Ege Cansen

Kızıltoprak geçilmez

9 Mayıs 2009
YUKARIDA Allah var; İstanbul’un kent içi ulaşım meselesini çözmek için Büyükşehir Belediyesi çok çalışıyor, çok da para harcıyor.

Parayı nereden buluyor, harcadığı paraya değecek kadar trafik meselesini çözebiliyor mu? Kime ne kadar borç takıyor, kime ne kıyak yapıyor gibi konulara hiç girmeyeceğim. Belediyenin toplu taşıma sistemlerini geliştirmeye ağırlık vermesini doğrudur. Ulaştırma ekonomisi bunu emrediyor. Ancak bu tercihinde yeterince tutarlı değil. Yine de karakucak usulüyle de olsa Metrobüs denilen "özel yoldan giden otobüs" projesini başarıyla işletmeye aldığını zikredelim. Marmaray ise dünya çapında mühendislik projesidir. Anadolu yakası metrosu da önemlidir. Ancak, öncelik Avrupa yakası metrosunda olmasına rağmen maalesef bu inşaat yavaş ilerliyor. Önümüzdeki yıllarda dış finansman zorlaşacağı için, metro yapımları aksayabilir. Yine de her iki yakada da metro yatırımlarının aksatılmaması gerekir.

* * *

Gelelim bu yazının konusuna. Yani yatırım harcaması yapmadan hatta ceza tahsil edip gelir sağlayarak İstanbul trafiğinin nasıl rahatlayacağına. Trafikte kıt kaynak yol, bol kaynak da özel otomobildir. Yürüyen yolcu, yol ve taşıtlardan kurulu trafik sisteminin verimli çalışması için, kıt kaynak olan yolun maksimum kapasitede kullanılması gerekir. İstanbul’da trafik düzeni bunun tam tersidir. Özel otomobiller sahibine maksimum fayda yaratsın, yani özel araç sahipleri en az yürüsün diye, yollar minimum kapasite de kullanılıyor. Pek tabii trafik meselesi de içinden çıkılmaz oluyor. Bildiğiniz gibi, yolların özel arabalar tarafından ahláksızca işgal edilmesine çok bozuluyorum. Ahlák, "kişiyi, kendine yarar sağlarken, topluma zarar vermekten men eden kurallar dizisidir". Yolların bir hatta iki şeridinin bir avuç bencil özel araç sahibi tarafından park yeri olarak işgal edilmesi ahláksızlıktır. Utanmadan dört yönlü fláşör yakan bu şımarıkların "belediye yeterince park yeri yapsın; biz de caddeye park etmeyelim" tezi zırvadır. Yol hakkı çalınan belediye değil, otobüs, minibüs, servis aracı, taksi ve özel araba içinde bekleşen diğer vatandaşlardır.

* * *

Kadıköy yakasında Bağdat Caddesi Kızıltoprak’ta 7 şerittir. Ama yoğun saatlerde Kızıltoprak geçit vermez. Çünkü burada dört şerit park için kullanılır. Rumeli Caddesi, Vali Konağı Caddesi Nişantaşı’da tıkalıdır. 4. Levent girişi tıkalıdır. Şişli tıkalıdır. Bunun gibi İstanbul’da belki onlarca "düğüm noktası" vardır. Tıkanmanın sebebi, yolun darlığı değildir. Anayolda ve yan yollardaki park yasağı ihlálleridir. Bu düğüm noktaları yüzünden açık olması gereken diğer yollar da tıkanmaktadır. İşin daha ilginç yönü belediyenin, park parası uğruna, yolları otopark haline getirmesidir.

Son Söz: Yol tıkayanın da yolunu tıkarlar.

Yazının Devamını Oku

Europe yes, Euro no!

