15 Nisan 2009
GEÇEN yıl aramızdan ayrılan Prof. Sadun Aren, 50 yıl önce iktisat hocamdı. Sadun Bey’in en büyük özelliği meramını, en yalın bir şekilde anlatabilmesiydi. Dedikleri o kadar kolay anlaşılırdı ki, dinleyenler bunları zaten biliyordum zehabına kapılırdı. Sadun Hoca, doktora çalışmaları için gittiği İngiltere’de Keynes’i iyi öğrenmişti. Zaten o zamanlar Türkiye’de Keynes’i en iyi anlayan ve anlatan iktisatçı olarak bilinirdi. Derste IMF’nin işlevlerini anlatırken, rekabet gücünü arttırmak maksadıyla ülkelerin devalüasyon yapmasına izin vermemeyi başta sayardı. İşin ilginç yönü yıllar boyunca IMF’nin bu misyonu, pek de gündeme gelmedi. Biz ise, zaten IMF devalüasyon yaptırır bellemişizdir. İki hafta önce Londra’da yapılan G-20 toplantısında alınan kararları tararken karşıma bu ifade çıkınca, eski bir dosta rastlamış gibi oldum.
* * *
G-20 (Grup 20) toplantısından önce ABD’de hazırlanan ve toplantıya katılanların önüne, "bunları kabul et" diye konulan iktisadi düşünceler dizisinin özünü anlamaya çalışıyorum. Şu ana kadar metinlerin içinden üç şeyi soyutlayabildim.
1. Dünya para ve uluslararası finansman sisteminin patronu da, denetleyicisi de IMF’dir. Bu değişmeyecektir.
2. Amerikan Doları’nı dışlayan veya onu zayıflatacak yeni bir küresel para sistemi kurulmayacaktır.
3. Rekabet amaçlı devalüasyon yasaktır.
* * *
Dünya’nın en büyük askeri gücüne sahip olan ve icabında gözünü kırpmadan silaha sarılabilen ABD, bu gücüne dayanarak, G-20 ve NATO toplantılarına katılanlara ve katılmayanlara, ne ABD’yi ne de ABD Dolarını hafife almayın ve onu zayıflatmayın mesajını vermiştir. Bir defa daha anlaşılmıştır ki, dünyada sonuç alan tek şey askeri güçtür. En ekonomik savaş da rakibin ruhunu, "savaşmaya gerek bile kalmadan" teslim almaktır. Dünyanın her yerinde askeri bulunan ve halen Irak’ta ve Afganistan’da savaşan ve Türkiye’den de 1000 muharip askeri Afganistan’a yollamasını isteyen ABD’nin Başkanı Obama’nın, bize "barış vaazı" vermesi çok hoştu doğrusu.
* * *
Rekabet gücü sağlamak için devalüasyon yasaktır önermesinin bir başka anlamı daha olmalıdır. O da mesela Çin gibi cari işlem fazlası veren ülkelerin parasının değerini arttırmaya zorlanmasıdır. Eğer IMF, rekabet amaçlı devalüasyon yasaktır ilkesini hayata geçirecekse, Çin’e parasının değerini arttırma baskısı yapmalıdır. Ya da Çin’e, işçi ücretlerini baskı altında tutma, denebilir. Krize sebep olan ABD’nin devasa dış açığı ve bütçe açığı nasıl finanse edilecektir? Acaba ABD Çin’e "paranı revalüe etmiyorsan sıfır reel faizli ABD bonosu almaya devam et" ben de senin cebinden "canlandırma paketi" açayım mı diyor? Ne demişler: Ya bük, ya da öp namlunun ucunu.
Son Söz: Cari açık da, cari fazla da sürdürülemez.
