Ege Cansen

Doların, dönüp dolaşıp gideceği yer Amerika’dır

20 Kasım 2010
İKİ türlü para (birimi) vardır. Birine “yumuşak” (soft currency) diğerine “sert” (hard currency) denir. Yumuşak para biriminin diğer adı “yerel para”dır (local currency). Sert paranın bilinen adı da dövizdir. Yumuşak para, sadece bir veya birkaç ülkede geçer. Sert para yani döviz ise her ülkede geçer. Bu geçer sözcüğünü, döviz büfesinde veya bir bankada para değiştirmekle karıştırmamak gerekir. Mesela “Türk Lira”sı, Avrupa’nın her ülkesinde Euro’yla değiştirilebilir. Ama perakende alış verişte satıcılar veya taksi şoförleri TL almaz. Buna karşılık dolar veya Euro’yu Türkiye’deki satıcılar ve taksi şoförleri alır. Sertle yumuşak arasındaki fark budur.
* * *
Konu paraya gelince, sıkça sorulan bir soru vardır: Paranın karşılığı nedir? Bizim ülkemizde veya bize benzer, parası döviz olmayan ülkelerin paralarının karşılığı döviz veya altındır, denir. Parası yumuşak bir ülkenin merkez bankası, dolanımdaki yerel paranın miktarını arttırdı mı, hemen “karşılığı var mı?” diye soru sorulur. Karşılıktan kasıt genellikle dövizdir. Peki, parası döviz olan bir ülkenin, mesela ABD’nin merkez bankası olan FED, dolanımdaki para miktarını arttırınca ki, arttırıp duruyor, karşılığı var mı diye sorulur mu? Evet sorulur. 45 yıl önce Pennsylvania Üniversitesi’nde okurken iktisat hocamız bu soruyu bize sormuştu. O günkü öğrencilerin cevabı (ben hariç herkes Amerikalı idi) “doların karşılığı altındır” olmuştu.
* * *
(Çünkü o tarihte ABD Doları’nın karşılığının altın olduğu resmi bir taahhüttü. Bunun ölçüsü de bir Ons (28,25 gram) altının değeri 35 dolardır ibaresiydi. ABD devleti dünyaya “bana 35 dolar getirene, 1 ons altın satarım” sözü vermişti. Bu da doları, bir nevi “kâğıttan altın” haline getirmişti. Amerika Vietnam Savaşı yüzünden 20. Asır’da ilk defa 1970’de cari açık verdi. ABD Doları Avrupa Devletleri nezdinde güvenilirliğini kaybetti. 15 Ağustos 1971’de Başkan Nixon, ABD’nin bu sözünden caydığını ilan etti.)
Ancak iktisat hocamız 1965 yılında, daha ABD Doları’nın altınla olan bağlantısı sürerken, bizim verdiğimiz bu cevabı kabul etmedi. Hatta doların karşılığı ABD’nin milli servetidir cevabını da alaya aldı. Bir ülke parasını para yapan şeyin, o paranın o ülkede “geçer” olmasıdır, bundan başka hiçbir şart aranmaz dedi. Buna iktisatta “Fiat Money” deniyor. Yani bir devlet, değerini (yani diğer paralarla değiştirme oranını veya satın alma gücünü) hiç kimseye karşı garanti etmeden sadece “bu para, bu ülkede yasal olarak geçer” diyerek bir para ihraç edebiliyor. Pek tabii bu sözün bir kıymeti harbiyesi olması için, o ülkede satın almaya değecek mal ve mülk olması gerekir. O zaman şöyle bir soru çıkıyor. Karşılığı olmayan bizatihi kendisi karşılık olan paralar doğdukları ülkeye, oradan mal ve mülk almak için geri giderse ortaya nasıl bir sonuç çıkar? Mesela dolarlar, ABD’ye geri giderse.
1. ABD’nin enflasyonu ne olur?
2. Enflasyonu yükselirse, ABD Doları’nın değeri ne olur?
3. ABD’nin cari açığı ne olur?
4. ABD’de ve dünyada varlık fiyatları nereye gider?
5. Bundan, elinde şimdi dolar tutan yabancılar ne elde eder?
Son Söz: Şu kadar zarar veririm deme, ne kadar kâr edersin onu söyle.
Yazının Devamını Oku

