23 Ekim 2010
BUNDAN 27 yıl önce Türkiye’nin ekonomi gündeminde “köprüleri satmak” vardı. Bugün de aynı konu tekrar gündeme geldi. Ama artık televizyonlarda ne “köprüyü satarım!” diye meydan okuyan bir Turgut Özal, ne de karşı tezi savunmak için “sattırmam efendim, sattırmam!” diye posta koyan muhalefet lideri bir Necdet Calp var. O günden bu güne köprülerin altından çok sular geçti. Satarım-sattırmam münazarasından sonra, köprü gelirleri karşılık gösterilerek adına “Gelir Ortaklığı Senedi” denen devlet tahvilleri ihraç edilmişti. Yani bir bakıma o tartışma faydalı bir “ara çözüm” yaratılmasına vesile olmuştu. Eğer 27 yıl önce birinci köprü, gerçekten satılmış olsaydı, bugün devletin elinde özelleştirme paketine dâhil edilip milyar dolar “toplu para” getirecek bir Boğaziçi Köprüsü kalmamış olacaktı. Bu da Necdet Calp’in, AKP’ye bilmeden yaptığı bir kıyaktır.
* * *
Özelleştirme, öncelikle piyasada “adil rekabet ortamı” yaratmayı amaçlar. Adil rekabet ortamının varlığı aynı mal veya hizmeti üretecek yeni girişimcilerin o piyasaya girişlerin önünde herhangi bir engel olmamasına bağlıdır. Özelleştirilen bir kamu kuruluşunun;
a) Doğal veya teknolojik sebeplerle piyasada “tekelci” bir konumu varsa,
b) Bu halin değişmeyeceği, özelleştirme sözleşmesinin bir şartı olarak ayrıca yasal güvence altına da alınmışsa,
c) Özelleştirme süreli ise, yani kuru mülkiyet kamuda kalmışsa,
yapılan işlem, adına ne denirse densin, bir özelleştirme değildir. Olsa, olsa bu “nenemin, dedemden kalan üç aylıklarını kırdırması” gibi kamunun müstakbel gelirlerini “peşin paraya” satmasıdır.
* * *
Ancak yukarıda anlattıklarım, Boğaziçi köprülerinin ve otoyolların 25 yıllık işletme hakkı ihalesinin yanlış olduğunu ispatlamaz. Yanlışlık daha doğrusu tutarsızlık, özelleştirmenin muhtemel sonuçları eğer izlenmekte olan makro ekonomik politikalarla çelişirse vardır denebilir. Oysa ortada böyle bir tutarsızlık yoktur. AKP hükümeti “cari açık” vermeye dayalı bir ekonomi politikası izlemektedir. Cari açığı kapama hedefi olmadığına göre sorun, cari açığın nasıl finanse edileceğidir. Amaç, cari açığı kapatacak döviz girişi temin etmekse ki, odur; yapılan özelleştirme maksada uygundur. Ancak devlet, köprülerden ve otoyollardan beklediği gelirlerden vazgeçmeden de cari açığı döviz cinsinden tahvil ihraç ederek kapatabilir. Borcun faizini de vazgeçmediği gelirlerle öder. Anaparayı da aynı gelirle kısmen öder, kısmen yeni borçla çevirir. Doğrudan borçlanma, devlete, özelleştirme yoluyla kaynak yaratmaktan daha ucuza gelebilir. Bu bir hesap meselesidir.
* * *
Ulusal para birimi döviz olmayan bir devletin “dövizli” borçlarının yüksek olması, reyting açısından kötüdür. Yapılması planlanan bu özelleştirme (imtiyaz ihalesi) devletin, özel sektör üzerinden dolaylı dış borç almasıdır. Ama kâğıt üstünde öyle gözükmez. Finans kuruluşları, gerçekle değil olayın görüntüsüyle karar verir. Bu yüzden krizler de hep bu sektörden çıkar. Olayların gerçek yüzünü ve işin doğrusunu bilmek, çoğu zaman insanların işine gelmez. Hayat böyledir işte.
Son Söz: Yalan söyleyeni, dokuz köyde konuk ederler.
