18 Şubat 2009
CUMHURBAŞKANIMIZ Gül ile Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Medvedev, Rusya ile Türkiye arasında yapılacak dış ticarette Ruble ve Türk Lirası kullanılmasında görüş birliğine varmışlar. Bir süredir bu anlaşmaya ümit bağlayan Türk ihracatçıları bu habere çok sevinmiş. Fazla sevinmesinler. * * *
Bu haber beni geriye götürdü. 1980 öncesinde ithalat ve ihracatta çok sıkıntı vardı. İhracat kársız olduğu, ithalat da döviz bulunamadığı için gelişmiyordu. Dış ticaretin yeterince büyümemesi, milli gelir büyümesini de kısıtlıyordu. Bu tıkanıklığın sebebi "sabit kur rejimi" altında uygulanan "ucuz döviz" politikasıydı. Türk ekonomisinin canına okumuş bu politikanın adı "Türk Parasının Değerini Koruma" idi. Ne yani? Ulusal paramızın değerini korumayacak mıydık deniyordu. Ekonomimizin geri kalmışlıktan ve içe dönüklükten kurtulamamasının sebebi bu deli gömleğidir. Bu batıl inanç hálá geçerlidir. Ben o tarihlerde Koç Holding’de Sanayi İşleri Koordinatörü unvanıyla çalışıyordum. Görevlerimden biri de Sosyalist Blok tabir edilen Rusya’nın liderliğini yaptığı COMECON (Sosyalist Ortak Pazarı) ülkeleriyle ticareti arttırmaktı. 1978’de "TL ile İthalat, TL ile İhracat" fikrini ortaya attım. Amacım döviz kurlarının piyasada belirlenmesini sağlamaktı. Ankara’da bunu savundum. Basında beyanatlarım yer aldı. Tabii TL’nin değerini koruma duvarını yıkamadık. Bu uzun bir hikáyedir. 1983’te Hürriyet’te yayınlanan ilk makalemin başlığı "Sosyalist Ülkelerle Ticareti Arttırmak" idi.
* * *
O güne göre şartlar çok değişti. Halen, hem Türkiye’de hem de Rusya’da dalgalı kur rejimi ve sermaye hareketleri serbestliği geçerlidir. Bu ortamda Ruble veya TL ile dış ticaret yapmak anlamsızdır. Yapılırsa, bundan birileri fena para çarpar veya fena çarpılır. Sonunda fatura devlete çıkar. Şimdi kısaca yapılmaması gereken bu işin, nasıl yapılabileceğini anlatayım.
1. Öncelikle TL ile Ruble arasında belli bir süre sabit tutulacak bir kur belirlenmelidir.
2. İkinci olarak, Ruble ve TL ile ticareti yapılacak mallar listesi oluşturulmalıdır. Bu malların reeksportu yasaklanmalıdır. Fiyatı Dünya piyasalarında belirlenen emtianın bu kabil "ikili" anlaşmalarla dış ticaretinin yapılması suiistimal yaratır.
3. Üçüncüsü, T.C. Merkez Bankası ile Rusya Merkez Bankası arasında bir "Clearing" (Dönem içinde ödemeleri yapan ve dönem sonunda Ruble veya TL bakiyelerini tasfiye eden temizleme hesabı) anlaşması yapılmalıdır.
4. İkili ticaret anlaşmaları sonunda "takas"a dönüşür. Bir Rus-Türk Takas ortaklığı kurulmalıdır. Takasta miktar ve fiyatlar aynı anda belirlenmelidir.
Son Söz: Denize düşen yılana sarılır; yılan da onu sokar.
