3 Eylül 2008
EKONOMİMİZ, tedaviyi reddeden madde bağımlısı haline dönüştü. Bırakın cari açığı küçültmeyi, büyüdüğü kadar büyümesi için ne lázımsa yapılıyor. Herhalde birileri, muhtemelen yabancı bankacılar, Başbakan Erdoğan’ı "eğer döviz fiyatları yükselirse, AKP oy kaybeder, hatta maazallah iktidardan düşer" diye korkutmuşlar. O da buna inanmış. Başbakan bu korku yüzünden kıpırdayamıyor. O, pozisyon değiştirmeyince, kimse kılını oynatmıyor. Türk Lirası’na yüzde 20, dövize yüzde 5 faiz verilen bir ortamda, "döviz fiyatları piyasada oluşuyor" kuyruklu yalanına, bir de "zaten Merkez Bankası bağımsız, onun işine kimse karışamaz" efsanesi eklenince, sakın cari açık düşürülmeye çalışılmasın; bünye, böyle bir düzeltmeyi kaldıramaz hükmüne kolayca varılıyor. Gelsin yabancılara mülk satışı, aksın içeri dış borç. En bayıldığım şey de Merkez Bankası’nın, döviz borçlusu özel sektörü, kur riski konusunda uyarması. Merkez Bankası, uyarı mesajı yayınlayacağına, dışarıdan dövizle borçlanmayı, içeriden TL ile borçlanmaktan pahalı hale getirse daha sorumlu hareket etmiş olur. Dört bin metreden atlayan Temel, dünya serbest düşüş rekorunu kırmak için paraşütünü 300 metrede açmaya karar vermiş. O yüksekliğe inince, "aman canım, şunun şurasında, yere varmaya ne kaldı ki, artık paraşüt açmakla uğraşmaya değmez" demiş. Sorun mikroda değil, "makro"dadır.
* * *
Danışmanlığımı yaptığım şirketlere, dövizle borçlanmaya devam edin diyorum. Pek tabii verdiğim akıl, karakucak bir borçlanma tavsiyesi değil. Açık pozisyonun da bir raconu var. Üstelik ekonomiye egemen güçlerin, döviz fiyatlarının artmasına izin vermeyeceğine, kısa bir süre için artsa bile, "yüksek faiz sopasının" dövizin kafasına ineceğine inanıyorum. Merkez Bankası’na güvenim tamdır. Zaten bu güne kadar, dövizle borçlanmanın yarattığı birikimli kár, ortaya çıkabilecek muhtemel bir zararı misliyle aştı. Yüksek faizi, onu dolaylı vergilerle ödeyen halk düşünsün.
* * *
Yazılı, sözlü ve görsel medyada yapılan ekonomi yorumlarını az çok izliyorum. Dışarıdan bakınca, bana ciddi saçmalanıyor gibi geliyor. Endişeleniyorum. Sonra herhalde, benim yorumlarım da, dışarıdan öyle görünüyordur diyorum. O zaman içim rahatlıyor. Üstüme vazife değil ama döviz fiyatlarının artmasının, reel sektörün (sanayi+tarım+hizmetler) işine gelip gelmeyeceği sorusuna cevap vereyim. Evet; işine gelir; hem de çok. O şirketlerin yüklü döviz borcu olsa bile. Firmalar iki şekilde kár veya zarar eder. Birinci "faaliyet"ten kaynaklanır. İkincisi, "varlık-yükümlülük" yapısından yani bilánçodan. Birincisine operatif, ikincisine spekülatif kár denir. Döviz fiyatlarının artması, operatif kárı arttırır, spekülatif kárı azaltır veya zarara dönüştürür. İşletme biliminde firmalar "sonsuz ömürlü" kabul edilir. Dolayısıyla, sanayi firmasının hayatiyeti açısından önemli olan, faaliyet kárının artmasıdır. Üstelik spekülatif zararlar, çoğu zaman kaydidir. Yani gerçek zarar değildir. Akıllı bir nakit yönetimiyle o engel aşılır. Muamma bunun neresinde?
Son Söz: Faaliyet kárı olmayan firmayı, hiçbir iyi bilánço kurtaramaz.
