18 Mart 2009
PAZARTESİ günü açıklanan geçen yılın son iki ayı ile bu yılın ilk ayını kapsayan işsizlik istatistiklerine göre, Türkiye’de işsizlik azalmıştır. Hesap şöyle: 2007 yılında çalışan sayısı 20 milyon 443 bin; nüfus ise 69 milyon 246 bin kişi. Bu sayılara göre çalışanların toplam nüfusa oranı yüzde 29.5. 2008 yılında çalışan sayısı 20 milyon 736 bin, nüfus ise 70 milyon 5 bin. Bu sayılara göre, çalışanların toplam nüfusa oranı yüzde 29.6. Demek ki, iki yılın aynı dönemleri birbiriyle kıyaslandığında binde bir nispetinde de olsa, çalışanların toplam nüfusa oranı artmıştır. Herkes işsizlik arttı diye dövünürken, buyurun bir tane de buradan yakın.
* * *
Gelelim bir başka orana. İşsiz olup da iş aramayan, tanım icabı ne işgücü içinde sayılıyor ne de işsiz. Eğer bir kişi anketçilere geçen defa "ben işsizim; iş de aramıyorum" diye cevap verdiyse, işsizlik hesaplarına dáhil edilmemiştir. Aynı kişi bu sefer "ben yine işsizim ama bu sefer iş arıyorum" derse hem işgücü sayısına hem de işsiz sayısına eklenmiştir. Cebirsel olarak, "1" küçük bir oranın (yüzdenin) pay ve paydası aynı sayıyla arttırılırsa, oran büyür. Bu sefer aynen böyle olmuş. Daha önce işsizim ama iş aramıyorum diyenlerin bir kısmı, bu sefer işsizim ve iş arıyorum deyince işsizlik oranı (sırf bu yüzden) yüzde 2,8 artmıştır.
Ben de şu soruya cevap aradım. Eğer 15 yaş üstü nüfus içinde "işsizim ama iş aramıyorum" diyenlerin oranı 2007 ve 2008’de aynı kalsaydı, işsizlik oranı yüzde kaç olurdu? Bulduğum sayı yüzde 10.8. Geçen yıl bu oran yüzde 10.6 imiş. Bu hesaba göre, bir yıl içinde işsizlik azalmamış ama sadece binde 2 artmıştır. Geçen yıl iş aramadığı halde bu yıl iş arayan işsizlerin sayısındaki artış yüzünden işsizlik yüzde 2.8 arttığı için, toplamda işsizlik bir yılda yüzde 3 artmış gibi duruyor. İstatistikler, işsizliğin yüzde 10.6’dan yüzde 13.6’ya çıktığını ve bunun tarihi bir rekor olduğunu söylüyor. Daha doğrusu iktisatçılar, işsizlik sayılarını böyle yorumluyor.
* * *
İngiltere’de bir şatoda, şömine başında sohbet eden gruptan bir gazeteci diklenmeden dik duran bir adama "geçiminizi hangi işte çalışarak sağlıyorsunuz?" diye sorunca, soylu kişi hafif kızarak "pek tabii çalışmayarak" şeklinde cevap vermiş. Bu yüzden İngilizcede "çalışan sınıf" avam anlamında kullanılır. Türkiye’de bir yıl içinde esas değişen şey, "çalışmadığı halde iş aramayanların, şimdi iş arar hale gelmesidir". Bu işsizlik arttı saptamasından farklı bir resimdir. İşsizlik ile gelirsizlik aynı şey değildir. Sosyal sorun işsiz değil, gelirsiz kalmaktır. İstatistikler, işsizliğin kimyasının fiziğinden hızlı değiştiğini göstermektedir.
Son Söz: Herkesin istihdamı iktisadi değildir.