6 Mayıs 2009
DÜNYADA daha çok Euro diye bilinen, Avrupa Birliği’nin ortak para birimi, 1999 yılı başında doğdu. Üzerinde Euro yazan madeni ve káğıt paraların tedavüle girişi de 2002’nin başıdır. 2001’in sonbaharında Londra’ydım. Bir sinemaya gittik. Esas film başlamadan perdede, "Europe, yes; Euro, no", yani Avrupa Birliği’ne katılmaya evet ama onların para birimini kabul etmeye hayır diyen bir propaganda filmi oynamaya başladı. Tahmin ediyorum, İngiltere’de Euro’yu ulusal para yerine koymak isteyenlerle, istemeyenler arsında bir çekişme vardı. İlgiyle izledim. Çok da şaşırdım. Avrupa Birliği’ne girdikten sonra, İngiltere niçin Euro’yu kabul etmesin diye düşündüm. Herhalde bu, bir dünya imparatorluğu kuran İngilizlerin Pound-Sterlin denilen ve bayraklaşmış ulusal paralarını koruma arzusudur diye düşündüm. Filmde anlatılan, AB’den bağımsız bir para ve maliye politikası uygulayabilme gerekçesi bana inandırıcı gelmemişti. Davayı duygusal bulmuştum.

* * *

Bu olayın üstünden sekiz yıl geçti. İngiltere ulusal parasını korumakla acaba akıllılık mı etti diye düşündüm. Derken Amerika’da başlayan bir iktisadi kriz dünyaya yayıldı. İngiltere bu krizden kötü etkilendi. Ancak İngiltere, krizden çıkma önlemleri alma bakımından, kendisi gibi cari açık verip, faturayı cari fazla veren ülkelere ödeten diğer Avrupa Birliği ülkelerine göre daha iyi durumda. Çünkü ulusal parası bir süredir değer kaybediyor. Bu sayede ihracatta nispi bir rekabet avantajı sağladı. Mesela İrlanda ve İspanya köşeye sıkışmış vaziyette. Hınzır çocuk edasıyla köşe yazıları kaleme alan Nobel ödüllü iktisatçı Krugman, "İspanya, madem parasını devalüe edip, rekabet gücünü arttıramıyor, öyleyse işçi ücretlerini düşürsün" diyor. Biz de bu köşede Türkiye, "gitgide büyüyen" cari açığını kapamak için ya TL’nin değer kaybetmesine izin vermeli, ya da reel ücretleri düşürmeli dedik, durduk. İkisi de olamıyorsa, işsizlik artar diye ağaç kakanlık yaptık. Nitekim ikisini de yapamayan İspanya’da işsizlik yüzde 17’ye vardı. Bizim işsizlik de maşallah yani.

* * *

Krizden çıkmak için izlenecek yolun sonunda nereye varılmak isteniyor? Varılacak yer, ekonominin krizden önceki sürdürülemez hali olmamalıdır. Hálbuki parasalcı ekonomistler bunu tavsiye ediyor. Yani bir an önce sıcak para girişleri sağlansın, TL değer kazansın ve gitgide büyüyen bir cari açık üreten bir ekonomik yapıya geri dönülsün. Bence tam tersi hedeflenmelidir. Pek tabii mekanizmalar da buna göre tasarlanmalıdır. Hedef, "krizlere dayanıklı, cari açık meselesi olmayan, istihdam yaratan bir ekonomik bünye inşa etmek" olmalıdır. IMF müzakerelerinin kapıda olduğu şu günlerde yorum yapan herkes, hedef tercihini ortaya koymalıdır. Hedef ortaya konmadan ne strateji, ne mekanizma ne de önlem tartışılabilir.

