Ege Cansen

Hayır alametleri

28 Ağustos 2010
SON sürat referanduma gidiyoruz. Başbakanımızın her gün, hemen her kanalda uzun, uzun yayınlanan kükremelerinin yanında ona cevap yetiştirmeye çalışan muhalefet liderlerin sesleri pek cılız kalıyor.

Benim gözlemlerime göre 100 radyo istasyonun 97’si, 40 TV istasyonun 37’si, 10 gazetenin 8’i “evet” için çalışıyor. Propaganda döneminin Ramazan’a rastlaması, İslamistlerin evet kampanyası için iyi bir fırsat olmuştur. Bu şartlar altında referandumda “evet” diyenlerin oranı yüzde 70’den az çıkarsa, bunu hayıra yormak lazım. Zaten anayasa referandumu gibi bir oylamada, asgari kabul eşiği bu olmalıdır. Bu referandumda nasıl olsa evet çıkacaktır. İyisi mi biz ondan sonra ne olacak diye kafa yoralım.

* * *

Bu referandumun, Cumhuriyet sevmezlerin Cumhuriyetle hesaplaşması olduğunu biliyoruz. TC’nin, “milli birlik” kavgası verilen bir dönemde patlayan Kürt isyanlarını kanlı bir şekilde bastırdığı bir gerçektir. Bugün de benzer isyancılara karşı, havadan bombalama dâhil aynısı yapılmaktadır. Tenakuz, Başbakan’ın bir yandan “savunmada kalmayıp, teröristi saklandığı yerde etkisizleştirecek, (yani yargısız infaz yapacak E.C.) özel hudut birlikleri” kurmayı tasarlarken, diğer yandan Dersim’de icra edilen askeri harekâtı takbih etmesidir. Bu çelişki, referandumdan sonra ortadan kalkacaktır. Kürt meselesinin (yani Kürtlerin kendi kendilerini yönetme talepleri) çözümü (yani onlara bu hakkın verilmesi) yoldadır. Zaten halk da “analarımız ağlamasın da ne olursa olsun” manifestosuyla zihinsel yükünü deklare etmiştir. Önce Ergenekon denilen, sonra Balyoz adını alan davaları tetikleyenlerin amacı, bu çözümün önündeki askeri engelleri ortadan kaldırmaktır. Bavul dolusu belgeler, bunun için yıllarca bekletilip zamanı gelince servise konmuştur. Anayasa değişikliği de bunu pekiştirmektir. DTP hem AKP’ye manevra alanı açmak hem de kendi pazarlık gücünü kaybetmemek için referandumu sözde boykot edeceğini söylemiştir. Bu, aslında “istemem, yan cebime koy” tavrıydı. Öcalan’ın Ramazan’ı vesile edilerek ilan ettiği eylemsizlik, “evet”e ilaç gibi gelmiştir. Diyalog kanalları açıktır. Referandumdan sonra “durmak yok; açılıma devam” denecektir.

* * *

Referandumun açacağı kapıdan türban da geçecektir. Türban takmak, muhafazakâr bir giyim tarzı olduğundan değil, İslami dünya görüşünün siyasal simgesi yerine geçtiğinden belli kısıtlamalara tabi tutulmuştur. Aynı gerekçeyle de serbest olacaktır. Türbanla açılan yoldan, takkeler de tekkeler de geçecektir. Türkiye İran değildir, sadece benzer.

Yazının Devamını Oku

Felaketler, milli geliri artırır

25 Ağustos 2010
İLK bakışta yanlışmış izlenimi yaratan yukarıdaki ifade, halen kullanılan milli gelir muhasebesinin mantığına göre doğrudur. Hadi biraz ihtiyatlı konuşalım, “genellikle doğrudur” diyelim. Milli gelirin esası olan “milli hasıla” deyimin önünde, bildiğiniz gibi “gayri safi” diye bir nitelendirme vardır. Bunun İngilizcesi de “gross”tur. Yani net olmayan veya brüt demektir. Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) yaratılan katma değerden, aynı dönemde milli servette oluşan eskime, aşınma ve tükenme payları düşülmemiş demektir. Kısaca GSMH, amortisman dâhil yaratılan katma değerdir. Doğal veya insan yapması felaketler, doğal veya insan yapması milli serveti azaltır. Milli gelir hesaplarında, tanım gereği milli servet azalması dikkate alınmaz. Yine ölçme yönteminin mantığı icabı, kurtarma, hasar kaldırma ve onarım çalışmaları için yapılan harcamalar milli geliri arttırır.