Batmadım batırıldım

17 Kasım 2010
SON günlerde medyada yer alan haberlerden, kamuoyunda batmış diye bilinen iş adamlarımızın aslında batmamış olduğunu öğreniyoruz. Meğer bu “2001 Krizi Mağduru” iş adamlarımız kendilerine yapılan onca haksızlığa rağmen, aslanlar gibi çalışıp, çabalayıp borçlarını ödemişler. Şimdi tek dertleri iade-i itibar eylemek kalmış. Onlar da ne yapsın, içinde yaşadığımız “cilalı imaj” çağının imkânlarından yararlanacak kampanya başlatmışlar.
¡ ¡ ¡
2001 krizi, Türkiye’nin fetret devrinde meydana gelmiştir. Fetret, sözlük anlamında zayıflık demektir. Tarih bağlamında ise halkın başsız kalmasıdır. Osmanlı tarihinde Yıldırım Beyazıt’ın 1402’de Timur’a yenilmesinden Çelebi Sultan Mehmet’in idareyi tam olarak aldığı 1413 yılına kadar geçen döneme “Fetret Devri” denir. Bana göre Cumhuriyet’in fetret devri ise, Ecevit’in 3 Mayıs 1999’da başbakan olmasıyla başlayan ve 22 Kasım 2002’ye kadar süren üçlü koalisyon hükümeti dönemidir. Bu dönemde ekonomimiz, başı kesik bir tavuk gibi debelenip durmuştur. Üstelik bu dönem tüm dünyada 1997 Asya ve 1988 Rusya krizlerinin sarsıntılarının sürdüğü yıllardır. Bu dönemde Türkiye’de özellikle bankacılık kesiminde tam bir çılgınlık hüküm sürmüştür. İşleri zora girdiği için bankalardan kredi alamayacak kadar itibarsızlaşan patronlar, nakit açıklarını kapamak için bankacı olmuştur. Bu suretle bankalar, sanayici patronları kullansın diye mevduat toplar hale gelmiştir. Bu, bankacılıkta yapılabilecek en büyük iktisadi yozlaşmadır. Bu yozlaşma yüzünden faizler sürdürülmesi imkânsız seviyeler çıkmıştır.
¡ ¡ ¡
2001 krizinden sonra 22 banka tasfiye edildi. Ama tasarruf mevduatı sahiplerinin paraları batmadı. Çünkü devlet bu bankaları iflas ettirmedi, doğrudan veya dolaylı yolla devraldı. Bu tasfiyeyi yapan TMSF’ye (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu), Hazine ödünç para verdi. Hazine de tahvil çıkartarak halktan borç para aldı. Yani halkın parasıyla, mevduat sahibi halkın parası ödendi. Plana göre TMSF, Hazine’ye olan borcunu, bankası tasfiye edilen patronların mal ve mülklerini satarak elde edeceği paralarla ödeyecekti. Hazine de, TMSF’den alacaklarını tahsil ettikçe, ihraç ettiği tahvilleri itfa edecek yani halka olan borcunu ödeyecekti. Günün sonunda geriye bir para kalırsa bu da patronların olacaktı. Âdil bir plan değil mi?
¡ ¡ ¡
Gelelim filmin sonuna: TMSF, patronların mal ve mülklerini sattıkça, topladığı paraları götürüp Hazine’ye yatırdı. Ama aldığı borcu ödeyemedi. Hazine’nin alacakları listesine son baktığımda TMSF, Hazine’ye 90 milyar TL’den daha fazla borçluydu. Galiba sonunda bu borç silindi veya silinecek. Ancak işin garip tarafı, bankası tasfiye edilen borçlu patronlar da bu arada tüm borçlarını ödemiş durumdalar. Hatta malların satışından arta kalacak milyonlarca doları bölüşme pazarlıkları içindedeler. Şimdi diyeceksiniz ki; bu nasıl iştir? Mademki TMSF, Hazine’ye halen 90 milyar dolardan fazla borçludur, nasıl oluyor da geriye patronların bölüşeceği para kalıyor. Çok basit: Patronların borçları dolarla ve düşük faizle ertelendi, Hazine ise halktan TL ve yüksek faizle borç aldı? İşte bu Ali Cengiz oyunudur.
Son Söz: Her şey usulüne uygunsa, orada mutlaka esastan bir hata vardır.
Yazının Devamını Oku

