, kum yani iktisadi hasar kalacaktır.
SON SÖZ: Alınan her dolar, ABD’ye ödenen vergidir.
Yazının Devamını Oku 19 Kasım 2008
HÜKÜMET, küresel kriz karşısında Türkiye’nin alması gerekli önlemler konusunda ne özel sektörle ne de IMF’yle anlaşamıyor. Rivayete göre Bakan Şimşek, ekonominin içinde bulunduğu feci tablo hakkında Başbakan’ı yanıltıyor. Yine söylenenlere göre, hızla (bankalarımızın ve reel sektör firmalarının borçlarını döndürmeyerek finansal acze düşmesi gibi) bir felakete sürüklenmekte olan ekonominin kumanda masasındaki yetkililer, durumun vahametini dahi kavrayabilmiş değil. Gazetelerde okuduklarımdan kısaca ben bu anlamı çıkarıyorum. Özel sektör temsilcilerinin önerisini de şöyle okuyorum. Yaşam sistemi, yurt dışından gelecek paraya bağlı olan Türkiye, hiç zaman kaybetmeden, "sıkı bütçe ve düşük büyüme şartı" ileri süren IMF ile anlaşmalıdır. Bu suretle bankaların sendikasyon kredilerini yenileme ortamı yaratılabilir ve olası bir felaket önlenebilir. Bundan sonra çeşitli "vergi indirimleriyle" ekonomik hayat canlandırılmalıdır. Birbirine zıt gibi duran bu iki önlem paketinin sahibi özel sektörden (TÜSİAD-TOBB vb.) bir heyet, IMF ile müzakere eder ve anlaşırsa, hükümet hem iki tarafı da memnun etmiş, hem de ekonomik kriz aşılmış olur.
* * *
Durumu böylece özetledikten sonra, görüşümü açıklayım. Türk bankalarının bir dış ödeme aczi içine düşme ihtimali vardır. Ancak bu ihtimal, zayıftır. Sebebi Türk bankalarının, mesnetsiz bir böbürlenme içinde, iddia edildiği gibi çok sağlam olması değildir. Unutulmasın, bir banka sadece bir bilánçodur. Bu bilánçonun varlık (aktif) tarafı "reel sektörden alacaklarıdır". Reel sektörün zorlandığı şartlar altında, bankaların fehmedilen gücü havada asılı kalamaz. Kredi müşterileriyle birlikte düşer. Kanaatime göre bankalarımızın ödeme aczi içine düşme ihtimalinin düşük olmasının sebebi "içine düştükleri ve daha da düşecekleri nakit sıkışıklığının" küresel krizinin bir yansıması olmasıdır. Bunun çözümü de küresel olacaktır ve de olmaktadır. Bu sadece bir zaman meselesidir. İç piyasaların daraldığı bir ortamda mal ihraç etmek için deli gibi çırpınan yabancı ülkeler, yani onların ihracatçı firmaları, Türkiye gibi bir dış pazarı kaybetmek istemez. Bu ülkelerin Türkiye’ye ihracata devam etmesi, Türk bankalarına ve firmalarına açtıkları kredi imkánı ile doğru orantılıdır. Türk firmalarının ve bankalarının kredi hatlarını kesmek, kendi ekonomilerinin ümüğünü sıkmaktır. Onlar bunu yapmayacak kadar akıllıdır.
* * *
Milli gelir büyümesini, yüzde 2’den yüksek hedeflemenin pratikte hiç bir anlamı yoktur. Ama Başbakan esasta haklıdır. Her ülke, ekonomisini kamu harcamalarıyla canlandırmaya çalışırken, tersi Türkiye’ye dayatılmamalıdır. Bu yalın gerçeği "banker zihniyetli" IMF bile teslim edecektir.
Son Söz: Havale geçiren çocuğun üstüne, battaniye örtülmez.
Yazının Devamını Oku 15 Kasım 2008
TÜRK gazeteciliği, meşrutiyetle birlikte kurulmuştur. Kurulduğu günden beri gazetecilik, Türkiye’de siyasetçilerin daha doğrusu gazetecilik kisvesi altında siyaset yapanların meşguliyet alanı olmuştur. Osmanlı’da köşe yazarlığı yapan padişah yok diye biliyorum. Padişahlar hariç hemen tüm devlet adamlarımız, siyasi parti kurucularımız veya siyasi parti liderlerimiz, bir şekilde gazetecilik yapmıştır. Bu, ya bizzat başmakale yazmak, ya perde arkasından genel yayın yönetmenliği yapmak ya da besleme taşeronlar eliyle yandaş gazeteler çıkartmak şeklinde olmuştur. Hál böyle olunca, siyasilerle, aktif gazeteciler "ya hasım ya da hısım" olmaktan kurtulamamaktadır. İnşallah bir gün gelecek, giderlerini gerçek satış ve gerçek reklám gelirleri ile karşılayamayan besleme gazeteler "ticaret kanunu ve vergi hukukuna" göre tasfiye edilecektir. O zaman medyadan, belli odaklar için iktidarı yönlendirmeye veya ülkeyi iktidarla birlikte yönetmeye çalışanlar gidecek, geride doğru haber ve hür yorumla toplumu bilgilendiren gazeteciler kalacaktır.