* * *

Bu yıl içinde, şimdiye kadar birçok büyük felaket yaşandı. Bunlardan biri, ABD’nin Meksika Körfezinde, İngiliz BP şirketine ait bir petrol çıkarma platformunda meydana gelen bir kazadan sonra deniz dibindeki kuyudan kontrolsüz bir şekilde okyanusa ham petrol karışmasıydı. Hamdolsun, uzun çalışmalardan sonra bu kuyunun ağzı kapatıldı ve felaket sona erdi. Muhasebe sorusu şudur: 7 milyar dolara mal olduğu söylenen bu felaket, kazadan en çok etkilenen Amerika ile BP’nin sahibi İngiltere’nin milli gelir hesaplarına ne şekilde yansıyacaktır? Bir hayli karmaşık olan cevabı, sadeleştirerek vereyim.

1. Bu kazadan sonra yapılan kurtarma ve temizleme çalışmalarında çoğunlukla Amerikalılar çalıştığı için, ABD’nin milli gelirini artacaktır.

2. Tazminat ödemeleri, milli gelir hesabına girmez. Ancak tazminat alanların harcamaları milli geliri arttırır.

3. Bölgenin turizm gelirleri azalmışsa Amerika’nın milli geliri düşer.

4. Çevre kirlenmesi, milli servet azalmasıdır, hiçbir ülkenin milli geliri azalmaz. Temizlendikçe milli gelir artar.

5. İngiltere’nin milli geliri, BP’nin kâr kaybı kadar azalır.

* * *

Gelelim Rusya’daki orman yangınlarına. Bu felaket de tuhaf ama muhtemelen Rusya’nın milli gelirini arttıracaktır. Çünkü yanan ormanın, tahrip olan alt ve üst yapının değeri milli servet aşınmasıdır. Milli gelir azalması değildir. Buna mukabil kurtarma, yangın söndürme, köyleri yeniden inşa faaliyeti kamunun tüketim ve yatırım harcamalarını arttıracağı için milli gelir artacaktır. Ormanlardan üretim yapılamaması ve aşırı sıcaklar yüzünden buğday ve sair tarım üretimin düşmesi, milli geliri azaltır. Net etkinin sıfır olacağını zannediyorum. Çin’deki çamur heyelanı yüzünden yıkılan evler, işyerleri ve bayındırlık yapılarının değeri, milli geliri azaltmaz. Buna mukabil kurtarma ve yeniden inşa harcamaları milli geliri arttırır. En kötüsü Haiti depremi ve Pakistan sel felaketidir. Bu ülkelerde dahi Allah’ın lütfü çevrenin kötüleşmesi ve insan yapması milli servetin tahrip olması milli gelir hesaplarına fazlaca yansımayacaktır. Ancak üretimin aksaması milli geliri düşürecektir. Dış yardımlar ise milli geliri arttıracaktır. Felaketler karşında en fazla fakir insanlar zarar görür. Kötü yaşam kaliteleri uzun süre daha da kötü hale gelir. Ama bunu milli gelir istatistikleri göstermez.

Son Söz: Ben gelire gelir demem, servetim artmadıkça.
Yazının Devamını Oku

Ekonomiyi canlandırmak için faizleri yükseltmek gerek

21 Ağustos 2010
BİZİM köyde iktisatçılar şunu söyler. Faizler düşünce, ekonomi canlanır. Faizler artınca ekonomi yavaşlar.

Ama düşük faiz, enflasyonu arttırır. O zaman da faizler yükseltilir. Ekonomi yavaşlar ama enflasyon da düşer. Ne güzel değil mi? Merkez bankalarının elinde adına faiz denen bir levye var. İleri itiyor, enflasyon düşüyor; geri çekiyor enflasyon artıyor. Bu arada Hazine de Merkez Bankası’na yardımcı oluyor. 6x6 askeri araçlarda olduğu gibi arka dingiller tandem çalıyor. Biri zeminle yani piyasayla teması kaybediyorsa, diğeri sağlıyor. Ekonomi arabası da engebeli yolda patinaja düşmeden yoluna devam ediyor. Heyhat! Çok güvenilen bu “ekonomiyi faizle yönetme” yöntemi beklendiği gibi çalışmıyor.