Son Söz: Hedefini söyle, sana yol tarif edeyim.
Yazının Devamını Oku

Para geliyor para suları yara yara

2 Mayıs 2009
DÜNYAYA tek bir pencereden bakılırsa, sadece belli bir kısmı görülür. Resmin tamamını görüp, hayatın bütününü kavrayabilmek için ona tek pencereden bakmamak şarttır. Bunda anlaşılmayacak ne var? Peki, ya o "pencere" kişinin dışında değil, içinde yani zihninde ise? O zaman ne kadar farklı pencerelerden bakarsa baksın, kişi bütünü göremez. Çünkü gözüyle gördüğünü, beyni görmez. Benimsediği "doğru-yanlış" cetvelini, istese de değiştirmez. İşte bu zihin penceresine "paradigma" deniyor. Kişilerin olduğu kadar toplumların da paradigmaları vardır. Hatta kişi büyük ihtimalle, içine doğduğu dinin, ideolojinin, milletin, mezhebin, meşrebin, okulun, yörenin, kentin, kasabanın, köyün ve ailesinin paradigmasını benimser. Katılaşmış paradigma ortaklığı "cemaatleşme"dir. Bireyleşememiş kişileri en mutlu eden şey, bir cemaate katılıp onun paradigmasını benimsemektir. O zaman "yaşam çevresi" ile "referans çevresi" aynılaşır. Uyum sorunu kalmaz. Ortak paradigma, kişinin kendi değer yargılarını ve eylemlerini sorgulama ihtiyacını ortadan kaldırır. Kişi, huzura varır. 

* * *

Çeşitli paradigmalar var. Ben de milletimin iktisadi paradigmasını belirlemeye çalışıyorum. Gözümün önünden 150 yıllık sahneler geçiyor.

İngilizler, Ruslara karşı savaşmamız için, bazı tavizler karşılığında bize yardım edecekler. Kaç para vereceklermiş?

Almanlar, İngilizlere karşı durmamız için bize arka çıkacaklar. Ne kadar para verecekler?

Bolşevikler, istilacılara karşı mücadele etmemiz için bize destek olmuşlar. Kaç para vermişler?

Başbakan yardımcısı Suudi Arabistan’dan dönmüş. Kaç para almış?

Körfez ülkeleri ile ilişkilerimiz geliştirmemiz gerekir. Kaç para gelir acaba?

Bizi Avrupa Birliğine alacaklarmış. Kaç para verecekler?

NATO bizi çok önemsiyor. Kaç para veriyorlar?

Amerika Kuveyt’ten çıksın diye, Irak’a savaş açacakmış, bizden destek bekliyor. Kaç para isteyelim?

Irak’a karşı yapacağı kara harekátı için topraklarımızdan geçiş hakkı istiyor Amerika. Çok para verecekler mi?

Kara parayı aklayalım. Kaç para gelir mi dersiniz?

Ormanları imara açalım. Kaç para toplanır?

Bey, müjdeler olsun; bizim kıza talip var.

Ne kadar başlık parası veriyorlar?

* IMF heyeti Türkiye’ye geliyor. Sanayici ve iş adamları, bankacılar, bürokratlar, iktisatçılar ve gazetecilerden kurulu büyük koro hep bir ağızdan:

Kaç para vereceklermiş?

Son Söz: Kaç paralık adamsın?
Yazının Devamını Oku

Para basmadan asla

29 Nisan 2009
EKONOMİK krizi sona erdirmek için iktisat bilginleri Fisher’in miktar kuramı ile Keynes’in devletçi öğütlerini esas alan iki mekanizma kümesi uygulanıyor. 1.Devir hızı düşen paranın, miktarı arttırılıyor.

2.Özel kesimin azalan talebinin yarattığı boşluk, kamu harcamaları ile dolduruluyor.

Önce konuya Türkiye açısından değil, başta Amerika olmak üzere tüm ülkeler açısından yaklaştığımı ifade edeyim. Küresel krizden çıkış için büyük devletler, IMF ve G-20 tarafından kabul edilen ekonomiyi canlandırma mekanizmalarını yukarıdaki kavramsal çerçevede irdeliyorum. Bu mekanizmalar hangi yakıtla çalışacak sorusuna cevap arıyorum. İktisatçıların "ilk günah" diye lanetlediği "para basma" dışında bir çıkış yolu bulamıyorum. Eğer bu krizden en kısa sürede çıkmak için para basılacaksa, günün sonunda enflasyon artacak demektir.