Yazının Devamını Oku 30 Ağustos 2008
DİNCİ ve AKP yanlısı basın, daha genel bir tanımla "cumhuriyet" sevmezler, Ergenekon davasını Atatürkçü düşüncenin kökünü kazımak için eşsiz bir vesile olarak değerlendirince, ortaya olmaması gereken bir tablo çıktı. Kanunlarımıza aykırı eylemleri, akim kalan teşebbüsleri veya eylem düşünceleri için yargılanmakta olan kimseler, adî değil, siyasi suçlu haline geldi. Siyasi suçluluk, çok su kaldıran bir kavramdır. Hatta siyasi suç, felsefi anlamda suç değildir. Bu yüzden Ergenekon sanıkları, sonunda ne ceza alırlarla alsınlar, genişçe bir kitlenin indinde şimdiden beraat ettiler. Bu, bağımsız yargı adına çok büyük bir talihsizliktir.
* * *
Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Bush, başkomutan sıfatıyla ABD silahlı kuvvetlerinin yaptığı her eylemden veya eylem girişiminden siyasi olarak sorumludur. ABD’nin üniformalı veya üniformasız, taşeron veya gizli teşkilat üyesi, paralı veya gönüllü askerlerinin yaptığı her tür kirli işlerin nihai sorumlusu başkomutandır. Irak savaşı, öncesiyle-sonrasıyla dünya álemin aldatılmasıyla, suikastıyla, işkencesiyle, cinayetleriyle çok kirli bir savaştır. Zaten savaşın temizi yoktur ve olamaz. Harp sanatının esası, en az zayiatla, düşmana en fazla zayiat vermektir. Harpte her tür yalan, hile, desise, propaganda, kafa karıştırma, kandırma, gaddarlık, moral bozma, karışıklık çıkarma, birbirine düşürme ve acımasızlık mubahtır. Çünkü bunu yapamayan komutanların askerleri daha çok ölür. Bush, bunların hepsini yaptırtmaktadır. Ancak hiç kimse Bush’u mahkemeye çıkaramaz. Çünkü yenilmemiştir. Aynı şekilde Saddam Hüseyin de Irak silahlı kuvvetlerine her tür pisliği ve gaddarlığı yaptırtmıştı. Bunlardan sorumluydu. Nitekim yargılandı ve idam edildi. Çünkü harbi kaybetti.
* * *
Hangi İslam, hangi láiklik, hangi demokrasi, hangi Batı, hangi AB, hangi ahlák, hangi Atatürk, hangi Recep Tayyip Erdoğan gibi mugalátalarla, kafa karıştırıp siyasi tercihlerini pazarlayanları yadırgamıyorum. Bu işler hep böyle olmuştur. Kuşku yok ki, son yıllarda Atatürk’ün tasfiyesinde çok yol alınmıştır. Henüz altın vuruş yapılmamıştır. Ama o da yakındır. Özellikle bu ortamda, beni ezelden beri çok rahatsız eden husus, Atatürk "kült"ünün (resimlerinin, heykellerinin ve öz değişlerinin) riyakárca kullanılmaya devam edilmesidir. "Altı market-üstü cami" lümpenliği, nasıl dine saygı değilse, olur olmadık her yere Hz. İsa ikonu gibi Atatürk büstü veya kabartması koymak da Atatürk’e saygısızlıktan başka bir şey değildir.
* * *
Esası "láiklik-bağımsızlık-çağdaşlık" olan Atatürkçülüğü, içine düştüğü bu demir perde bozuntusu görüntülerden kurtarmak şarttır. Bu amaçla bir "Atatürk Hatırasını Düzenleme ve Denetleme Kurulu" kurulmalıdır. Bu kurul, üniversitelerimizin Atatürk enstitülerinden üç profesör ile genelkurmaydan iki orgeneralden teşekkül etmelidir. Kurul, daha fazla geç kalınmadan ve maazallah kötü şeyler olmadan bir görüntü temizliği projesi hazırlayıp bunu hükümete sunmalıdır. İhtiyaç duyulacak para, Atatürk’ün terekesinde mevcuttur.
Son Söz: Dikkat et, seni Atatürk’le aldatmasınlar.
