21 Ocak 2009
PARASI döviz olmayan birçok ülkede olduğu gibi Türkiye de uzun yıllar enflasyonu önleyemedi. Çünkü enflasyon bir kısır döngü üzerinde hareket ediyordu. "Sebep ile sonuç" sürekli yer değiştirip, birbirini besliyordu. Nitekim 1980 öncesinde gelişmiş ülkelerde dahi "fiyat-ücret" sarmalı yüzünden enflasyon yüzde 20’leri bulmuştu. Bu sarmal ABD’den Reagan ve özellikle İngiltere’den Thatcher’ın "sendika ağalığına" son vermesiyle kırıldı ve enflasyon düştü. Türkiye’de de bu kısır döngü 12 Mart 1980 Askeri yönetiminin yürürlüğe koyduğu "Mecburi Tahkim" mevzuatıyla kırıldı. Enflasyon bir yılda içinde yüzde 106’dan yüzde 28’e düştü. Ancak, 1983’ten sonra enflasyonun tekrar yükselmeye başladı. Çünkü diğer kısır döngü devredeydi. Ekonomi "enflasyon-yüksek faiz-devalüasyon" döngüsüne veya sarmalına paçayı kaptırmıştı. Bu sarmala girilmesinin sebebi de "Türkiye’de tasarruf açığı vardır, dışarıdan para gelmezse kalkınamayız" yanlışının, genel kabul görmüş doğru olmasıdır. Döviz gelsin diye uygulanan yüksek faiz, döviz girişi sağlıyor ama cari açık yaratıyordu. Ama zaten cari açık vermeden kalkınamayız inancı değişmediğinden, mesele "cari açığı düşürmek değil, sürdürebilmektir" şeklinde formüle ediliyordu. Maalesef bu safsatanın abonesi bugün de çoktur. Bu hastalıklı görüş, gelişmişlikte lig atlamış Pasifik ülkeleri hariç, el atıyla kırda gezmeye meraklı ülkelerde hálá revaçtadır.
* * *
IMF, enflasyon-devalüasyon kısır döngüsüne girmiş ülkelere "kur çapası" modeli uygulattı. Yani devalüasyonu durdur, enflasyon düşer dendi. Gerçekten öyle oldu. Ama 2001’de cari açık ve bütçe açığı yüzünden kriz patladı. Bu model çuvallayınca yerine "dalgalı kur altında enflasyon hedeflemesi" diye bir yeni model kondu. Bunun Türkçesi "yüksek faiz-düşük kur"dur. Modele göre hareket edince "kamu borçları" azaldı "özel sektör borçları" arttı. Cari açık da böylece finanse edildi. Bu dönemde kurlar geriye gittiğinden, üstelik döviz kredilerinin faizi de düşük olduğundan, reel sektörde "finansman giderleri" sıfıra yaklaştı hatta finansman geliri oluştu. Çünkü firmalar yatırımları döviz borcuyla yapıp, nakit fazlalarını TL’de değerlendirdiler. Şirketler için reel faizin en düşük olduğu dönem bu son altı yıldır. Üstelik döviz girişleriyle ve dışarıda borçlanma sayesinde ekonomideki "para arzı" arttı. Özet olarak, "sıkı" zannedilen para politikası, aslında çok "gevşek"ti. Büyümenin nedeni de budur.
* * *
Sıkı para politikası aslında şimdi başladı. Reel sektörün 100 milyar dolayında dış borcu var. 2008’in son çeyreğinde yüzde 20 civarında devalüasyon oldu. Kabaca 20 milyar dolar veya 30 milyar TL. 2008 hesaplarına "kur farkı gideri" olarak yansıyacak. Merkez Bankası faizleri düşürürken firmalar, borçlanmakta zorlanacak ve finansman giderleri artacak.
Son Söz: Yalama vida, sıkınca gevşer.