Yazının Devamını Oku 14 Şubat 2009
KRİZDEN çıkmak için ne gibi tedbirler alınmalı sorusuna "kriz" teorik olarak kavranmadan cevap bulunamaz. Ortalıkta dolaşan "IMF ile anlaş, dediğini yap, krizi atlat" şeklinde özetlenebilecek görüşle "iş álemini vergi indirimleriyle destekle ama bütçe disiplininden de taviz verme" gibi tutarsız önerilere bozuluyorum. Hükümetin tutumunu da şöyle okuyorum: Yaşanan kriz, dünya krizidir. Dünya krizden çıkarsa, biz de çıkarız; dolayısıyla şimdiden kafamızın basmadığı, gücümüzün yetmediği işlere kalkışmayalım. Kararları savsaklayalım. Bakın, Obama henüz işbaşı yaptı. Bekleyelim, o Amerika’daki krizi çözsün. Bu tavırdan da memnun değilim. Dolayısıyla kendime durumdan vazife çıkardım. "Bu işin çözümü sana kaldı Ege, hadi çizmelerini giy" dedim. Çizmemi giydim, krizin kuramından kalkarak, bir önlem paketi de ben yazdım.
1.Nerede hareket varsa, orada ısı; nerede ısı varsa orada hareket vardır diyen termodinamiği kendime rehber edindim. Hareket, berekettir sözünü de düstur belledim.
2.Ekonomide kriz, fizikteki soğumadır. Ekonomi soğumaktadır, çünkü hareket azalmıştır. Hareketsizlik yüzünden soğuma artmaktadır. Yani kriz, kısır döngüye dönüşmüştür. Döngü, en zayıf yerinden kırılmalıdır.
3.Ekonomileri hareketlendirmek için, ısıtmak gerekir. Isıtmak için de ekonomide soğutma tedbirleri diye bilinenlerin tam tersi yapılmalıdır.
4.İlk önlem, faizleri reel olarak sıfıra yaklaştırmak hatta eksi reel faiz ihtimali yaratmaktır. Böylece paranın üstüne oturmuş parasal servet sahiplerinin hesabı değişecektir. Onlar da ayağa kalkacak, yani para harcamaya başlayacaktır.
5.Daha da önemlisi, faizin sıfıra doğru düşüşü, krizde büyümesi kaçınılmaz kamu borcunun bütçeye yansıyan faiz yükünü düşürecektir. Bütçe açığı azalacaktır.
6.İkincisi, devir hızı düşen dolanımdaki paranın miktarı arttırılarak, devir düşüklüğünün yarattığı "soğuma" etkisi telafi edilecektir.
7.Üçüncüsü, yatırım ve tüketim harcamalarını kısmış hane halkının ve şirketlerin harcamadıkları parayı devlet harcayacaktır. Ulusal tasarrufun átıl kalmasına izin verilmeyecektir. İç talep artacaktır.
8.Dördüncüsü, TL’nin değer kaybetmesine izin verilecektir. Böylece daralan (ama hálá yeterince geniş olan) dünya pazarlarına mal satma konusunda sanayiciler teşvik edilecektir. Düşmüş olan dış talep artacaktır.
9.Menkul ve gayrimenkul varlık fiyatlarının artması gibi, krizden çıkışın kuvvetli sinyalleri alınıncaya kadar "enflasyon azar" korkusuna düşülmeyecektir.
10. Asla "yüksek faiz-düşük kur" saadet zincirine veya tuzağına geri dönüş rüyası görülmeyecektir.
Son Söz: Tedbiri doğru kılan, tehlikenin niteliğidir.
Yazının Devamını Oku 11 Şubat 2009
BANKALARIN, bir ödeme aracı olan kredi kartlarının amacı dışında kullanılmasını önce teşvik edip, sonra da bundan şikáyet ediyormuş gibi konuşmasına bozulduğumu biliyorsunuz. Bankaların, tüketici kredisine yıllık yüzde 25 dolayında faiz uygularken, kredi kartı borçlarını erteleyerek, yani bunları zımnen tüketici kredisine dönüştürerek yıllık yüzde 65 faiz uygulanmasını etik bulmuyorum. Burada iktisatçıların "asimetrik enformasyon" dedikleri ve piyasa ekonomisinin işleyişini bozan bir keyfiyet bulunduğu çok açıktır. Profesyoneller tarafından yönetilen bankalar her tür malûmata (enformasyona) sahipken, amatör kredi kartı müşterileri çok kısıtlı malûmatla kendileri için en iktisadi kararı vermeye çalışmaktalar. Pek tabii vermemekteler.