Yazının Devamını Oku 11 Nisan 2009
ATLANTİK Okyanusu’nun iki yakasında iki büyük ekonomi var. Biri, 10 milyon kilometre kare topraklar üstünde kurulu, 306 milyon kişinin yaşadığı Amerika Birleşik Devletleri’dir. Milli geliri 14 trilyon dolardır. Diğeri Avrupa Birliği’dir. Yüzölçümü 4.4 milyon kilometre karedir. Nüfusu 500 milyondur. Milli geliri 17 trilyon dolardır. Bu iki ekonomi dünya milli gelirinin yüzde 55’ini üretir. AB henüz Avrupa Birleşik Devletleri değildir. Sadece bir ’birlik’tir. İşin ilginç yanı tek devlet-tek millet ilkesi üzerine kurulmuş Amerika’da başkanların, ülkenin durumunu ve yapacaklarını anlattıkları konuşmalara "Birliğin Durumu Nutku" denir. Yani bir bakıma ABD de aslında bir birliktir. ABD, Anayasal olarak 1776’da kurulmuştur. Ama gerçek Amerikan Birliği bu tarihten 87 yıl sonra İç Harbin bitişiyle teessüs etmiştir. AB 1957’de kurulmuştur. Ama AB, hálá birleşik bir devlet değildir.
* * *
Devletler, ülkelerinin iktisadi politikalarına iki kurumla yön verir. Bunlar, "parayı yöneten" merkez bankası ve "kasayı yöneten" maliye bakanlığı/hazinedir. ABD’nin parası Amerikan Doları’dır. Bu parayı ABD Merkez Bankası (FED) çıkartır. Avrupa Birliği’nin parası Euro’dur. Bunu Avrupa Merkez Bankası ihraç eder. Ama ABD’de tek bir Hazine varken, AB’de 27 tane Hazine vardır. Avrupa Birliği’nin en zayıf tarafı burasıdır. İş, üye ülkelerin bütçelerinin dengelenmesi ve cari açıklarının yarattığı sorunların aşılmasına gelince üyelerin yolları ayrılmakta, birlik ve dirlik bozulmaktadır. Yaşanmakta olan iktisadi kriz AB’yi tam bu noktadan "dayanıklılık testine" (stres test) tabi tutmaktadır. AB bu testi başarıyla geçerse Avrupa Birleşik Devletleri yolunda ilerleyecektir. Üye devletlerin kaderleriyle baş başa bırakılıp, bırakılmaması Avrupa Birliği’nin bir nevi "iç harbi"dir.
* * *
Euro çıktığında Türkiye gelip bizlere tek para biriminin faziletini anlatan kıdemli Alman bankacı, ’Avrupa’da tek para birimine geçmenin önemi, sadece kur dalgalanmaların bitmesi değil, aynı zamanda faiz farklarının sona ermesidir’ demişti. Böylece AB içinde gerçekten iktisadi rekabet olacak ve AB içindeki firmalar, kurdan ve faizden değil, kaliteli işten para kazanacaktır diye ilave etmişti. Bugün gelinen noktada AB’de tek para var, ama tek faiz yok. Yunanistan’ın 10 yıllık devlet tahvillerinin faizi yüzde 5.4 iken Alman Devlet tahvilleri yüzde 3 faiz vermektedir. Her ikisi bono da Euro’ludur. Yunan Euro’su, Alman Euro’su arasında fark yoktur. Dolayısıyla "devalüasyon riski" yoktur. Ama yatırımcılar, herhalde Yunan devleti "iflas edebilir" diye korkmaktadır. Bunun için risk primi, yani yüksek faiz, istemektedir. Bu işte bir yanlışlık var. Ne Yunanistan ne İtalya ne de İspanya, iflas bayrağı çekemez. Çekememelidir. Faiz farkı da olmamalıdır.
Son Söz: Üyesinin iflásı, AB’nin iflásı demektir.
Yazının Devamını Oku 8 Nisan 2009
TÜRKİYE’de seçimler bitti. Londra’da ABD’nin hazırladığı, "IMF Marifetiyle Krizden Çıkış Programı"nı onaylamak için yapılan G-20 toplantısı da tamamlandı. Şimdi iki taraf da hazır olduğu için Türkiye, IMF ile yeni bir anlaşma yapacaktır. Galiba bu yirminci anlaşma (veya düzenleme adı her ne ise) olacakmış. Hemen söyleyeyim bu anlaşma, bilinen IMF anlaşmalarından biri olmayacaktır. Bilinen IMF anlaşmaları esas itibariyle "istikrar" programlarıdır. Ulusal kapsamlıdır. Bu sefer yapılacak anlaşma ise "canlandırma" programıdır. Küresel çapta tasarlanmış bir planın küçük bir parçasıdır. Çünkü gerek yurt içindeki, gerek yurt dışındaki iktisadi şartlar, geçmişten tamamen farklıdır. Dünya, yaklaşık 80 yıl sonra yeniden bir "buhran"a yani depresyona girmiştir. Daha doğrusu henüz resesyon aşamasındadır, ama resesyonun buhrana dönüşmesine ramak kalmıştır. Onun için tüm dünyada, şimdiye kadar eşi menendi görülmemiş "parasal gevşeme" ve "açık bütçe" önlemlerine başvurulmaktadır. IMF ile yapılacak müzakereler işte böyle bir ortamda cereyan edecektir. Hastalık farklı, tedavi farklıdır. Gökten dolar yağarsa sakın şaşırmayın.