Yazının Devamını Oku 20 Ekim 2010
REFERANDUM, dış ve bilhassa iç siyasette derinden değişimlere kapı açtı. Bu kanaate Başbakan’ın konuşmalarını dinleyerek varıyorum. Başbakanın, özellikle Kürt meselesini ele alırken kullandığı dilde ciddi bir farklılaşma var. Bu farklı dil, önümüzdeki aylarda ve yıllarda yeni ittifaklar kurulacağını, mevcut bazı yoldaşlıkların sona ereceğinin ipuçlarını veriyor. Aşağıda okuyacaklarınız, Türkiye’nin siyasi yapısında, “uç vermeye başlayan” büyük dönüşümü, tek bir kesitten, ama en önemli kesitten anlatmaktadır.
* * *
1. Türk siyasetinde biri “Laikçi-İslamcı” diğeri “Kürtçü-Türkçü” olmak üzere iki fay hattı vardır.
2. Türkiye’nin siyaset alanı, bu iki fay hattıyla, yatay ve düşey olarak bölünürse, ortaya dört küme çıkar. Bunlar sırasıyla:
a. Laik/Kürtçü - İkinci Cumhuriyetçiler, BDP ve PKK,
b. Laik/Türkçü - CHP’nin önemli bir kısmı ve diğer ulusalcılar,
c. İslamcı/Kürtçü - AKP’nin bir kesimi, Nurcular ve Hizbullah
d. İslamcı/Türkçü - AKP’nin daha büyük diğer kesimi ve MHP
3. “a” kümesinin Türk üyelerinin baskın özelliği “Cumhuriyet” karşıtlığı hatta düşmanlığıdır. Bu özellikleri dolayısıyla hem BDP (PKK’nın siyasi kanadı) ile hem de “c” kümesindeki İslamcı Türklerle yoldaştırlar.
4. Laik/Türkçü “b” kümesinin varlığını en iyi anlatan olay “Cumhuriyet Mitingleri”dir. Bu mitinglere fiilen veya fikren katılanların hepsi, bu kümenin üyeleridir. “b” kümesi üyelerinin “d” kümesinde olmakla birlikte Türkçü damarı güçlü MHP’lilerle yoldaşlıkları vardır.
5. “c” yani İslamcı/Kürtçü kümesinin ana gövdesini, “insanın kimliğini etnik kökeni değil, mensup olduğu din belirler” ilkesine inanan AKP’liler teşkil eder. Türkçü görüntüsü de olan “Cemaat” aslında bu görüşün ideoloji merkezidir.
6. Kürtler arasında, “c” kümesine dâhil olan, ama PKK’nın baskısından korkup mezhebini belli edemeyen önemli bir nüfusun varlığı söz konusudur. “Yeni siyaset” bu kütleyi, “laik” ideolojiye bağlı PKK/BDP çizgisinden koparmak üzerine kurulacaktır.
7. “d” yani İslamcı/Türkçü kümesinin bir parçası olan, ancak İslamcı değil, Türkçü özelliğini öne çıkaran MHP, referandumda çok ciddi sarsılmıştır. MHP taraftarlarının bir kısmı “b” kümesiyle yoldaş olmayı düşünürken, daha büyük bir kısmı “d” kümesiyle ittifak içine girebilir.
8. Kısaca “Yeni siyaset”in ikinci stratejisi, MHP’nin İslamcı damarı güçlü taraftarlarını, AKP’nin yanına çekmek olacaktır.
9. Bu yeni siyasetin başarısı “büyük devletlerin” iznine tabidir. Eğer başarılı olunursa “a” kümesi ortadan kalkmayacak ama son yıllarda çok gür çıkan sesleri kısılacaktır. Bu küme üyelerinden laik damarı güçlü olanlar “b” kümesiyle, “Kürtçü” damarı güçlü olanlar “c” kümesiyle yol arkadaşlığı yapmaya başlayacaktır.
Türkiye’nin iç siyasetinde ortaya çıkmasını beklediğin bu büyük dönüşümün dış siyasetle olan ilişkisini bir başka yazıda ele alacağım.
* * *
Son Söz: Fay hatları zaman, zaman deprem yaratır.
Yazının Devamını Oku 16 Ekim 2010
NASRETTİN Hoca, ortaya konmuş büyük bir tencereden herkesin hoşaf içtiği bir yemeğe katılmış.
Yemeğe katılanlardan biri, her içişte bir de “oh öldüm!” çekiyormuş. Hoca kafasını kaldırıp adama bakmış, ne görsün? Herkesin elinde kaşık varken, adam kepçeyle hoşafa dalıyor. Bunun üzerine dönüp adama “birader, şu kepçeyi ver; biraz da biz ölelim”.
