Ege Cansen

Tutuklu çok hükümlü az

6 Haziran 2009
YENİ Adalet Bakanı her yeni bakan gibi "durumun vahameti" tespiti ile işe başlamış. Türkiye’deki hapishanelerde bulunan yaklaşık 90 bin kişinin yüzde 60’ı tutuklu, yüzde 40’ı da hükümlüymüş. Hálbuki Avrupa hapishanelerinde bu oran yüzde 85-90’ı hükümlü, (yargılanması bitmiş) yüzde yüzde 10-15’i de tutuklu (yargılanması süren) şeklindeymiş. Adalet Bakanı "Bu, adaletin gecikmesi demektir" dedikten sonra, "durumu düzetmenin çaresi İstinaf Mahkemeleri (Ara Yargıtay) kurulmasıdır" diye eklemiş.

* * *

"Adalet mülkün temelidir" denir. Burada mülk, "ülke" yani onun idaresi anlamına gelir. Nitekim "Mülkiye Mektebi" de mülki ámir (kamu yöneticisi) yetiştiren okulun adıdır. Denildiği gibi adalet hizmeti iyi değilse, ülkenin temeli zayıftır. Ülkenin temeli zayıfsa, ekonominin de temeli zayıftır. İktisat, bir sosyal bilimdir; paradan ibaret değildir. İktisatçı, adalet üzerine; hukukçu da iktisat üzerine düşünmeye mecburdur.

* * *

"Geç gelen adalet, adalet değildir" sözü genel kabul görmüş bir ifadedir. Tutuklu sayısının çokluğu, adaletin geciktiğinin göstergesidir deniyor. Bu doğru bir çıkarım mı?

1.Zanlının, tutuklu veya tutuksuz yargılanmasına yargıç karar vermektedir. Yargıçlar yarın, tutukluların dörtte üçünün tutuksuz yargılanmasına karar verse, hem tutuklu-hükümlü oranı bir anda düzelecek hem de hapishaneler rahatlayacaktır. Bu durumda adalet hızlı tecelli etmiş mi olacaktır?

2. Zanlıları tutuksuz olarak yargılayacağına tutulu olarak yargılamayı tercih eden yargıçlar, aslında zımnen bir mahkûmiyet kararı vermiş olmuyorlar mı?

3. Acaba yargıçlar, nasıl olsa avukatlar usul manevraları ile bu zanlıyı ya delil yetersizliğinden beraat ettirecek ya da davayı zaman aşımına sokacaklar; iyisi mi ben vicdanen suçlu bulduğum bu kişiyi, yeteri kadar içeri de tutayım da adalet "gecikmeden" tecelli etmiş olsun diye düşünüyor olamazlar mı?

4. Gerek mahkemelerin geç karar vermesi, gerekse hemen, hemen tüm kararların temyiz edilip Yargıtay’ın önüne yığılması, ülkemizdeki egemen hukuk anlayışının ve uygulanan usullerin "sistemik" bir sorunu değil midir?

5. Hukuk anlayışını ve yargılama usullerini aynen muhafaza edip, adaletin zamanında tecellisini bir "mahkeme ve üst mahkeme sayılarını ve imkánlarını" arttırma yani iktisat projesi olarak ele almak ne kadar doğrudur?

6. Bugün Yargıtay önünde birikmiş dosyalar, yarın İstinaf Mahkemelerinin önünde birikse ne olacaktır?

7. Hukuk eğitimi, avukat yetiştirme yerine yargıç yetiştirmeye odaklansa, adalette gecikme sorunu daha kolay çözülmez mi?

Son Söz: Hukuk, adaletinin temelidir.
Yazının Devamını Oku

Bir de bakmışsınız kriz bitmiş

3 Haziran 2009
AÇ tavuk rüyasında, kendini darı ambarında görürmüş. Bizimki de o hesap. Düşünüyorum; neden küresel kriz, dünyada sona ermeden önce, bizde bitmesin? Bizim onlardan farklı bir yapımız varsa, bal gibi kriz her yerden önce Türkiye’de bitebilir. Gelin birlikte durumu değerlendirelim. * * *