* * *
Steve Hanke, Johns Hopkins Üniversitesi’nde uygulamalı iktisat profesörüdür. En büyük özelliği dünyanın çeşitli ülkelerinin ekonomik uygulamalarını yakından izlemesi ve bazı ülkelere danışmanlık yapmasıdır. Küçük ülkelerin ayrı merkez bankası ve ulusal para birimine sahip olmaları, bu ülkelerin iktisadi istikrarı için faydadan çok zararlıdır fikrini savunur. Ben de aynı kanaatte olduğum için, Hanke’nin yazılarını zevkle okurum. Hanke’nin ara sıra dile getirdiği bir gözlemi vardır. Buna "Yüzde doksan beş kuralı" diyor. Bu kurala göre, yazılan iktisadi yazıların ve yapılan yorumların yüzde doksan beşi, ya yanlıştır ya da konuyla ilgili değildir. Pek tabii bu önerme doğruysa, akla şu soru gelecektir. Hem doğru hem de konuyla ilgili olan yüzde beş makale, yanlış ve ilgisizlerden nasıl ayırt edilecektir? Bunun cevabını bu güne kadar vermedi. Belki de yok. Allah, iktisadi makale okuyanlara yardım etsin. Ámin.
* * *
IMF ile bir an önce anlaşma yapılmalıdır diye davul çalanların ileri sürdükleri argümanlardan biri de IMF’nin parasının sınırlı olduğu, Polonya ve Macaristan’a yardım ettikten sonra IMF’nin Türkiye’ye, istese de verecek parasının kalmayacağı idi. Londra’da yapılan ve kapanış bildirgesi önceden yazılmış "G-20 Toplantısı" tiyatrosu bitince bir de bakıldı ki, IMF’nin imkánları sonsuz miktarda arttırılmış. Bunun üzerine IMF, idari düzenleme ve bütçe sıkma şartlarını kabul etmeyen Türkiye’ye 20 değil, 40 milyar dolar verilebilir denmeye başlandı. Meğer IMF’nin patronu ABD’nin ve diğer baba ülkelerin sonsuz para yaratma imkánı varmış.
"Para"yı anladım diyen kendinden şüphelenmelidir.
Son Söz: Yok para, yap para.
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2009
TÜRK Silahlı Kuvvetleri içinde neşvünema bulmuş ve adı galat olarak Ergenekon diye bilinen bu örgütün var olduğu iddia ediliyor. Yine iddiaya göre bu örgütün iki amacı olmuştur. Birincisi, özellikle halen işbaşında olan, ama aslında seçilmiş her hükümeti icabında darbeyle devirmek, ikincisi ise Güneydoğu’da Kürtler’in bağımsızlık mücadelesini hukuka aykırı yolla dahi olsa engellemektir. Ancak olayların gelişmesinden ve açıklanan iddianamelerden anlıyoruz ki, bir de bu örgütü dağıtmak üzere çalışan ve adı henüz konmamış bir "Kontra-Ergenekon" örgütü de var. Bu ikinci örgüt, birinci örgüt içine sızmış ve topladığı bilgilerle birinci örgütü yargı önüne çıkarmayı başarmıştır. Hukuken tam sonuç alınmamış olsa bile, birinci örgüt epey hırpalamıştır. Bu ikinci örgüt kuvvetle muhtemel Milli İstihbarat Teşkilatı içinde bir yapılanmadır.
* * *
Birinci Dünya Harbini kaybeden Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmış enkazı üstüne, bundan 90 yıl önce inşa edilmeye başlanan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi iki cümle ile özetlenebilir.