Yazının Devamını Oku 14 Mart 2009
BANKALARIN varlıkları, şirketlerin yükümlülükleridir. Kısaca banka bilánçoları, büyük oranda, reel sektör firmalarının bilánçolarının ayna simetriğidir. Mart sonunda sanayi şirketleri birinci çeyrek Kár/Zarar tablolarını ve bilánçolarını yayınlayacak. Şirketlerin çoğunda sonuçlar kötü çıkacak. Çünkü düşen satışlardan ve yükselen döviz kurlarından dolayı dönemsel zarar oluşmuştur. Bu zararlar, firmaların öz kaynaklarını küçülmüş gösterecektir. Bu mali tablolara bakan bankalar, bazı önlemler almak ihtiyacı duyabilir. Mesela, faizi arttırmak, ek teminat istemek, kredi miktarını düşürmek hatta krediyi geri çağırmak gibi şeyler akıllarından geçebilir. Ancak atacakları adımların hepsi, şirketleri daha kötü duruma sokacaktır. Bir bankanın eyleme geçmesi, diğer bankaları da tahrik eder. Bu kabil işler, banka sektörünün görünümünü bozar. Zaten Amerika’da, İngiltere’de, Belçika’da bankalar yara almışken, Türkiye’deki bankaların hiç hasar görmemiş olması ekonomide küreselleşmenin mantığına aykırıdır.
* * *
2001 krizinden sonra Türkiye, bankacılık kesiminde ciddi düzenlemeler yaptı. 2001 öncesi, bankacılığın hesapsızlık yıllarıdır. Bazı patronların, kendi bankalarının içini boşalttıkları ahlaksızlık dönemidir. Bankalarımızın durumu, 2001 öncesine göre kıyaslanamayacak kadar iyidir. Gerçekten 2001’den sonra bankalarımıza güven artmıştır. Öz kaynakları güçlenmiştir. Bundan daha da önemlisi, Türk bankacılık sektöründe yabancı bankaların payı artmıştır. Lakin yaşanan bu "reel sektör krizine, birikmiş kár dayanmaz". Kriz, bizde bankacılık sektöründen başlamamıştır. Ama günün sonunda onu da belli bir mertebede etkisi altına alacaktır.
* * *
Ortada içinden çıkılamaz bir durum yoktur. Sahipleri yabancı olan yerli bankaların ana-baba bankaları, kendi ülkelerinde devletin koruması altına alınmıştır. Devlet bankalarımız ise, tanım icabı devlet koruması altındadır. Geriye sahibi yerli bankalar kalmaktadır. Daha önce de yazdım. "Tanımlanan risk yönetilebilir." Riski ekonomik yönetmenin kuralı, riskin gerçekleşmesinden zarar görecek tüm paydaşları, çözümün parçası haline getirmektir. Yani sigorta primi ödemelerini (gerekirse devlet eliyle) geniş tabana yaymaktır. Vakit kaybetmeden, hatta biraz da lüzumundan erken davranma riskini alarak, bankacılık sisteminin kesintisiz çalışması için önlemler alınmalıdır. Bu önlemlerin neler olduğu Batı ülkelerine bakarak bulunabilir. Tasarruf mevduatı sigortasının tavanını yükseltmek (sadece kararı almış olmak yetmez), bankaların belli alacaklarına devlet garantisi verecek veya bankalara Hazineden öz kaynak desteği sağlayacak mekanizmaları tasarlamak, hatta "tökezliyor" sinyali veren bankaları geçici olarak devletleştirmek bu meyandadır.
Son Söz: Gereksiz tedbir, gecikmiş tedbirden evladır.
Yazının Devamını Oku 11 Mart 2009
ÖNCE gazetelerde bir haber ve harita yayınlandı. 50 yıl sonra Türkiye dünyanın dördüncü büyük ülkesi olacakmış. Dünya petrol rezervlerinin yüzde 60’ının bulunduğu topraklar üzerinde hákimiyet kuracakmış. Ben bol petrol lafı duyunca mayışırım. Dolayısıyla mest oldum. Eh, bu gelişme bir günde olmayacağına göre, biz de ahir ömrümüzde bu bolluğu kısmen görürüz dedim. Derken bu haritayı çizen Friedman nam zat çıka geldi. Bu bizim iktisatçı Milton Friedman değildi; o rahmete kavuşmuştu. Bu Friedman, Amerikan Silahlı Kuvvetlerinin akıl hocalarından "harp uzmanı" Friedman’dı. İktisat ve dış siyaset yorumlayan köşe yazarlarla yaptığı toplantıda, anlattıklarını kaçırmayım, mimiklerini takip edeyim diye gittim adamın burnunun dibine oturdum. Önce bizi bir güzel yağladı. "Ben size, sizden çok güveniyorum" dedi. Utandım doğrusu. Tarihinizi inceledim; siz neymişsiniz meğer dedi. Çok hoşuma gitti. Konuşmasında en sık kullandığı kelimeleri ve kavramları not ettim.
