25 Eylül 2010
TÜRKİYE’nin rekabet gücünü arttırarak, ekonomisini sürdürülebilir büyüme yörüngesine oturtması için üç şey eş zamanlı olarak yapılabilir:
1. Döviz fiyatlarının yükseltilir.
2. İşçi ücretleri düşürülebilir.
3. Yenilikçilik ve verimlilik arttırılabilir.
Döviz fiyatlarını, arttıramıyoruz. Çünkü enflasyondan çok korkuyoruz. Döviz fiyatlarının artması, enflasyonu tetikler endişesindeyiz. Dolayısıyla niyetimiz yok. Niçin arttıramadığımız için de bir sürü mazeret uydurup duruyoruz. Bu tutum bir devalüasyon krizi çıkıncaya (inşallah olmaz) kadar böyle sürecek.
* * *
İşçi ücretlerini düşüremiyoruz. Ne devlet aldığı vergilerden, ne de işçiler aldıkları ücretten geri gitmek istemiyor. Rantlarla zenginleşen bir ülkede, hesapsız para harcayanlar yaylalarda, laylalarda, bodrumlarda, teraslarda “Dolçe Vita” misali tatlı hayat yaşar ve ünlü gazetecilerimiz her Allahın günü bunları ballandıra, ballandıra köşelerinde anlatırken; işçilere, sizin ücretiniz yüksek demeye kimsenin dili varmıyor.
* * *
Yazının Devamını Oku 22 Eylül 2010
GAZETELERİN yazdığına göre, ihracatçılarla görüştükten sonra bir açıklama yapan Başbakan Erdoğan, döviz fiyatının yükselmesi için, şu sıralar 77 milyar dolar düzeyinde bulunan Merkez Bankası döviz rezervlerinin 100 milyar dolara çıkartılmasını istemiş.
Bunun üzerine Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz da “yıl onuna kadar rezervler 100 belki 120 milyar dolara çıkabilir, ancak kur istenilen seviyeye gelmeyebilir” demiş.
* * *
İzin verirseniz ben görüşümü söyleyeyim: Merkez Bankası’nın döviz rezervleri 120 milyar dolara çıkarsa, bırakın döviz fiyatlarının istenilen düzeye çıkmasını, tam aksine döviz fiyatları düşer. Şimdi haklı olarak şu soruyu soracaksınız. Nasıl oluyor da ortaya taban tabana zıt iki görüş çıkıyor?
* * *
Yazının Devamını Oku 18 Eylül 2010
GEÇEN yıl küresel krizin de etkisiyle milli gelirimiz ilk 6 ayda yüzde 12 azalmıştı. Bu yıl ise geçen yıla göre % 11 arttı. Yani aşağı yukarı 2008 düzeyine geri geldi. Türk ekonomisi çocuk gibidir. Gece 39 ateşle yatağa düşer, ertesi gün kapı önünde top oynar. Gelişmiş ekonomilerde ne bizdeki kadar hızlı küçülme ne de bu kadar hızlı toparlanma pek görülmez. Bu yüzden Türkiye’ye benzer ülkelerin ekonomilerinde “yo-yo” hareketi vardır denir. Netice itibariyle ekonomimiz büyümüş, işsizlik azalmıştır. Bunlar güzel haberlerdir. İyiye, iyi diyemeyenin; kötüye, kötü deme hakkı olmaz.
* * *
Ekonomimiz küçülürken başımızın belası cari açık da küçülmüştü. Bu yıl tam tersi oldu. Yani hem milli gelir arttı, hem de cari açık büyüdü. Bu olgunun hemen göze çarpmayan çok ilginç bir sonucu vardır. Bu yazıda size onu anlatmak istiyorum. Şöyle bir örnekle işe koyulayım. Diyelim bir ailenin babası ayda 3000 lira maaş alıyor. Eğer hiç tasarruf etmez, hiç hazırdan yemez ve hiç borç almazsa (kredi kartında taksitlendirme yapmak borç almaktır, bunu dahi yapmazsa) bu ailenin aylık harcaması 3000 lira olur. Yani ne kadar gelir, o kadar harcama. Eğer bu aile o ay 300 lira tüketici kredisi alır ve bunu harcarsa, aylık geliri 3000 lira olmasına rağmen aylık harcamaları 3300 lira olur. Kısaca daha müreffeh bir ay geçirmiş olurlar.