1. Ne mutlu Türküm diyene. Yani milletin ve ülkenin tekliği.
2. Hayatta en hakiki mürşit ilimdir. Yani láiklik.
Henüz tamamen ortadan kalkmış olmamakla birlikte, bu iki ilkenin günümüzde pek de bir geçerliliği kalmamıştır. Güneydoğu’da fiilen bir Kürt bölgesi teessüs etmiştir. Ayrılıkçı örgütün siyasi kanadı, askeri kanadın komutanı ve savaşçıları için af istemektedir. Tam bu sırada PKK’nın tüm öldürmeleri yargılı infaz kabul edilip, ayrılığa engel olmakla görevlendirmiş birliklerin komutanları, yargısız infazla suçlanarak hapsedilmektedir. Bu vaka, Güneydoğu’da tarihi bir dönüm noktasıdır. Diğer yandan Anayasa Mahkemesi, 11 üyesinin 10’nun oyuyla, ülkeyi yöneten siyasi partiyi "laiklik karşıtı eylemlerin odağı" ilan etmiştir. Tevil etmeye gerek yok. Demek ki, cumhuriyetin kuruluş ilkeleri, değişen iç ve dış dinamikler karşısında tutunamamıştır. Burada iyi veya kötü olmuştur diye bir değerleme yapmıyorum. Sadece bir tespit yapıyorum. 90 yıl önceki kuruluş ilkelerinin ortadan kalkması, muhtemelen cumhuriyeti daha demokratik hale getirecektir. Kuruluş ilkelerinde ısrar etmek, belki de ülkeye çok pahalıya mal olacaktı. Her halde bu bedel ödenmek istenmemiştir.
* * *
Kontra-Ergenekon ile Ergenekon arasındaki mücadele, bu süreçte belirleyici bir rol oynamaktadır. Gerek iddianameler gerekse gelişmeler ortadadır. Düşünce, girişim ve eylemlerden neyin suç olduğuna, neyin suç olmadığına yargı karar verecektir. Ama hep birlikte Türkiye’de bir devrin kapandığına, yeni bir devrin açıldığına tanıklık ediyoruz. Bazılarımız olanları sevinç ve coşkuyla, bazılarımız endişeyle izlemektedir.
Son Söz: Boy boyladı, soy soyladı, Dedem Korkut adını koydu.
Yazının Devamını Oku 1 Nisan 2009
DEMOKRASİ, halkta kendini yönetme bilincinin oluşması ve olgunlaşmadır. Bu olgunlaşma, esas itibariyle seçimlerle gerçekleşir. Pek tabii seçimlerin adil ve dürüst yapılmış olması kayıt ve şartıyla. Bu adil ve dürüst tanımına seçim öncesi ve sonrasında yaşananlar ve yaşanacaklar da girer. Özellikle basın özgürlüğü ve bağımsız yargı, demokrasinin olmazsa olmaz şartlarıdır. Aksi takdirde ne kadar seçim yapılmış olursa olsun olgunlaşma gerçekleşmez. Aksine "hamlık" artar. Türk demokrasisi, bu son yerel yönetim seçimleriyle biraz daha pişmiş, biraz daha olgunlaşmıştır. Demokrasi, nispeten yeni bir yönetim biçimidir. Dünya tarihinin çok uzun bir döneminde büyük medeniyetler ve devletler, demokrasi ile yönetilmeyen ülkelerde kurulmuştur. Bu geçmiş dönemler aslında "uyum gösteremeyenlerin elendiği bir evrim süreci" olarak değerlendirilebilir. Bu bakışa "Sosyal Darvinizm" de denebilir. Yani demokrasi ile yönetilmeyen ülkeler değişime ayak uyduramamış ve alta düşmüştür. Üstte, iktisadi ve askeri bakımdan daha başarılı olan demokratik ülkeler kalmıştır.