Kriz Amerika’dan çıktı. Zahiri çıkış sebebi, ipotekli kredilerin kısman batmasıydı. Bunun da nedeni, borcun teminatı olarak gösterilen gayrimenkullerin fiyatlarının düşmesiydi. Avrupa Birliği’ne geçelim. Kriz en kötü İrlanda’yı ve İspanya’yı vurmuş durumda. Son yılların mucize ekonomisi İrlanda feci çuvallamış vaziyette. Milli geliri yüzde 10 düşecek. İspanya’da ise işsizlik yüzde 20’ye gidiyor. Bu kötü sonuçlara yine aynı şey, yani emlak fiyatlarının düşmesi sebep oldu deniyor. Emlak fiyatları niye düştü diye sorunca, fiyatlar balon yapmıştı, sonunda balon patladı deniyor. Gelelim ülkemize. Bizim emlak-inşaat sektörümüze maşallah vallahi! Ülkemiz bir uçtan diğer uca şantiyeye döndü.(Bu ifadenin orijinali 1950 ile 1960 arasında başbakanlık yapan Adnan Menderes’e aittir) Sayılar inşaat sektöründe işlerin yavaşladığını söylüyor. Ama bizde emlak balonu patlaması diye bir şey olmadı. Yayımlanan bilgilere göre, rezidanslar (apartmanın pahalısı), villalar, alışveriş merkezlerindeki mağazalar hálá müşteri buluyor. Gazeteler emlak reklámlarından geçilmiyor. Yap-satçı veya sat-yapçı inşaatçı iş adamlarımız, hamle üzerine hamle tazeliyor. Zaten inşaat ve enerji konusuna girmeyen iş adamı kalmadı. İkinci olarak, dışarıda krizin büyüme sebebi olarak gösterilen "bankaların acze düşmesi" gibi bir sorun bizde yok. Hatta tam tersi var. Bizim bankalar maşallah taş gibi. Üstelik son dönemde kár patlaması yaptılar. Krizi gerçekten fırsata dönüştürdüler. Biraz da şaka bir öneri: Amerikan ve Avrupa bankaların patronları, bankalarını kurtarmak için niçin bizden yönetici transfer etmiyor; hiç olmazsa yöneticilerini buraya staja yollamıyor acaba?

* * *

Yazdıklarımı dönüp okudum. Sorunu hafife almışım gibi olmuş. Aslında böyle bir niyetim yok. Küresel ekonomiyi canlandırmak için, büyük devletler ne yapmak gerekiyorsa yaptı ve yapıyor. Mali sisteme durmadan para şırınga ediyor. Bu para bolluğu para sıkışıklığını mutlaka bitecektir. Vergi indirimleriyle yurtiçi talebi uyarıyorlar. İhracatımız için iyi haber. Bereketli yağmurlar sayesinde bu yıl tarım rekoltemiz yüksek olacak. Kaldı ki, "Genç Türkiye"nin krizlerden çıkma refleksi ezelden beri güçlüdür. Bunlardan, kriz önce bizde bitebilir sonucunu çıkarıyorum. Tabii kanıtım yok. Benimki bir sezgidir. Yine de iyimserlik, kötümserlikten iyidir. Böylece toparlanmada ilk olmasak da sonuncu olmayız.

Son Söz: Kriz küreselse, dış önlemler iç önlemlerden etkindir.
Yazının Devamını Oku

Diklenmek ama dik durmamak

30 Mayıs 2009
"İNSAN dik durmalı ama diklenmemeli" dendi. Bakıyorum Türkiye adına hareket edenler, fırsatını buldukça, orada burada dikleniyorlar, ama dik duramıyorlar. Çünkü dışarıdan para gelmezse aç kalacağımıza inandırılmışız bir kere. Gazeteleri okuyun TV’lerdeki IMF yorum ve tartışma programlarını izleyin. Göreceksiniz ki; kullanılan cümlelerin içinde "dışarıdan para gelmezse halimiz perişan" inancının zikri var. Annelerimizin bir sözü vardı. Çocukları hastalandığında "hasta olmasından değil, huyu değişecek ondan korkuyorum" derlerdi. Ben IMF anlaşmasının şartlarından değil, gelecek paranın, milletin zaten düşük olan özgüvenini daha da düşürmesinden korkuyorum.