Ekonomide paradigma tıkanması

13 Kasım 2010
“PARADİGMA”yı ilk duyduğumda bu kelime de nereden çıktı demiş ve eksiklenmiştim. Araştırınca, kelimenin “zihnin dünyaya açılan penceresi” demek olduğunu öğrendim. Yani herkesin dünyaya belli pencereden baktığı ve gördüklerinin o pencerenin konumuyla sınırlı olduğunu anladım. Paradigma’nın ikinci bir tanımı ise kişilerin veya sosyal grupların “değerler manzumesi” veya “doğru yanlış cetveli” demek olduğudur.
* * *
Pazartesi günü kaleme aldığım çarşamba günkü yazımda Başbakan Yardımcısı Babacan’ın, TÜSİAD ile yaptığı toplantıda konuşulanları kendimce özetlemiştim. Salı günü Bakan Babacan’ın ekonomi yazarlarıyla yaptığı mutat toplantıya katıldım. Bana göre ekonomimiz “düşük büyüme, yüksek işsizlik” duvarına çarpmak üzeredir. Bunun sebebi izlenen politikanın “azalan verim” noktasına gelmesidir. Yeni bir ekonomi politikası gereklidir. Bu yeni politikayı ilerideki günlerde tartışacağız. İsterseniz bugün halen yürürlükte olan AKP’nin ekonomi paradigmasından mısralar okuyum. 
1. Paranın dini, imanı; yeşili, kırmızısı olmaz. Anlamı, para nereden gelirse gelsin onu almak lazımdır. İster kara, ister ak; ister sıcak, ister soğuk; ister borç, ister harç olsun, yeter ki cebimize (ülkemize) para girsin. Hepsine hoş geldin deriz.
2. Taş üstüne taş koyanların başımızın üstünde yeri vardır. Anlamı, inşaat, icraat; icraat, inşaattır. En güzel tören “temel atma” törenidir. Ondan daha güzeli de “açılış kurdelesi kesme” merasimleridir. Kim, en çok temel atar, en çok açılış yaparsa, onun rütbesi o kadar yüksek olur. Taş üzerine taş koyduğumuz için, bizim yerimiz herkesin başının üstü olmalıdır. Bizi baş tacı etmeyenler, kördür ve nankördür.
3. Borç yiğidin kamçısıdır. Anlamı, borçtan korkma; parasız kalmaktan kork. İnsanlar ve ülkeler ne kadar borçlanırsa o kadar sıkı çalışır. Bu sözün müellifi Demirel’dir. Ancak bu sözü tam hakkıyla hayata geçiren, AKP iktidarıdır. Türkiye’nin dış borcu 2002’de 130 milyar dolardı şimdi 300 milyara dayanmıştır.
4. Cari açık önemli değildir. Anlamı, önemli olan halkın refahıdır. Refahın göstergesi de iç tüketimdir. İthalat artışına üzülmek değil, sevinmek gerekir. Demek ki halkımız dünya nimetlerinden gitgide daha fazla istifade ediyor. Yanlışlık bunun neresinde?
5. Değerli TL bizim onurumuzdur. Türk lirasının değerli olmasından kim niçin gocunuyor anlamak kabil değil. Cari açığın, aşırı değerli TL yüzünden oluştuğu tezi yanlıştır. Cari açığın sebebi, Türkiye’de petrol çıkmamasıdır. Petrol bulununca cari açık kapanacaktır.
6. Özel sektörün dış borcunun artması, devleti ırgalamaz. Anlamı, bizim amacımız, bütçe açığını ve kamu borçlarının milli gelire oranını düşürmektir. Sıcak para yollayanlara rehberlik eden reyting şirketleri de bu kıstaslara bakmaktadır. Reytingimiz yükseldikçe, ülkeye para gelecek, para geldikçe ekonomi iç tüketimle büyüyecektir.
Soru: Cari açık nerede dama der?
Son Söz: Alçaltılmış çıtayla, yüksek atlanmaz.
Yazının Devamını Oku