* * *
Standard & Poor’s adlı uluslararası malî tahlil şirketi, dünya ülkelerini dış borca batıklık veya benim Türkçemle “binmiş bir borca, gidiyor acaba nereye” kıstasına göre derecelendirmiş. Bu listede Türkiye 26. sıradaymış. Bir an 26. sırada olmak iyi midir, kötü müdür, diye düşündüm. Bir cevap bulamadım. Raporun özetini gazetelerde okuyunca, bu listenin hesap yönteminde bir tuhaflık olduğu kanaatine vardım. Bunun üzerine kamu borcu, iç borç, dış borç, brüt borç, net borç, borcun milli gelire oranı gibi tanımlardan kim ne kastediyor, kim ne anlıyor diye internette bir gezintiye çıktım. Neticede listenin, tam bir kafa karıştırıcı olduğunu anladım.
* * *
1. “Borca Batık/Borçla Yürüyenler” (Debt Ridden) listesinin ilk 10’u, kişi başına dünyanın en yüksek milli gelirine sahip olan ülkeleri.
Yazının Devamını Oku 13 Ekim 2010
ÇİN Başbakanı, Avrupa gezisi sırasında Türkiye’ye de uğradı. Çin’le Türkiye aniden “stratejik ortak” oldu.
Aniden sekiz anlaşma imzalandı. En önemlisi TL ile yuan kardeş (?) oldu. Bu arada aklıma geldi, biz de her önümüze gelenle stratejik ortak oluyoruz. Endişem, diğer stratejik ortaklarımızdan mesela ABD ve AB, bu “kuma getirme” işine bozulmalarıdır. Neyse!
* * *
1. Avrupa’da, Çin Başbakanına çıkışıldı. İhracatınızı yüksek tutmak için, Çin para birimi yuanın değerini kasten düşük tutuyorsunuz. Bu da küresel dengesizlikler yaratıyor; paranızın değerini arttırın ki Avrupa Birliği ülkeleri, size daha çok ihracat yapabilsin. Aramızdaki dış ticaret açığı kapansın dediler. Çin Başbakanı ise paralarının değerini arttırma baskılara boyun eğmeyeceklerini söyledi.
2. Çin Başbakanı ile Türkiye’de yapılan görüşmelerde bu konuya değinildiğine dair hiç haber duymadık. Halbuki Çin’e karşı oransal olarak en yüksek ticaret açığı veren ülkelerden biriyiz. Nitekim 2009 yılında, Çin’den 12.7 milyar dolarlık ithalat yaptık. Karşılığında Çin’e sadece 1.6 milyar dolarlık mal ihraç ettik.
Yazının Devamını Oku 9 Ekim 2010
VAR olmanın hikmeti, diğer varlıklarla etkileşim içinde olmaktır.
Var olan, ama kendinden başka hiçbir şeyle etkileşim içinde bulunmayan şey, aslında yoktur. Daha doğrusu, onunla etkileşim içinde bulunmayanlar için yoktur. Etkileşim için ise iletişim gerekir. Öyleyse; var olmak, bilmek ve bilinmektir. Eğer bir şey fizik olarak varsa, ama onun varlığından kimsenin haberi yoksa o şey ekonomik olarak yok demektir. İlk bakışta mantıksız gelebilir; ama var olmanın da bir derecesi vardır. Yani bir şey mantıken “ya vardır, ya da yoktur; bunun arasında üçüncü bir hal mevcut değildir” dense bile, hayatın kendisinde yani toplumsal ve ekonomik yaşamda mesele “ne kadar varım” sorunudur. Ne kadar varım sorgulamasının açılmış hali de “acaba benim varlığımın kaç kişi farkındadır?” sorusudur.
* * *
İnsanlar, başkalarının indinde yeterince “itibar sahibi” olamamışlarsa yaptıkları işte ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar, bunun keyfini süremezler. Bundan daha önemlisi, ekonomik başarının sürekli olabilmesi için kişisel veya kurumsal “itibar” sahibi olmak şarttır. Bu sebep-sonuç ilişkisi işadamlarınca iyice anlaşıldığından olacak, patronlar ve üst yöneticiler, git gide daha fazla itibar kazanma peşinde koşar oldular. Her gün gazete ve dergi sayfalarında veya ekranlarda itibar sahibi olmak için yırtınan “göğsü dışarı çıkık, karnı içeri çekik” insan manzaraları seyrediyoruz.