* * *

Perşembe ve Cuma günleri dünyadaki ekonomik gelişmelerin Türkiye’ye etkilerinin tartışıldığı Forum İstanbul 2009 toplantıları yapıldı. Bu forumun, Merkez Bankası eski başkanı Gazi Erçel’in yönettiği açış oturumunda Harvard Üniversitesi’nden Dani Rodrik, IMF eski Birinci Başkan Yardımcısı Anne Krueger, Kemal Derviş ve ben konuşmacı olarak yer aldık. Ben yaptığım konuşmada, küresel krizin "kapitalist sistemin" kendi diyalektiğinden kaynaklandığını anlattım. İnsanların "az çalışarak çok zengin olma arzularının" birey için mümkün ama toplum için gerçekleşmesi imkánsız bir hayal olduğunu söyledim. Menkul ve gayrimenkul yatırımlardan para kazanmak için "bir kurnaza, yedi aptal" gerektiğini söyledim. Bu altın oran bozulunca arsa ve borsanın krize girdiğini ve bunun da milli gelir düşmesine sebep olduğunu anlattım.

* * *

Anne Krueger bende iz bırakacak bir şey söylemedi. Kemal Derviş ve özellikle Dani Rodrik, Türkiye’nin cari açık veren bir ekonomik politikayla, büyümesini sürdüremeyeceğini söyledi. Kemal Derviş, cari açık veren Doğu Avrupa ülkeleriyle birlikte aynı sakatlıkla malûl Türkiye’nin küresel krizden kötü etkilendiğini söyledi. Cari açığı olmasaydı Türk ekonomisi, bu krizi daha kolay atlatırdı dedi. Benim yıllardır davul çala, çala anlatmaya çalıştığım bu "temel gerçek" bu vesileyle bir kez daha vurgulandı. Ama ben Türkiye’nin bu yanlıştan döneceğini hiç sanmıyorum. Çünkü Türkiye "borçkolik" olmuştur. Dışarıdan borç alamazsa perişan olmakta, krizlere girip kendini yerden yere atmaktadır. Türk ekonomisinin egemen güçleri buna izin vermeyecektir. Kendi tasarrufuyla değil "dışarıdan para alarak" kalkınmak bugün hálá Türkiye’de geçerliliğini koruyan tek ulusal iktisat politikasıdır.

* * *

Suriye hududundaki mayınların temizlenmesi meselesiyle ilgili söylenenler bana saçma sapan gelmişti. Anlaşıldı ki işin içinde yine "dışarıdan para getirme" dürtüsü yatıyor. Yabancı sermaye ne melektir ne de şeytan. Ama zannedildiği gibi dinsiz ve ırksız değildir. Çünkü her paranın sahibi vardır.

Son Söz: Paranın değil, ama sahibinin dini ve tıyneti vardır.
Yazının Devamını Oku

Yol almayı bırak gemiyi kurtar

27 Mayıs 2009
ŞİRKET yönetimi gemi kaptanlığı gibidir. Nasıl havanın iyi mi kötü mü olacağına gemi kaptanları karar veremezse, ekonomik ortamında uygun olup olmamasını da yöneticiler belirleyemez. Kaptanlar her havada ve özellikle kötü havalarda gemilerinin güvenli seyrinden sorumludur. Bir gemiye sadece iyi havalarda kumanda etmek diye bir lüks yoktur. O lüks, olsa, olsa yat sahiplerine mahsus bir ayrıcalık olabilir. Bir şirketi, benim tercih ettiğim tabirle bir "firmayı" yönetmeye talip olmuş bir kişi mutlaka meslek hayatının belli devrelerinde çok kötü ekonomik şartlar altında görev yapacaktır. Kaba bir tahminle 30 yıl yöneticilik yapan bir insan en az 4 defa krize yakalanır. Büyük firma yöneticilerinin karşılaştığı sorunlar da büyük olur. Aynen açık denizlerde sefere çıkan kaptanın, afet derecesinde bir fırtınaya yakalanma ihtimalinin, şehir hattı kaptanlarına göre daha yüksek olması gibi.