* * *

Ölümsüz iktisatçı Hayek’i saygıyla andıktan sonra onun “İktisat, insan yapması değildir ama içinde insanlar vardır” tespitini hatırlayalım. Çok zırva kaldırdığından olsa gerek, çoğu kişi iktisadı bir bilim olarak görmez. Bilimin “olmazsa olmaz niteliği” kanunlarının insan yapması olmamasıdır. Hayek, yukarıdaki tespitini bize aktarırken, iktisadın bir bilim olduğunu, ama içinde insan bulunduğu için iktisat kanunlarının işlemeyebileceğini söylemektedir. Çünkü insan, duygusaldır ve korkuları tarafından yönetilir. Akıllıdır ama aklı kurnazlığa çalışır. Gözünün önündeki değil, kafasının gerisindeki bir hesaba göre hareket eder.

* * *

Fakirlik bir dert, zengin olmak bir başka derttir. Başta ABD olmak üzere, zengin ülkelerin çok önemi bir derdi var. Acaba, biz de zengin arkadaşımız Japonya gibi “düşük faiz/düşük büyüme” kısır döngüsüne mi kaptırdık paçayı diyorlar. Enflasyon tehlikesini de göze alıp ekonomi büyüsün diye reel faizleri sıfıra indirdiler. Ama elde ettikleri büyümenin sürmeyeceğinden endişedeler. Masamın üstü bilgi notlarıyla dolu. Birçok ağır sıklet iktisatçı “yeni teşvik paketleri açılmazsa, ABD ekonomisi ikinci kez dibe vuracaktır” diyor. Amerikan Merkez Bankası’nın bir tepe yöneticisi de artık merkez bankaları ekonomi canlansın diye “daha uzun süre faizler düşük olmaya devam edecek” diye beyanat vermesin; bu söylem ters tepiyor demiş.

Yazının Devamını Oku

Gökten para yağıyor

18 Ağustos 2010
ELEKTRİK ve gaz dağıtımının özel firmalara ihalesiyle birlikte yine gökten para yağdı. Ama ben bu yağan yağmura sevinemedim. Devlete ödenecek bu milyarlar, sonunda halkın cebinden çıkmayacak mı? Bu işte bir tuhaflık var. * * *

İktisadi itikadım icabı özelleştirmelerden yanayım. Ta Cumhuriyetin kuruluş yıllarında “esas olan şahsi teşebbüstür; devlet sadece şahısların yapamadığı iktisadi faaliyette bulunacaktır; bunları da şahıslar yapabilir hale gelince onlara devredecektir” diye bir düstur benimsenmişti. Uzun yıllar bunun türküsü söylendi, ama devletçi zihniyet yüzünden bu fikir kuvveden fiile çıkamadı. Özelleştirme, 1980’den sonra dünyanın yeni ekonomik düzeninin esaslarından biri oldu. Bir bakıma Türkiye’de özelleştirme fikri, aynı yıllarda ekonomiye damgasını vuran Özal’la kuvveden fiile çıkmıştır.

* * *

Özelleştirmeden yana olduğum halde, AKP döneminde yapılanların çoğunu onaylamadım. Çünkü bunlar “rekabet ortamını geliştirme, ekonomide verimliliği arttırma ve demokrasinin temeli olan mülkiyetin ve girişimciliğin tabana yayılması” amaçlarına hizmet etmiyordu. Yapılanlar, varlık satışı veya sadece “iltizam”dı. Yani devletin gelecek yıllarda toplayacağı vergi gelirlerini, peşin fiyatına kırdırıp, vergi toplamayı özel firmalara ihale etmesiydi. Araç muayene istasyonlarının özelleştirilmesi bu tanıma tam uyar. Yüzlerce girişimcinin yapabileceği bir iş, önce tekel haline getirildi, sonra da bu tekel satışa çıkarıldı. Adına özelleştirme denilen bu proje, yukarıda özetlenen “özelleştirme felsefesine” taban tabana zıt bir iştir.

* * *

Pekiyi AKP’nin iktisadi ideologları niçin bu tarz sözde özelleştirmeler yapıyor? Açıklaması çok basit: Amaçları, en kısa sürede en büyük parayı toplamaktır. Bu paralarla da hem kamu borçları azaltılmakta hem de yeni projeler finanse edilmektedir.