Yazının Devamını Oku 27 Ağustos 2008
İKTİSAT muhabbetinde "yüzde 95 kuralı" diye şey varmış. Ben de bunu yeni öğrendim. Kural, herhangi bir iktisadi sorun tartışılırken, söylenenlerin çoğu ya yanlıştır, ya da konuyla ilgili değildir demekmiş. O zaman anladım niçin içimde çok kuvvetli bir her tartışmayı gırgıra dökme dürtüsü olduğunu. Bir türlü hayata geçiremediğim bir TV şovu projem vardı. Sohbet "Karagöz-Hacivat" formatında olacaktı. Hacivat’ı oynayacak ciddi yüzlü bir iktisatçı, bir sürü akademik ama işin asasıyla ilgisiz láflar edip saçmalarken, Karagöz’ü (yani sıradan insanı) oynayacak komik bir adam, onunla ince, ince dalga geçecekti. Şovun adı da "ekono-komik" olacaktı. Levent Kırca "Olacak o kadar" dizisinde "izahı yoksa mizahı vardır" dedikçe ben de bu projemi hatırlardım. Bu yazının başlığı da Aziz Nesin’in "işsizliğin tek çaresi, herkesin kendine bir iş bulmasıdır" konulu hikáyesinden esinlenerek konmuştur. Ama unutulmasın her şakada, bir gerçek vardır.
* * *
İşsizlik ve onunla çoğu kez birlikte gelen gelirsizlik veya en azından fakirlik, ekonomiden sorumlu olanların başını ağrıtan sorunlardan biridir. Ekonomi ne kadar iyi yönetilirse yönetilsin ( aslında ekonomi yönetilemez; olsa, olsa yönlendirilir) her zaman işsizlik olur. Eğer bir ülkede işsizlik sıfıra yaklaştı deniyorsa, bilin ki; o ülkenin ekonomisi ya krize gebedir, ya da yalan söylenmektedir. Nitekim komünizm çökmeden önce, sosyalist ülkelerde işsizlik sıfırdı. Anlaşıldı ki, hem yalan söyleniyordu, hem çöküntü kapıdaydı. Çok kaba olarak, çalışabilir işgücünün yüzde 3’ü işsizse, o ülkede tam istihdam var denebilir. Kuram şudur: Bir ülkenin ne fizik, ne finans ne de beşeri sermayesinin hiç biri tam istihdam edilemez. Hele, hele bu üç üretim faktörünün hepsinin aynı anda tam istihdamı hiç olmaz.
* * *
İngiltere’nin hatta dünyanın gelmiş geçmiş en "erkek" başbakanı Bayan Margaret Thatcher, işsizlikten şikáyet edenlere "herkes, başkalarının gönüllü olarak satın alacağı bir şeyi üretmeyi hedeflemelidir" demişti. Genellikle işsizlikle mücadele denince, bunun tam aksi kastedilir. Yani devletin, "başkalarının gönüllü olarak satın almayacağı bir mal veya hizmeti ürettirmek üzere, işsizleri istihdam etmesi" istenir. Pek tabii, bu bir çözüm değil, devasa bir sorundur. Bu, kiri etrafa eşit yayarak, temizlik yapmaya benzer. Fukaralık yaygınlaştırılarak, zenginlik yaratılamaz.
* * *
Eğer devlet denilen ve milli geliri tekrar dağıtıma tabi tutan bir "emme-basma" tulumba olmasaydı, acaba işsizlikle mücadele için kim ne önerilecekti? Asgari ücret nerede teşekkül edecek, ülkede nüfusun coğrafi dağılımı nasıl olacak, hangi okullar açılacak, hangi okullar kapanacaktı? Kimler, hangi meslekleri tercih edecekti? Çiftçiler ne ekip, biçecekti? Fındık, çay, tütün, mısır, pancar ve buğday üretimi ne kadar olacaktı? Herhalde bugünkü tablodan çok başka bir resimle karşı karşıya olacaktık değil mi? Devlet eliyle istihdam yaratmak veya milli geliri tekrar dağıtıma tabi tutmak, bu güne kadar işsizliğe pek çare olmadı. Acaba insanlar, "iş bulmak yerine, iş kurmak" hedefine odaklansa sonuç ne olur?
Son Söz: İş bulamayan, iş kurar.