* * *

Firma yönetimi bu bağlamda ikiye ayrılır. Birincisi uygun makro ekonomik koşullar altında, yatırımları ve satış hacmini büyütme (invest and grow) dönemleridir. Bu dönemlerde firma yöneticisinin sıklıkla bakması gereken malî tablo "Kár/Zarar Hesabı"dır. Şirket kárlı bir şekilde büyüyorsa; stokları, alacakları ve sabit sermaye yatırımlarını finanse edecek parayı bulmak sorun değildir. Çünkü büyüyen şirketlere kredi vermek veya sermayesine katılmak isteyen çok olur. İşin o tarafı, finansman müdürüne bırakabilir.

Kriz devrelerinde ise, firma yöneticisinin gözünü ayırmaması gereken mali tablo "Bilánço"dur. Çünkü krizler, küçülme-büzülme dönemleridir. Bu dönemlerde şirket "zarar" edebilir. Zarar öz kaynağı küçültür, finansmanı borç kaynağa dayandırır. Bu yüzden işin finansmanı zorlaşır. Firmayı yönetmek bilánçoyu yönetmek halini alır. Bilánçonun yönetimi için yapılması gereken ilk şey ihtiyaç duyulacak para miktarını düşürmektir. Firmayı bekleyen tehlike, stoksuz kalıp piyasa tabiriyle "yok satmak" değildir. Tehlike, satışların düştüğü bir dönemde başlamış yatırım, yüksek stok ve uzun vadeli alacakla yakalanmaktır. Firmanın sadece kendisi değil, tedarikçileri ve dağıtım kanalı da aynı dertlerden muzdarip ise, sistemi yönetmek daha güçleşir. Bu sebeple kriz yönetimi, olaya daha geniş açıdan bakılmasını gerektirir. Krizlerde firmaların kár kaybına uğraması en iyi sonuçtur. Zarar etmesi ise normaldir. Zararın en kötüsü, yüksek faizle finanse edilenidir. Böylesi zararlar, zamanla habisleşir, bünyeyi kemirip bitirir.

* * *

Bu ortamda finans sektörünün birinci vazifesi "faizleri mümkün mertebe düşürmektir". Bankacılık esasen bilánço yönetmektir. Tedbirli bankacı, dönemsel kár diye bastırarak müşterisinin bilánçosunu bozup onu acze itmez. Onun da bilançosunu yönetir.

Son Söz: En düşük faiz, tahsil edilemeyen faizdir.
Yazının Devamını Oku

Gel enflasyon gel

23 Mayıs 2009
SÖZÜM meclisten dışarı demem gerekir mi diye düşünüyorum. Otuz yıldır yapışkan enflasyonla boğuşmuş bir ülkede, enflasyonun geri gelmesini istemek olmaz. Ne var ki, eğer enflasyonun tersi olan deflasyon yapışkan hale gelirse, insanlar enflasyondan medet umar hale gelebilir. Şimdilik Türkiye’yi tartışmanın dışında bırakalım. Özellikle uzun zamandır enflasyon diye bir sorunu olmamış gelişmiş ülkelerin içine düştükleri ekonomik krizden çıkmak için ne yaptıklarına bir bakalım. Alınan önlemlerin neler olduğunu herkes ezberledi. Ama bir defa daha tekrarlamakta fayda var. Önlemler iki kümeden oluşuyor.

1. Parasal Önlemler: Merkez bankaları tarafından alınıyor. Faizler radikal bir şekilde düşürülüyor. Hatta reel olarak sıfırlanıyor. Piyasadaki para miktarını arttırmak için açık piyasa işlemleri (bono alıp, nakit vermek) kolaylaştırılıyor. Limitler arttırılıyor.

2. Vergisel Önlemler: Hükümetler tarafından alınıyor. Canlandırma paketleri açıklanıyor. Vergi indirimleri yapılıyor. Sosyal transferler büyüyor ve dolayısıyla bütçe açıkları artıyor.

İki önlem paketinin de enflasyonist olduğunu söylemeye bile gerek yok. Daha ileri gidelim, bu önlem paketleri açıklandıktan sonra piyasadan toparlanmaya dair işaret bekleniyor. Beklenen işaretlerin hepsi fiyat artışlarıyla ilgilidir. Hem gayrimenkul fiyatları hem de menkul değerler borsasında fiyatlar artsın isteniyor. Hatta petrol fiyatındaki artış, bırakın petrol üreten ülkeleri, petrol tüketen ülkelerde bile "iyi" alámet olarak değerlendiriliyor. Al sana arz yanlı enflasyon dinamiği. Biz değilmiydik petrol fiyatları arttıkça, dizlerinin bağı çözülen, bu işin sonu nereye varacak, bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete diye dertlenen.