Pekiyi bunda ne yanlış var diye sorulabilir. İki yanlış vardır. Birincisi, bu ihalelerle kamunun iç borcu azalmakta, buna mukabil özel sektörün dış borcu
artmaktadır. Türkiye’nin toplam borcu azalmamakta hatta artmaktadır. Çünkü devletin müstakbel gelirleri, yerli mültezimler (vergi toplayıcılar) aracılığıyla, yabancı finansörlere temlik edilmektedir. Bir başka sakınca da bu yolla ülkemize, gereğinden fazla döviz girmesi ve TL’nin değerlenmesidir. Bu sebeple sanayinin rekabet gücü azalmakta, cari açık büyümekte, istihdam yeterince artmamaktadır.

* * *

Kamunun maddi ve gayri maddi varlıklarını satarak para toplamak marifet değildir. Bu eleştiriye karşı enerji bakanının söylediği gibi kamu varlıkları satılmamış, yalnız hizmetler özelleştirilmiş olsaydı, “arttırma” değil “eksiltme” ihalesi yapılırdı. Yani ihaleye girenler, özelleştirilen hizmeti en ucuza yapma yarışına girerdi.

İhaleyi kazanan firma da gelecek dönemlerde işini yaptıkça, faturasını keser, devlet de ona hizmet bedelini öderdi. Tersine eğer özelleştirme ihalesini kazanan firma, devlete milyarlarca lira para ödüyorsa, bu bir satın almadır. Satılan şey de kamunun inşa ettiği maddi duran varlıklar, yani elektrik ve gaz dağıtım altyapısı ile 49 yıllık perakendeci tekel imtiyazıdır. Kimse, kendini kandırmasın.

Son Söz: Amaç dışarıya borçlanmaksa, bunu en ucuza devlet yapar.
Yazının Devamını Oku

Referandum: The Cumhuriyet mi The Demokrasi mi

14 Ağustos 2010
AZI İngilizce çoğu Türkçe olan bu başlığı açıklamam gerek. İngilizcede “the” artikeli (harf-i tarif), önüne geldiği kelimeyi, o kelimenin genel olarak ifade ettiği şeyden veya şeylerden ayırır. Kastedileni özelleştirir. Benzeri bir incelik Arapça’da da vardır. Bunun için elif harfi kullanılır. Mesela Allah (Al-ilah) kelimesinin İngilizcesi “God” değil, “The God”tır. “God” tek başına ilah veya tanrı demektir. Türkçede bu ayırımı yapmanın yolu, cins ismi, özel isim olarak kabul edip, ilk harfini cümle içinde bile büyük harfle yazmaktır.
* * *
12 Eylül’de yapılacak halk oylamasının konusu, anayasa değişiklikleri değildir. İşin esasında, yukarıdaki şekilde irdelenmesi gereken cumhuriyet ile demokrasi, halk oylamasına sunulmaktadır. Ortada ne soyut demokrasiye yaklaşmak ne de cumhuriyetten uzaklaşmak diye bir şey yoktur. Zaten cumhuriyetle demokrasi birbirini tamamlayan kavramlardır.
* * *
Türkiye’de cumhuriyet denince temelde üç şey anlaşılır.
1. Laiklik. Yani, insan aklını özgürleştirmek.
2. Etnik kökeni ne olursa olsun, Türküm demekten mutlu olmak.
3. Tam bağımsızlık. Yani büyük devletlerin vesayetini kabul etmemek.
Cumhuriyeti kuranlar, bunu devrimle gerçekleştirmiştir. Ama nihai amaçları demokratik bir rejim kurmaktı. Endişeleri, seçimle iş başına geleceklerin, cumhuriyeti tahrip etmesiydi. Çünkü devrimleri halk özümsememişti. Hem cumhuriyeti ilelebet payidar etmek, hem de demokrasinin ülkede yerleşmesini istiyorlardı. Bu bir açmazdı. Kendilerince buna bir çare geliştirdiler. Yönetim, demokratik seçimlerle iş başına geleceklere bırakılacaktı. Buna mukabil cumhuriyetin korunmasını ve kollanması görevini, gençlik (üniversiteler), ordu ve yargı yapacaktı. Bu sebeple Silahlı Kuvvetler İç Hizmet Kanuna özel bir hüküm koydular. Bu sebeple savcılara “Cumhuriyet savcısı” dediler. Bu sebeple belli kurumları, siyasi iktidarı “denetleyecek ve dengeleyecek” anayasal güçlerle teçhiz etmeye çalıştılar.
* * *
Ancak eşyanın tabiatı, bu kurgunun işlemesine izin vermedi. Bu yüzden askeri müdahaleler de oldu. Oylanan demokrasi üç unsurdan oluşmaktadır.
1. İslam dinine göre düşünme ve yaşama.
2. Etnik kökenlere göre ayrışma.
3. Büyük devletlerin gözüne girme, onların vesayetini kabullenme.
Menderes’in 1950’lerde Meclis’te “Siz isterseniz hilafeti bile geri getirirsiniz” manifestosuyla başlayan cumhuriyet karşıtlığı, demokratik süreç içinde koyulaştı ve kemikleşti. Serbest seçimlerle iktidara gelmek isteyenler ve gelenler, her fırsatta cumhuriyeti tasfiye edip yerine demokrasiyi ikame ettiler. Çünkü bu tutum, onlara iktidar nimetlerini sundu.
* * *
Yukarıda yazılanlar, çıplak gerçeğin en yalın halidir. Pek tabii hayatın kendisi bu kadar keskin çizgilerle tezahür etmez. Okurlar, kendi deneyimlerine göre benim bu kategorik ayırımımı sulandırabilir, tatlandırabilir ve hazmedilecek hale getirebilir. Takdir sizindir.
Son Söz: Görüş ayrılığı yoksa kuvvetler ayrılığı anlamsızdır.
Yazının Devamını Oku