* * *
Birçok reklâm firması, eskiden şirketin cirosunu ve kârlılığını arttırmak için “marka inşa etmek” üzerine kafa yorardı. Şimdilerde ise “kurumsal iletişim” etkinlikleri hazırlayarak firmalara kamuoyunda itibar kazandırmaya odaklandı. Amerika’dan gelen haberler, önümüzdeki on yılda firmaların tanıtım harcamalarının önemli bir kısmını “ürüne itibar kazandırmak” yerine “firmaya itibar kazandırmak” için tahsis edeceğini söylüyor. Medya kuruluşları da bu yeni eğilimi sezdiklerinden olacak, daha çok ürün reklâmı almak yerine, firmaları ve patronları efsaneleştirmeye yönelik “haber kisvesi altında kişisel reklâmlar” yayımlamaya ağırlık verir oldu.
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2010
KÜRESEL dünya ekonomisini önden çekişli dört tekerlekli bir arabaya benzetebiliriz. Bu arabanın sağ ön tekerleği ABD, sol ön tekerleği AB, sağ arka tekerleği Asya (Çin, Japonya, Kore, Tayvan) sol arka tekerleği de diğer ülkelerdir. Benim bu tasnifimde Türkiye, Hindistan Rusya ve Brezilya “diğer ülkeler” kümesi içindedir. Bu arabanın yoldan çıkmadan belli bir hızda ilerlemesi için dört tekerleğin birbiriyle uyumlu bir şekilde dönmesi gerekir. Bu arabaya önden çekişli dememim sebebi ABD ve AB ekonomilerin, dünya milli gelirinin yarısından fazlasını üretmeleridir. Bir diğer önemli sebep de küresel ekonomisinin işlemesini temin eden Dolar ve Euro’nun ABD ve AB tarafından yaratılan “para birimleri” olmasıdır.
Bir süre sonra, Asya ülkeleriyle Hindistan, Brezilya ve Rusya gibi “diğer ülkeler” kümesine giren büyük ekonomilerin milli gelirlerinin toplamı, ABD ve AB’nin toplam milli gelirini geçebilir. O zaman arabamız “arkadan itişli” olur. Ama Asya ülkelerinin ulusal paraları “dünya ticaretinin değişim aracı” haline gelmedikçe, ön tekerleklerin yani ABD ile AB’nin önemi azalmaz.
* * *
Yukarıdaki benzetimden yola çıkılırsa, acaba dünya ekonomisini temsil eden bu önden çekişli dört tekerlekli arabanın, önümüzdeki yıllardaki hızı, yani dünya milli gelir büyümesi ne olacaktır? ABD ile AB ekonomileri yeterince büyüyemezse Çin’in ve diğer ülkelerin ittirmesi dünya arabasının hızını arttırmaya yetecek midir? Cevabım hayırdır. Çünkü ABD ve AB krizden kazasız belasız çıkmak için yavaşlayacaktır. Onların durgunluğu arka tekerlekler sirayet edecektir. Hareket kadar, durgunluk da bulaşıcıdır.
* * *
Eskiden parası döviz olan gelişmiş ülkeler, kendilerinin hızına ayak uyduramayan az gelişmiş ülkelere kredi açarak onları da peşlerinden sürüklerdi. Bu sayede Türkiye benzeri ülkelerde para girişleriyle “hızlı kalkınma” dönemleri yaşanırdı. Son dönemde ise, Çin ve Japonya ABD tahvilleri alarak, yani ABD’ye kredi açarak Amerikan ekonomisini canlı tuttu. ABD’nin artık el parasıyla “iç tüketime ve bina inşaatına” dayalı büyüme politikasından vazgeçtiğini sanıyorum. Çünkü bu model, onlara bir krize patladı. Lütfen hatırlayın: ABD krizi, ipotekli ev kredilerinden çıktı.
* * *
Dünya ekonomisinin 2009’da yaşadığı büzülmeden sonra 2010’da sergilediği genişlemeye rağmen önümüzdeki dönemde yavaşlayacağı kanaatindeyim. Bu beklentim isabetliyse, dünyayla bütünleşmiş Türkiye ekonomisinin de bir hızlı büyüme dönemine girmesini beklememek gerekir. Bu saptamam, yatırım planları yapan iş adamları için bir ikaz mahiyetindedir. Doğal olarak, yavaş büyüyen bir dünya ekonomisinde de hızlı balıklar olacaktır. Ancak gazetelerinde her Allahın günü çarşaf, çarşaf satılık emlak reklâmları çıkan ve tüm zekâsını ve enerjisini sadece inşaata tahsis etmiş iş adamlarıyla, ülkemizin dünyada hızlı balık olma ihtimali yoktur. Pek tabii, tüm ters rüzgârlara rağmen “mühendisliği ticarileştirebilen” yenilikçi Türk sanayi firmaları ortaya çıkabilir. Geliştirdikleri ürünlerle dünya piyasalarının tozunu atabilirler. Ama onların işi, cidden zor olacaktır.