* * *

Enflasyonla, istihdam arasında olumlu bir ilişki vardır. Yani "enflasyon artışı, işsizliği azaltır" denir. Pek tabii bu olumlu ilişki, belli aralıkta geçerlidir. Yoksa "arttır enflasyonu, bitsin işsizlik" diye bir şey yoktur. Hatta günün sonunda enflasyonun kendisi işsizliğin sebebi olur. Bu olumlu ilişkinin ayna simetriği daha doğrudur. Yani deflasyon, kesinlikle işsizliği arttırır. İşsizlik, ekonomik krizlerin yarattığı en kötü sonuçtur. O kadar kötüdür ki insanlar, eğer işsizlerin iş bulması için enflasyon gerekiyorsa, enflasyon olsun daha iyi der. Türkiye gibi bir ülkede de "biz enflasyonla birlikte yaşamayı öğrenmiştik ama işsizlikle yaşamasını bilmiyoruz" diye düşünen çok kişi çıkar.

* * *

Krizi bitirmek için alınan önlemler, ilk aşamada deflásyonu durdurmayı amaçlamaktadır. Kimsenin enflasyon peşinde koştuğu yok. Ama ekonomin mantığı icabı, önlemler enflasyonist oluyor.

Son Söz: Mikrobun bile faydalısı vardır.
Yazının Devamını Oku

Yemek çok sıcak, yutulması için biraz üflemek lazım

20 Mayıs 2009
PKK, maalesef (veya bazılarınca maalmemnuniye) hem siyasi hem de yenilmezliğini kabul ettirerek bir bakıma askeri cephede de "TC"yi yenmiştir. Askeri kısmını, eski komutanlarımız söylemektedir. Tam istihbaratla, son model savaş uçakları ve tanklarla günlerce dövülen Kuzey Irak dağlarında konuşlanmış PKK, şüphe yok ki zayiat vermiştir. Ama kalan kuvvetlerini toparlamış ve kısa süre sonra hudut karakollarımızı basmıştır. PKK halen, istediği zaman, istediği yerde silahlı eylem yapabilmektedir. Böylesi öldürmeli operasyonlar PKK’nın, ayrılıkçı olsun, olmasın tüm Kürtler üzerinde, korkuyla karışık bir saygıya dayanan otorite kurmasına imkán sağlamıştır. Böylece PKK, Kürt hareketinin siyasi kanadının da tartışılmaz patronu olmuştur. PKK’nın siyasetine ve onun önderi Öcalan’ın talimatına karşı çıkacak Kürt siyasetçinin akıbeti çok feci olur. Buna hiç biri cesaret edemez.

* * *

İşte tam bu ortamda, Kürt meselesinin çözümü için şartların oluştuğu söylenmektedir. Bir açıdan bu ifade doğrudur. Çünkü TC azmini kaybetmiştir. Esasen barış anlaşmaları hep böyle zamanlarda yapılır. İki tarafın da davasını sürdürme ümidi devam ediyorsa, barış olmaz. Taraflardan biri, davasından vazgeçmişse vakit tamamdır. Türkiye yorgundur. Suçluluk kompleksi içine itilmiştir. Ne olacaksa olsun, yeter ki terör bitsin deme noktasına gelmiştir. Zaten terörün amacı da karşı tarafı bu noktaya getirmektir. Hiçbir terör örgütü, terör olsun diye terör eylemi yapmaz. Amaç, her zaman siyasidir. Bu şartlar altında "ümit veren" müzakerenin gündemini örgüt belirleyecektir. Yandaş ve dindar diye adlandırılan medyadakiler başta olmak üzere liberal yazarlar, PKK’nın ileri sürüleceği şartları makul bulacaktır. Çözüm, yani bölünme için gerekli psikolojik ortam oluşursa, müzakereler sanıldığı kadar uzun sürmeyebilir. ABD ve AB, Türk devlet adamları "cesur(!) adımlar" atabilsin diye hükümeti maddi ve manevi olarak destekleyecektir. CIA taşeronları, türlü çeşitli "dinleme-dillendirme-sızdırma" haberlerle taraflı basını besleyerek, kamuoyunu oluşturacaktır. Kaldı ki, geçiminin yurt dışından gelecek paraya bağlı olduğuna inandırılmış bir toplum, dış baskılara fazlaca direnemez.