* * *

Artacak enflasyonla negatife düşen faizlerin yaratacağı ilk tepki yatırımcının nakitten kaçması olacaktır. Nakitten kaçan paraların gideceği yer, menkul ve gayrimenkul varlıklardır. Bu varlıklara talep artınca fiyatları yükselecektir. Zaten, magazin İngilizcesiyle "toxic/zehirli" denilen "fiyatı/değeri düşmüş" menkul varlıkların, bir şekilde fiyatlarının artması gerek. Ancak bu olursa bankaların veya değeri düşmüş sorunlu varlıkları geçici olarak satın alan kamu kuruluşların bilánçoları düzelebilir. Bu değer (fiyat) artışı, aşağıda açıklanan nedenlerle, gerçek olamaz. Yani görüntüsel olacaktır. Kısaca, yeniden bir varlık fiyatları enflasyonuna ihtiyaç var. Bunu da ancak "para basılması" sağlayabilir.

* * *

Durumu irdelemeye devam edelim. Değersizleşmiş yani fiyatı düşmüş menkul varlıkların fiyatının reel olarak artması ancak bu finansal varlıkların tekabül ettiği fizik yatırımların yüksek getiri sağlamasıyla olur. Ekonomik büyümenin düştüğü bir ortamda "Yatırımın Getirisi" (ROI-Return On Investment) artamaz. Çünkü "ROI" artışı için hem kárlılık hem de satış hacmi artmalıdır. Kárın artması için fiyatlara zam yapmak gerekir. Fiyat zammı ise satışları azaltır. Bunun tersi ancak enflasyonist ortamda mümkündür. O da para basımını gerektiriyor. Hálbuki para basmak iktisaden büyük günahtır. Gördüğünüz gibi dünya ekonomisi bir kısır döngüye kapılmış vaziyette. Zaten kriz de "saadet zinciri" denen bir başka kısır döngüden çıkmıştı. Kısır döngüler bir ödünleşme (trade-off) göze alınmadan kırılamaz. Bu ise, salt bir ekonomik sorun değil, "ekonomi-politik" bir meseledir.

Son Söz: İktisadın bittiği yerde, devlet adamlığı başlar.
Yazının Devamını Oku

Rakamları okuyamamak

25 Nisan 2009
MERKEZ Bankası faizleri tarihinde ilk defa tek haneli seviyeye indirdi diye bir söz ortalıkta dolaşmaya başladı. Bu yanıltıcı bir ifadedir. Birincisi Merkez bankası 1930’da kurulmuştur. Faizlerin çift haneli olması enflasyonla ilgili bir hadisedir. 1960’lardan hatta daha çok 1970’lerden sonra ortaya çıkan bir görüntüdür. Ama bundan çok daha önemli bir olan, faizin nominal yani görünen büyüklüğünün değil, reel yani enflasyondan arındırılmış büyüklüğünün iktisadi analizde kullanılması gerektiğidir. Enflasyondan arındırma iki bileşenden oluşur. Birincisi, faiz gelirini yaratan anaparanın enflasyonla aşınan kısmıdır. İkincisi bizatihi faiz gelirinin (veya giderinin) eksilen satın alma gücüdür. İkisi toplanıp, nominal faizden düşülürse, geriye reel faiz kalır. Nominal faiz, alan için "reel gelir" değildir. Dolayısıyla, ödeyen için de "reel gider" değildir. Bu husus, alan veya veren Maliye Bakanlığı veya Hazine veya Merkez Bankası da olsa böyledir. Nominal faiz, sadece muhasebe defterlerine nakit akışlarını göstermesi için yazılan bir rakamdır. Reel faiz konusunu bu köşede belki kırk defa işledim. Zihinlerde hiçbir iz bırakamadım. Piyasa erbabı nominal faizden başka hiçbir faizi tanımamakta ısrarlı. Canları sağ olsun. Ben de bu köşeden, sonuç alamayacağımı bildiğim halde reel faiz kavramını zihinlere kazımaya devam edeceğim. Para, enflasyonla uzayıp kısalan lastik bir metre gibidir. Kural olarak, ölçü aleti veya birimi veya ölçme yöntemi, yapısından kaynaklanan bozukluklarından temizlenmeden yani kalibre edilmeden kullanılmamalıdır. Nominal parayla iktisadi büyüklük veya değişim hesabı yapılamaz. Para, ister TL ister döviz olsun, insana sıkça yanlış yaptıran belalı bir ölçü birimidir. Türkiye’de en düşük eksi ve en yüksek artı reel faizler "Devalüasyon İttirmeli Enflasyon Krizleri" sonrası dönemlerde ortaya çıkmıştır. Bunu 1980, 1994 ve 2001 yıllarında yaşadık.