Yazının Devamını Oku 17 Ocak 2009
EKONOMİNİN en büyük icadı, paradır. Para olmasaydı, dünya halkları bu kadar zenginleşemezdi. Pek tabii şu sıralarda yaşamakta olduğumuz finansal (daha doğrusu parasal) kökenli devasa iktisadi krizler de oluşamazdı. Para önce madendi, sonra káğıt, en sonunda da sadece bir "kayıt" oldu. Para kayıt haline gelince, alışveriş yapmak için para taşımaya gerek kalmadı. İhtiyaç duyulan alışveriş aracı, bir kayıt aletiydi. Bu alet de bulundu ve adına kredi kartı dendi. Modern kredi kartlarının babası "Diners Club" kartıdır. Şık hanımları akşam yemeğine çıkartan kibar beylerin, "hesabıma yaz" diyerek itibarlı bir müşteri olarak mağrur bir şekilde lokantadan çıkmalarını sağlamıştır. Zaten "kredi" itibar demektir.
* * *
Mağrur yaratan kredi kartları, şimdi niçin mağdur yaratır olmuştur? Şeytan bunun neresindedir?
1-Kredi kartı, her kullanışında bir kredi işlemi doğurur. Yani harcamayı yapana, tacir ve banka "borç" vermektedir.
2-Bu borcun vadesi bir aydan kısadır. Faizini de tacir (satıcı) ödemiş gözükür. Aslında faiz, ürün satış fiyatın içine önceden gömdürülmüştür. Bu işlemde kredi kartı kullanıldığından, banka, müşterinin borcunu üstüne alır.
3-Esas sorun bundan sonra başlamaktadır. Eğer banka, sadece bu kısa sürede müşteriye kefil olmuş olsaydı, dönem sonunda borcunun tamamını kapatmayan müşterinin kartını iptal edecek; kapanmayan bakiyeye "gecikme faizi" uygulanacaktı.
4-Ancak bankalar böyle yapmamakta, borcunun tamamını on gün içinde kapatamayan kart müşterisine bir tür "tüketici kredisi" açarak, borcunu taksitlendirmektedir.
5-Burada ortaya çıkan "ahláki sorun" şudur. Taksitlendirme, işin esasında, bankanın kart sahibi olan müşterisine bir tüketici kredisi açmasıdır. Ama bu krediye yüzde 25 dolayında "tüketici kredisi faizi" değil, ondan çok daha yüksek yüzde 80’e varan "erteleme faizi" uygulamaktadır.
6-Geliri yaklaşık TÜFE kadar artan kart sahibinin borcu, TÜFE’nin 67 katı hızla büyümektedir. Üstelik borçlu, bir de "kredi kartını amacı dışında kullandın" diye azarlanmaktadır.
7-Kart sahibi, katlanarak büyüyen borcunu ödemekte gecikince "gecikme faizi" yemekte ve misliyle mağdur olmaktadır.
8-Hálbuki kredi kartı borcunu, tüketici kredisi haline dönüştüren ve bu krediye tüketici kredisi faizinden çok yüksek fahiş faiz uygulayan bankanın kendisidir.
9- Kredi kartına taksit gibi "sözde" tüketiciye sağlanan kolaylıklar, kredi kartlarının tamamen amacı dışındadır.
10- Kredi kartı borçları ya hiç taksite bağlanmamalı, bağlanıyorsa, faizi tüketici kredisi faizini geçmemelidir.
11- Bankanın kredi imkánı varsa, öncelikle tüccarı kredilendirmelidir. Tüccar da müşterisine, tahsilát riskini üstlenerek, kendisi "taksitli satış" yapmalıdır.
Son Söz: Çekin vadelisi, kredi kartının taksitlisi olmaz.