* * *
Bugünkü yazıda, yukarıda anlattığım çarpıklığın hem benzeri hem de türevi olan ve "müşterinin bilgisizliğinden yararlan" diye isimlendirilebilecek bir uygulamayı sorgulayacağım. Bu, gayrimenkulden, otomobile, beyaz eşyadan, tüketim mallarına kadar hemen her alanda kullanılan "peşin fiyatına vade" kandırmacısıdır. Bu kandırmacamanın bir başka versiyonu da ilan ve reklámlarda yer alan "sıfır faiz" ifadesidir.
1-Türkiye’de Merkez Bankası’nın faizleri sıfır değildir. Hazine Bonolarının faizi sıfır değildir; bankadan alınan ödünç paranın faizi sıfır değildir. En önemlisi mevduatın faizi sıfır değildir. Hem de hiçbir para biriminde.
2- Böyle bir ortamda nasıl olur da bir sanayici veya tacir, müşterisine sıfır faizle vade yapabilir?
3- Yapılan apaçık bir kandırmacadır. Çünkü ortada dürüstçe ifade edilen bir "peşin fiyat" yoktur. Peşin fiyat belli olmadığı için, fiyatın içine gizlenmiş vade farkının yani "faizin" ne tutarı, ne de yüzdesi belli değildir.
4-Bir zamanlar "peşin fiyatına vade" yalanın arkasından, nakit ödeme indirimi yapılır denilirdi. Böylece müşteri, "nakit indirimi"nden kalkarak, uygulanan faiz yüzdesini hesaplayabilirdi. Şimdi bu bilgi de karartıldı.
5-Bu bilgi noksanından dolayı, ekonomik faaliyet gayri iktisadi bir mecraya sürüklenmektedir. Şöyle ki; müşteri bankada duran parasına yıllık % 13 net faiz alırken, satın aldığı malın bedelini vadeli ödeyerek yıllık %25 faiz yükü altına girmektedir. Sebebi, kandırılmasıdır.
6-Diğer taraftan esnaf, piyasada para dönmüyor, kimse peşin para ile alışveriş etmiyor diye yakınıyor. Hálbuki "peşin fiyatına vade" veya "sıfır faiz" cingözlükleriyle, piyasadan nakit parayı kovan iş adamının kendisidir.
7-Peşin diye etiketlenen fiyat, vade farkını yani finansman maliyetini de içerir. Yani mal fiyatını, faiz kadar arttırır. Bu da enflasyon ölçümlerinde hataya sebep olur.
Son Söz: Yanlış hesapla, doğru karar alınamaz.
Yazının Devamını Oku 7 Şubat 2009
NAMİBYA kırsalında bir aslanla bir fil kapışmış. Aslanın amacı, ailesi efradıyla tombul fili bir güzel yemek, filin amacı da canını kurtarmakmış. Aslan file cepheden saldırmanın başarısız olacağını bildiği için arkadan dolanmış. Bacakları arasına girip, filin kamışını ısırmış. Canı çok yanan fil de aslanın üstüne oturmuş ve üç tonluk gövdesiyle onu ezerek öldürmüş. Olayı izleyen "Aslan Hakları Konseyi" dünya hayvan kamuoyuna "filin yaptığı, orantısız güç kullanmaktır" bunu kınıyoruz mesajı yayınlamış. Konsey açıklamasında, fil "fair play" kurallarına göre hareket etmeli ve aslanın bacakları arasına girip aynı yöntemle mukabele etmeliydi demiş.
* * *
İsterseniz buna benzer yüzlerce fıkra uydurulabilir. Mesela, sizi sokan sivrisineği siz de onu sokarak cezalandırmalısınız. Şaplakla veya böcek ilacı kullanarak sivrisinek öldürmek "orantısız güç kullanmaktır" denebilir. Mesela askeri konvoyun geçiş yoluna mayın döşeyen tedhişçilere karşı o ülkenin silahlı kuvvetleri de onların yollarına mayın döşemelidir. Mayın döşendi veya karakol basıldı diye, jet uçaklarıyla teröristlerin bulunduğu bölgeyi bombalamak "orantısız güç kullanmaktır". Daha fazla saçmalamadan bu örneklerin içindeki "özü" görelim. Her canlı organizma, ister hayvan, ister insan, ister örgüt, ister devlet kendi imkán ve kabiliyeti neyse onunla savaşarak "amacına ulaşmaya" veya genel olarak "hayatta kalmaya" çalışır. Savaşlarda ister çocuk, ister büyük, ister kadın, ister erkek, ister sivil, ister asker bir "insanın" dahi ölmesi, sevenleri için faciadır; ama öldürenler için suç sayılmaz.