* * *
Ertesi ay, yine ailenin geliri değişmese yani 3000 lira kalsa, ama aldıkları tüketici kredisinin yarısını geri ödeseler, aylık harcamaları 2850 liraya düşer. Bir önceki ay 3300 lira harcamış olan bu aile, bu ay 450 lira daha az harcama yapacağı için refah seviyesi geriler. Aslında ailenin geliri hiç değişmemiş, 3000 lira olarak kalmıştır. Hatta şöyle bir misal verelim. Baba bu ay maaşına 100 lira maaş zam almış olsa, ailenin geliri artmış olur. Ama 150 lira taksit borcu ödedikleri için harcamaları, 2950 lira olur. Bir ay öncesinin 3300 liralık harcamasına göre 350 lira yani % 10’dan daha fazla tüketimlerini kısmak mecburiyetinde kalmış olurlar. Gelir artmış, ama refah düşmüştür. Çelişik ama doğru bir ifade.
* * *
Milli gelir ve refah da aynen böyledir. Türkiye’nin milli geliri 2009’un ilk yarısında, % 12 düşmüştü. Ama aynı sürede cari açığı da kabaca 20 milyar dolar (6 aylık milli gelirin yaklaşık yüzde 7’si) kadar azalmıştı. Yani 2008’e göre daha az el parası yer olmuştu. İkisinin toplamı harcama azalmasını verir. Kabaca Türk milletinin refah seviyesi 2009’un ilk yarısında 2008’e kıyasla % 19 düşmüştü. Halkın morali çok bozuktu.
* * *
Gelelim 2010 yılına. Bu yılın ilk yarısında milli gelirimiz % 11 arttı. Buna ilaveten cari açığımız da 13 milyar dolar yani yarıyıllık milli gelirin kabaca % 4’ü kadar arttı. İkisini toplarsak harcamalardaki toplam artış %15’i geçmektedir. Diğer bir değişle Türk milletinin refahı bu yılın ilk altı ayında geçen yıla göre % 15 artmıştır. Nüfus artışını düşsek bile bu yıl herkesin cebi para görmüştür. Halkın morali yüksektir.
Son Söz: Herkes susmuşsa, para konuşmuştur.
Yazının Devamını Oku 15 Eylül 2010
BAŞBAKAN’ın “Mali Kural”ı niçin yasalaştırmadığını şimdi daha iyi anladık. Herhalde kendi kendine “Bu Mali Kural ne menem bir şeydir*” diye düşünmüş.
Sonunda bunun, IMF’nin borç para verirken ülkelere dayattığı “istikrar paketi”nin bir türlüsü olduğuna kanaat getirmiş. Sonra da durum muhakemesini daha ileri taşımış ve şöyle bir hükme varmış olabilir: “Yahu ben bunun IMF malı olanına, krizin en kötü döneminde ‘hayır’ dedim. Bankacıların ve iş adamlarının döviz biter diye titrediği günlerde bu kararı aldım. Üstelik o paketin içinde 30 belki 40 milyar dolar para da vardı. Önce işi savsakladım, sonra da hepten rafa kaldırdım. Gelişen olaylar gösterdi ki; çok da iyi etmişim. Nitekim ekonomimiz hızla toparlandı. Krizle birlikte tırmanan işsizlik oranı düştü. Tüm bunlardan sonra şimdi işler yoluna girmişken, ülkemize oluk, oluk döviz akarken, niçin yerli malı bir istikrar paketine evet diyeyim. ‘Hayır’da, hayır var. Durmak yok, yola devam.”
* * *
Türkiye’nin benimsediği ve ısrarla uyguladığı iktisadi politika “Türk Parasınının Değerini Korumaktır”. Aslında bir ülkenin parasının değerli olması iyidir. Ancak ulusal paranın değerli olmasının gerisindeki gerekçe, o ülkenin “cari işlem fazlası” veren bir ekonomiye sahip olmasıdır. Yanlış olan, paranın değerini korumak değil, bu politikayı cari açık verirken sürdürmeye çalışmaktır. Bu bir çelişkidir. Bu çelişki ister istemez, ülkeyi istikrarsız kategorisine sokmakta ve “uluslararası itibar derecesi”ni düşürmektedir. Bunun sonucunda o ülkenin Hazinesi veya özel sektörü (ki bu tanıma bankaları ve sanayi firmaları girer) yurt dışından pahalı borçlanmaktadır. Pahalı borçlanma, yurt içinden yurt dışına gereksiz gelir transferi demektir. Bunun da ceremesini, dolaylı veya dolaysız vergilerle ve nispeten yüksek mal ve hizmet fiyatlarıyla halk çeker.