Yazının Devamını Oku 14 Ocak 2009
KRİZ giderek yayılıyor ve derinleşiyor. Bu tespit, bütün dünya ekonomileri için geçerlidir. Krizin kaynağı Amerika’da işini kaybedenlerin sayısı artmaya devam ediyor. Zaten bir iktisadi krizin giderek kötüleştiğinin en önemli göstergesi işsiz sayısındaki artıştır. Ülkemizde de işler hiç iyi gitmiyor. Çünkü biz, hem dünyayla birlikte küresel krizi yaşıyor hem de kendi ekonomimizdeki sürdürülemez cari açığın düzelme sancılarını çekiyoruz. İki etki üst üste binince sonuç daha da beter oluyor. Küresel kriz, hale yola girmeden bu kötü gidişi tamamen durdurmak mümkün değildir. Ama bu krizin hissedilen şiddetini düşürüp süresini kısaltmak mümkündür. Bunun için de bir şeyler yapmak gerekir. Ama o "bir şeyler" pek yapılamıyor. Çünkü hata yapmaktan ve onun sonuçlarından korkuluyor. O zaman, fazla bir şey yapmadan krizin, dışarıdan gelecek müjdeli haberlerle kendi kendine geçmesini beklemek ehveni şerdir deniyor. Bu iktisaden yanlıştır. Karar alması gereken bürokratlar için bu davranış biçimi doğrudur. Çünkü hukuk, kendi işleyiş mantığı icabı, karar alıcıları, yapması gerekenleri yapmadıklarından ziyade, aldıkları kararlardaki yanlışlardan yargılar ve mahkûm eder. Hálbuki hata içermeyen önlem yoktur. İşte bu sebeple, hukuken yargılanması mümkün olmayan iktisadi kararları alabilecek bir meclis ve ona yol gösterecek siyasi liderlik, bu günler için lazımdır. Demokrasilerde çare bu sebeple tükenmez.
* * *
Krizin hasarı azaltılabilir, süresi kısaltılabilir.
1. Bankalar "önce can" dedikleri için, "cananları" olan sanayi şirketlerin ümüğünü sıkmaktadır. Bankacılık sistemi, reel sektörün kredi ihtiyacını korkusuzca sağlayacak hale getirilmelidir.
2. Bunu sağlamak için öncelikle IMF ile anlaşma yapılmalı ve dış kredilerin döndürülmesi kolaylaştırılmalıdır.
3. Ayrıca, Hazine’nin bankaların sermayesine katılması, sanayi şirketlerinin borçlarına kefil olması, mevduata tam güvence verilmesi, bankaların nakit ihtiyaçlarının Merkez Bankası tarafından kolaylıkla karşılanması için gerekli mekanizmalar tasarlanmalı ve yasal düzenlemeler yapılmalı ve meclisten geçmelidir.
4. Faizler, hızlı bir şekilde düşürülmelidir.
5. Döviz fiyatlarının artmasına müdahale edilmemelidir.
6. Bu parasal önlemlerin, ekonomiyi canlandırmaya yetmemesi kuvvetle muhtemeldir.
7. Bu durumda kamunun, düşük ithalat girdili, emek yoğun altyapı yatırımlarına girişerek talep ve istihdam yaratması gerekecektir.
8. İşsizlik artacaktır. İşsizlerin gelirsiz kalmaması için sosyal yardımlar arttırılmalıdır.
Son Söz: Güç olsun, geç olmasın.
Yazının Devamını Oku 10 Ocak 2009
MOTORLU taşıt araçlarının dönemsel muayenesi eskiden bir maskaralıktı şimdi de gayri iktisadi bir işkence haline geldi. Bu işin bir türlü fenne, hukuka, iktisada ve bilhassa insana saygılı olarak yapılamamasının sebebi tektir. Bu sebep, kamunun arz kısıtlaması yaratabildiği her faaliyetten "rant" çıkarma tutkusudur. Pek tabii rant denince akla esas olarak imar rantları gelir. İmar izinleriyle oynayarak yaratılan rantlar, rantı yaratan kamu kuruluşu, bu kuruluşun yetkilisi ve rantı nakde çeviren kişiler arasında bölüşülür. Türkiye’de ekonomik faaliyetin gayri iktisadi hale gelmesinin temel sebebi hep bu "rant yaratma-rant avlama" tutkusudur. Rant tasarımcıları işi o kadar ilerletmişlerdir ki; rant kapıları kapansa, neredeyse ekonominin çarkları dönmeyecektir.