Üç şeyi vurguladı. Bir de öngörüde bulundu.
1. Dünyada işleyen tek devlet sistemi "ulus devlet"tir. Avrupa Birliği gibi ulus devlet olmayan örgütlenmeler ticaret/gümrük birliğidir; o kadar. AB’nin ipine sarılmayın. (Ne varsa Amerika’da var)
2. Ulus devletler kanla kurulur, kanla korunur. İtalya AB’den ayrılmak istese, Almanya asker yollayarak bunu engellemez. ABD ulus devleti İç Harp’le kurmuştur. Türkiye de ulus-devlet için Güneydoğu’da savaşıyor.
3. Türkiye’nin önemi, silahlı kuvvetlerinden, bulunduğu coğrafyadan, ekonomisinin büyüklüğünden kaynaklanıyor.
4. ABD, Irak savaşını taktik olarak kaybedip, stratejik olarak kazanmıştır. ABD ordusu Iraktan çıkacaktır. Onun bıraktığı boşluğu sadece Türkiye doldurabilir.
* * *
... Derken Obama’nın Dış İşleri Bakanı Bayan Clinton geldi. Programda yokken Anıtkabire gitti. Hiç gereği yokken Atatürk’ü övdü. ABD Dış İşleri Bakanlığı, şu sıralarda Türkiye’ye verilmesi gereken mesajın iyi anlaşılmasını sağlamak için Bakan Clinton’nun, öksüz çocuk yurdu ziyaret edip, bebek hoplatması yerine, NTV’de saçı-başı biraz da üstü-altı açık laik kadınlarının programa katılmasını uygun görmüş. O da bu görevi yerine getirdi. Orta şekerli kahve içip, orta şekerli konuştu. Çok "keyifli" bir sohbet oldu doğrusu. Demokrasilerde basın özgürlüğü esastır dedi. Biz İslam ülkelerinin dostuyuz muhabbetine hiç girmedi. Ardından Başkan Obama Türkiye’ye gelecektir müjdesini (!) verdi. Hepimiz bu habere çocuklar gibi sevindik. ABD-Türkiye ilişkilerinde yeni bir sayfa açılıyor diye işte ben buna derim.
Son Söz: Kokusu geliyorsa, mutfakta yemek pişiyordur.
Yazının Devamını Oku 7 Mart 2009
UZUN yıllar maiyetinde çalıştığım Koç Holding’in CEO’su rahmetli Fahir İlkel, 1980’den sonra Enerji Bakanı olarak tayin edilmişti. Bakanlıkta işbaşı yaptığı gün bakanlık yetkilileri kendisini tebrik edip "Ayağınız uğurlu geldi; petrol aramayla ilgili çalışmalarımız iyi sonuçlar verdi; çok zengin yataklar bulundu. Bunları kamuoyuna lütfen siz açıklayın" demişler. Fahir Bey, bu hikáyeyi bana anlatırken dayanamadım, peki siz ne yaptınız dedim. Tabii böyle bir açıklama yapmayı reddettim; çünkü ortada ispatlanmış bir şey yoktu. Ben eski bir bürokrat olarak, enerji bakanlığının zaman zaman ve özellikle bakan değiştiğinde veya politik ortam gerektirdiğinde böyle haberler yaydığını biliyordum; dolduruşa gelmedim dedi. 1980’den bu yana neredeyse 30 yıl geçti. O gün bulunduğu söylenen petrol bulunamadı. Ama galiba artık, ülkenin petroldeki makûs talihi yenildi. Müjdeler olsun, aranan petrol bulundu.