Sabit kurcular sabit kura karşı

11 Ağustos 2010
BENİM, sürdürülebilir büyümeye engel olduğu için, aşırı değerli TL’ye stratejik olarak karşıtlığım biliniyor. Artık bu konuya bir süre hiç temas etmeyeyim diye karar alıyorum.

Derken bir siyasi şahsiyet veya Merkez Bankası yetkilisi veya bir başka “değerli TL savunucusu” çıkıp öyle şeyler söylüyor ki, susmak imkânsızlaşıyor. Başbakan Yardımcısı Babacan, “Kur rejimini tartışmaya bile girmem. Biz, dalgalı kurdan vazgeçip, sabit kura sistemine geri dönmeyiz” mealinde bir konuşma yapmış. Şimdi buradan ne anlam çıkıyor? Sanki Türkiye’de birileri “sabit kur rejimine geçelim” diyor bakan da buna karşı olduğunu söylüyor. Son 30 yıl içinde, hadi 30 yılı bırakalım, son 9 yıl içinde, dalgalı kuru bırakalım, sabit kur rejimine geçelim diyen bir Allahın kulu oldu mu? Kimsenin telaffuz bile etmediği bir teze karşı olduğunu beyan etmek, konuyu saptırtmaktan başka bir şey değildir. Tartışılan konu, ekonomi büyüdükçe büyüyen, cari açık meselesinin nasıl halledileceğidir. Bu bir sorun değildir dense, mesele yok. Üstelik son 9 yıldır döviz kurunu salınıma bırakıp, 1 dolar eşittir 1.5 TL “Orta nokta”sına fiilen sabitlemiş olanların, sabit kur karşıtlığı da biraz tuhaf kaçmaktadır.

* * *

2000’li yılların başına kadar, parası döviz olmayan ülkeler, “devalüasyon; enflasyon” sarmalına takılmış, kedi kuyruğunu kovalar gibi nafile dönüp duruyorlardı. Bunların başında da Brezilya geliyordu. Brezilyalılar, enflasyonla mücadele edemeyeceklerine o kadar inanmışlardı ki, sonunda “enflasyonu yenemiyorsan, onunla birlikte yaşamasını öğren” diye türlü parasal cambazlıklar icat ettiler. 2001- 2008 arasında, Bulgaristan’dan Bolivya’ya kadar, tüm dünyada (Zimbabwe hariç) enflasyonun kökü kazındı. Bu arada da bizde de enflasyon düştü. Resmi iktisatçılar, Türkiye enflasyonu nasıl da yendi diye sebeple, sonucu birbirine karıştıran propaganda yayınları yapacaklarına, “Gelişmekte olan ülkelerde enflasyon nasıl düştü? ABD cari açıkları ile Çin’in düşük değerli ulusal parayla büyüme stratejisinin, üçüncü ülkelerin enflasyon dinamiğine etkisi” diye bir araştırma yapsalar bilimsel bir iş yapmış olurlar.