Gelelim araç fenni muayenesi tekeline. Bilindiği gibi fenni muayene, eskiden Karayolları’nın tekelindeydi. Yani serbest çalışan doktorlar ameliyat yapabiliyor ama yetkili teknik elemanlar fenni muayene yapamıyordu. Karayolları da artan araç sayısına göre muayene kapasitesini genişletmiyordu. Çareyi hizmeti sulandırmakta bulmuştu. Yani fenni muayene yapılmadan, araçlar fenni muayenesi yapılmış gibi davranılıyordu. Yapılan iş vergi kontrolü ve çalıntı araç yakalamaya dönmüştü. Bu işi özelleştirmek vacip olmuştu. Yapılması gereken bir yönetmelik yayınlayarak, fenni muayene hizmeti sunmak isteyenlerin tabi olacağı şartları ilan etmekten ibaretti. Bu şartnameye uygun istasyon açan her girişimciye, Karayolları tarafından bir yetki belgesi verilecekti. Böylece fenni muayene hizmeti serbest piyasa kurallarına göre üretilecekti. Ama öyle olmadı. Özelleştirme fikri ortaya atılır atılmaz, kafalar hemen bundan nasıl rant çıkar diye çalışmaya başladı ve bir fenni muayene tekeli tasarlandı. Bu tekelin rantı da ihaleyle satıldı. Bugün çekilen eziyetin ve yaratılan zararın kaynağı bu düşüncedir. Fenni Muayene Tekeli İstanbul’da dağ başlarında 12 istasyon açmıştır. Araçlar bu istasyonlara ulaşmak için en az 50 km yol yapıp benzin yakmaktadır. Komisyonculara 100 lira vermeyen araç sahipleri bizzat uzun kuyruklarda beklemek zorundadır. "Çünkü her rant, her zaman, halkın sırtına binen bir yüktür."
1-Fenni muayene tekeli derhal kaldırılmalıdır. İstasyon açma serbest bırakılmalıdır. Yetkilendirme ve denetim Karayolları teşkilatı tarafından yapılabilir.
2-Otomotiv şirketlerinin açtığı servislerin hepsi, fenni muayene yapabilir. Bunlar derhal devreye alınmalıdır.
3-Türkiye’deki oto sanayi sitelerinde binlerce muayene istasyonuna yetecek teçhizat ve teknik elemen vardır.
4-Devlet vergisini ve tekel de ödediği rant bedelini yetkili istasyonlarda satılan bandrolle tahsil edebilir.
Son Söz: Rantla, milli geliri artmaz; dağılımı değişir.
Yazının Devamını Oku 7 Ocak 2009
HEM enflasyonu düşürmek hem de milli geliri büyütmek gibi cazip bir sonuç sağlayan "yüksek faiz-düşük kur" politikasının yarattığı büyüyen cari açığın, ekonomiyi bir noktada çıkmaza sokması kaçınılmazdı. Hem faizde hem de döviz kurunda reel düzeltme gerekiyordu. İktisadi tabloyu böyle okuyanlar, kendi aralarında düzeltmenin düzenli mi, düzensiz mi olacağını tartışıyordu. Düzenli düzeltme, büyümenin yavaşlaması ve hatta durmasıyla olacaktı. Düzensiz ise geçmişte yaşananlara benzer bir devalüasyon şokuyla gerçekleşecekti. Bu süreçte kendi parasıyla her yıl trilyon dolara yakın cari açık veren ABD sayesinde, Dünyada ve bizde "hamdolsun" dolar sıkıntısı çekilmiyordu. Dolayısıyla devalüasyonla başlayacak bir milli iktisadi kriz ihtimali zayıftı. Bazı iktisatçılar ise ne düzenli ne de düzensiz hiç bir "düzetme" beklemiyordu Bu minval üzere yolumuza neşe içinde devam ederken, devasa cari açığı yüzünden ABD’de kriz patladı. Bu kriz dünyaya yayılarak bizi de içine çekti. İçinde debelendiğimiz kriz, düzenli ya da düzensiz "milli" bir kriz değildir. Ama etkisi itibariyle her iki halin bir karmasıdır. Kısmen devalüasyon olmuştur; ama daha önemlisi iç ve dış talep çöktüğünden milli gelir artışı durmuş; işsizlik artmıştır.