* * *
Herhalde tüm dünya halklarını, ama bilhassa arsa ve ilişki rantı yiyerek zengin olma hayaliyle yanıp tutuşan normal yurdum halkının maneviyatını yükseltip, kendisini yönetenlerin "kısmetli" olduğuna inanmasını sağlayan şey "petrol bulundu" haberleridir. Son bir aydır Türkiye yine petrol bulundu haberleriyle çalkalanıyor. Karadeniz’de 10 milyar varil petrol ve 1.5 trilyon metreküp doğalgaz bulunmuş. Bu miktar Türkiye’nin 40 yıllık petrol ihtiyacına yetermiş. Hakeza bulunduğu söylenen doğalgaz da Türkiye’nin 40 yıllık ihtiyacını karşılayacak büyüklükteymiş. İnşallah bu bilgiler doğrudur. Eğer bu bilgiler doğruysa, Türkiye’nin elektrik üretime dönük yatırım projelerinin tekrar gözden geçirilmesi gerekir. Şu sıralarda nükleer enerji ve ithal kömürle çalışacak termik santraller kurulması gündemdedir. Özellikle nükleer santral çok pahalı bir yatırımdır. En ucuz elektrik doğal gaz yakılarak üretilir. Hele, hele bu santraller, doğal gaz kuyularının hemen yanı başına kurulursa, maliyet daha da düşer. Türkiye’de elektrik üretimi özel sektöre ve rekabete açılmıştır. Fiyatlar piyasada oluşmaktadır. Devletin alım ve asgari fiyat garantisi yoktur. Nükleer veya ithal kömür yakan santrallerde üretilen elektrik, ne yatırım ne de işletme maliyeti bakımından doğalgaz santralleriyle (hatta fueloil santralleriyle) rekabet edemez. Rezervler konusunda Enerji Bakanlığı yatırımcılara sağlıklı bilgiler vermeli ve bulunmuş olan yerli doğalgaza ve üretilecek fueloile nasıl bir fiyat uygulayacağını şimdiden açıklamalıdır. Aksi takdirde, özel girişimcilerin ve kredi kuruluşlarının düşeceği tereddüt yüzünden enerji yatırımları zamanında yapılamayacaktır. Ya da milyarlarca dolar dış borçla yapılacak yatırımlar sonunda átıl kalacaktır. Pek tabii bu firmalar batacak, alınmış krediler geri ödenemeyecektir.
Son Söz: İsrafın en kötüsü, yanlış yatırımdır.
Yazının Devamını Oku 4 Mart 2009
ADAMIN telefonu acı, acı çalmış. Arayan çok yakın bir arkadaşıymış. Hemen söze girmiş ve "Duydun mu? Dostumuz Pertev ölmüş" demiş. Adam da "ben zaten son gördüğümde onun öleceğini anlamıştım. Yüzü soluk, gözleri fersizdi diye karşılık verdikten sonra, Pertev nasıl, nerede" ölmüş diye sormuş. Arayan arkadaşı da "tren kazasında" diye yanıtlamış. Adam üzgün bir ses tonuyla devam etmiş. Yanılmış olmayı çok isterdim. Ama öngörüm doğru çıktı. Tahmin ettiğim gibi Pertev’i kaybettik; başımız sağ olsun diyerek sözünü bitirmiş.
* * *
Sürdürülemez cari açık yüzünden Türk ekonomisinde bir düzeltme (krizin kibarcası) bekliyorduk. Ekonomi, sert ya da yumuşak bir şekilde küçülecekti. Bu düzeltme ya TL’nin hızla değer kaybıyla başlayacaktı ki bu "sert iniş" olacaktı, ya da büyüme tedricen düşecekti; bu da "yumuşak iniş" olacaktı. Esasen 2006’dan beri milli gelir büyüme hızı düşmeye başlamıştı. Bu gelişme, düzeltmenin düzenli olma ihtimalini arttırmıştı.
* * *
2007 yılının sonbaharında Amerika’da bir "nakit sıkışması" (liquidity cruch) başladı. Çünkü para dönmez olmuştu. Bitmiş binalar satılamıyor, ipotekli krediler geri dönmüyordu. Bina talebi düştüğünden bina fiyatları balonu patlamak üzereydi. Amerikan ve hatta dünya ekonomisi için bir düzeltmenin zamanı geldi denmeye başlandı. Krizin ilk işareti, başta petrol olmak üzere ham madde fiyatlarının panik içinde hızla artmasıydı. 2008 başında petrol ve sair ham madde fiyatları şişti. Dolar, Euro karşısında hızla değer kaybetti. ABD halkının satın alma gücü düştü. ABD’nin cari açık vermesi üzerine kurulu küresel ekonomik büyüme sürdürülemez hale geldi. Amerikalılar fakirleşti. Fakirleşen Amerika, kendi fakirleşme sürecinin ardına tüm dünyayı taktı. Yumuşak inişle oluşması umulan küresel düzeltme, hızla "sert inişe" yani krize dönüştü. Dünya ekonomik krizi, biraz gecikmeli olarak bütün ağırlığıyla Türk ekonomisinin üstüne çöktü. Krizin Türkiye’ye teğet geçmesi gibi iyimser ve cari açığın patlaması gibi kötümser tahminler çöktü. Türk ekonomisin kendi krizi gündemden kalktı, ama Türkiye "daha büyük" bir krize girdi. Kriz çıktı, haklıymışsın, diyenlere cevabım şudur. Hayır, Türkiye’de öngördüğümüz kriz bu değildi. Dediğimiz çıkmadı.