* * *
İktisatçılar, yanıldıkları iktisadi sonuçları siyasete bağlar. Mesela, Cumhurbaşkanı Sezer, Anayasa kitapçığını Başbakan Ecevit’e doğru attığı için 2001 iktisadi krizi çıktı yorumunu siyasetçiler değil, iktisatçılar yapmıştır. Sanki IMF’nin Türkiye’ye giydirdiği, adına kur çapası denilen deli gömleğini üstünden çıkartmasın diye, Merkez Bankası’nın yüzde 5 bine varan gecelik faizlere izin vermesi, zaten sürdürülemez bir hali işaret etmiyormuş gibi. Şimdi de siyasetçilerin, seçim sonuçlarının, iktisattan niçin ayrıldığını anlamadıkları dönemi yaşıyoruz. Başbakan, Antalya’ya çok para yolladığı halde seçimi niçin kaybettiğini anlamıyor. Hakeza tarih boyunca "ayrılıkçılara verilen tavizler, ayrılık fikrini güçlendirir" ilkesi bilindiği halde, bölgeye o kadar kamu kaynağı tahsis ettik, Kürtçe televizyon kurduk, yine de yaranamadık diye Güneydoğu’da seçimi kaybedişini açıklayamıyor. İktisat, siyaset içinde önemli bir unsurdur. Ama siyaset, öncelikle siyasettir. Siyaset, at terbiyecisi seyis kelimesinden türemiştir. Seçim, halkın beğendiği seyisi seçmesidir. AKP’nin içinden çıkan Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanların ve yeni tayin edilmiş yüksek bürokratların kahir ekseriyetinin ve hatta İstanbul Üniversitesi Rektörünün eşlerinin başı "siyasi mesaj taşıyan bir şekilde örtülüdür." AKP’nin demokratik gücü buradan gelmektedir. Tesettürün iktisatla ne ilgisi var?
* * *
Seçim sonuçlarından memnunum. Çünkü benim için iktisattan da önemi olan "láik düşüncenin" ülkemde varlığını sürdürmesidir. Seçim sonuçları, cumhuriyeti seven láik insanların zannedildiği kadar azınlığa düşmediğini göstermiştir.
Son Söz: Beğendiğin aday yoksa, en kızdığının rakibine oy ver.
Yazının Devamını Oku 28 Mart 2009
İŞSİZLİK, modern ekonomik hayatın belalarından biridir. İlkel toplumlarda işsizlik sıfırdır. Çünkü tanımı bile yapılamaz. İnsanlar, avcı ve meyve toplayıcısı olarak geçimlerini sürdürür. Hayatta kalmasına yetecek kadar çalışır, sonra da yan gelip yatar. Yaşamını arzuladığı düzeyde ama mümkün mertebe az çalışarak sürdürebilmek yüksek verimlilik demektir. Kıtlık ve kuraklık dönemlerinde bir cemiyet, toptan işsiz, yani üretimsiz kalabilir. O zaman toplu göçler olur. Yerleşik toplumlarda işsizliği doğuran temel neden ise nüfus artışıdır. Zamanla, başta arazi olmak üzere, doğal kaynaklar artan nüfusu besleyemez. O zaman ailenin bir kısmı, daha ziyade gençler ve küçük kardeşler dışarıya çıkar yani göç eder.
* * *
Doğan her çocuk "iki el-bir ağızdır" yani tüketici olduğundan çok üreticidir dense de, gelişmekte olan ekonomilerde işsizliğin ana nedenlerinden biri hálá nüfus artışıdır. Buna ilave olarak, "iç ticaret hadlerindeki değişim" yani tarımsal ürün fiyatlarının, sanayi malları ve hizmet fiyatlarına nispeten gerilemesi, işsizliği gözle görünür hale getirir. Çünkü tarımla uğraşanlar, sanayide ve hizmetlerde çalışanlara kıyasla fakirleşir. Kentteki kolay işlerin bile, tarımda çalışmaya göre daha fazla gelir sağladığını gören köylüler, yorganı sırtına vurup kente göçer. İşsizlik işte o zaman ete kemiğe bürünmüş olur. Kırdan, kente göçü zorlayan ve köylerdeki "gizli" işsizleri, kentlerin "görünür" işsizine dönüştüren temel sebep budur. Köylerdeki işsizlik çoğu kez istatistiklere doğru dürüst yansımaz.