* * *
Yazının Devamını Oku 11 Eylül 2010
CERH; kesme, yaralama demektir. “Alet-i ceriha” da bu fiilleri yapmaya yarayan aygıtlar anlamına gelir. Sustalı çakı, bıçak, kama, şiş, kılıç, döner bıçağı (özellikle futbol maçlarına giderken taşınır) kunduracı falçatası, maket bıçağı, jilet ve buna benzer adam yaralamaya yarayan aletlerin tümü bu tanımın kapsamına girer. Alet-i ceriha, gazetelerin polisiye haberlerinde son zamanlara kadar sıkça kullanılırdı. Bitirim kahvelerinde arama tarama yapan polisler, sadece tabanca benzeri ateşli silahları değil, alet-i cerihayı da toplardı. Çünkü üstünde bu aletten bulunduranın kötü niyetli olduğu ve ilk fırsatta birilerine bedenen zarar vereceği düşünülürdü.
Cerrahi alet; cerrahların yani operatör doktorların hastalarını ameliyat ederken kullandıkları aletler demektir. Bu aletlerin başında da “neşter” gelir. Neşterin İngilizcesi “knife”tır. Yani “bıçak”. Bıçak veya neşter hem cerrahi alettir hem de alet-i cerihadır. Zaten cerrahi alet, alet-i ceriha deyiminin Türkçe tamlama haline getirilmiş halidir. Kısaca, alet-i ceriha ile cerrahi alet aynıdır. Aradaki fark bunların kim tarafından ne maksatla kullanılacağıdır.
* * *
Siyasi ve iktisadi hayatı düzenlemek için de aletler kullanılır. Bu aletlerin başında da yasalar gelir. Yasaların en tepesinde de anayasa vardır. Yarın ülkemizde bir anayasa referandumu var. Halkın yüzde 91 evet oyuyla kabul edilen 1982 Anayasa’nın birçok maddesi geçen 30 yıl içinde değiştirilmiş ancak en önemli özelliği olan yargının kuyruğunu hükümet karşısında dik tutmasına yarayan kurallar değişmemişti. Oylanacak değişikliğinin amacı işte bunu değiştirmektir. Kısaca “yargıyı hükümete bağlamaktır”. Parlamenter demokrasilerde anayasa değişikliklerinin halkoylamasına sunulmadan yapılabilmesi gerekir. Eğer düşünülen anayasa değişikliği o ülkenin millet meclisinden yeterli oy alamamışsa, toplumda ciddi bir fikir ayrılığı var demektir. Bir ülkede anayasasının “ruhunun” ne olması konusundaki ihtilafa, çözüm ancak referandumla bulunuyorsa, bunun anlamı o ülkede bir “devrim” yaşandığıdır. Devrim niteliğinde bir değişikliğin toplumda bölünme yaratması ise sebep değil, sonuçtur.
* * *
Yeni bir anayasayı veya anayasada yapılacak bir değişiklik demetini evet veya hayır diyerek kabul veya ret edecek yurttaş kararını nasıl verir? Yani adına anayasa denilen alette yapılması önerilen değişikliğe mi bakar, yoksa bu değiştirilmiş aleti, kimin ne maksatla kullanacağına mı? Çok açıktır ki, kararını sadece aleti tetkik ederek değil, daha çok onu tutacak eli değerlendirerek yapar. Bu bakımdan yurttaş çoğunluğu kararını, daha işin başında vermiştir. Yapılan propagandalar onların kararını değiştirmez. Propaganda da önemli olan kararsız vatandaşı etkilemektir. Çünkü bu gibi bölünmüşlük hallerinde sonucu, kararsızların kararı belirler.
* * *
Çok önemli bir soru sormak istiyorum: Türkiye’nin bu anayasa değişikliği Avrupa Birliği Parlamentosunda oylansaydı sonuç ne olurdu? Benim cevabım kahir ekseriyetle “evet” çıkardı. Şimdi de ikinci soru: Avrupalı milletler iç tehlike olarak Müslümanlığın ülkelerinde yayılmasını görürken, niçin Türkiye’de laikliğin güçlenmesini tehlikeli buluyorlar?