* * *
Küresel krizin, Türkiye’nin çıkması mukadder kendi krizinin yerini alması bir yerde şanstır. Çünkü yaşanan krizin esas çaresi dışarıdan gelecektir. Türkiye, yurt içinde Abrakadabra numaraları yaparak bu krizi bitiremez. Ama bu krizi fırsata çevirebilir. Bu fırsat "cari işlem açığı vermeyecek" yapıyı kurmaktır. Ne yazık ki, "yüksek faiz-düşük kur" zihniyeti sürmektedir. Yönetim de, kara para ve Arap sermayesi çekip, ormanları imara açmak gibi "rant yiyici" önlemler peşindedir.
Son Söz: Hazır paranın peşini bırak, gelir yaratmaya bak.
Yazının Devamını Oku 28 Şubat 2009
ÖNCELİKLE, yapımı bitmekte olan "Zincirlikuyu-Söğütlüçeşme" Metrobüs güzergáhını tasarlayan ve inşaatı fiilen gerçekleştiren yöneticileri, mühendisleri ve emekçileri tebrik ederim. Boğaziçi köprüsü ile çevre yollarının özgün tasarım konsepti berhava olmuş durumda, ama yapılan iş bir mühendislik başarısıdır. İstanbul’u az bilenler için anlatayım. Bu tercihli otobüs yolundan geçecek araçlar, İstanbul Boğaziçi köprüsünü de kullanacaktır. Dolayısıyla gerek köprüye girişte, gerek köprüden çıkışta, otobüslerin akan trafiğe katışma ve ayrışma sorunları vardır. Köprü üzerinde tercihli iki şerit ayrılacak olsa bile, yine de projenin en çetrefil bölümü budur. Bu hatta metrobüsler, diğer araçların köprü geçiş hakkını kısıtlamaya mecburdur. Herhalde küçük araçların köprü geçişleri belli saatlerde yüksek fiyatla caydırılacaktır.
* * *
İstanbul gibi dev bir şehrin yolcu ulaşımını çözmenin tek yolu toplu taşımadır. Ulaştırma ekonomisinde altın bir kural vardır. "Taşınacak şey kütle ise, kütle taşıması yapılır". Büyükşehir yönetimi bir çelişki içindedir. Hem toplu taşımayı hem de bireysel taşımayı teşvik etmektedir. Tercihini net olarak toplu taşımadan yana koysa, çözüm geliştirmek o kadar zor olmayacaktır. Aslında İstanbul’da yeteri kadar toplu taşıt aracı vardır. Bu kümeye, otobüsler ve tramvaylar başta olmak üzere metro, tünel, finiküler, yeraltından ve yüzeyden giden hafif trenler, banliyö trenleri, şehir hattı vapurları ve deniz otobüsleri girer. Bunlara, denizde dolmuş motorları ile karada midibüsleri de eklemek gerekir. Bu meyanda toplu taşıma yapan, ama şehir trafiği bakımından ciddi sakıncalar içeren şirket veya okul servis araçlarını ve hileli bir şekilde "dolmuş taksi" diye adlandırılan minibüsleri de zikretmek şarttır. Ne yazık ki; tüm bu araçların toplamı, yaya dostu bir "toplu taşıma sistemi" teşkil etmemektedir.