* * *
Nasıl iç ticaret hadleri, tarım aleyhine değişirse, dış ticaret hadleri de az gelişmiş ülkeler aleyhine çalışır. Yani ithal malların fiyatı, ihraç edilen malların fiyatlarına göre daha hızlı artar. Çünkü gelişmiş ülkeler, üstün işlevli "yükte hafif-pahada ağır" mallar üretir. Gelişmekte olan ülkeler ise daha ziyade "yükte ağır-pahada hafif" emtia üretip bunları ihraç eder. İthalatçılarla, ithal malların yurtiçi ticaretiyle uğraşan kentliler, bu ürünlerin fiyatlarına gömdürülmüş "teknoloji rantını" kár olarak gelirlerine katar. Özellikle "ucuz döviz" politikası güden ülkelerde bu rantlar çok büyük olur. Bedeli de kırsal kesim ve taşra öder. Durumu gören taşralılar, büyük kente gelip bu ranttan pay kapmak ister. Becerebilenler "yeni zengin", beceremeyenler "varoş çocuğu" olur. Türkiye’de servetin kaynağı üzerine yaptığım bir araştırmada, ithalatla uğraşan gayrimüslimlerin, diğer gayrimüslimlerden çok daha zengin olduğunu saptamıştım. Durumu çakan uyanık Müslümanlar, öncelikle ithalatı ve onun türevi olan ithal ikamesi sınai imalatı gayrimüslimlerin elinden almıştır. 1940’lerin Varlık Vergisi de bu rantlartan birikmiş servete cebren el koyma arzusundan kaynaklanmıştır.
Son Söz: İktisadi gelişme, ölçülen işsizliği arttırır.
Yazının Devamını Oku 25 Mart 2009
İKTİSADİ kriz tüm dehşetiyle sürdürüyor ve insanlar işlerini kaybediyor. Krizin uzamasına ve derinleşmesine mümkün mertebe engel olmak için ülkeler ezber bozan önlemler alıyor. Bugüne kadar açıklanan önlemlerin parasal tutarı 15 trilyon doları geçmiş. Bu kadar önlem paketi açılmasına rağmen krizin artan şiddette devam etmesi akla şu soruları getiriyor: 1. Acaba bir adı da kapitalist olan serbest pazar ekonomisi çöktü mü? Krizin sonu böyle mi bitecek?
2. Bu durumda 1990’larda iflas eden komünist/sosyalist sistemin geri gelme ihtimali var mı?
3. Bu kadar önlem alınmasına rağmen, krizin hálá atlatılamamış olması, ekonomi biliminin yeteri kadar gelişmemiş olmasından mı kaynaklanıyor?
4. Açılan paketlerin bedelini kimler ödeyecek?
5. Çözümden en çok hangi kesimler yararlanacak? Bunun bedelin büyük bölümünü bu kesimler mi ödeyecek?
6. Devletler bu kriz çözme işine hiç karışmasa ne olurdu? Serbest pazar sisteminde var olduğu söylenen otomatik düzeltici mekanizmalar bu işi daha kolay çözemez miydi?
* * *
Önce krizin zihnimde netleşen resmini çizeceğim. Sonra da yukarıdaki soruları yanıtlayacağım.
1. Bu kriz, kapitalist sistemin sistemik bir krizidir. Yani bünyesel bir hastalıktır. Temel sebebi, insanların reel tasarruflarının daha fazla servet edinme arzularıdır. Buna "tasarrufu piyasadan daha iyi değerlendirmek" denir.
2. Birey için mümkün olan "az parayla, çok servet" yaratma modeli, toplum için imkánsızdır. Sayısal lotoyu herkes bilirse, kimse beş kuruş alamaz. Olayın özeti, budur.
3. Ustamız Hayek’in bir sözünü tekrarlayım. "İktisat, (yani serbest pazar düzeni) insan yapması değildir. Ama içinde insan vardır". İnsan yapması olmayan sistemler de çöker; ama yok olmaz. Sosyalizm insan yapmasıydı. Serbest pazar sistemi, tüm aksaklıklarına rağmen yaşayacaktır.
4. Kriz hükmünü icra edecektir. Alınacak önlemler, süreyi kısaltabilir, derinliği azaltabilir.
5. Önlemlerin temel amacı, krizin yarattığı insan acılarını azaltmak olmalıdır. Meselenin bu yanı krizin bitişinin sonrasına ertelenemez.