Son Söz: İşadamı dediğin, akıntıya karşı kürek çekmez.
Yazının Devamını Oku 2 Ekim 2010
BU yazıya, ekonomi ve iktisat kelimelerini ve bunların türevlerini ne zaman kullandığımı açıklayarak başlayacağım. Çünkü bakıyorum bazen iktisat bazen ekonomi diyorum. “Acaba zihnimde bu kelimelere yüklediğim ayrı anlamlar mı” var diye düşündüm. Gördüm ki; ekonomi kelimesini, ülkelerin iktisadi durumlarını anlatmak gerektiğinde kullanıyorum. Ustalarımız eskiden bunun yerine “iktisadiyat” diye bir kelime kullanılırdı. Galiba benim ekonomi kelimem bu anlama geliyor. Bunun dışında çoğunlukla iktisat, iktisatçı veya iktisat bilimi gibi sözcükler veya deyimler kullanıyorum.
¡ ¡ ¡
İktisatçılar, ekonomiyi yönetme başarının iki temel ölçütü var der. Biri “büyüme” yani milli gelir artışı, diğeri de “istihdam” artışı veya işsizliğin azalmasıdır. Bunlar uzun vadeli hedefleridir. Bu hedefleri destekleyen, fiyat istikrarı yani düşük enflasyon, tasarrufların milli gelire oranı, kamu finansman dengesi, cari işlemler dengesi, milli gelir dağılımında adalet gibi diğer ölçütler de vardır. Başarının tek bir göstergesi olsun dense, herhalde “büyüme hızı” seçilir. İşte tam bu noktada durup düşünmek gerekmektedir. Özellikle zengin ülkelerin, ekonomi yönetiminde hâlâ “büyüme”ye odaklanması yanlıştır. Bu yanlış odaklanmasın bir sebebi de “işsizliği azaltmanın yolu olarak” büyümenin görülmesidir. Bu da tam bir tuzaktır. Çünkü emek verimliliği artışına dayanan büyümenin bizatihi kendisi işsizliğin çaresi değil, sebebidir. Emek verimliliği arttıkça, emekçiler hem günde daha az saat, hem de yılda daha az gün çalışabilir hale geliyor. Üstelik verimlilik artışı firma kârlarını da yükseltiyor. Bu sayede, ücret düşürmeden çalışma süreleri azaltılabiliyor, istihdam da daralmıyor diye karşı bir tez ileri sürülebilir. O zaman benim vereceğim cevap şudur: Öyleyse, işsizliği azaltmak için büyümeyi hızlandırmaya gerek yoktur. Emekçilerin çalışma süreleri azaltılır aynı miktar işi daha çok sayıda insan yaparsa, istihdam da artar. Bu arada milli gelir, devlet tarafından yeniden dağılıma tabi tutulursa, çalışma saatleri düştü diye ücret düşürme gereği ortadan kalkar,
¡ ¡ ¡
Milli gelir ile enerji tüketimi arasında doğru orantılı bir ilişki vardır. Kısaca, kişi başına milli arttıkça, enerji tüketimi de artmaktadır. ABD’nin nüfusu yaklaşık 310 milyondur. Dünya nüfusu da 6.8 milyar kişidir. Yani ABD’de dünya nüfusunun yüzde 4.5’i yaşamaktadır. Buna mukabil dünyanın birincil enerji (kömür, petrol, doğal gaz v.s.) üretiminin yüzde 20.4’ünü ABD halkı kullanmaktadır. Yani her Amerikalı, dünya kişi başına ortalamasının 4.5 katı kadar enerji ham maddesi tüketmektedir. Amerikalılar veya diğer zengin ülkelerin vatandaşlarının milli geliri arttıkça, kişi başına enerji tüketimi fakir ülkelerin zenginleşmesi için gerekli enerji ihtiyacından misliyle daha fazla (6 belki 7 katı) artmaktadır. Bu da enerji ham maddesi fiyatlarını arttırmakta, fakirlerin zenginleşmesini zorlaştırmaktadır.