* * *
Zincirlikuyu-Söğütlüçeşme hattının tutunması, toplu taşımanın zaferi olacaktır. Korkarım özel araç sahiplerinin, medyadan da destek görecek şikáyetleri yüzünden bu hat randıman vermeyecektir. Metrobüsün "köprü geçen" bu etabının verimli çalışması, diğer toplu taşıtlarla eklemleştirilmesine bağlıdır. Mesela Zincirlikuyu’da yolcular salkım saçak sokağa dökülmektedir. Söğütlüçeşme ise yolcular açısından çok daha karmaşık bir sorunlar yumağıdır. Bu terminalde metrobüsler, banliyö ve anahat trenleri, şehir içi otobüsler, midibüsler, taksiler ve Marmaray buluşacaktır. Bu karmaşık trafik, yürümek istemeyen yayalar, şirret şoförler ve şımarık özel araç sahiplerinin kaprisleri yüzünden bir düzene sokulamazsa bu dev yatırıma çok yazık olacaktır. Meselenin bu yönünün çözümünde görev, mühendislerden çok, halkla iletişim uzmanlarına, hukukçulara, iktisatçılara ve köşe yazarlarına düşmektedir.
Son Söz: Kent ulaşımında; küçük araç, büyük derttir.
Yazının Devamını Oku 25 Şubat 2009
BİR suç, suç olmaktan çıkarılmak istenirse, bunun en kestirme yolu "bu suçu herkes işliyor veya herkese iftira atılıyor" kanaatini yaygınlaştırmaktır. Hele, hele zanlılar arasına suçsuz bir kişi katılırsa, artık o suç toplum indinde suç olmaktan çıkar. Vergi kaçakçılığı, bu ülkenin en büyük dertlerinden biridir. IMF’sinden tutun da, Türk ekonomisinde verimlilik nasıl arttırılır diye araştırma yapan McKenzie Danışmanlık şirketine kadar her kuruluş, vergi kayıp ve kaçakları azaltılmalıdır demektedir. Vergi kayıp ve kaçaklarının temel kaynağı "kayıt ve beyan dışı" işlemlerdir. Sahtekárlık yoksa resmen kayıt altına alınmış ve beyan edilmiş işlemlerde vergi kaçakçılığı olmaz. Vergi kaçakçılığı suçtur. Sadece vergi kanunlarını değil, Ceza Kanunu da ilgilendirir. Bir eyleme suç denilebilmesi için, yasanın bu eylemi suç olarak tanımlaması şarttır. Vergi denetimi, pek tabii resmi muhasebe kayıtları üstünden de yapılır. Bu denetimlerde "kusurlu" işlemlere rastlanabilir. Netice itibariyle bir kanun veya yönetmelik ne kadar açık yazılırsa yazılsın, yoruma müsait ifadeler içerir. Şirketin Yeminli Mali Müşavirlerinin cevaz verdiği, usulüne uygun bir erteleme işlemini, vergi denetçisi kusur olarak değerlendirebilir. O zaman ortaya bir ihtilaf çıkar. Bu ihtilaf da yasal prosedüre göre hareket edilerek giderilir. Devletin faiz kaybı varsa, bu ödenir.
* * *
1. Doğan Grubu’na kesilen ve açıklanması vergi mantığı açıdan mümkün olmayan milyarlık vergi cezası, şüphe yok ki, hakiki vergi kaçakçılarını çok sevindirmiştir. Şimdi en yüzsüz vergi kaçakçıları bile, işte gördünüz mü, Doğan Grubu için de kaçakçı deniyor; bize de iftira edilmişti diyecektir. Bir başka savunma da, "Doğan Grubu bu kadar büyük vergi kaçırdıktan sonra, bizim kaçırdığımız miktar devede kulaktır, affedilmelidir" şeklinde olacaktır. Bu olay vergi kaçakçılığını basitleştirmiş ve adeta masum hale getirmiştir.
2. Doğan Grubu’na kesilen bu ceza, vergi denetçiliğinin itibarını zedeleyecektir. Vergi denetçileri, kolayca çürütülebilecek iddialarla ceza kesmez. Hele, hele kamuoyunda siyasi telkinle davranıldığı şüphesi oluşursa, mesleğin saygınlığına gölge düşer.