Son Söz: Sivrisinek, sıtma olmaz.
Yazının Devamını Oku 8 Eylül 2010
İSTANBUL Menkul Kıymetler Borsası’nda fiyatlar aldı başını gidiyor. “Tüm zamanların rekoru kırıldı” deniyor. Bunun doğru olmadığı kanısındayım. Ama yine de endeksin tehlikeli seviyelere kadar yükseldiği kesin. Türkiye’de 1930’larda Türk parasının değerini koruma politikası benimsenmişti. Bu serüven 7 Eylül 1946’da doların fiyatını 1.28 den 2.80’e liraya çıkartan devalüasyonla sonuçlandı. O tarihten 2002’ye kadar ülkemizde uzun yıllar bir “enflasyon/devalüasyon” sarmalı hüküm sürmüştür. Bu yüzden Türk Lirası ile ifade edilen farklı yıllara ait mali büyüklükler anlamsızlaşmıştır. Parasal sayılar kıyaslanabilsin diye bunları dolara çevirip ifade etmek gibi bir yöntem kullanılmıştır. Nitekim 1986’da ikinci hayatına başlayan İMKB’nin endeksinin güncel büyüklüklerini, geçmişle kıyaslanmak gerektiğinde, endeks dolarla veya sente dönüştürülerek söylenirdi. Son 30 yıl içinde çok güvenilen Amerikan Doları da Alman Markı (şimdiki 50 Euro Cent) karşısında bir hayli dalgalandı. En önemlisi TL, 2002’den sonra istikrarlı bir şekilde değerlendi. Bütün bunlar, en başta milli gelir rakamları olmak üzere iktisadi göstergelerde çok ciddi ölçme ve kıyas sorunları yarattı.
¡ ¡ ¡
Merkez Bankası’nın 2002’den sonra uyguladığı “örtülü kur çapası” politikası sayesinde enflasyon/devalüasyon sarmalı durdu. Pek tabii bu politikanın uygulanmasını mümkün kılan esas unsur, iç değil dış dinamiklerdir. Bunların başında, ABD’nin birikimli olarak 8 trilyon dolara varan cari açık vermesi yani dolar arzı yaratması ile Çin’in ısrarla Yuan’ın değerini düşük tutarak dünya pazarlarını ucuz mala boğması gelir. Sarmal durunca 2005 yılbaşında TL’den 6 sıfır atıldı. Bu sıfır atma sürecinde hisse senetleri fiyatlarında da lot/tane düzeltmesi yapıldı. Borsa endeksi yenilendi. Yine de Borsa’daki gelişmeleri değerlendirmek ve rekor kırılıp kırılmadığını saptamak için, endeksi dolarla ifade etmek halen en iyi yöntemdir diye düşünüyorum. Turkish Bank’ın iktisatçısı Tuğrul Belli’nin hesapladığı en yüksek değer 1 Kasım 2007’e aittir. O tarihte endeks 5 dolardır. Hâlbuki endeks bugün 4 dolar seviyesindedir. Bu 4 dolar hesabını şöyle yapıyorum. Halen 60 bin olan endeks sayısından dört sıfır atıyor ve kalanı doların TL’ye dönüşüm oranı olan 1.5’a bölüyorum. Geldik günün can alıcı sorusuna: Endeks önümüzdeki günlerde 5 dolara çıkacak ve hatta onu da aşacak mı? Yani endeks 75000 veya daha üstü bir sayı olur mu? Eğer geçmişte böylesi yükselmeler olmuşsa, bugün de olabilir denebilir.
¡ ¡ ¡
Borsa endeksinin bu kadar yükselmiş olmasının sebebi, faizlerin Türkiye’de ve dünyada çok düşük seviyede olmasıdır. Genel olarak doğru olan bir kural vardır. “Faiz aşağı, borsa yuları” veya “faiz yukarı, borsa aşağı”. Borsanın ne zaman inişe geçeceği, bu kural doğruysa, faizlerin ne zaman çıkışa geçeceğine bağlıdır. Bu yüzden çoğu yabancı olan İMKB oyuncularının (yanlış olarak ama kasten bunlara yatırımcı deniyor) gözü ve kulağı faizlerdedir. Geçici dalgalanmalar hariç, dünya borsalarında çıkış eğilimi sürecektir. Ancak günün sonunda İMKB’yi bir düşüşün beklediği kesindir. Çünkü bugünkü düzey tarihi ortalamanın bir hayli üstündedir.