* * *
Bir savaşa iki nedenle karşı çıkılır. Birincisi, savaşın amacına karşısınızdır; ikincisi, tuttuğunuz taraf savaşı kaybetmektedir. Bir de her savaşa karşı olan "ádem baba" insanlar vardır. Bunların sayısı, çok ama çok küçüktür. Piyasada müşteri bulan savaş karşıtlığı, yüzde doksan dokuz bir "propagandadır". Amacı, tuttuğu tarafın savaşı kazanmasına yardımcı olmaktır. Desteklenen taraf savaşta zora girmişse, savaş karşıtlığı eylemler ivme kazanır. Savaşan taraflar güttükleri davanın tanımını değiştirse, savaş karşıtları da zamanla saf değiştirir. Bu tutarsızlık değildir. Bu hayatın ta kendisidir. Bir savaş, taraflardan birinin kazanma ümidi tükenmeden bitmez. Gerçekten bebek, çocuk, kadın, erkek, sivil veya asker "insanların" ölmelerinden ve sakat kalmalarından derin ıstırap duyuluyorsa, canın yongası malın, mülkün tahribiyle yaşanan beşeri acıların son bulunması isteniyorsa yenilen tarafa "teslim ol" çağrısı yapmak gerekir. Hayır, bu yapılamaz; bizimkiler sonuna kadar savaşmalıdır deniyorsa, orada "savaş karşıtlığından" bahsetmek mümkün değildir. Bu da hayatın ta kendisidir. Bunu da anlamak gerekir.
Son Söz: Savaşın neresinden dönülse, kárdır.
Yazının Devamını Oku 4 Şubat 2009
HÜKÜMETİN IMF ile yürüttüğü müzakereler tıkanmış gibi duruyor. Basına yansıyan bilgiler birkaç saat arayla taban tabana zıt oluyor. Bir bakıyoruz "anlaşma tamam" anlamına gelen bir haber uçuyor, çok geçmeden "aramızda derin görüş ayrılıkları var" ifadesi ortaya yayılıyor. İktisat yorumcuları ile sanayici ve işadamlarının çoğu "IMF elimizden tutmazsa, biz kriz deresini zor geçeriz" görüşünde. Bu yüzden IMF anlaşmasının gecikmesi İstanbul’da huzursuzluk yaratıyor. Olan bitenden ne anladığımı ve kendi görüşümü ortaya koymak istiyorum.
* * *
1.IMF, hükümetin hazırladığı 2009 bütçesini hayalci buluyor. Bırakın yüzde 4 büyümeyi, küçülmek Türk ekonomisi için kaçınılmazdır. Bu şartlar altında bütçenin gelir kalemlerini düşürün. Pek tabii, bununla tutarlı olarak harcamaları da indirin diyor.
2.IMF, kriz de olsa, Türk ekonomisinin kamu maliyesinde gevşemeye tahammülü yoktur. Ekonomiyi canlandırmak için bütçe açığı büyütüp, bunu iç ve dış borçla kapatmayı unutun. Bu maceralı yolculukta IMF size destek veremez. Ülkeniz bu yüzden bir finansal krize girerse, sizinle birlikte IMF’nin itibarı da zedelenir diyor.
3.Türkiye’nin iktisat bağlamında "şef ideologu" kimdir ve ne düşünüyor bilmiyorum. Aslında böyle bir "guru"ya şu sıralarda çok ihtiyacımız var. Ancak başta Başbakan Erdoğan ve Bakan Şimşek olmak üzere hükümetin, IMF’nin geleneksel "önce istikrar-sonra canlanma" yaklaşımını kabul edilebilir bulmadığı anlaşılıyor. Hükümet, diğer ülkeler krizden çıkmak için bütçe açıklarını arttırıyor "iktisadi ve mali istikrar, ancak canlanma ile sağlanır" biz de bunu yapalım diyor.