* * *
Talep çökmesi sonucu ortaya çıkan krizlerin şiddetini azaltıp, süresini kısaltmanın çaresi "devlet eliyle" talep yaratmaktır. Devlet bunun için hem para, hem de maliye politikalarını gevşetir. Yani faizleri indirir, para arzını arttırır, bütçe açığını büyütür. Bugün dünyada uygulanan önlem paketlerinin özü budur. Reel faizini sıfıra indirmiş parası döviz olan ülkelerin kamu borçlarının artması dert değildir. Çünkü
1-Artan kamu borcuna ödenecek sıfır dolayındaki reel faizin bütçeye reel bir yükü yoktur. Gelir dağılımını bozmaz.
2-Borçlanmalar uzun vadelidir, dolayısıyla Hazine’de bir nakit yönetimi sorunu yaratmaz.
3-Parasal servetler, dövize çevrilip yurt dışına kaçmaz.
Aynı reçete Türkiye’de bir felaket yaratır deniyor. Doğrudur; Türkiye gibi "cari açıkla kalkınma" safsatasına inanmış ülkelerin dövizli dış borcu vardır. Bütçe açığı ve gevşek para politikası, ani bir "dövize hücum" yaratabilir. Sermaye kaçışı olabilir ve bu süreç ülkeyi iflasa (default) bile götürebilir. Ama bu ihtimal bugünkü küresel şartlar altında çok zayıftır. Dolayısıyla gelişmiş ülkelerde uygulanan krizin hasarını hafifletme reçetesinin, belli bir dozda bizde de uygulanması gerektiğine inanıyorum. Aksi takdirde, krizin derinleşme ve süresinin uzaması riski artacaktır. Yok, eğer krizi hafif atlatmanın tek çaresi dıştan para gelmesidir deniyorsa, bu sürdürülemez yapıya geri dönüş olacaktır. Stratejik hedef cari açığı kapamak olmalıdır. O zaman krizden fırsat çıkmış olur.
Son Söz: Cari açığı sürdürmek, amaç olamaz.
Yazının Devamını Oku 3 Ocak 2009
KRİZLER birlikte özellikle ABD’de bir sorun ortaya çıktı. Görüldü ki, borsa değerleri hızla düşen başarısız şirketleri, başarılı (?) olduğu için yüklü paralar alan müdürler yönetmiş. Borsada para kaybedenler buna çok öfkelendi. Bizim Sermaye Piyasası Kurulumuz (SPK) da bu durumdan kendine vazife çıkarmış. Müdürlerin çıkarıyla, şirketin çıkarı çelişebilir gerekçesiyle hakla açık şirketlerimizin üst düzey yöneticilerinin yıllık kazançlarını izlemeye karar vermiş. Bu bapta işbirliği yapmayan, yani müdür maaşlarını açıklamayan şirketlere caza verilecekmiş. Bu konu, moda tabiriyle "kurumsal yönetişim"in bir parçasıdır. Yönetişim ilkeleri ve denetlenme kuralları, Profesör Ünal Tekinalp başkanlığına geniş bir kadro tarafından hazırlanan yeni Türk Ticaret Kanunu’nun kapsamı içindedir.
1-Yönetişim, bir Amerikan tasarımı olan ve dünyada benzeri mevcut ama aynısı olmayan "corporation" kavramının yarattığı bir meseledir.
2-Corporation, Latince "corpo-rasyo"dan türetilmiştir. Türkçesi "yapay vücut" demektir. Bu deyimin dilimizdeki en iyi karşılığı "kurum" sözcüğüdür.