Yazının Devamını Oku 23 Ağustos 2008
ÇARŞAMBA günkü yazıda Steve Hanke’nin bir makalesini özetlemiş ve Türkiye’nin gitgide büyüyen cari açığının, sistemik bir bozukluk olduğunu yazmıştım. Sistemik bozukluk, istenmeyen sonuçlar, herhangi bir hatadan değil, sistemin işleyişinden dolayı oluşuyor demektir. Diğer bir değişle, benim "örtülü kur çapası" diye adlandırdığım, büyük usta Friedman’ın da "yönetilen dalgalı kur" gerçekte "kur çapası"nın bir türüdür dediği kambiyo rejimi, Türkiye gibi bir ülkede her zaman cari açık yaratacaktır. Başını banka iktisatçılarının çektiği "yüksek faiz-düşük kur" lobisine göre cari açık, hem enflasyonu düşürmek hem de hızlı kalkınmak için verilmesi gereken bir ödündür. Bu politikanın alternatifi yoktur. Dolayısıyla yapılması gereken cari açığı yok etmek değil, onu sürdürmektir. Bunun da çaresi, hükümetin ülke varlıklarını veya kamunun müstakbel gelirlerini kırdırarak yabancılara satması, ayrıca sıcak/soğuk döviz girişlerini aksatmamasıdır.
Ben, buna itiraz ediyorum. İzlenen yol, batıldır. Bu, çıkmaz bir sokaktır. Allah kerim, bir gün cari açığın çaresi de bulunur denemez. Uygulanan rejimin iki alternatifi vardır. Birincisi, Friedman’ın "unified" dediği sabit kur, ikincisi ise gerçek dalgalı kambiyo rejimine geçmektir. Yani ya ulusal para birimi pratik olarak terk edilecek ve küresel bir para birimini kabul edilecektir ya da dövizin fiyatının piyasada oluşmasına (faiz arttırarak), müdahale edilmeyecektir. Türkiye, AB’ye girecekse, siyasi entegrasyondan önce ekonomik entegrasyonu tamamlamalıdır. Bunun bir ayağı "Gümrük Birliği"ne girmekti ki girilmiştir, ikinci ve daha önemli ayağı ise "Para Birliğine" girmektir. Bu iş ne kadar çabuk olursa o kadar iyi olur.
* * *
Böyle bir öneri ortaya atılınca, sanki yarın sabah bir Hükümet Kararnamesi çıkartarak veya haftaya TBMM’den bir kanun geçirerek bu dönüşüm sağlanabilir deniyormuş gibi itiraz edenler seslerini yükseltmeye başlar. Büyük değişiklikler, stratejik kararlardır. Böyle bir karar verildikten sonra alınacak her para-fiskal önlem, adım, adım ülkenin kambiyo rejimini bu yeni modele yaklaştıracak şekilde tasarlanacaktır. Ne kadar hazırlık yapılırsa yapılsın, yine de kesin dönüşüm olduğunda, ortaya bir alay uyum sorunu çıkacaktır. Bunlar da birer, birer çözülecek veya aşılacaktır. Yürürlükteki örtülü kur çapasından vazgeçilince, ülkede kalıcı istikrara hizmet edecek bir kambiyo rejimi yerli yerine oturmuş olacaktır.
* * *
Steve Hanke, makalesinde Friedman’ın sabit kur rejimini tavsiye ederken bu rejiminin, bir merkez bankası tarafından yönetilmesi fikrini çok tehlikeli bulduğunu vurgulamaktadır. Merkez bankaları işin içinde olursa, para politikasında takdir hakkını kullanarak, "döviz rezervleri ile para arzı" arasındaki birebir ilişkiyi bozabilir ve bu ilişkinin kopması, sabit kur rejimini bir felakete dönüştürebilir demektedir. Friedman, piyasa güçlerine müdahale edilmemesi kaydıyla, hem yüzer (dalgalı) hem de sabit kur sistemlerini savunmaktadır. Gelişmekte olan ülkeler için ise "sabit-birleşik kur rejimini" bilhassa tavsiye etmektedir.
Son Söz: Fakirin parası, zenginin kafasını yorar.