* * *

İkinci olarak üzerinde durmak istediğim konu "dolarla milli gelir hesabı"dır. Bu iş de tam bir aldatmaca halinde sürüp gitmektedir. Kaba olarak Türkiye’nin toplam milli geliri 2008 yılında 750 milyar, kişi başına da 10400 dolardır. Büyümenin eksi olduğu 2001’in düzeltme yılı 2002 baz alınırsa, 20022008 arasında geçen 6 yılda milli gelir sabit fiyatlarla %41 artmıştır. Öyleyse "2008 Dolarıyla" milli gelirimiz 2002 yılında 532 milyar dolardı. Nüfus artışı düşüldükten sonra 2002 yılında kişi başına düşen de 7930 dolardı. Başbakan, benim gibi 6 değil, 7 yıl hesabı yapıyor. Bunu da kabul edelim. 2001 yılında 250 milyar dolar olan milli gelir, 7 yıl sonra 2008’de 750 milyar dolara çıktı diyor. Bu sayılar yanlıştır. Çünkü sabit fiyatlarla ekonomi 6 yılda % 41, 7 yılda ise % 50 büyümüştür. Bu da 7 yıl önce, yani 2001’de milli gelirin 250 değil, 500 milyar olduğunu gösterir.

Son Söz: Dolarla hesap, sabit fiyatla hesap değildir.
Yazının Devamını Oku

52 trilyon dolar nasıl deve oldu

22 Nisan 2009
BU kez son sözü ön söz olarak yazıyorum. "Fizikte izdüşümü olmayan hiçbir iktisadi hesap, bilimsel değildir". İktisadi kriz çıktığından beri, kaybolan servetlerle ilgili çok yazı yazıldı, çok söz söylendi. On beş gün önce İstanbul’da toplanan yabancı ülkelerde faaliyet gösteren iş adamlarına hitap eden bir arkadaşımız "son krizle birlikte dünyada 52 trilyon dolarlık servet uçtu gitti" demiş. Bu kabil yanlış ifadelere yabancı basında da sıkça rastlıyoruz. Herkesin doğru bellediği bir şeye neden yanlış dediğimi aşağıda anlatacağım.

* * *

Son küresel krizden önce de Türkiye’de kriz yaşandı. Bizim yerli krizlerin hemen hepsi, devalüasyonla ete kemiğe bürünüp görünür hale gelmiştir. Döviz fiyatları artınca, gazetelerimizin başköşelerinde fakirleşme hesapları yer alırdı. Mesela dolar fiyatı, 10 liradan 15 liraya çıkınca, bu haber okura yüzde 50 fakirleştik şeklinde verilirdi. Ortada böyle bir fakirleşme olmadığı gibi, doların 10 liradan 15 liraya çıkması aslında TL’nin yüzde 50 değil, yüzde 33 değer kaybetmesi demektir. Hesap fizik birimle yapılırsa çok kolay anlaşılır. Devalüasyondan önce fiyatı 1 dolar olan pirinçten 10 liraya bir kilo alınıyorsa, dolar 15 lira olunca, kilosu halen 1 dolar olan pirinçten 10 lirayla 666 gr. alınabilir. Yani 333 gram eksik. Bu da TL’nin satın alma gücü yüzde 33 azaldı demektir.