* * *
Sebebi ne olursa olsun, Ermeni tehciri bu topraklarda yaşanmış en büyük insanlık faciasıdır. Rus işgaline uğrayan Doğu Anadolu’daki Türklerle, Balkanlardan ve Kafkaslardan sürülen Müslümanların yaşadıkları da büyük facialardır. Batı Anadolu’daki Türk-Rum mübadelesi de bir dramdır. Ama bu acılar Türkler kötü insanlar olduğu için yaşanmamıştır. Olanlardan dolayı Türklerin suçlanması haksızlıktır. Bu gerçeğe önce Türkler inanmalıdır. Cumhuriyet kurulmadan önce Anadolu’da yaşayan Müslüman Türkler (ve de Kürtler) bu toprakların tabiri caizse zencisiydi. "Böl ve yönet" taktikçisi, emperyalist Batılıların himaye ettiği Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler ise efendiydi. Gayrimüslimler, meslekleri ve görgüleri olan becerikli insanlardı. Kentlerin ve kasabaların en iyi evlerinde hatta konaklarda oturuyordu. Yaşam kaliteleri aşağı yukarı Avrupa düzeyindeydi. Birinci Dünya Savaşı ve onu izleyen İstiklal Harbinden sonra bu durum "olayların zoruyla" değişmiştir. Cumhuriyet, ne mutlu Türküm diyenleri ülkenin efendisi yapmıştır. O günkü şartlar altında devletin bekası için yapılması gereken, hem bir millet ve hem de milli bir ekonomi yaratmaktı. Cumhuriyetin ilk döneminde ülke ekonomisi ve sosyal hayatı, nitelikli insan açığı yüzünden gerilemiştir. Ancak, cumhuriyet sayesinde Türkiye’nin ama çok daha önemlisi Türklerin durumu çok iyileşmiştir. "Gelişmiş bir ülkenin gelişmemiş halkı olmayı özlemenin, millet için anlamı yoktur." Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Belçika’da bunları anlatmıştır. Bu konuşma üzerine, ezelden beri Türk diye bilinmekten mutsuz bizim bilgiç "Ecnebi Türkler" ve "hiçbir şeyin aslını bilmeyen" gafiller çok utandılar. Halbuki utanması gereken batılılardır. Çünkü yaşanmış facialar, onların eseridir.
Son Söz: Gáfil, gafletinin farkında değildir.
Yazının Devamını Oku 12 Kasım 2008
BİLİNDİĞİ gibi iktisadi krizlerin temel bir tanımı vardır. O da milli gelirin düşmesidir. Krizler, hafiften ağıra doğru derecelendirilir. Uzun süren ve milli gelirin yüksek oranda düşmesine yol açan krizlere "buhran" (depresyon) denir. Henüz depresyon aşamasında olunmasa bile, dünyada ve ülkemizde bir iktisadi kriz yaşandığı kesindir. Son açıklanan sanayi üretim istatistikleri, kriz içinde olup olunmadığı hususunda artık hiç bir tereddüde mahal bırakmamıştır. Kriz çoktan gelmiştir. Şimdi krizden çıkmanın yollarını tartışmanın zamanıdır. * * *
İstenmeyen bir sonucu ortadan kaldırmak için, onu yaratan sebebi ortadan kaldırmak akla gelen ilk çaredir. Ancak bu önlem, birçok durumda olduğu gibi krizden çıkmada da yeterli olmayabilir. Çünkü kriz, dağdan yuvarlanan bir kaya gibi, arkasından iten bir şey olmasa bile, eğim uygunsa, kendi enerjisiyle yol almaya ve tahribata devam edebilir.