Yazının Devamını Oku 20 Ağustos 2008
EKONOMİ Bakanı Mehmet Şimşek, "Cari açık, IMF’nin bize uygulayın dediği para politikasının bir sonucudur" dedi. Bakan Şimşek’in bu tespiti yüzde yüz doğrudur. Enflasyonla mücadele için Türk Lirası’nın faizi (sermaye hareketlerinin serbest olduğu bir ortamda) yüksek tutulunca şirketler ve bankalar, yurt dışından ucuz dövizle borçlanmakta, yabancılar da TL’li mali varlıklara yatırım yapmaktadır. Bu yüzden döviz arzı artmakta, arzı artan dövizin fiyatı düşmekte ve cari açık oluşmaktadır. Ekonomimizi kırılgan hale getiren "yüksek faiz-düşük kur" kısır döngüsü işte budur. Bakanın sözlerine niye itiraz edildi anlamadım.
* * *
Ahir zaman iktisat peygamberlerinden Milton Friedman 16 Kasım 2006’da aramızdan ayrıldı. Friedman, "iktisadi sorunları en iyi piyasa mekanizması çözer" diyenlerin kümelendiği Chicago Üniversitesi’nin hocasıydı. "Büyük Sahra’nın yönetimini devlete bırakın, 10 yıl sonra kum kıtlığı başlar" diyecek kadar devletçiliye karşıydı. II. Dünya Savaş’ının bitiminden 1980’e kadar, Amerika hariç hür dünyanın hemen her yerinde iktisada, "müdahaleci sol" düşünce egemendi. Komünist (sosyalist) blok iktisatçıları, zaten tanım gereği böyleydi. Ancak Amerika’nın iktisadi gelişmesi, tüm dünyayı şaşırttı. Bu başarının felsefi altyapısı olan "serbest piyasa sistemi" de moda oldu. İşte Friedman bu sistemin "parasal ekonomi" yıldızlarından biridir. Steve Hanke ise, Friedman’ı anlayan ve iyi anlatan bir iktisatçıdır. Bugün köşemde onu misafir edeceğim. Konumuz Friedman’ın "parası döviz olmayan bizim gibi ülkelerin" kur rejimleriyle ilgili hadisleri olacak.
1. Friedman’a göre, biri sabit, diğeri yüzer (İngilizcesi "floating", bizde dalgalı deniyor, hálbuki dalgalanmaya "fluctuation" denir) diye tanımlanan iki değil, birbirinden farklı üç tür kur rejimi vardır. Bunlar sırasıyla a) sabit), b) yüzer ve c) çapalı diye adlandırılır.
2. Friedman "yüzen kur rejimi" tavsiye etmiştir demek yanlıştır. Çünkü Friedman her zaman yüzer kur rejimini tavsiye etmemiştir. Friedman’a göre en iyi rejim "sabit kur", ikinci en iyi rejim "yüzer kur" en kötüsü ise "çapalı kur" rejimleridir.
3. Friedman, sabit kur rejimi ile kendisinin (unified currency) dediği "birleşik kuru" kastetmektedir. Bunu sağlamanın ise iki yolu vardır. Birincisi, merkez bankasını lağvedip, yerini "Para Birimi Kurumu" tesis etmektir. İkincisi, o ülkede bir başka ülkenin (büyük ve istikrarlı ekonomisi olan bir ülkenin) para birimi kullanılmaktadır. Yani tam dolarizasyon veya avrozisyon.
4. Friedman, merkez bankalarının herhangi bir kur hedefinin bulunmadığı, kimseye kurların seviyesiyle ilgili bir söz vermediği, ama gerekince kurlara müdahale ettiği "yönetilen yüzer kur" rejiminin aslında bir "çapalı kur rejimi" olduğunu söylemektedir.
5. Friedman’a göre "çapalı kur" rejimlerin en kötüsüdür. Çünkü bu rejimde merkez bankaları aynı anda hem faizleri hem de kurları denetlemek istemektedir. Bu ise imkánsızdır. Çapalı kur rejimleri sonunda mutlaka cari açık krizine sebep olur. (Devamı var)
Son Söz: Ya faizi tut, kuru sal; ya da kuru tut, faizi sal.