3-Avrupa’da bu kavrama karşılık olarak, firma sahibinin adı belli değil, yani tek veya az sayıda sahibi yok anlamına gelen "anonim" sözcüğü kullanılmıştır. Bu nedenle anonim şirketlere kişi adının yerilmesi yasaklanmıştır.
4-Şirket, şirk kökünden gelir. Ortaklık demektir. Anonim şirketler, ortaklık değildir. Yani "şirket" değildir. Kurumdur. Anonim şirket olmaz "anonim firma" olur.
5-ABD’de de ilk "corporasyon"lar kurulurken, bu firmaların yaptığı hata ve hilelerden kim, yani hangi gerçek kişi sorumlu olacak, kim iflas edecek diye tartışmalar çıkmıştır. İnsanlar "kurum"u (yapay vücut) anlamamıştır.
6-Anonim firma sahibi bir iş adamının "sorumlu kurum" aracılığı ile iş yapması, onu sorumsuz kılar. Bu bir imtiyazdır. Her imtiyaz gibi, sıkı kurallara bağlıdır.
7-ABD’de gerçekten "kurum" firmalar vardır. Buraların üst yöneticileri (CEO ve arkadaşlarından oluşan yönetim kurulları) aslında kendi kendilerini göreve getirir. Şirketten kaç para alacaklarına kendileri karar verirler.
8-Türkiye’de "corporation" anlamında tek bir anonim şirket yoktur. Hepsinin patronu bellidir. Kendisi patron olmayan hiçbir yönetici, kazancını kendi belirleyemez. Bizdeki yöneticilerin çıkarlarıyla şirketin daha doğrusu patronun çıkarları arasında çatışma olamaz. Çünkü yöneticilerin kazançlarını patronlar belirler. Yönetici kazançlarını SPK’nın ayrıca izlemesine gerek yoktur.
9-Türkiye’de halka açık veya kapalı anonim şirketlerin denetim sorunu, patronların çıkarlarıyla, küçük hissedarların ve paydaşların çıkar çelişmesidir.
Son Söz: Olmayan sorunu bırak, olanla uğraş.
Yazının Devamını Oku 31 Aralık 2008
YENİ yılınızı kutlarım. Size önce bir masal anlatacağım. İki tavuk köyün tozlu yollarında yiyecek ve sevecek ararken, bir cip hızla üzerlerinden geçmiş. Tavukların eşelediği çukur, iki tekerin arasında kaldığı için ezilmekten kurulmuşlar. Ama ciddi bir sarsıntı geçirmişler. Cipin savurduğu toz yere inmeden, genç tavuk, yaşlısına "üstümüzden ne geçti" diye sormuş. Kart tavuk, tecrübesine güvenerek "herhalde iri bir horozdu" deyince genci, "ne horozmuş ama!" demiş.
* * *
Bugün 2008’in son günü. Büyümenin düştüğü, işsizliğin arttığı, enflasyonun hedeften saptığı, cari açığın genişlediği kısaca tüm makro ekonomik göstergelerin bozulduğu bu yılda herkes birbirine soruyor: "Üzerimizden ne geçti?" Bu kart tavukların sandığı gibi yerel bir kriz değil. Bu koskoca bir dünya krizi. Sadece petrol ve ham madde fiyatlarıyla, Dolar/Euro paritesindeki dalgalanmalar insanı şaşkına çevirmeye yeter. Üstelik kriz daha bitmedi. Fırtına kendi yarattığı güçle tahribata devam ediyor. Kriz, yani fakirleşme önümüzdeki yılda hatta yıllarda devam edecek gibi duruyor. İnşallah, geliş yönünü ve şiddetini kestiremediğimiz bu kriz, geldiği gibi kısa zamanda çeker gider. Bu sefer yanılmayı çok istiyorum.