* * *

Gelelim dünya milli servetinin 52 trilyon dolarlık kısmının küresel kriz sonucunda uçup gitmesine. Servet, üçü gerçek, biri de finansal/ görüntüsel dört birleşenden oluşur.

1. Yeraltı ve yer üstü doğal kaynaklar. Verimli topraklar, ormanlar, akarsular, göller, denizlerle, petrol ve diğer madenlerden oluşan yeraltı zenginlikleri.

2. İnsan yapması üretim araçları ve sanat eserleri. Evler, apartmanlar, fabrikalar, barajlar, yollar, limanlar, gemiler, uçaklar, makineler, maden olarak altın v.s.

3. Yetişmiş insan gücü. Yani beşeri sermaye. Doktorlar, mühendisler, ustalar, meslek sahipleri, bilim adamları sanatkárlar, işçiler, çiftçiler v.s.

4. Yukarıdaki fizik servetlerin ayna simetriği olan parasal tasarruflar, tasarruf aracı olarak altın ve menkul değerler. Yani reel servetin görüntüsü.

Şimdi soruyorum: Yukarıda ilk üç maddede anlatılan fiziki servet türlerinden hangisi krizde kısmen "yok" olmuştur? Denizler mi kurudu, petrol mü bitti, ormanlar mı yandı, barajlar mı patladı, elektrik santralleri mi havaya uçtu, fabrikalar mı bombalandı, oteller mi çöktü, yoksa yetişmiş insan gücü bilgi ve becerini kaybedip aptallaştı mı? Eğer cevabınız hayırsa, 4. maddede görünen kayıplar da gerçek değildir. Servet kayıpları mikro düzeyde reel, makro düzeyde görüntüdür. Bakınız: Varlık fiyatları nasıl balon yaptı.

Son Söz: Şişen balona, büyüdü diyen, inen balona küçüldü der.
Yazının Devamını Oku

Çanta deliği

18 Nisan 2009
BÜTÇE, Fransızca "çanta" kelimesinden gelir. Maliye bakanları hükümetin yeni yılda yapacağı harcama ve vergilemeyle ilgili evrakı bir çantaya koyar meclise gelirmiş. Milletvekilleri anlarmış ki, o celsede bütçe tartışılacaktır.

***

Otuz yıl öncesine kadar gazetelerdeki iktisat yazılarının çoğu bütçe üzerineydi. Zaten devletçi bir ekonomide iktisat demek, devletin mali durumu demektir. 1980’den sonra uygulanmaya başlanan serbest piyasa sistemiyle birlikte, bütçeden başka konular da iktisat yorumcuların ilgi alanına girdi. Yine de kamu maliyesini irdelemek önemlidir.

***

Bütçe, ilk bakışta bir rakamlar dizisidir. Aslında bütçe, bir eylem planıdır. Rakamlara takılıp kalmamak gerekir. Bütçe tuttu-tutmadı veya ben bildim-sen bilemedin muhabbeti, bütçe tartışmalarına "futbolist" bir yaklaşımdır. Bütçeyi irdelemek hükümetin zihnini okumaktır. Çünkü bütçe gerçekleşmeleri sadece dış ve iç dinamiklere değil, ülkeyi yönetenlerin siyasi ve iktisadi tercihlerine göre şekillenir.