Yazının Devamını Oku 16 Ağustos 2008
BÜYÜK halam Hikmet Hanım (yaşasaydı şimdi 110 yaşında olacaktı) meğer büyük iktisatçıymış. Hikmet halam, tabiri caizse ağzı laf yapan bir kadındı. Önce bir doktorla evlenip uzun süre Konya’da yaşamış. Birinci kocası ölünce, Mersinli bir gazeteciyle evlenmiş ve orada oturmuş. Hayatının uzun süren üçüncü dönemini, çoğunlukla İstanbul’da kızının evinde geçirdi. Konuşması baharatlıydı. Sohbetin sonunda kendinle bir güzel dalga geçer, dinleyenleri rahatlatırdı. Gelelim onu büyük iktisatçı yapan gözlemine. Halama göre insan kısmı tuhaftı. Kendi menfaati haleldar olsa bile, sırf başkasına zarar olsun diye önüne gelen nimeti tepebilirdi.
Halamın anlattığına hikáyeye göre, köyün birinde fakir bir çitçi varmış. Her gün yaz, kış demeden, bazen kızgın güneş altında bunalarak, bazen soğuktan titreyerek tarlasına yürüyerek gider gelirmiş. Bu meşakkatten yıldığından, bir eşek ihsan etmesi için geceleri Allah’a yalvarıp durmuş. Bir sabah, tarlasına gitmek üzere kapıdan çıkınca bir de ne görsün? Dik kulaklı bir eşek, orada durup duruyor. Çok sevinmiş. Allahım, demek dualarımı duydun ve bu naçiz kuluna bir eşek ihsan ettin; sana hamdü sena ederim demiş. Keyif içinde eşeğine binerken, bir de bakmış, kendisi gibi fakir komşusunun kapısında on eşek duruyor. Çok şaşırmış. Koşarak komşusunun kapısına varmış. Komşu, komşu! Kapında on eşek duruyor, haberin var mı? diye bağırmış. Komşusu kapıyı açıp, on eşeği görünce sevincinden oynamaya başlamış. O da ellerini kaldırıp, Allahım sana şükürler olsun; on eşek istedim, sen de bana on eşek ihsan ettin. Sana hamdederim diye dua etmiş. Bunun üzerine bizimki eve dönmüş ve başlamış yeniden duaya "Ey her şeye kádir büyük Allahım. Ben niyazımdan vazgeçtim. İhsanını geri al. Ne bana bir eşek, ne komşuma on eşek ver; ben tarlaya yaya gitmeye razıyım."
* * *
İktisat öğretisi, insanların iktisadi davrandıklarını varsayar. Bu sebeple en gelişmiş insan türüne "homo ekonomikus" adı verilmiştir. Yani insan, gelişerek sonunda "iktisadi davranmayı" öğrenmiş. Tıp, uzun süre işte bu iktisadi insanın beynine "kara kutu" demiştir. Yani, beynin nasıl çalıştığı hiç bir zaman tam olarak anlaşılmayacaktır. Nörologlar (beyin ve sinir uzmanları) son bir buçuk asırdır beynin yapısını ve işleyişini inceleyip durmuşlar. Sonuçları yeni açıklanan bir araştırmaya göre, meğer insanlar parasal kararlar alırken beynin "iktisadi" (rasyonel) düşünme yeteneği olan bölümünü (lopunu) değil, duygularını yöneten bölümünü kullanıyormuş. Bunu, bir dizi elektronik düzenek ve görüntüleme teknikleri ile tespit etmişler. Meğer insan zannedildiği gibi "homo ekonomikus" değilmiş. "İnsan, iktisadi davranmaz" hipotezini test etmek için yapılan deneylerde de görülmüş ki, hiç kaybetme ihtimali olmayan vakalarda bile, ödülün böşümüne razı olmadıklarından, katılımcılar kendi paylarına düşen paraları almayı reddetmişler. Yüz sayfalık ekonomik "analiz" raporu hazırlayan iktisat ulemasının, yüz kelimelik işe yarar bir "sentez" yapamamasının sebebi, sakın bu varsayım hatası olmasın?
Son Söz: Kárı bölüşemeyenler, zararı bölüşür.