Babacan ile TÜSİAD

10 Kasım 2010
ASLINA bugün “Başkanların Uçak Yoldaşları” diye bir yazı yazmak istiyordum. Çok uzun yıllar yerli filmlerimizin değişmez konusu “Zengin sarışın kız, fakir esmer oğlan” veya “Fakir esmer kız, zengin sarışın oğlan” arasında geçen aşk maceraları ve bu ilişkide aniden ortaya çıkan büyük değişimlerdi. Hiçbir yaratıcı zekâ istemeyen bu bayat senaryolar, yıllarca film yapımcılarına iyi para getirdi. Çünkü halk bu duygu sömürüsünü izlemekten zevk alıyordu. Ancak, buna çok benzeyen aynı derecede yaratıcılıktan yoksun “Başkanların Uçak Yoldaşları” filmleri basınımızın manşetlerinden bir türlü inmiyor. Cumhurbaşkanı veya Başbakan bir yurt dışı geziye çıkıyor. Uçağına, çoğunluğu yandaş ve yoldaş ikinci cumhuriyetçilerden oluşan medya erbabını alıyor. Havalanır havalanmaz bu zevata “çok önemli şeyler” söylüyor. Onlar da bunu ertesi günkü gazetelerde bizlere naklediyorlar. Başkanlar, önemli şeyleri karadayken söyleyemezler mi, bu basmakalıp mizansenden gına gelmedi mi diye yazacaktım; vazgeçtim.

* * *

Güney Kore’nin Başkenti Seul’de G-20 toplantısı yapılacakmış. G-20 bildiğiniz gibi milli gelir büyüklüğü sıralamasındaki ilk 20 ülkeden oluşuyor. Bu toplantıda Türk iş dünyasını TÜSİAD temsil edecekmiş. Niçin MÜSİAD değil anlamadım. Neyse. Zirve öncesinde TÜSİAD ile ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan bir araya gelip ne diyeceklerini birbirine ve dolayısıyla “cumhura”  anlatma fırsatı bulmuşlar. İsterseniz bu toplantıda ileri sürülen görüşleri, anladığım kadarıyla bir de ben anlatayım.

1. Cari açık tartışmaları bitmiştir. Gerek TÜSİAD gerek Hükümet, cari açıksız yaşanamayacağı kanaatine ulaşmıştır.

2. Tek hedefi sıcak para akımlarını aksatmamak olan hükümetin ekonomi bakanı, sıcak paraya “korkma gir” anlamına gelen “risk primi” kıstaslarına göre ülkemizin iyi düzeyde olduğunu, ancak reyting şirketlerinin bunu yeterince takdir etmediğini söylemiştir.

3. TÜSİAD, milli gelirin yılda en az %6 büyümesi ve bunu sürdürebilmesi için alafranga Türkçeyle “arz yönlü, üretimi tetikleyen politikaların geliştirilmesine ihtiyaç duyulduğunu” söylemiş.

4. Bunun anlamı, bordrodan kesilen gelir vergisi oranlarının düşürülmesi, kıdem tazminatının mümkün mertebe kaldırılması, elektrik, yol ve liman yatırımlarının artması, sanayiye uygun arsa temini, emekçilerin bilgi ve becerilerinin devletçe geliştirilmesi, yatırım finansmanın ucuzlaması, işten adam çıkarmayı kolaylaştırarak işvereni ek istihdamdan korkmaz hale getirilmesidir.

5. TÜSİAD, bir bakıma ekonomiyi planlamak anlamına gelen “sanayi politikası” izlemekle bağdaşmaz gibi duran “serbest piyasa” düzeninin bağdaşabileceği bir sisteminin kurulabileceğini söylemiştir.     