* * *

Türkiye’nin son 9 yıldır uyguladığı veya uygulamak zorunda kaldığı iktisadi politika “cari açığı kapayamıyorsan, onu nasıl finanse edeceğini düşün”dür. Bu amaçla şu işler yapılmaktadır.

Yazının Devamını Oku

Kira, faiz ve enflasyon

7 Ağustos 2010
YAKLAŞIK iki yıldır Türkiye’de kiralar artmıyor. Hatta son zamanlarda düşüyor. Aynı zaman diliminde önce faizler, ardından da enflasyon düştü. Şimdi cevaplanması ve irdelenmesi gereken sorular şunlar: * * *
1- Acaba kiralar, faizler ve enflasyon, aşağı veya yukarı hareket ederken aralarında bir “sebep-sonuç” etkileşimi oluşur mu? 
2- Yoksa kiraların, faizin ve enflasyonun birlikte düşmesi veya yükselmesi nedenselliğe bağlı olmayan bir rastlantı mıdır?
3- Eğer bu üçlünün aynı yönde değişimi tesadüf değilse, o zaman bunlardan hangisi, kural olarak hareketi başlatır?
4- Bu üç göstergenin son iki yıl içindeki aşağıya doğru hareketini, içsel değil  “dışsal” bir etken mi tetiklemiştir? Bu, küresel kriz olabilir mi?
5- Düşüşün devam etmesi ekonomi için hayırlı mıdır? Yani bunun sonucunda milli gelir artacak ve işsizlik azalacak mıdır?
6- Her düşüşün bir sonu varsa, ilk yükselme nereden başlayacaktır?
* * *
Birlikte düşünelim. Önce kira ile enflasyonu ele alalım. Kiralardaki artış veya azalış, enflasyonu etkiler. Çünkü enflasyon denilen fiyat artış yüzdesi, kira artışlarını da içerir. Öyleyse, kiraların düşüşü, enflasyonu düşürür demek doğrudur. Diğer yandan, genellikle kira kontratlarında yıllık zamların enflasyona göre yapılacağı derpiş edilir. Demek ki, enflasyondaki düşüş de bir dönem sonra kiraları aşağı çeker. O zaman kira ile enflasyon, dönüşümlü olarak bir sebep-sonuç ilişkisi içinde hareket ediyor denebilir.
* * *
Şimdi gelelim irdelemenin daha ilginç yönü olan “kira” ile “faiz” ilişkisine. Önce 1970’lerin ünlü “ev kirasız, para faizsiz” sloganını hatırlayalım. Kira, gayrimenkul varlığın zaman değeridir. Faiz de menkul varlığın zaman değeridir. Her gayrimenkul varlığın bir fiyatı ve doğal olarak o fiyata alınabilecek bir menkul varlık, mesela devlet tahvili vardır. Demek ki, menkul ve gayrimenkul varlıklar her zaman değiş tokuş edilebilir. Bu değiş tokuşun itici gücü de kira-faiz ilişkisidir. Kiralar yükselirse, tasarruf sahipleri menkul varlıklarını elden çıkarıp, gayrimenkul alırlar. Kiralar düşerse tersi yönde hareket ederler. Bu kararlarını da faiz ile kiranın nispi fiyat değişimine göre alırlar. Çünkü faiz, kiranın aynasıdır.
* * *
Şimdi bu modele (denkleme) enflasyon değişkenini katalım. Enflasyon, gayrimenkul varlıkların gelecekteki fiyatını arttırırken, özellikle tahvil, bono veya vadeli mevduat (sertifikası) gibi menkul varlıkların gelecekte beklenen fiyatını düşürür. Enflasyon yüksekse, beklentiler artar. Menkul varlıkların değer kaybetme riski ortaya çıkar. Bunu telafi edecek risk primi de faizleri arttırır. Faizler artınca, gayrimenkul sahipleri mahrum kaldıkları faiz gelirini telafi etmek için kiralara zam yapar. Dolayısıyla yükselen enflasyon, kiraları da arttırır. Enflasyon düştükçe tersi oluşur. Önce risk primleri düştüğü için faizler, sonra faizler düştüğü için kiralar düşer. Kiraların düşmesine rağmen, faizler de düştüğü için bir dönem sonra hem gayrimenkul hem de hisse senedi fiyatları artmaya başlar.
Son Söz: Neden başladığını bilmek, nasıl sonuçlanacağını bilmeye yetmez.
Yazının Devamını Oku