* * *

Cumhuriyet’in iki büyük projesi vardı. Biri "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir" diye söylenen "láiklik"; diğeri "Ne mutlu Türküm diyene" özdeyişinde ifadesini bulan "Milli Birlik" idi. İkisini de sürdürmek mümkün olamadı. Hayırlısı ne ise o olsun. Demokrasi işlemektedir. Ülke için neyin iyi olduğuna halk, yani onun temsilcisi meclis karar verecektir. Doğru kararın ne olduğunu, halktan yani meclisten daha iyi bildiğini kimse iddia etmemelidir. Cumhuriyet sevdalıları için olanları ve olacakları hazmetmek zordur. Ama yapacak bir şey de yoktur.

Son Söz: Çözüm, çözdüğünden büyük sorun yaratmamalıdır.
Yazının Devamını Oku

İlacı bırak kokaini iç

16 Mayıs 2009
BİLİNDİĞİ gibi küresel iktisadi kriz ortamındayız. İktisadi kriz, milli gelirin yani halkın refahının düşmesi demektir. Düşen milli geliri yükseltmek için iki yöntem kullanılır. Birincisi parasaldır. Kısaca, hem faizleri düşürüp, hem de dolanımdaki para miktarını arttırmaktır. ıkincisi bütçeseldir. Krizle azalan özel kesim talebinin (hane halkı ve şirketlerin tüketim ve yatırım harcamalarının toplamı) yarattığı “talep boşluğunu” kamu harcamalarıyla doldurmaktır. Pek tabii bu önlemlerin hem yan tesirleri vardır hem de önlem alındı diye dertler şipşak bitmez. Üstelik kriz, küresel olduğu için tedbirlerin de küresel olması gerekir. Bu uyum da zaman ister. Faizleri düşürme ve sistemdeki para miktarını arttırma kümesinden oluşan parasal önlem paketinin yan tesiri, günün sonunda enflasyonun yükselmesidir. Ancak krizle birlikte oluşan “fiyatlar genel seviyesindeki düşme” (yani deflasyon), parasal önlemlerin yaratması muhtemel “fiyatlar genel seviyesinin yükselmesi”ni (yani enflasyonu) frenler.

Bu yazının esas konusu, özel kesim talebindeki azalmanın, kamu tarafından telafi edilmesinin yaratacağı istenmeyen sonuçtur. Burada kastedilen istenmeyen sonuç bütçe açığının artmasıdır. Bütçe açığının artması zannedildiği gibi her zaman kötü bir şey değildir. Avrupa Birliği ülkelerinden örnek vermek gerekirse, AB kıstaslarına göre milli gelirin yüzde 3’ünü geçmemesi gereken bütçe açığı, dünyanın zengin ülkelerinde bu yıl yüzde 9’a varacaktır. Bu, kriz öncesi orandan 6 kat fazladır. Türkiye’de de milli gelirin yüzde 2’sine kadar gerilemiş bulunan bütçe açığı, 2009 yılında muhtemelen yüzde 5’i geçerek 50 milyar liranın üstüne çıkacaktır. Bu açık da kamunun borçlanmasıyla kapatılacaktır. Bundan daha doğal ve uygun bir şey olamaz. Türk ekonomisi için esas felaket bu borçlanmanın içeriden değil dışarıdan yapılması gerekir diyenler olmasıdır. Hatta bunun için IMF ile derhal anlaşılmalıdır deniyor. Söylenenler külliyen yanlıştır.
1. Türk ekonomisini kırılgan hale getiren iç borç değil, dış borçtur. Bunun sonucu da “cari açık” belasıdır.
2. Cari açığı olmayan bir ekonomide kamu borçlarının milli gelire oranın yükselmesinin hiçbir önemi yoktur. Japonya’da bu oran yüzde 200, OECD’de halen yüzde 75’tir, 2010’da yüzde 100’e çıkacaktır. Önemli olan kamunun ödediği reel faizin milli gelire oranıdır.
3. Sermaye hareketlerinin serbest olduğu günümüzde iç borç-dış borç ayırımı kolay değildir. Pratik olanı “ulusal para” veya “dövizle” borçlanma ayırımıdır. Ulusal para ile borçlanma tanımı içine “dövize endeksli TL” de girer.
4. Tehlikeli olan kamunun yabancı paralı dış borcudur. Cari açık yoksa özel kesimin dış borcu risk yaratmaz. Açık pozisyon yoksa cari açık olsa da bu o kadar önemli değildir. ıç borç, iç alacaktır; toplam sıfırdır.
Son Söz: IMF döviz açığını kapatır, tasarruf açığını değil.
Yazının Devamını Oku