6. TÜSİAD, hükümetin girişimciler arasında bir nevi “sosyal adaleti” kollayan Anadolu kaplanları yaratmaya dönük sanayiyi teşvik politikasından vazgeçip, firmalarımızın uluslararası “rekabet gücünü arttıracak” bir teşvik sistemine geçmesini tavsiye etmiştir. İktisat hocası Dr. İzak Atiyas’ın gündeme taşıdığını anladığım bu husus, özellikle iç siyaset açısından son derecede önemlidir. (Devamı var)

Son Söz: Zor alan iktisadi değil, siyasi karar almaktır.
Yazının Devamını Oku

Enflasyonsuz enflasyon

6 Kasım 2010
ENFLASYONDA belirgin bir kıpırdanma var. Bir zamanlar birlikte ekonomi şovları yaptığımız dostum Asaf Savaş Hoca, Vatan gazetesinde yayınlanan “Enflasyon Gelişmeleri” başlıklı yazısını söyle bitirmiş: “Özetleyelim. Kötü haber: Hayat pahalılığı artıyor. İyi haber: Talep baskısı gözükmüyor. Durum budur.” Acaba? Hazır Asaf pasını vermiş ben de biraz top zıplatayım bari! 
* * *
Önce biraz “bir kelime, bir kavram” oyunu oynayalım.
1. Enflasyon, şişme demektir. Pekiyi, iktisat sözlüğündeki enflasyonda şişen nedir? Cevap: Para miktarıdır. Daha özel anlatımıyla para miktarının milli gelirden daha hızlı artmasıdır. Çoğalan paranın yarattığı ek satın alma gücü, aynı oranda çoğalamayan mal ve hizmetlerin fiyatlarını yukarı çeker. Böylece sağlanan nominal denge, her maldan her zaman bulunmasını sağlar.
2. Yani, enflasyon fiyat artışlarının kendisi değil, sebebidir.
3. Gelelim pahalılığa. Pahalılık, kişinin gelirini, fiyat artışları kadar arttıramaması sonucunda daha az tüketime mecbur kalması halidir. Eğer bir kişinin geliri, enflasyondan (fiyatlar genel düzeyinden) daha hızlı artmışsa, o kişi için hayat ucuzlamıştır. Pahalılık izafidir.
4. Tüketici Fiyat Endeksi, hayat pahalılığını ölçer dense de hayat pahalılığını değil, geçim maliyetini ölçer. Bunun İngilizcesi, “Cost of Living” dir, “Expensiveness of Living” değildir.
5. TÜFE veya ÜFE endeksleriyle ölçülen fiyatlar genel düzeyindeki artışın, “enflasyon” yani para miktarının şişmesinden başka da sebepleri vardır. Bunların başında da dünyada petrol ve ham madde fiyatlarının artması gelir. Ayrıca hava şartlarına bağlı olarak tarım ürünlerindeki fiyat dalgalanmaları enflasyonu etkiler. Sendikalaşma veya devalüasyon da fiyatları (yani enflasyonu) yükseltir. 
6. Türkiye’de petrol ürünlerinin fiyatları üç çarpandan oluşur:
a. Petrolün dolar cinsinden fiyatı.
b. Doların TL cinsinden fiyatı,
c. Petrol ürünlerinin tüketiminden alınan vergiler.
7. Bu üç çarpan fiyatları arttırdığı gibi, düşürebilir de. Yani hem dünyada petrol fiyatları geriler, hem TL değerlenir hem de devlet petrol üzerinden alınan vergileri dondurur veya azaltırsa enflasyon düşer. 
8. Petrol ve diğer ham madde fiyatlarındaki oynamalar fiyat endekslerine giren tüm mal fiyatlarında oynamalara sebep olur. 
9. Gelelim cari açığa. Türkiye’nin cari işlem açığının artmasının, enflasyon üzerinde bir yükseltici bir de düşürücü olmak üzere iki etkisi vardır. TL’nin değerlenmesi, başta petrol olmak üzere ithal mallarının fiyatını düşürür. Diğer yandan sisteme ek bir satın alma gücü kazandırarak fiyatları yükseltir. Yani talep baskısı yaratır.
10. Asaf Hoca’ya “talep baskısı yok” dedirten düşük kira artışının sebebi, düşük faizdir. Düşen faizler konut üretimini arttırmış üstelik “paranın faizi, mülkün kirasını belirlediği” için kira artışları yavaşlamıştır. 
11. Araba ve ev satışlarına bakılırsa talep canlıdır. Talep canlıysa baskısı da vardır. Ama bu baskının etkisini ucuz ithalat telafi etmektedir.
Son Söz: Sıcak parayla gelen, sıcak parayla gider.
Yazının Devamını Oku