4.Küresel krizin dalgaları Türkiye sahilini dövmeye başladığından beri, bankalarımız özel sektör kredileri azaltıp devlet tahviline yüklendi. Bunda anlaşılmayacak bir şey yok. Devlete borç vermek, hem sermaye yeterliliği oranını tutturmak, hem icabında tahvilleri Merkez Bankası’nda nakde dönüştürme kolaylığı, hem de "çürük alacak" yaratmama açısından rasyoneldir.
5.Ne var ki; bankalar açısında rasyonel olan bu tutum, ulusal ekonomi, yani "büyüme" ve "işsizlik" açısından rasyonel olmayabilir. Milli gelirin daha fazla geri gitmemesi ve işsizliğin çığ gibi büyümemesi için, özel sektöre kredi diye verilmeyen özel tasarrufun, kamu tarafından harcanması gerekir. Bunun cebirsel sonucu da bütçe açıklarının büyümesidir.
* * *
Ağır sıklet ekonomistlerimiz, politika tercihlerini, gerekçeleriyle birlikte açıkça ortaya koyarak, IMF-Hükümet anlaşmazlığına ışık tutmalı ve herkesi aydınlatmalıdır.
Son Söz: Harcanmayan tasarruf, milli geliri düşürür.
Yazının Devamını Oku 31 Ocak 2009
BU yazı aslında çarşamba günkü "kriz yönetimi, risk yönetimidir" konulu yazının devamıdır. Ama bir dizi yazısı değildir. Gitgide daha çok sayıda insanın işini kaybettiği veya işinin bozulduğu bu ortamda, üzerinde en çok kafa yorduğum konu, şirket yönetimidir. Ne var ki; makro düzeyde neler olabileceğini öngörmeden, mikro düzeyde firmalar nereye yönlendirmeli ve nasıl yönetilmeli soruları yanıtlanamaz. Herhalde sanayici ve iş adamları da böyle düşünüyor ki, dernekleri vasıtasıyla hükümete "şakın vaziyetteyiz, önümüzü göremiyoruz, karamsarız, bizi biraz olsun rahatlat, IMF ile anlaş, vergi indir, teşvik ver, önlem paketi açıkla" diye sürekli mesaj veriyor. İşin ilginç yanı, kendini iş álemine diğer siyasi liderlerden daha yakın konumlandırmış olan Başbakan, iş adamlarının bu çağrılarına olumlu yanıt vermiyor. Bu kös dinleme, özellikle IMF ile bir an önce anlaşılmaması noktasında somutlaşıyor. Genel kanaat, yerel seçimler öncesi harcama yapmak isteyen hükümetin, IMF’nin kısıtlamalarından kurtulmak için işi ertelediği yönündedir.
* * *
Bugün sona erecek olan 2009 Davos Kış Şenlikleri vesilesiyle "önemli" Türkler, diğer ülkelerin "önemli" kişilerini görmek, kendilerini onlara göstermek ve fikir alış verişinde bulunmak için İsviçre’ye gitti. Bu arada; mekánlar, aylar, günler ve saatler torbaya girmiş gibi, IMF anlaşmasını sürekli savsaklayan Başbakanımız, (Şimon Perez’le kavga etmeden önce) Allah’ın dağında gece yarısından sonra IMF’nin ikinci adamıyla görüştü. Tabii bu görüşme "çok olumlu" geçti. Yersen...
* * *
Peki, Merkez Bankası başkanından tutun da en kıytırık banka yöneticisine kadar herkesin "IMF ile anlaş, hemen şimdi!" diye davul çaldığı bir ortamda Başbakan buna niçin direniyor? Sebep, sadece seçim ekonomisi kaygısı mı? Daha uzun yıllar iktidarda kalmaya niyetli bir siyasi liderin, sırf yerel seçimlerde oy kaybetmemek için, ülke ekonomisini orta ve uzun vadede tehlikeye atmayı göze almış olması mantıki durmuyor.