* * *
İçinde yaşadığımız kriz, reel olmayan sektörden çıkmıştır. Zaten bütün iktisadi krizler, finansal (reel olmayan) sektörden çıkar. Oradan güven bunalımı aşamasına geçer. Sonunda iktisadi (milli geliri azaltan) kriz haline dönüşür. Milli gelirin azalmasının diğer adı da işsizliğin artmasıdır. İşsizlik, her zaman en büyük sosyo-ekonomik beladır. İşsizlik, işini kaybedenler için "gelirsizlik" olmasın diye, işsizlik sigortası icat edilmiştir. İşsizlik ödenekleri, kısa bir süre için prim birikimlerinden karşılanır. Uzun süreli hallerde "çalışanların, çalışmayanlara da bakması" şekline dönüşür. Bu "olandan, olmayana gelir transferi" devlet tarafından, dolaylı veya dolaysız vergiler salınarak yapılır. Üretimin düşmesi ve tüketim harcamaların sürmesiyle birlikte, kriz bir süre sonra kendiliğinden geçer diye ümit edilir.
Ancak kazın ayağı öyle değildir. Büyük usta Keynes ve onu bize anlatan Sadun Aren hocamız, kendi haline bırakılan krizlerin "fakirlikte dengelenme" ile sonuçlanabileceğini söylemiştir. Ekonomi, kendi iç veya dış dinamikleriyle dengeye gelir demek, zenginlikte yani tam istihdamda dengeye gelir demek değildir. Bu denge, fukaralıkta da teşekkül edebilir. Ekonomide "tek" değil, "çok" denge (veya denklik) hali vardır.
* * *
Krizden çıkış mimarisinin amacı, yeni ekonomik dengenin, mümkün olan en düşük işsizlik düzeyinde teşekkül etmesini sağlamaktır. Bunun için, dünyada alınmakta olan "reel faizleri eksiye indirme-bankalara nakit şırıngalama-sermaye takviye etme" önlemleri yeterli olmazsa, çekinmeden "devlet eliyle talep yaratma" yoluna da gidilebilir. Bu bağlamda devletin yapması gereken, açık bütçeyle talep yaratmak için halka doğrudan gelir desteği sağlamak değil, altyapı yatırımlarını hızlandırmaktır. Açık bütçeyle kriz çözmek, bizim gibi "cari açık müptelası" ülkelerde çok ciddi bir ameliyattır. Becerilemezse, ülke hiper enflasyon altında iflasa sürüklenir. Bu ise ülkeyi ekonomik krizden çıkarmanın temel amacıyla çelişir. Hipokrat’ın tabiplere tavsiyesi, iktisatçılar için de geçerlidir.
Son Söz: Ekonomiye faydalı olmayı bırak; önce, zararlı olma.
Yazının Devamını Oku 8 Kasım 2008
BU yılın mart ayında bizim evde, hanım tarafından kırk yıllık dostumuz olan Amerikalı bir aile kaldı. Ailenin babası Chris, felsefe tahsil etmiş ama geçimini konser piyanisti olarak sağlayan keskin dilli İrlanda kökenli bir Amerikalıdır. Ailenin tüm fertleri Bush’tan hiç hoşlanmıyordu. Tartıştığımız konuların başında da pek tabii yaklaşmakta olan ABD’deki başkanlık seçimleri geliyordu. O günlerde Bayan Clinton’la yarışmakta olan Obama, henüz Demokrat Parti’nin başkan adayı değildi. Ama olacak gibi duruyordu. Her yabancı gibi ben de bir siyahinin ABD’ye başkan olmasının zor olduğunu düşünüyordum. Chris’e bunu sordum. Teni káğıt beyazı olan Chris "Obama, benden daha beyazdır" dedi. Bu yanıttan anladım ki Amerikan seçmeninin Obama’yı algılaması benim zannettiğim gibi "siyah" olmayacaktı. Obama, Amerikan değerlerine karşı çıktığı için değil, onları benimsediği için başkan olacaktı. Bu yüzden birçoğumuzun zannettiğinin aksine, siyahi Obama’nın başkan seçilmesi bir devrim değil bir evrimdir. Obama, derisinin rengi siyah olduğu için değil, siyah olmasına rağmen seçilmiştir. O, seçmenlere ten rengime değil, beyin rengime bakın demiştir. Bırakın annesinin beyaz olmasını, bırakın beyaz bir anneanne tarafından büyütülmesini, bırakın Amerika’nın en itibarlı hukuk fakültesinden mezun olmasını, bırakın bir hukuk profesörü olmasını, bırakın kapitalizmin beşiği Illinois (Chicago) senatörü olmasını, bırakın zenciler arasında nadir olan "bıyıksız" biri olmasını, Obama zaten kendini "üst sınıftan" bir Amerikalı görmektedir. O, ABD’ye başkan olan bir Afrikalı değildir. Amerikanın mucizesi, her kökenden yurttaşının "Ne mutlu Amerikanım" demesindedir.