Enflasyonun meyvası ve çekirdeği

3 Kasım 2010
YARIN enflasyon rakamları açıklanacak. Geçen yılın Ekim ayında TÜFE % 2,41 artmıştı. Bu, çok yüksek bir orandı. Bu yılın Ekim ayında enflasyonun bu kadar yüksek çıkması beklenmiyor. Dolayısıyla eylül ayı sonunda gerçekleşen % 9,24’lük yıllık enflasyon oranı, ekim sonunda gerileyecektir. Bu durum “enflasyon düşüyor” şeklinde takdim edilecektir. Ancak enflasyon, beklenildiği kadar da düşmeyecek ve yılsonunda, resmi tahmin olan % 7.5’tan büyük çıkacaktır. Enflasyon rakamları yorumlanırken, “çekirdek” enflasyonun artmadığı söylenecek ve beklenen düşüşün gerçekleşmemesinin suçlusu olarak “domates ve saz arkadaşları” gösterilecektir.
* * *
Bu argümanın amacı, varlığını fiyat istikrarına adamış Merkez Bankası’nı savunmaktır. Denecektir ki; Merkez Bankası, sadece çekirdek enflasyonla mücadele edebilir. Çünkü Banka’nın elindeki silahlar “enerji ve gıda maddesi” fiyatlarındaki artışlara karşı etkin değildir. Bakınız çekirdek enflasyon düşüyor; Banka’nın yapacağı bir şey yoktur. Bundan sonrasında sorumluluk hükümettedir. Hükümet sıkı bütçe (diğer adıyla Mali Kural) uygularsa işte o zaman enflasyon düşer.  Bu arada hatırlayalım merkez bankalarının enflasyonla mücadele silahları ikidir. Birincisi piyasadaki para miktarı diğeri de kısa vadeli faizlerdir. Ancak “yüksek faizi” enflasyon denilen illetle savaşmanın en önemli ilacı olarak görenler bu savunmayı yetersiz bulacak ve en kısa zamanda Banka’nın faiz artırımına gitmesinin gerekli olduğunu ve bunu beklediklerini söyleyeceklerdir. 
* * *
Geçenlerde, Merkez Bankası eski başkan yardımcısı iktisat profesörü Fatih Özatay’ın köşe yazısında bir tablo gördüm. Meğer bu çekirdek enflasyon, uzun süredir enflasyondan düşük çıkıyormuş. Hâlbuki ben, söylenenlerden “TÜFE oranı döner dolaşır, çekirdek enflasyon oranıyla çakışır” dendiğini sanmıştım. Meğer
kazın ayağı öyle değilmiş veya köprülerin altından çok sular geçmiş ve enflasyon, kendi çekirdeğinden kopmuş. TÜFE (TÜketici Fiyat Endeksi)’nin yeni İngilizcesi “CPI” yani “Consumer Price Index” tir. Yani Türkçesiyle aynıdır. Eskiden buna “Cost of Living Index” yani “Geçim Maliyeti” denirdi. Bu hesabı yapmanın amacı, ücret gelirleriyle geçinenlerin, yıllık maaş zammı oranını bulmaktı. Dolayısıyla “çekirdek enflasyon” diye bir kavramın, TÜFE’nin maksadıyla bir ilgisi yoktur. Çekirdeğin seyri, para politikalarını saptamak bakımından Merkez Bankası yetkilerini ilgilendirir. 
* * *
Enflasyon arttı, ama çekirdek enflasyon o kadar artmadı diye teselli olunacak bir hal yoktur. Meğerki çekirdek enflasyon, genel enflasyonun öncü göstergesi olsun.
* * *
Son Söz: Her meyvenin çekirdeği yenmez.
Yazının Devamını Oku