6. Alınan önlemler başarılı olsa da, olmasa da kriz bitecektir. Bedelin büyük kısmını halk gelecek yılların gelirinden ödeyecektir. Çünkü neticede krizin pençesinden kurtulan halk olacaktır. Zaten geliri de artacaktır.
7. Krizden çıkışın bedelinin önemli bir kısmını "para sahipleri" halen sahip oldukları nakit varlıkların değer kaybetmesiyle ödeyecektir. Çünkü kriz onlara yaramıştır.
8. Düzeltici mekanizmaların otomatik olmayanları, Merkez Bankası ve Hazine’dir. En az otomatikler kadar etkindir.
Son Söz: Devletsiz kapitalizmin yoktur.
Yazının Devamını Oku 21 Mart 2009
EKONOMiDEN sorumlu Devlet Bakanı Sayın Mehmet Şimşek, benim de katıldığım gazetecilerle sohbet toplantısında "ezber bozan önlemler" alınacak dedi. Bir ticari toplantıda da Sayın Bülent Eczacıbaşı aynı deyimi kullanmış. Dün Amerikan Merkez Bankası tam anlamıyla ezber bozdu. Finans sektörü aracılığıyla ekonomiye 1 trilyon 200 milyar dolar nakit şırınga edeceğini açıkladı. Buna iktisat dilinde "paralaştırma" (monetizasyon) denir. Anlamı, pek de para etmeyen menkul varlıkları ülkenin yasal parasına dönüştürmektir. Daha da açık değişiyle "para basmaktır". Son günlerde gündeme gelen ve krizle mücadelede kullanılması önerilen ezber bozan önlemlere bundan iyi örnek olmazdı.
***
Sohbeti, ezberlenmiş önlemler nedir sorusunu yanıtlayarak sürdürelim. Bu cevaptan kalkarak ezber bozan önlemlerin niteliğini çözebiliriz. Ezber şudur: Eğer ortada bir kriz varsa derhal para ve maliye politikalarını sıkılaştırmak gerekir. Bu suretle kriz hafif atlatılır. Bu tür uygulamalar demetine "istikrar" (stabilizasyon) paketi denir. Burada istikrardan kasıt "fiyat istikrarı"dır. Yani enflasyonun önlenmesidir. 1980’den sonra ekonomi politikalarına yön veren üç ana kavramdan biri buydu. Diğer iki kavram da KİT’lerin tasfiyesi ile girişimciliği kısıtlayan mevzuatın ilgası, yani "özelleştirme" ve dış ticarettin önündeki engellerin kaldırılması yani "serbestleştirme" idi.
***
Ezber bozma, bunların tersini yapmaktır. Ezber bozan önlemler tasarlanırken, enflasyon tehlikesi dikkate alınmayacaktır. Çünkü tehlike deflasyondur. Bu sebeple, para ve maliye politikaları gevşetilecektir. Merkez Bankası hem faizleri indirecek hem de piyasanın ihtiyacı olan nakdi, bankacılık sistemine şırınga edecektir. Hazine de bütçe açıklarını "kamu borcunu büyüterek" kapatacaktır. Bu da devletin, hem vergileri indirmek gibi gelir azaltıcı kararlar alması, hem de yatırım ve cari harcamalarını arttırmasıdır. Aslında vazgeçilen vergi, "para basarak" ve "eksi faizle borçlanarak" toplanacaktır. Eğer diğer ezberlerin de bozulması gerekirse, bu sefer sıra özelleştirmenin tersi olan "devletleştirme" ve dış ticareti serbestleştirmenin tersi olan "ithalatı kısıtlama" kararlarının alınması gerekecektir. Bunun bir diğer ifadesi, küreselleşmeden ulusallaşmaya geçmektir.
***
Ezber bozmanın nereye kadar gideceğini bilmiyorum. Ama ABD’de yüksek dozda yapılan ve bizim ülkemizde de (biraz da olayların zoruyla gerçekleşen) para ve maliye politikalarını gevşetme önlemlerinden pek öteye geçeceğini sanmıyorum. Geçici devletleştirmeler de yapılabilir. Ama "serbestleştirme" kolay bozulmaması gereken bir ezberdir.
Son Söz: Ezberi boz, hakkını yeme.
Yazının Devamını Oku