¡ ¡ ¡
Dünya Ekonomik Düzeni, zengin ülkelerin büyümesinin durmasına ve fakirlerin önünün açılmasına odaklanmalıdır. Bu arada az gelişmiş ülke iktisatçılarının, ABD ve AB’de büyüme hızlanmadı diye üzülmeleri gaflettir.
Son Söz: Bindiği dalı kesen, hangi dalda oturduğunun farkında olmayandır.
Yazının Devamını Oku 29 Eylül 2010
REFERANDUM öncesinde bardaktan boşanırcasına yağan hükümet yanlısı propagandadan gözümü açamaz hale gelmiş ve çok bunalmıştım. Şu referandumdan hayırlısıyla bir “evet” çıksa, sonuç benim tercihimi yansıtmasa bile, hiç olmazsa Başbakan biraz sakinleşir, biz de az da olsa başımızı dinleriz diye kendi kendimi teselli ediyordum. Meğer sağanağın arkası tayfunmuş. Referandum bitti, beyin yıkama misliyle şiddetlendi. Amerika’da yapılan, ama Amerikan medyasında fasulye kadar yer alamayan propaganda konuşmaları, Türkiye medyasında birinci sayfadan çarşaf, çarşaf toplumun gözüne ve kulağına kurşun gibi akıtılmaya başlandı. İnsanın aklına “Acaba topluma, ciddi bir ameliyat öncesi narkoz mu veriliyor?” sorusu geliyor. Hayırlısı bunu da göreceğiz.
* * *
Referandum öncesinde “Evet oyları yüzde 70’den düşük çıkarsa, bunu ‘hayır’a yormak lazım” demiştim. Esasen milletin vekillerinin toplandığı meclislerde anayasa değişiklikleri salt çoğunlumla değil, nitelikli çoğunlukla kabul edilir. Referandum genişletilmiş “mecliste” milletin kendisinin oy kullanmasıdır; öyleyse iki bölü üç çoğunluk gereklidir diye düşünmüştüm. Ayrıca evet oylarının her halükârda hayırlardan fazla çıkacağını tahmin ediyordum. Bunu hem bir iktisadi durum değerlemesi yaparak hem de referandum denilen demokratik süreçlerde genellikle “evet” çıktığını bilerek söylemiştim. İnsanlar son tahlilde, hallerinden pek memnun olmasalar bile, daha kötü bir duruma düşmekten korktukları için, kalben desteklemedikleri birçok şeye evet der. Referandumdan hayır çıksa ne olacaktı? Şüphe yok ki, “AKP hükümeti halkın güvenini kaybetmiş” görüntüsü ortaya çıkacağı için, sıcak paracı ecnebi bankerler, tedirgin olacaktı. Kuvvetle muhtemel, borsa endeksi düşecek, döviz ve faiz bir miktar yukarı çıkacaktı. Özellikle emlak piyasası bundan kötü etkilenecekti. “İç tüketimle büyüyen ve arsa rantlarıyla sermaye birikimi (emek sömürüsü) yaratan Türk ekonomisinin lokomotifi inşaat sektörüdür.” Böyle bir trenin yolcuları elbette “evet’e” yatkın olur.
* * *
Referandum sonrasında, sanki sandıktan yüzde 92 evet çıkmış gibi galibiyet naraları atanlar (ve onların zübükleri) yüzde 42 “hayır” oyunun aslında böylesi bir anayasa referandumunda çok fazla olduğunu kısa zamanda idrak ettiler. Üstelik bu yüzde 42 “hayır”ın veya sadece bölgesel olarak değil, değerler sisteminde de “Batı’ya en yakın” kesimlerden geldiğini gördüler. Başbakan basın mensuplarına “Batılılara (Türkiye’yi sevdirmek, biz de Avrupalıyız, sizin gibiyiz, bizi dışlamayın tezini anlatmak için E.C.) yanında albüm götürdüğünü söylemiş”. Ama bu albümdeki resimlerin neler olduğunu söylememiş veya söylemiş ama gazeteciler, nasıl olsa anlamışlardır diye okura bunu nakletmeye gerek görmemişler. Ben eminim, başbakanın albümünde yer alan resimlerin önemli bir kısmında “hayır” diyenlerin çoğunlukta olduğu yerlerin ve insanların resimleri vardı.
Son Söz: Manzara ortadayken, fotoğrafa itibar edilmez.
Yazının Devamını Oku