Trafikte kim haklı

30 Ekim 2010
HEMEN her sabah İstanbul’da, özellikle çevre yollarında çok da önemli olmayan kazalar yüzünden, yollar uzun süre tıkanıyor. Çünkü hem kurtarıcıların kaza yerine gelmesi, hem de kaza yapan araçlar kaldırılsa bile sıkışan trafiğin açılması uzun zaman alıyor. Yağışlı olmayan günlerde bile yüz binlerce kişinin, milyonlarca saati sırf bu kazalar yüzünden heba oluyor. Yağışların başlamasıyla birlikte daha çok trafik kazası olacak ve israf daha da artacaktır. Trafik kazalarının yüzde 90 sebebi sürücü hatalarıdır. Aslında otomobil sürmek, kolay öğrenilen basit bir beceridir. Trafik kurallarına uyulduğu sürece kaza yapma ihtimali son derce düşüktür. Buna rağmen sürücüler kurallara uymaz ve kaza ihtimalini arttırır. Bunun esas sebebi kural çiğneyenin menzile daha çabuk varmasıdır. Yani her kural ihlalinde, bir kâr vardır. Bunu taksiciler ve sarı minibüsçüler çok iyi bilir.
* * *
Birçok kazadan sonra “sen kusurluydun, ben kusursuzdum” münakaşası çıkar. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi karşı tarafa para ödememek veya karşı taraftan para almaktır. İkincisi ise sürücünün samimi olarak kendini haklı görmesidir. Acaba halkı mıdır? 
1. Her sürücünün uyması gereken en temel kural, kazadan kaçınmaktır. Kaçınabileceği bir kazaya karışan sürücü, bilirkişi raporunda kendisi hakkında “kusursuz” yazılsa bile, özünde kusurludur. 
2. Sürücüler araç sürerken, dikkatlerini geçiş üstünlüğü haklarını savunmaya veya mütecaviz sürücülere ders vermeye değil muhtemel kazalardan kaçınmaya yoğunlaştırmalıdır.
3. Hiçbir trafik kuralı, sürücüye mutlak olarak geçiş üstünlüğü hakkı vermez. Sinyal vermek niyet bildirmektir. Sinyal vermek veya siren çalmak otomatik olarak yolun açılacağı anlamına gelmez. Bu ilke ambulans şoförleri için de geçerlidir. Ambulans şoförlerinin can kurtaracağım diye can alma hakları yoktur.
4. Sıkışık trafikte “hızlı şerit” yoktur. Çevre yolları yükünü almışsa, sol şerit de dâhil, hiçbir şeritte önündeki aracın tamponuna yapışıp, selektörle yol istenemez. Sol şeridi esir almak ne kadar yanlışsa, sol şeridi babasının malı sanmak da o kadar yanlıştır. 
5. Ana yoldan giden bir araç, tali yoldan çıkan bir aracı görürse, gaz kesmeli, gerekirse hafifçe frene basmalıdır. Yol hakkı benim diye anayoldan gelen araç sürücüsünün gaza basması ciddi kusurdur.
6. Tali yoldan, ana yola giren veya kavşakta karşıya geçen her araç, yola girme sırası kendine gelince duraklamalıdır. Önündeki aracın kuyruğuna takılıp, zincir halinde ana yola girilmez,  karşıya geçilmez.
7. Dönemeçlerde ve kavşaklarda şerit değiştirilmez. Sola dönerken sol, sağa dönerken sağ şeride yatay geçiş yapılmaz. Şerit değiştirmek yolu daraltır, trafiği yavaşlatır.
8. Sakin, sakin araç kullanan 100 sürücünün arasına dalan bir kural tanımaz şoför, bir anda 100 sürücünün 50’sini trafik canavarına dönüştürür. Ne demişler: sürücü, sürücüye; baka, baka azgınlaşır.
Son Söz: Kızgın şoför, aracına zarar verir.
Yazının Devamını Oku