* * *
Amerika’da başkanlık seçimden daha demokratik olan, başkan adaylarının belirlenmesi sürecidir. Bu süreç, aşağıdan yukarı doğru çalışır. Bir zamanlar Türkiye’de de olan ocak, bucak teşkilatı gibi, siyasi partiler kasabalara kadar örgütlenmiştir. Dev bir kazanda, uzun süre kısık ateşte yemek pişirmek gibi, bir süren karmaşık ve zahmetli yoldan geçilerek başkan adayları belirlenir. Amerika’daki bu karmaşık ve zahmetli sürecin amacı, halkı "sorumluluğa" katmaktır. Çünkü seçtikleri başkanın "yetkileri" çok geniştir.
Obama, krize girmiş bir Amerikan ekonomisi devralmaktadır. Kim başkan olursa olsun bu gerçek değişmeyecekti. Krize girmiş ekonomiyi devralmak liderler için, şansızlık değil, şanstır. Çünkü her kriz biter. Ama krizi bitiren liderin ünü bitmez. Ekonomik problemlerin kaynağı da, çözümü de halktır. Devlet denilen mekanizma bir "emme basma" tulumbadır. Obama, halka vereceklerini, halktan (vergi olarak) alacaktır. ABD’nin diğer ülkelere göre asimetrik avantajı, dünya halklarını da vergi salma kabiliyeti olmasıdır. Burası bizi de ilgilendirir.
Son Söz: Kime ne vereceğini değil, kimden ne alacağını söyle.
Yazının Devamını Oku 5 Kasım 2008
FAHRİ Korutürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin 6. Cumhurbaşkanı olarak görev yapmış bir amiraldi. TV’de kendisiyle yapılan bir söyleşiyi izlemiştim. "Kaptanlık, bizim zamanımızda fenerden fenere gemi götürmekti" diye bir tanım yapmıştı. Türkiye’de resmi iktisatçılığın bir tanımı yapılmak gerekse herhalde "ülke ekonomisini, bir devalüasyondan, diğer devalüasyona götürmek" ifadesi tam otururdu. Ülkemizin ekonomi tarihi, devalüasyonlar tarihidir. 1946, 1958, 1971, 1979, 1980, 1994, 2001, 2006 ve 2008 yıllarında devalüasyonlar olmuştur. Devalüasyonlarla, kur dalgalanmalarını birbirine karıştırmamak gerekir. Para da netice itibariyle bir metadır. Onun da fiyatı yani başka para birimlerine dönüştürme oranı, zaman içinde ve gerektikçe dalgalanır. Bu oynamalar, fiyat mekanizmasının para birimleri için de geçerli olduğunu gösterir. Kur oynamalarına, enflasyonları aşağı yukarı birbirine denk ülkelerin para birimleri arasında da rastlanır. Her kur hareketinin öznel koşulları vardır. Ama değişmeyen bir gerçek vardır. Revalüe olmamış para, devalüe olmaz. Yani aşırı değerlenmemiş para birimi, değerini aniden önemli bir oranda kaybetmez.
* * *
Merkez Bankası çevresini oluşturan önceki ve şimdiki resmi iktisatçılar, herhalde bu ülkenin devalüasyon krizlerine girmesini istemiyordur. O zaman akla şu soru geliyor. Hangi tehlikeden kaçarken, bu ülke devalüasyon tuzağına düşürülüyor? Buradaki ödünleşme ne? Akla iki sebep geliyor. Birincisi, enflasyonu dizginlemek için döviz fiyatlarının artmaması gerektiğine inanılıyordur. Yani enflasyonla mücadelede daima bir tür "kur çapası" kullanılıyordur. İkincisi, başka milletlerin tasarruflarını ülkemize çekemezsek, milli geliri yeterince hızlı arttıramayız deniyordur. Bu sadece resmi iktisatçıların değil, hemen herkesin abonesi olduğu batıl bir inançtır. Bu sebepten, ülkeye döviz girmesi için yapılan her şey mubah addedilir. Bu yüzden artan döviz arzı, kurları bastırır. Yani, Türk Lirası’nı "iki devalüasyon arasında" hep değerlenir. Üçüncü husus da milli gelirin dolarla ifadesinde, her devalüasyondan sonra, yalancıktan da olsa büyük bir artış olur. Bu da böbürlenme düşkünü siyasileri çok mutlu eder.