Yazının Devamını Oku 13 Ağustos 2008
GÜLLÜK’te inşa edilmekte olan bir otel için denizin doldurulması çok tenkit edildi. Tenkitler genellikle, usulsüzlük üzerine yoğunlaştı. İnşaatçı firma gerekli izinleri almadan, yarımadada tıraşlama yapmış ve hafriyattan çıkan malzemeyle denizi doldurmuştu. Yatırımcı firmaya duyulan öfkenin iki sebebi var. Birincisi deniz doldurmanın, doğanın tahrip edilmesi anlamına geldiği inancıdır. İkincisi ise kural tanımazların, oldu-bittiyle mekán rantlarını cebe atmaları ve bunun yapanın yanına kár kalmasıdır. Acaba denizi doldurmak mutlaka doğayı tahrip değildir. Ancak denizi doldurmak doğayı tahriptir diye inanılınca, deniz doldurmaya çoğu kez doğayı tahrip etmeyi göze alanlar girişiyor. Çünkü bu kabil rizikolu işlere ancak gözü karalar cesaret ediyor. Genelde deniz doldurmalar çirkin oluyor. Rüşvet kapıları açıyor. Adam gibi deniz doldurulsa, tek bir tesisin değil bir yörenin ulaşım ve otopark sorunu çözülebilecek. Üstelik tesisler fonksiyonel ve estetik olarak denizle kolayca bütünleşecek, çevre daha güzel tanzim edilebilecek, halkın denizden yararlanması kolaylaşacaktır.
* * *
Hollanda’nın üçte biri denizden kazanılmıştır denir. Amerika’nın Boston şehrinde otobüsle şehir turu yaparken rehberimiz, kentin en pahalı semtlerinin denizden kazanılan araziler üzerine kurulduğunu söylemişti. İstanbul’un bütün sahil yolları deniz doldurularak inşa edilmiştir. Karadeniz kıyısındaki kentlerimizin, İzmit’in, İzmir’in ve Mersin’in sahil alanları denizden kazanılmıştır. Dolmabahçe sarayı da adından anlaşılacağı üzere denizden "dolma" bir bahçeye sahiptir.
* * *
Deniz doldurulmadan, liman, tersane, marina, serbest bölge veya ihracata yönelik üretim yapacak büyük sanayi tesisleri veya organize sanayi bölgeleri inşa edilemez. Denizler kamuya ait olduğuna göre, doldurularak elde edilecek arazilerin mülkiyeti de kamuya ait olacaktır. Dolayısıyla ortaya çıkacak arsa değerleri ve mücavir alan değer artışları da kamunun olacaktır. Bu önemli bir finansman kaynağıdır. 760 bin kilometre kare Türkiye’de 1000 dönüm ihtilafsız temiz ve düz arazi bulmak mümkün değildir. Hálbuki modern hafriyat makineleriyle her yıl binlerce dönüm lebiderya arazi üretmek mümkündür. Özellikle deniz kıyısındaki engebeli araziler düzeltilirken çıkan toprak kısa mesafeye dökülerek mükemmel arazi parçaları elde edilebilir. Deniz doldurularak inşa edilecek sahil yolları ve sahil parkları şehirlere nefes aldırmaktadır. Korniş yollar yeterince geniş tutulursa, üzerine raylı toplu taşıma sistemleri çok kolaylıkla inşa edilebilir. İstimlák belasından da kurtulunur. Denizden kazanılan arazilerle deniz kıyısı arsa arzı artacağından, kentte denize uzak arsaların ve dolayısıyla binaların maliyeti düşer. Söylemeye gerek yok, deniz doldurma bilimsel şekilde yapılmalıdır. Dolgunun boşa gitmemesi için deniz hareketleri incelenmelidir. Son bir uyarı: Doldurmayı yapan belediye veya devlet bile olsa, her deniz dolduramaz. Doğal haliyle korunacak koylar ve bükler vardır ve onlar öyle kalmalıdır. Deniz doldurma projelerini yerel yönetimler geliştirmelidir. Ama onayı, yerel yönetimlerin insafına bırakılamaz.
Son Söz: Doldurmakla, deniz tükenmez.