3. Vergi; A)Devlete gelir sağlamak, B)Milli geliri yeniden dağıtıma tabi tutmak ve C)Ekonomiyi yönlendirmek üzere üç amaca hizmet eder. İş adamları, alım, satım ve yatırım kararlarını, hangi vergiyi ne zaman ödeyeceğini hesaplayarak alır. Eğer bu konularda tereddüt ve ceza yeme korkusu oluşursa bazı işler hiç yapılmaz. Bu da ekonomide yavaşlama demektir. Bu ceza, bundan sonraki yabancı sermaye ortaklıklarını kötü etkileyecektir.
Son Söz: Vergide adalet, ekonominin temelidir.
Yazının Devamını Oku 21 Şubat 2009
ON yıl kadar önceydi. Değerli arkadaşım İbrahim Kavrakoğlu küreselleşmenin büyük finansal ve iktisadi çalkantılara sebep olduğunu ve ileride de olacağını "çaycı askısı" teorisiyle anlatırdı. İbrahim, mühendislik profesörü olduğu için, iktisadi hayatla ilgili gözlemlerini fizik modellerle açıklamakta ustaydı. Ben de iktisat dáhil, bütün bilimlerin temelinin fizik olduğuna çoktan iman etmiştim. İbrahim hocanın, çaycı askısı teorini daha önce bu köşede anlattım. Şimdi sırası geldiği için tekrarlayacağım. Herkesin bildiği gibi kahvehane garsonlarına çaycı denir. Çaycılar, yaklaşık 40 cm boyunda üç metal çubukla tepedeki taşıma halkasına bağlanmış bir tepsi kullanır. Buna çaycı askısı denir. Çaycılar, bu tepsinin üzerine içi çayla dolu 20-30 bardağı dizer. Sonra askısını sağa sola sallayarak masaların arasından koşar adımla kıvrılarak geçerek çayları dağıtır. Bu esnada tepsinin yere paralelliği kaybolur. Ama çaylar bardaklardan dökülmez. Bardaklardaki çaylar, kenarı çepeçevre yükseltilmiş bir tepsinin içine boca edilse, çaycı da bu askılı tepsiyi sağa sola sallayarak yürüse, tepsideki çaylar daha ilk manevrada müşterilerin üzerine dökülür. Sebebi açıktır. Aynı açısal eğimde küçük çaplı bardaklardaki çayın bardak kenarına olan mesafesi az değişirken, büyük çaplı tepside bu yükselme ve alçalmalar misliyle artar. Üstelik suyun akışkanlığının verdiği dinamik etki, büyük çaplı tepside kenardaki çayı hızla dışa doğru iter. Bu sebeple tankerler de bölmeli inşa edilir.
* * *
Bizi de ciddi şekilde hırpalayan dünya ekonomik krizinin, gerek çıkışında gerekse kısa sürede tüm ülkeleri etkisi altına alışında "küreselleşmenin" payı olduğu açıktır. Bundan önce Pasifik’te, Rusya’da, Türkiye’de ve Latin Amerika’da yaşanan finansal krizler de küreselleşme ile "akışkanlığı" artan sıcak para yüzünden çıkmıştı. Ama o krizler büyük ekonomileri rahatsız etmemişti. Dolayısıyla küreselleşmeye karşı ciddi bir meydan okuyuş olmamıştı. Şimdi zengin uluslar benzeri bir krizin mağduru haline gelince "ekonomide ulusalcılık" gündeme geldi. Ulusal ekonomilerden kurulu bir dünya ekonomik mimarisi düşünülmeye başlandı. Hemen söyleyeyim, ekonomide ulusalcılığa dönüş mümkün değildir. Yani çayları küçük bardaklarda taşımak "ekonomik" değil. Çayı, kenarlı tepside taşımak da tehlikeli, çünkü bir dalgada hepsi dökülüyor. Muhtemelen çözüm, çayı büyük çaplı bardaklarda taşımaktır. Bu ulusal değil, ama "bölgesel ekonomiler"den kurulu bir dünya ekonomik mimarisidir. Burada Mundell’in "Optimum para birimi bölgesi" kuramına atıf yapmaya mecburum. Artık net bir şekilde görülüyor ki; iktisadi krizler, finansal krizlerden, finansal krizler de faiz ve kur arbitrajlarından kaynaklanan sermaye hareketlerinden doğuyor. Dönüldü dolaşıldı, krizin çözümü uluslararası para sisteminin yeniden tasarlanmasına dayandı.
Son Söz: Paranın, azı da çoğu da zarardır.
Yazının Devamını Oku