TL’de sulh dövizde sulh

27 Ekim 2010
DÜNYANIN milli gelir büyüklüğüne göre ilk 20 ülkesine “Grup Yirmi” veya kısaca G-20 deniyor. İlk yedi veya sekiz ülkeye de G-7 veya G-8 deniyor. Ancak buradaki G, İngilizcedeki gurup sözcüğünün değil, “Great” yani büyük kelimesinin ilk harfidir. G-20 ülkeleri, ara sıra toplanır belli kararlar alırlar. Alınan kararlara uymayanlara yasal bir ceza verilmez. Daha doğrusu verilemez. Çünkü kararları zorla uygulatacak bir otorite yoktur. Ancak alınan kararlar tamamen de müeyyidesiz değildir. Bunlara uymayanlara “misilleme” yapmak caizdir. Yani kararların tatbik kabiliyeti, tarafların gücüne bağlı bir “dehşet dengesi”ne bağlıdır. Çünkü her kural ihlali bir misilleme daveti, her misilleme de bir “mukabele-i bil misil” gerekçesi olur.

* * *

Güney Kore’de yapılan G-20’nin son toplantısına katılan ülkeler, ulusal para birimlerinin değerini düşürerek, dış ticarette “ülkelerinin rekabet gücünü arttırma” yoluna tevessül etmeyeceklerine yani bir “kur savaşına” girmeyeceklerine söz vermişler. Demek ki, ulusal paranın değerini düşürmek uğrunda savaşmaya değecek kadar o ülkenin lehineymiş. Duyurulur. 

1. Türkiye, oldum olası değeri düşük değil, tam tersine “değeri yüksek TL politikası” izler. Dolayısıyla Türkiye’ye hiçbir ülke, TL’nin değerini yapay olarak düşük tutup, kendi sanayinin rekabet gücünü olarak yükseltiyorsun diyemez. 

2. Yapılan toplantıda, Türkiye’nin, rekabet gücünü arttırmak için TL’nin değerini düşürme yoluna gitmeyeceğim diye söz vermesi, koyunların “bundan sonra tavşan yemeyeceğiz” sözü vermesi kadar anlamsızdır. Bugüne kadar hiçbir koyun zaten tavşan yememiştir.  

3. Türkiye, kriz yılları kazaları hariç, ömrü hayatının hiçbir döneminde kimseyle “kur savaşına” girmemiştir. Biz, Türk Parasının Değerini Koruma mevzuatıyla “TL’de sulh, dövizde sulh” ilan etmiş bir ülkeyiz.

4. Biz “kur barışı” uğruna kendi sanayimizi, kendi turizmimizi, kendi hayvancılığımızı ezer; asla yabancı ülkelerin canını acıtmayız.

5. Uzunca bir süredir, hükümet yanlısı “statükocu iktisatçılar” TL’nin değerini düşürerek, ihracatı teşvik diye bir politika yoktur diye esip, gürlediler. Kore’deki G-20 toplantısına katılanlar ise, gerçek bunun tam aksi olduğundan, bunu yapmayalım, yoksa birbirimizin gözünü oyarız diye “kur barışı” anlaşması yaptılar.

6. Ulusal parasının değeri ister yüksek, ister düşük olsun, dış ticaret rejimini serbestleştiren her ülkenin ihracatı artar. Önemli olan ihracat artışının, ithalat artışından yüksek olmasıdır. Nitekim 24 Ocak 1980’den sonra önce devalüasyon, dış ticaretin serbestleşmesiyle Türkiye’nin ihracatı da adeta patlamıştı.

7. İhracat rakamları “brüt”tür. Önemli olan “net” ihracattır. Net ihracat, “ulusal katma değer” demektir. Ulusal katma değer, ihracatçı sanayicinin sadece kendi ithal ettiği malların döviz maliyetini değil, iç piyasadan temin ettiği, ama içinde ithal girdi olan ara malların içindeki ithal girdi maliyetinin de ihraç fiyatından düşülmesiyle bulunan rakamdır.

8. Katma değerin üçte ikisi de işçiliktir; yani istihdam artışıdır.

Son Söz: Küreselleşmeyle ihracat, döviz fiyatı artışıyla, net ihracat artar.
Yazının Devamını Oku