* * *
Bana göre ortada bir risk algılaması ve tanımlaması farkı var. Risk farklı tanımlanınca, önlem öncelikleri de farklı oluyor. IMF ile derhal anlaşın diyenler, en büyük risk "devalüasyon şoku"dur diyor. Dövizde rahatlama olmadan ekonominin önü açılmaz diye düşünüyor. Başbakan ise, ekonominin talep yönünün "kamu harcamalarıyla canlandırılması" (Obama’nın stimulus paketinin benzeri) IMF’ce engellenirse, dövizde rahatlama olsa da kriz çözülmez diye düşünüyor. Pek tabii orta yolcu görüş sahibi olmak da mümkün. Yani hem özellikle döviz yönünden parasal rahatlama sağlansın hem de bütçeyi fazlaca yırtmadan canlandırma önlemleri alınsın denebilir. Böylece hem Musa’ya hem de İsa’ya yaranılmış olur. Hz. Muhammed ne der bilemem.
Son Söz: Yol ayrımına gelinmişse, ortadan gidilemez.
Yazının Devamını Oku 28 Ocak 2009
HALEN içinde yaşadığımız ve giderek derinleşen iktisadi kriz, üç aşamadan geçerek bugünkü hale geldi. Birinci dönemde, bankalar ve daha önemlisi Roubini’nin "Broker-Dealer" tabir ettiği "Tellal-Cambaz" finans kuruluşları, kısa vadeli borçlanıp, yüksek finansal kaldıraçla, uzun vadeli ödünç verdiler. Bu suretle varlık fiyatlarında bir "balon" oluşturdular. Balon patlayınca, hem kendileri hem de onlara ödünç veren bankalar battı. Bu ikinci dönemin adı "finansal kriz"di. İlk belirtisi de para sıkışıklığıydı. Çünkü değeri/fiyatı düşen varlık satışları yavaşlamıştı. Satış yavaşlayınca para dönmedi, borçlar zamanında ödenemez hale geldi. Kişiler ve şirketler alacaklarını zamanında alamayınca, ödemelerini de zamanında yapamadı. Bu üçüncü dönemin adı "güven bunalımı" oldu. Bankalar, şirketlere ve diğer bankalara, şirketler de diğer şirketlere ve müşterilerine güvenemez oldu. Ekonomi iyice yavaşladı. Üstelik balon döneminde zenginleştim zehabıyla bol kepçe para harcayanlar, gelirleri düşmese bile, fakirleştim korkusuna kapılıp tüketimi kıstılar. Talep tam anlamıyla tepe üstü çakıldı. Üretim düştü, yatırım azaldı, işsizlik arttı ve gerçek fakirleşme başladı.
* * *
Krizin başladığı ABD’de merkez bankası, finansal kriz, iktisadi kriz haline dönüşmesin diye, düşen para devir hızını kompanse etmek için para arzını iki kat arttırdı. Faizleri de neredeyse sıfıra indirdi. Ama bu kadar bol para ve ucuz faize rağmen iktisadi kriz önlenemedi. Kriz, küreselleşme etkisiyle dünyaya yayıldı. Parasal önlemler yetmeyince, ekonomiyi hareket ettirmek için kamusal destekler devreye sokuldu. Ama güvensizlik yüzünden bu önlem de henüz sonuç vermedi.
* * *
Gerçek o ki; kriz derinleşiyor. Sebebi, karar alıcıların içinde bulunulan "belirsizlik" ortamında, ileride kendilerini müşkül durumda bırakacak karar almak istememeleridir. Buna risk almamak da denir. Öyleyse yapılması gereken işin doğru adı "kriz yönetimi" değil, "risk yönetimidir." Özetle:
1. Ortada bir belirsizlik vardır.
2. Belirsizlik, riskleri maskelemektedir.
3. Maske kaldırılıp, riskler tanımlanmalıdır.
4. Tanımlanan risk yönetilebilir.
Ekonomiyi yavaşlatan iki temel risk vardır. Birincisi, halkın mevduatını; ikincisi, bankaların kredilerini batırmasıdır. Bu riskleri yönetmenin yolu bunları sigortalatmaktır. Riskler sigortalanırsa, fiyatın içerdiği risk primi düşer. Yani hálá yeteri kadar düşmeyen mevduat ve kredi faizleri iner. Üstelik bankacılık kesimi hem üreticileri de hem de tüketicileri finanse etmekte daha cesur olur. Bu sigortayı da, külfeti halka ait olacağından ancak devlet yapabilir. Devletin bu sigortayı yapmasının ahlaki ve iktisadi gerekçesi, yapmamasının topluma maliyetinin daha yüksek olmasıdır.