* * *
Evet, bu kriz bir dünya krizidir ve Amerika’dan çıkmıştır. Bu krizin biz sorumlu değiliz. Ancak, bizim ekonomimiz de çatlak kemik gibiydi. Paramız aşırı değerliydi ve sürdürülemez bir cari açık sarmalına girmiştik. Büyüme yavaşlamıştı. Dışarıdan gelen bu darbe kemiği kırdı. Fena çarpıldık. Başbakan’nın "kriz psikolojiktir" demesi ne kadar yanlışsa, "hükümet, IMF ile anlaşsaydı, kriz bizi fazla etkilemezdi" diye konuşmak da o kadar yanlıştır. Her krizin çıkışında, şiddetini arttırışında halkın moralinin (psikolojisinin) bozuk olmasının pek tabii payı vardır. Bunun böyle olması, "kriz psikolojiktir" ifadesini doğrulamaz. Kriz, psikolojik değil iktisadi bir fenomendir. IMF ile anlaşılıp ülkeye 25 milyar dolar para sokulsaydı da ekonomi küçülecek, işsizlik artacaktı. Otomotiv ihracatındaki düşüşle IMF’den gelmeyen paranın bir ilgisi var mı Allah aşkına?
Son Söz: Bize bişey olmaz diye övünme; kriz çıktı diye dövünme.
Zübüklüğün alemi yok
AZİZ Nesin’in Türkçe’ye kazandırdığı az kullanılan bir sözcüktür, zübük. Tanımı da şöyledir: "İt kağnı yanında yürür, kağnının gölgesini, kendi gölgem sanırmış."
Son altı yedi yıl içinde ABD’nin cari açığından kaynaklanan 5 trilyon doların dünya para piyasalarına akması ve Çin’in ucuz emekle üretilmiş kaliteli sanayi mallarının akıl almaz düşük fiyatlara ihraç etmesi sayesinde, dünyada inanılmaz bir refah patlaması yaşandı. Biz de bu rahmetten nasibimizi aldık. Dünyada ekonomisi son altı-yedi yılda "harikalar yaratmış" en az 20 gelişmekte ülke var. Bunların hepsinin, enflasyonu düştü, ulusal paraları değerlendi, dolar bazında milli gelirleri misliyle arttı. Refahı dünya çapında arttıran bu saadet zinciri sonunda koptu ve kriz çıktı. Biz ne tedbir alırsak alalım Amerika başta olmak üzere Batı ülkeleri toparlanmadan, kriz bitmez. Bizim milli gelirimiz de büyüme rayına oturmaz. Ama krizin etkilerini hafifletmek ve süresini kısaltmak, elimizdedir. Alınacak tedbirlerin başında,
a)bankaların piyasayı finanse etmesini sağlamak,
b)faizleri indirmek,
c)Türk Lirasının değerlenmesine izin vermemek ve
d)bayındırlık harcamalarını arttırmak gelmektedir.
Son Söz: Dışarıdan gelen krizin, çaresi de dışarıdan gelir.
Böbürlenenin bozumu hazin olur
BANA dayanılmaz iç sıkıntısı veren iki olay var. Birincisi, başbakanın her Allahın günü bir vesile yaratıp TV’lere sürekli böbürlenmesidir. Türkiye’nin yüz yılda yapamadığını, kendisi altı yılda yapmış. Laiksek de din kardeşi sayılırız. Bu kadar da atılmaz ki. İkinci, bankacılarımızın "biz çok sağlamız, işimizi çok iyi biliyoruz, dünya gelsin bizden bankacılık öğrensin" edasında gazetelerde boy göstermeleridir. Bankacıların, bilançolarında borçlusu ödeme güçlüğüne düşmüş, teminatı değer kaybetmiş yabancı kredi (toksik varlık) yok diye hava basmaları hatadır. Cari açık veren ülkeler, dış alemden alacaklı değil, borçludur. Dışarıda tuttukları döviz mevduatı dışında, bankalarının aktifleri arasında büyük miktarda "yabancı varlık" olamaz. Ama reel sektörü zorlanan bir ülkede, kötü alacağım yok diyen bankacılara "böyle konuşmakta acele etme, krizde yeteri kadar uzun yaşamadın" denir. Daha da önemlisi, Türk bankalarına sermaye koymuş veya para bağlamış yabancı bankaların Türkiye’den alacaklarının toksik hale gelmiş olmasıdır.