***

AKP iktidarının görüntüde en başarılı olduğu alan bütçeydi. Bunun göstergesi de kamu borçlarının milli gelire oranının düşmesidir. Türk ekonomisinin tamamına bakınca, bu başarının aslında bir ödünleşme olduğu anlaşılır. Yani "kamu borçları inerken, özel sektör borçları artmış" ve "iç borç düşerken dış borç yükselmiştir". 20022008 arasında izlenen maliye politikasına, İngilizcede "Pro-cyclical Fiscal Policy" deniyor. Tercümesi "Konjonktürsel Maliye Politikası"dır. Anlamı "kıçı rüzgára dönük tekne hızlı gider" demektir. Buna yelkencilikte pupa yelken gitmek denir. Malum pupa, popo yani kıç demektir. Denizcilikte tabir böyledir. Ayıp değildir.

***

Allah sağlık ve uzun ömür versin neşeli Maliye Bakanımız, kırk yılda bir denk bütçe yakaladık, bunu elden kaçıracak bir şey yapmayız derken, bir de baktı ki bütçe 3 ayda 19 milyar açık vermiş. Kaba bir hesapla bu, yıllık 80 milyar lira açık demektir. Demek ki, rüzgár dönünce ipin ucu sıkı tutulamıyor.

***

Sanki üç yıl sonra AB’ye girilecekmiş gibi, hafta başında üç yıllık "Katılım Öncesi Ekonomik Program" açıklandı. Burada bütçe açığı bu yıl 50 milyarın altında kalır deniyor. Resmi iktisatçılarımız, bütçe açığının ve kamu borç stokunun milli gelire oranı üzerinde çok durur. Aslında bunlardan daha önemli olan gösterge "kamunun ödediği reel faizin, milli gelire oranıdır". Son dönemde devletinin ödediği reel faizin milli gelire oranı, ciddi ülkelere göre yaklaşık 10 kat fazladır. Hükümetin yerinde olsam kafayı, konjonktürsel olarak artan bütçe açığını değil, ödenecek reel faizi düşürmeye takarım.

Son Söz: Rüzgárla gelen, rüzgárla gider.
Yazının Devamını Oku

Salih Hoca’yı uğurlarken

17 Nisan 2009
PROFESÖR Salih Neftçi ile aralıklı ama uzun süren bir dostluğumuz oldu. Ayrıca kızım Ceylan’ın Cenevre Üniversitesi’ne gerek girişinde gerekse tez danışmanlığı yaparak mezun olmasında çok emeği geçmiştir. Salih Hoca benden 10 yıl sonra 1971’de ODTÜ’den mezun olmuştur. 90’lı yılların başında Cumhuriyet Gazetesi’nde yazıları yayınlanıyordu. Türkiye’nin "enflasyon-devalüasyon-yüksek faiz" sarmalından çıkması için radikal fikirleri vardı. Zaten eskiden keskin bir solcuymuş. Her krizi, iktisat politikasında ciddi değişim fırsatı olarak görüyordu. Emin Çeşmebaşı’nın evinde bir akşam yemeğinde karşılaştık. Hürriyet’te yazması fikrini o gece galiba ilk ben ona söyledim. Sonra bir gün onunla köşedaş olacağımı öğrendim ve çok sevindim. Yazılarını okuyarak, konferanslarını dinleyerek kendisinden çok şey öğrenmişimdir. Salih Hoca’nın zaman serileriyle ilgili literatüre geçmiş çalışmaları vardır. Kendisi son yıllarında iktisattan kopup finansa ağırlık verdi. Finansal Mühendisliğin önde gelen bir şahsiyeti oldu. Kitap yazdı; yıllarca Cenevre’de New York’ta ve Uzak Doğu’da seminerler verdi. Salih Hoca’nın hayatının önemli bir kısmı uçaklarda geçmiştir. Swissair’e çok güvenirdi. Bunların uçakları düşmez derdi. Ne zamanki onun sık, sık bindiği uçak New York’tan kalkıştan biraz sonra düştü; hocanın morali bozuldu. Zaten o tek bir uçak kazası da Swissair’in karizmasını bitirdi.

İktisat basınından bir yıldız kaydı. Yakınlarına baş sağlığı dilerim.
Yazının Devamını Oku