Fili yuttu bir yılan

13 Mayıs 2009
EKONOMİNİN üçte biri ulaştırmadır. Ulaştırmanın içine her tür taşıt aracı üretiminden, satışından, satış sonrası bakımından tutun da yolların yapımına ve araçların yakıtının temin ve tevziine kadar tüm faaliyet girer. Zaten ekonomide değer yaratma ile taşıma arasında doğrudan ilişki vardır. Hiçbir şey durduğu yerde değerli değildir. Mutlaka az veya çok hareket etmelidir. Mesela tabakta duran gıdanın vücuda yarar sağlaması için mideye ulaşması gerekir.

* * *

Dünya yollarında 800 milyon adetten fazla binek arabası ve hafif ticari araç hareket halindedir. Bu araçların yıllık üretim miktarı da 72 milyondur. Yaşamakta olduğumuz küresel ekonomik kriz, en fazla bu sektörü vurmuştur. Çünkü taşıt araçları dayanıklıdır. Elde mevcut araçlar kullanılmaya devam edilebileceği için, yeni araç alımları kolaylıkla bir süre ertelenebilir. Bu sebeple, ekonomi yavaşlayınca otomotiv sektöründe çok büyük talep düşmesi olur.

* * *

Amerika’da otomobil bir taşıt aracı değil, yaşam tarzıdır diye bir değiş vardır. Nüfusla orantılanırsa Dünyanın en büyük taşıt aracı pazarı Amerika’dır. Dünyanın hangi ülkesinde kurulmuş olursa olsun, her otomobil üreticisinin hayali Amerika pazarında kendine yer edinmektir. Rekabet çok yüksek, fiyatlar çok düşüktür. Bu sebeple en sorunlu otomobil üreticileri de Amerika’daki bir zamanlar kartal olan Amerikan firmalarıdır.

* * *

Bizim TOFAŞ dolayısıyla yakından tanıdığımız İtalyan FIAT firması, uzun yıllar yerlerde süründü. Hem muhasebeci hem avukat ve hem İtalyan hem Kanadalı olan Sergio Marchionne adındaki bir "Baş Yönetici" (CEO) FIAT’ı son yıllarda başarılı ve para kazanan bir firma haline getirdi. Şimdi bu arkadaş, Dünya’nın 9’uncu büyük otomobil firması olan FIAT’ı, dünyanın ilk beş firmasından biri, hatta mümkünse 3’üncü büyük otomobil üreticisi haline getirmek için müthiş bir hamle yaptı. Chrysler’in tamamını ve General Motors’un Avrupa bölümünü (Opel ve Vauxhall) FIAT’ın içine almak üzere yaklaşık 7 milyar Euro’luk bir teklif paketiyle ortaya çıktı. İlk bakışta palavra gibi duran bu "büyük birleşme" projesine yakından bakmaya çalıştım. Anladığım kadarıyla Marchionne iki fikre güveniyor. Birincisi verim artışıdır. Bunu sağlamak için düşük kapasitede çalışan çok sayıda fabrikanın önemli bir kısmını kapatıp, üretimi az sayıda, yüksek kapasitede verimli çalışacak fabrikalarda gerçekleştirmektir. İkincisi yönetim biçimidir. Amerikan otomotiv firmalarında çok katlı hantal bir bürokratik yapı vardır. O ise fabrika müdürlerini doğrudan kendine bağlayarak karar alma sürecini hızlandıracak. Daha önemlisi fikirlerinin hayata geçmesine engel olacak üst kademeleri elimine ederek tercüme hatalarından kurtulmaktır.

Son Söz: Bilen, yapmasını bilendir.
Yazının Devamını Oku