Son Söz: Kendin toksikleşme, yeter.
Yazının Devamını Oku 27 Aralık 2008
MARKSİST kültürle yetişmiş muzır aydınlar özür dileme metnine "kendi hesabıma" diye bir ibare koydular. Bunu kimse yutmadı. Bildirin Türk milletine "suçlusun, kabul et!" dediği açıktı. Neticede bu kampanya eski düşmanlıkları hortlatmaktan başka bir işe yaramadı. Türk Dışişleri mensupları ASALA tarafından öldürülürken, Türkiye’de yaşamaya devam eden bir avuç Ermeni yurttaşa kimse yan gözle bile bakmamıştı. Ama Ermenilerle ortada hiçbir gerginlik yokken, aydınların gazına gelip, kaleminden zehir damlatan gazeteci Hrant Dink’in öldürülmesi gibi utanç verici elim bir olay yaşandı. Bildirinin, benzeri vakalara psikolojik zemin hazırlamasından korkuyorum.
* * *
"Özür dileme"nin doğrusu, bağışlanmayı dilemektir. Yoksa bu ibare bağlamında kabahat hatta "suç" anlamına gelen özür dilenmez, istenmez. Kısaca dilenen özür değil "af"tır. Af denince aklıma "Uluslararası Af Örgütü" geldi. Bu kuruluşun doğduğu İngiltere’deki özgün adı "Amnesty International"dır. Amnesty Yunanca "amnestia" kelimesinden türetilmiştir. Anlamı, hatırlamamak, unutmaktır. Başka milletlerin işine karışmayı kendine ödev bilmiş İngilizler, bu maksatla af örgütünü kurarken niçin bu teşkilatın adını "Amnesty" yani unutma koymuşlardır? Demek tecrübe göstermiştir ki, affetme ile unutma arasında bir ilişki var. Bireyler veya toplumlar tarihteki kötü bir olayı anmakta, hatırlamakta ve hatırlatmada ısrar ederlerse, kimseyi affetmezler; kimseyle barışmazlar. Bu gerekçeyle Avrupa Birliği de "kurtuluş günleri" kutlamalarını yasaklamak istemektedir. Bizim de her kurtuluş gününde Yunan giysili Türkleri, rol icabı da olsa, süngülemekten vazgeçmemiz gerektir. Bu kabil anmalar düşmanlığı beslemektir.
* * *
Ermenilerden özür dilenmelidir kampanyası inşallah daha fazla tahribata sebep vermeden son bulur. Yoksa her gün yeni defterler açılacaktır. Açılan her defterden, Ermenileri bir yana bırakın Rumlarla, Bulgarlarla, Romenlerle, Sırplarla, Ruslarla ve hatta Araplarla düşman olmak için yeni sebepler bulunacaktır. Komşu milletlerle inşa edilen dostluklar yara alacaktır. Bu kampanya yüzünden, bir hanım milletvekilinin Cumhurbaşkanı suçlama amacıyla gündeme getirdiği ırkçı sorgulama bile, girişimin ne denli sakıncalı olduğunu kanıtlamıştır. Eğer içeride bölünmüş Türk milleti, dışarıda da diğer milletlerden kötülük bekler bir ruh haline girerse daha fazla içe kapanacaktır. İçe kapanmanın mahzuru siyasetle de sınırlı kalmayacaktır. Ekonomide de "kendi kendine yeterli olmak" gibi akıl dışı ve tamamen gayri iktisadi bir inanışa sarılınacaktır. Bu da kendi kendini yalnızlaştırmadır. Bir toplum yalnızlaştıkça fakirleşir. Ekonomisi geriye gider. Özür dileme kampanyası tertipçilerinin amacı herhalde bu değildir. Bugünkü son sözün müellifi, Süleyman Demirel’dir.
Son Söz: Tarihi, husumet çıkarmak için kullanmayın.
Yazının Devamını Oku