Son Söz: Ham meyve koparma, olgunu da dalda bırakma; yoksa kuşlar yer.
Yazının Devamını Oku 4 Eylül 2010
EKONOMİ, yatırımla büyür. Enerji ile çalışır. Verimliliği ise iki at çeker. Bu atlardan biri “ulaşım” diğeri “iletişim”dir. Teknolojik gelişmeler sayesinde tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de hem ulaşımda hem de iletişimde adeta bir patlama yaşandı. Bana sorsanız, ülkemizde adam başına değil, kulak başına bir cep telefonu düşüyor derim. İnternetin sağladığı imkân ve kabiliyetler ise hemen herkese, hem yarar hem de mutluluk sağlıyor. İnternet, ekonominin tümünde ama özellikle hizmet sektöründe devrim yarattı. Buna devlet hizmetleri de dâhildir. Ulaşımda ise en büyük gelişme havada oldu. Yeni hava limanları ve modern terminaller inşa edildi. Çok sayıda uçak hizmete kondu. Uçak mazotunun litresi 1.43 TL otobüs mazotunun litresi 3,03 TL olunca, uzun mesafede otobüs, uçakla rekabet edemez hale geldi. Uçağa binmek de “orta sınıf”ın tüketim kalıbı içine girdi.
* * *
Buraya kadar çok güzel şeylerden söz ettik. Hani “denizi geçip, derede boğulmak” diye bir tabir vardır. Bizim trafik işlerimiz bu deyime tam uyuyor. Bunlardan biri de havalimanlarına karadan ulaşım sorunudur. Dikkatinizi çekmiştir. Havalimanları yaklaşım yolların sağ şeritleri yolcu bekleyen arabaların bekleme yeri oldu. Araçlar “durulmaz” levhalarının tam altında park ediyor. Şoförlerle itişmekten yılmış trafik polisleri, nadiren park cezası uyguluyor. Çoğu kez, bu ihlâlleri görmezden geliyor. Polisler, muhtemelen “adamlar haklı, yarım saat için neden o kadar otopark ücreti ödesin; ayrıca otoparka girmek çıkmak da bir dert; benim de karşılayacak yolcum olsa, ben de yol kenarında bekleme yapardım” diye düşünüyordur.
İşte size tipik bir “sub-optimization” vakası. Türkçesi “küçük hesap”. Yani birey, kurallara uymak yerine, kendisi için en iktisadi çözümü seçiyor. Ne var ki; birey için iktisadi olan bu çözüm, bireylerin toplamından oluşan, ama ondan ibaret olmayan “toplum” için gayri iktisadi oluyor. Bu gayri iktisadilikten bireyler tüm cingözlüklerine rağmen nette zararlı çıkıyor. Terminallerin önü de kargaşa meydanı olmaktan kurtulamıyor. Çözüm:
1. Havaalanı kapalı ve açık otoparkları garaj değildir. Buralarda yatılmaz.
2. Havaalanı otopark tarifesi, az kalana ucuz, çok kalana çok pahalı hale getirilmelidir. Cari tarifeler bunun tersi mantıkla saptanmıştır. Kısa kalışlar caydırılmakta, uzun kalışlar teşvik edilmektedir.
3. Bir örnek vereyim. Bugünkü tarifeye göre 1 saat kalış 7.5 liradır. Bu bedel 2.5 lira olmalıdır. Buna karşılık, 24 saate kadar fiyat 24 liradır. Saati 1 liraya gelir. 12 saatlik tarife 18 liradan 30 liraya, 24 saat de 60 liraya çıkarılmalıdır. 24 saat ve daha uzun süreli kalışlar için terminal binası uzağına, düşük fiyatlı açık otopark yapılabilir. Bu otoparkla terminal arasında ücretsiz ulaşım sağlanmalıdır.
4. Özel araçlar sadece otoparklar içinde yolcu indirip, yolcu almalıdır. Özel araçların terminal binası önüne girişleri yasaklanmalıdır.
5. Vale servisleri ve kredi kartına tenzilat uygulamaları kaldırılmalıdır.
6. Koyu sarıya boyanmış imtiyazlı havaalanı taksisi garabeti kaldırılmalıdır. Her sarı taksi havaalanından yolcu almalıdır.
7. Terminal önünden her istikamete, daha sık otobüs kalkmalıdır.
Son Söz: Otoparkın kârını bırak, havalimanının verimliliğine bak.