Yazının Devamını Oku 9 Ağustos 2008
FARKLI ülke para birimlerinin birbirine göre nispi fiyatı iki türlü ifade edilir. Birincisine kambiyo kuru denir. Kambiyo, değiş-tokuş demektir. Bankaların veya döviz büfelerinin duvarında yazılı döviz fiyatı budur. İkinci oranın adı "Satın Alma Gücü Paritesi"dir. Bu oran para bozdururken kullanılmaz. Daha çok belli hesaplamaları yapmak için geliştirilmiştir. Kambiyo kuru, eğer o ülkede "sabit kur", "kur çapası" veya "örtük kur çapası" sistemi uygulanmıyorsa ve sermaye hareketleri serbestliği varsa, piyasada oluşur. Kısaca döviz arz ve talebi, paranın piyasa fiyatını belirler. Ancak yabancı para arzı veya talebi, bu para ister Dolar, ister Euro, ister TL olsun bazı etkenlere tabidir. Bunlardan birincisi faiz, diğeri enflasyondur. Ama bu değişkenler dahi cari kambiyo kurunu açıklamayabilir. Kurun oluşmasında mevcut durumdan çok, beklentiler önemlidir. Faiz ve enflasyon ne olursa olsun, prensip olarak büyük ve sürekli cari açık veren bir ülkenin para biriminin "aşırı değerli" olduğu, dolayısıyla ileride değer kaybedeceğine inanılır. Ama bu düzeltmenin ne oranda ve ne zaman ortaya çıkacağı kestirilemez. Üstelik bu düzeltmeler her zaman hileli yönlendirmelere açıktır. Yani içeride adamı olan büyük oyuncular, bu iniş çıkışları, işlerine nasıl geliyorsa ona göre ayarlayabilir.
* * *
Satın Alma Gücü Paritesi, bu kabil numaralardan etkilenmez. Çünkü bir hesaba dayanır. Hesap şöyle yapılır. Belli bir ürün ve hizmet sepeti, ayrı, ayrı ülkelerde o ülkenin para cinsinden hesaplanır. Bulunan sonuçlar birbirine bölünce "Satın Alma Gücü Paritesi" çıkar. The Ekonomist dergisi bu hesabı, çok kaba bir şekilde, dünyanın her yerinde satılan "Big Mac" denilen hamburgerin fiyatlarını kıyaslayarak yapmaktadır. Bu hesaba göre, bugün 1 Amerikan Doları, 1.44 YTL olmalıymış. Eğer kur bugün 1 ABD Doları 1,16 YTL ise, Türk Lirası yüzde 25 aşırı değerlidir denebilir. Aslında milli gelir farkları da dikkate alınmalıdır. O zaman Türk Lirasının aşırı değerlilik oranı daha da artar. "Big Mac" endeksine göre 1 Euro da 1.06 ABD Doları etmeliymiş. Yani bu hesaba göre Euro yüzde 50 aşırı değerlidir. Yine aynı endekse göre de Çin parası Yuan da % 49 aşırı değersizdir. Kısaca Euro, Dolar’a karşı değer kaybetmeli, Yuan ise değer kazanmalıdır deniyor.
* * *
Satın Alma Gücü Paritesi ve Kambiyo Kuru kavramlarından başka iki kur tanımı daha vardır. Bunlardan birincisine FEER denmektedir. Anlamı "Temel Denge Kuru" dur. Eğer kur bu düzeyde olursa, hem sürdürülebilir bir cari denge oluşur, hem de "düşük enflasyonda tam istihdam" sağlanabilir deniyor. "Geçekçi Kur" sorusuna cevap olarak geliştirilen son kavram da "Davranışsal Denge Kuru"dur. Bu hesapta verimlilik artışı, ülkenin yabancı sermaye çekme cazibesi, dış ticaret hadleri gibi değişkenler göz önüne alınmaktadır. Tabii bunlar sadece birer hesaptır. Nereden bakılırsa bakılsın, Türk Lirasının yabancı döviz kurları karşısında aşırı değerli olduğu kuşku götürmez. Kanıtı, büyüyen cari açıktır. Türkiye’de reel faizler, enflasyon beklentileri de hesaba alındığında makul denecek bir düzeye inmeden, dövizin "piyasa fiyatı" oluşmayacaktır.
Son Söz: Dövizin piyasa fiyatı oluşamıyorsa, piyasa ekonomisi de çalışmaz.
Yazının Devamını Oku