Son Söz: Risk ne kadar bölüşülürse, primi o kadar düşer.
Yazının Devamını Oku 24 Ocak 2009
SAÇAKLI bir seyir izlediği için çok eleştirilen Ergenekon davası, toprağa gömülü silah ve mühimmat bulunmasıyla birlikte adeta kendine geldi derken kapsamı değişti. Ben bu davanın iddiasını "AKP iktidarına karşı askeri darbe tezgáhlamak" zannediyordum. Ancak, Susurluk da işin içine girince kapsam, PKK terörüne karşı yürütülen harekátın hukuk usullerine aykırı yönlerinin sorgulanması ve yargılanması haline mi geldi? Aklıma şu hususlar takılıyor.
1-Acaba kendi varlığını sürdürmek için, yurt içinde ve dışında harp etmeyi, yani gerekirse on binlerce şehit verip, on binlerce insanı öldürmeyi göze alan herhangi bir "devletin" savunmasını üstlenen kurum ve kişilerin bu eylemleri "olağan hal" usullerine uygun olabilir mi?
2-Bırakın, neticede bir Orta Doğu ve Balkan ülkesi olan Türkiye’yi, acaba ABD’nin veya İngiltere’nin veya İtalya’nın gizli veya açık güvenlik güçlerinin bütün eylemleri yasal çevresinde mi cereyan etmektedir?
3-Bir ülkede "gerilla" varsa, o ülkede "kontrgerilla" kurulamaz mı? Bir ülkede, o ülkenin içini ve dış ilişkilerini karıştırmak isteyen yabancı casuslar fink atıyorsa, o ülkede bunlarla mücadele eden karşı casusluk teşkilatı bulunmaz mı? Casuslar veya karşı casuslar, hangi ülkede, ne zamandan beri kamuyu aydınlatmak için "saydam" bir biçimde vazifelerini yapmaktadır?
4-Ergenekon örgütü, PKK ayaklanmasını, gayri nizami bir şekilde bastırmak için yola çıkıp, işi sonra haraççılığa şimdi de AKP iktidarını devirmeye mi dönüştürmüştür?
5- Bireysel eylemlerin, kurumsal amaçla bağdaşmadığını saptamak, öncelikle o kurumun iç denetim mekanizmasının görevi değil midir? Denetim dışarıdan yapılırsa, kurumun "bütünü" hasarlanır ve işini yapamaz hale düşmez mi?
* * *
Hepimiz biliyoruz; Türkiye bir darbeler ülkesidir. İşin ilginç yanı, son iki askeri müdahalenin birincisi Tayyip Erdoğan’a Başbakanlık yolunu açmış, ikincisi ise Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığını tartışmasız hale getirmiştir. Bu tabloya bakınca, zaten çoktan kapanması gereken darbeler dönemi, artık kapanmıştır denemez mi? Ergenekon davası, eğer darbe ortamı hazırlamak için kanlı tertipler peşinde koşan ve hatta bu uğurda cinayet işleyenleri açığa çıkartacaksa, bu işin peşini bırakmayan savcıyı alkışlamak bir vicdan borcudur. Yok, esas amaç bu çok haklı davayı vesile edip Ordu’nun itibarını zedelemek, Cumhuriyet değerlerini yıpratmak ve muhalefeti susturmaksa buna karşı tavır koymak da şarttır. Biri, diğeriyle çelişik değildir. Hiç kimsenin, Ergenekon davasının yürütülüşünü eleştirenlere "yoksa siz de darbeci misiniz?" demeye hakkı yoktur. İşte o zaman ülkede hukukun değil, "korkunun üstünlüğü" egemen olur.
Son Söz: İneğin altında buzağı göreceksin; sakın şaşırma!
Yazının Devamını Oku