Yazının Devamını Oku 1 Eylül 2010
ŞİMDİ, sırf bu yazıyı okuduğunuz için “kısa yoldan zengin olmanın yolunu” size bedavadan öğreteceğimi sanmıyorsunuz herhalde. Kısa yoldan zengin olmanın yolunu öğrenmek isteyenler, bundan sonra çıkacak 100 yazımı okuyacaklar. Yüzüncü yazıdan sonra burada bir sınav yayınlayacağım. Siz de sınavı yanıtlayıp bana yollayacaksınız. Eğer sınavdan geçer not alırsanız, karşılığında kısa yoldan zengin olmanın yolunu size mektupla anlatacağım. Reklâmlar bitti! Kısa yoldan zengin olmak gibi komik mevzuu bir tarafa bırakalım ve bugünün ciddi yazı konusuna gelelim.
* * *
Bir süredir beni kızdıran kederli türkü ağızdan ağza dolaşıyor. Türkünün adı “ne olacak zengin ülkelerin hali”. Türkünün sözlerine göre zenginlerin ekonomik durumu kötüymüş. İçlerinde en kötü olanı da Japonya imiş. Göstergesi de Japon milli gelirinin uzun yıllardır artmamasıymış. Artmıyorsa artmasın birader. Japonya zaten zengin. Üstelik Japon parası Yen, Amerikan Doları’na ve Avrupa Euro’suna karşı durmadan değerleniyor. Bu arada Japonya sürekli cari işlem fazlası veriyorlar. Yani ülkenin rekabet gücü hiç düşmüyor. Paraları değerlendiği için başta petrol olmak üzere ithal ettikleri mallara daha az ulusal para ödüyorlar. Bu da milli geliri artmayan Japon halkının, zenginleşmesi sonucunu doğuruyor. (Cümlede bir yanlışlık yok, okumaya devam edin) Çünkü aylık kazancı artmasa bile bir Japon, her şeyi daha ucuz alınca, eskisine göre refahı yükselmiş oluyor. Ben de bundan daha iyisi can sağlığıdır diyorum. Ancak ağır sıklet iktisatçılar Japonya’nın bu durumuna üzüm, üzüm üzülüyorlar. “Buna deflasyon denir ki; bu deflasyon nam namert illet, enflasyon da kötü bir hastalıktır” diyorlar. Bununla da kalmayıp, Japonya’yı bu dertten kurtarmak için reçete yazmaya kalkıyorlar. Hâlbuki Japonya’nın durumu maşallah fıstık gibi, yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında. Yemedikleri paraları da Amerikalılara faizi karşılığında ödünç veriyorlar. Ben, esas Japonlar, şifadır diye anadili İngilizce olan ağır sıklet iktisatçıların tavsiye ettikleri hapı yutarlar diye endişeleniyorum. Çünkü o zaman gerçekten hapı yutacaklar.
* * *
İktisat gurularına göre, durumu Japonya kadar vahamet arz etmeyen ama ekonomik sağlığı tehlikede olan diğer zengin ülke Amerika. Amerikan Merkez Bankası’nın başkanlarından James Bullard “çok korkuyorum, Japonya’nın içinde düştüğü, inen fiyatlar ve azalan yatırımlar batağına Amerika da düşecektir” diye beyanat vermiş. Buyurun bir tane de buradan yakın. Japonya için dertlendiğimiz yetmiyormuş gibi, bir de Irak’ı yer ile yeksan eden her gün “dünyaya demokrasi götürmek için” Arap, Afgan demeden adam döven kahhar Amerika için üzülmemiz gerektiği söyleniyor. Amerika’ya özellikle bizim sempati duymamız gerekir. Adamlar, Kürt meselesinde ibret alalım diye Irak’ı yeniden düzenlediler. Obama da, 50 bin asker bırakıp, Irak’tan asker çekme sözünü (yersen) tuttu. Bütün bu olanlardan sonra, bir de Avrupa’nın hali de içler acısı; Euro, gerekli önlemler alınmazsa 3 yıla kalmadan yok olur muhabbeti başlamıyor mu, işte o zaman tükeniyorum.
* * *
Size, kısa yoldan zengin olmanın ipuçlarını verecektim ama yerim kalmadı.
Son Söz: Batmış zenginin halinden fakir anlamaz.
Yazının Devamını Oku