IMF hoşlukları

4 Ağustos 2010
2008’de sona eren anlaşmadan sonra, IMF ile yeni bir stand-by veya başka bir anlaşma yapılmadı. Ama bu, ilişkiler bitti anlamına gelmiyor. Türkiye, 2000 ile 2008 yılları arasında IMF’den 46 milyar dolar borç almıştı. Bu borcun bakiyesi halen 8 milyar dolardır ve önemsizdir. Türkiye, kredi sözleşmesi şartlarına göre bu borcu ödemeye devam etmektedir.
* * *
Aramızdaki hukuka uygun olarak IMF, her yıl ülkemize bir heyet yolluyor. Bu heyet Türk ekonomisi hakkında, tespitler ve tavsiyeler içeren bir rapor hazırlıyor. Rapora IMF’nin merkezinde son şekli veriliyor. Nihai raporu da IMF Başkanı, dünya kamuoyunun dikkatine sunuyor. Son günlerde haberlere konu olan rapor, işte budur. Benim, IMF’nin Türk ekonomisini incelemesine, irdelemesine, eleştirmesine ve de bazı öğütler vermesine bir itirazım yok. Eleştiri çok önemli bir hizmettir. Eleştirilmemek büyük eksikliktir. Benim itirazım raporun tutarsızlığınadır. 
* * *
Sevgili IMF heyeti, önce “Maşallah çok güzel büyüyorsunuz, bu yıl milli geliriniz yüzde 6’dan fazla artar” demiş ve ekonomimizde ani ısınma tehlikesine değinmeden, bunun sonucu olan cari işlem açığının artışı sorununa dikkat çekmiş. Pekiyi, dikkat çekmiş de derde çare bir ilaç tavsiye etmiş mi? Hayır. İçinde reform, makroekonomik politika, odaklanma, kırılganlık, etkinlik gibi alafranga kelimeler olan bir sürü süslü laf etmişler. “Dışarıdan gelen parayla büyüyorsunuz, bu iyi bir şey değil” demişler. “Bütçe açıklarını ithalattan aldığınız dolaylı vergilerle kapatıyorsunuz, ithalat yapamazsanız, Mali Kural havada kalır, bütçe açığınız zart! diye büyür, aman dikkat” demişler. “Bu modelle istihdam arttırmanız zor” demişler. Pekiyi ne tavsiye etmişler? “Zamanı gelince faizleri arttırmakta tereddüt etmeyin, kamu harcamalarına dikkat edin, Merkez Bankanız da daha fazla döviz satın alsın” tavsiyesinde bulunmuşlar. Yani “Hem cari açığın küçültülmesi gerekir” demişler, hem de cari açığı sürdürecek öğütler sıralamışlar. İşte bu olmadı. Bu tutarsızlıktır.
* * *
Ekonomide, belli bir vadede, öncelikli bir hedefe ulaşmak (mesela cari açığı kapamak, kamu açığını düşürmek veya enflasyonu indirmek) için hazırlanan bir “önlem paketi” tek tek ele alındığında doğru olan önerilerden oluşamaz. Bu öneriler, varılmak istenen hedef göz önüne alındığında birbiriyle “çelişmemeli”, tam aksine birbirini “tamamlamalıdır.” IMF’ye göre de Türk ekonomisinin orta vadeli derdi, yapısallaşmış “cari açık”tır. Cari açık, el parasını yemektir. Taşıma suyla değirmen döndürmektir. Cari açık, sıcak para ve sair sermaye hareketleriyle ne kadar uzun süre sürdürülebilirse, o kadar büyük devalüasyon riski biriktirir. İşsizlik kemikleşir. İspanya’nın durumu ortadadır. Yabancılara gayrimenkul satarak, cari açıklarını sürdürdüler. Şimdi % 20 işsizlik karşısında ne yapacağını bilmeden kaşınıp duruyorlar.  Çünkü cari açık, emeksiz/istihdamsız refah demektir.
* * *
İşsizliği ve cari açığı azaltacak önlemler nedir diye soranlara cevap:
1. Türkiye’de sıcak para girişleri caydırılmalıdır.
2. Emek maliyeti düşürülmelidir. 
Son Söz: Her strateji, tercih; her tercih, sakınca içerir.
Yazının Devamını Oku