* * *
Şimdi denecek ki; hem enflasyonun inmesi, hem de ülkeye yabancı para gelip, büyüme hızının artması kötü bir şey mi? Mademki Türk Lirası’nın değerlenmesi bu iki güzel sonucu sağlıyor, niçin bunu tersi yapılsın? Aslında cevap ortadadır. Bu politika sürdürülemez bir "cari açık" yaratıyor. Ardından da devalüasyon krizi geliyor. Yani az gidip çok gidiliyor, ama gerçek istikrar sağlanamıyor. Enflasyon bir türlü kalıcı olarak düşmüyor. Daha da kötüsü, milli gelir artış hızı, uzun vadede bir türlü istenilen düzeye çıkmıyor.
SON SÖZ: Cari açık bir riskse, cari açık büyütmek çare olamaz.
Yazının Devamını Oku 1 Kasım 2008
BAŞBAKAN haklıdır! Ülkenin ümüğünü ne IMF’ye ne de başka bir kuruluşa sıktırmamak gerek. Ümük bu; sıkılırsa insan ölebilir. Mademki IMF ile ilişkiler "ümük sıkma ya da sıktırtmama" benzetmesine indirgendi biz de aynı çizgiden devam edelim. Bu IMF denilen ve patronluğunu Amerika’nın yaptığı kuruluş, aslında bir bankadır. Döviz sıkışıklığına giren ülkelere faizi mukabilinde ödünç para verir. Bu parayı verirken de borçlanan ülkenin, aldığı borcu geri ödeyebilmesi için yapması ve yapmaması gerekenleri dikte eder. İşte ümük sıkma meselesi burada devreye girmektedir. IMF, borç alan ülkeye "Sen hızlı büyümeyi, işsizliği azaltmayı, tarıma destek vermeyi, altyapı yatırımlarını hızlandırmayı, memur ve işçi maaşlarını arttırmayı ikinci plana at. Öncelikle borcunu geri ödemeye odaklan" der. IMF, her zaman ve her ülkeye faizleri yüksek tutun diyerek "daraltıcı" iktisadi politika tavsiye etmiştir. Son altı yılda, hem ekonomiyi büyütüp hem de enflasyonu indirmede başarılı olunmasının sebebi hikmeti, IMF’nin tavsiyelerini dinlemiş olmamız değil dış dinamiklerin uygun olmasıdır. IMF ile 20. anlaşmayı yapacakmışız. Aynı şey 20. kez yapılıyorsa, 19 kere başarısız olunmuş demektir.
* * *
Ümüğünü sıktırtmak istemeyen ülkelerin yapacağı tek bir şey vardır. "CARİ AÇIK VERMEMEK". Cari açığı olmayan ülkelerin ümüğünü IMF değil, kimse sıkamaz. Bunun için de "yüksek faiz- düşük kur" politikasından vazgeçmek yeterlidir. Babayiğitlik işte buradadır. Türkiye "yüksek faiz-düşük kur" politikasından vazgeçecek midir? Bir an Başbakan "krizden fırsat çıkar" dediğinde bunu kastediyor zannedip, ümitlendim. Kesinlikle hayır. Akıllarında, IMF yerine ümük sıkmaz zannettikleri Arapların veya kara paracıların parasını almak var. Anlaşılmıştır ki, Türkiye’nin kökleşmiş iktisadi tercihi olan "el parasıyla kalkınma" politikası değişmeyecektir. Bunu yabancı sermayenin de desteğiyle sanayileşme politikasıyla karıştırmamak gerekir. Yabancı sermaye, "doğrudan yatırım" demektir. Ülkeye yatırımcı sermaye çekmek için, önce cari işlem fazlası verecek kur politikası izlemek gerekir. Çünkü sanayi firmaları, cari açığı değil, cari fazlası olan ülkelere yatırım yapar. Cari fazla, eğer petrol zengini değilse, o ülke sanayisinin uluslararası rekabet gücünün yüksek olduğunu kanıtlar. Başbakan’a haksızlık etmek de istemiyorum.
Yukarıda da yazdım. Kısa bir inkıta hariç 150 yıldır izlenen iktisadi politika hep borç almak olmuştur. Bu politika, batıldır. İnanmayanlar, "cari fazla" verme politikası izleyen Pasifik ülkelerin kalkınma hızlarını bizimki ile kıyaslasın yeter. Eğer Asya kaplanları ve bilhassa Çin, bizim gibi "yeterli tasarrufumuz yok, onun için cari açık vermeye mecburuz" gibi aptalca bir fikre saplanıp kalmış olsaydı, ne bu kadar yabancı yatırım çekebilir, ne de bu kadar hızlı kalkınabilirdi.
SON SÖZ: Carisi açık olanın, ümüğü sıkılmaktan kurtulamaz.
Yazının Devamını Oku