28 Eylül 2002
<B>GEREK</B> halk, gerekse halkın sözcüsü ve gözcüsü basın, siyasi partilerin yöneticilerine soruyor: İşbaşına gelirseniz, ülke ekonomisini düze çıkarmak için ne yapacaksınız? Siyasi partilerin yöneticileri, ülke ekonomisini rayına oturtmak ve halkın refahını artırmak için neler yapacaklarını kendilerince anlatıyor. Bana göre anlatamıyorlar. Çünkü, iki şeyi yapmıyorlar:
1. Yapacakları konusunda tercihlerini ortaya koymuyorlar. Şöyle bir misal vereyim. Diyelim yarın çok önemli ve yoğun iş görüşmeleriniz var. Ya da öğrencisiniz ve sınava gireceksiniz. Mutlaka bu gece erkenden yatmalı ve yarın sabaha zinde kalkmalısınız. Ancak bu akşam TV'de sabahın erken saatlerine kadar sürecek dünya kupasından naklen yayın var. Mutlaka seyretmek istiyorsunuz. Ne yapacaksınız? Eğer bu soruya ‘‘Maçı kaçırmam, uykumu da ihmal etmem’’ şeklinde cevap verirseniz, aslında cevap vermemişsiniz demektir. Çünkü ‘‘tercihinizi’’ yapmadınız. Arzuladığınız bu iki şeyi aynı anda yapmanız mümkün değil. Şurası muhakkak ki, sabah olduğunda, ya yeteri kadar uyku uyumamış ya da maçı seyretmemiş olacaksınız. Siyasetçilerimizin ekonomiyle ilgili olarak verdikleri cevaplar genellikle böyle. Halk için iyi olan her şeyi yapacaklar, yani bütçenin sarfiyat kalemlerini büyütecekler. Ama kimden, nasıl vergi alacaklar belli değil. Ama biliyoruz ki, günün sonunda ya vaatlerinin çoğunu yerine getiremeyecekler, ya da bazı kesimlere çok acıtıcı vergiler salacaklar.
2. Yapmamaları gerekenler konusunda kendilerini hiç bağlamıyorlar. Yapmamaları gereken şey, eş, dost, kardeş ve hemşerilerine kıyak yapmamaktır. Çünkü ‘‘Birine torpil yapmak, bir başkasının hakkını yemektir.’’ Tam aksine bu konuda seçmene ‘‘Size kıyak yapacağım’’ sözü veriyorlar. Çünkü seçmen de bilhassa bunu istiyor. Bir bakıma haklı da. Şöyle bir hesap yapalım: Türkiye'nin kişi başına milli geliri, sabit fiyatlarla bir yılda % 4 artsa (ki bu nüfus artışıyla birlikte % 6.5 büyüme demektir) ayda 700 milyon kazanan bir kişinin geliri, ertesi yıl 740 milyona çıkar. Böyle bir gelir artışı vaat etmek, kimseyi heyecanlandırmaz. Size oy vereceklerin gelirini, onları heyecanlandıracak kadar artırmak için ‘‘başkalarından alıp, ona vermeniz’’ gerek. Bu ise toplumu fakirleştiren bir oyundur.
Bir tarihte bakan olan bir milletvekili, işbaşına gelince ‘‘Elimde sihirli değnek yok; yılların birikimi olan sorunları kısa zamanda çözemem’’ demişti. Doğru, bir bakanın elinde, o bakanlığın tüm sorunlarını çözmeye yetecek büyüklükte bir sihirli değnek yok. Hakeza bir başbakanın elinde de ülkenin tüm sorunlarını çözmeye yetecek bir sihirli değnek yok. Bu kural, bütün yöneticiler için de geçerlidir. Ama, yetkili bir makama gelen her kişinin eline, eşinin dostunun geçim meselesini çözmeye yetecek büyüklükte bir ‘‘sihirli değnek’’ geçer. Gerçek vicdani sınav bu küçük sihirli değneği kullanmamaktadır. Büyüğünün olmadığını hepimiz biliyoruz, onu sormuyoruz. Küçüğünü ne yapacaksın, onu söyle.
SON SÖZ: Küçük değneğin çok olduğu yerde, büyük değnek yetişmez.
Yazının Devamını Oku 25 Eylül 2002
<B>TÜRKİYE'</B>nin son on yılı, iktisat tarihimize <B>‘‘kayıp yıllar’’</B> olarak geçmiştir. Bu berbat sonucun alınmasında, bu dönemde görev yapan bütün hükümetlerin payı vardır. Ama en büyük sorumluluk, 1991'de ülke ekonomisini ‘‘halk yağcılığı’’ rayına oturtan Demirel'e aittir. Gerçi ülke ekonomilerini, birbirinden bağımsız ‘‘on yıllar’’ olarak ele alıp değerlemek, hakikate ulaşmak açısından çok da sağlıklı bir yöntem değildir. Ama, özellikle bu son on yılda işlenen iktisadi suçların açıkçası tanımlanması, bundan sonra yapılması gerekenleri saptamak açısından çok önemlidir.
* * *
Ülke ekonomilerinin iyi veya kötü performans göstermesi, genelde işbaşındaki hükümetlerin bir başarısı veya başarısızlığı olarak değerlenir. Bu değerleme, o kadar da doğru değildir. Ulusal ekonomilerin performansı, o ülkedeki tüm ekonomi aktörlerinin ortalama ‘‘beceri düzeyini’’ gösterir. Mesela Türkiye'de ekonominin 1) büyüme, 2) enflasyon, 3) milli gelir dağılımı ve 4) istihdam kriterlerinde düşük performans göstermesinin sorumluları arasında ‘‘özel sektörü’’ saymamak, doğrusu haksızlık olur. Merakım şu: Acaba özel sektör, yaşanan bu çok derin ekonomik krizden ve batan bunca banka ve şirketten sonra, kendisi için hangi dersleri çıkarmıştır? Özel sektörün öncüsü ve sözcüsü olan kuruluşların, hükümeti eleştirmek ve akıllarının pek de ermediği makro ekonomi konusunda devlete yol göstermek dışında, kendilerine dönük hangi özeleştirileri olmuştur? Ben hiçbir şey hatırlamıyorum. Boşta kalan bu eleştiri alanını doldurmak da maalesef bana düşüyor. Özel sektörümüzün sakat bir ‘‘zihin kurgusu’’ (mind set) var. Yılların birikimi olan bu kurgu yüzünden, hangi ‘‘bilgi girdisi’’ bu zihne şırınga edilirse edilsin, ‘‘karar çıktısı’’ mutlaka yanlış olmaktadır. Alınan bu kararlar aynı ‘‘mind set’’ tarafından irdelenmekte ve doğal olarak hiçbir yanlış bulunmamaktadır. İş álemimiz de ‘‘değişmeden ve gelişmeden’’ bir álem olan yaşayışını sürdürüp durmaktadır. Ne var (veya yok) bu sakat zihin kurgusunda?
* * *
1. Bir şirketin kullandığı finansal kaynakların getirisinin, kaynağın maliyetinden büyük olması gerekir kavramı yoktur. Yani iktisadi kár bilinmez, 2) Bütün yumurtaları bir sepete koymama ilkesi, çekirdek beceriyi evrensel ölçekte geliştirmek yerine, bildiği-bilmediği her işe girmek şeklinde yorumlar. 3) Yüksek ‘‘finansal kaldıraçlama’’ sağlamak için, son derece karışık bir örgütlenme ve iştirak yapısı inşa edilir. Kimin eli kimin cebinde, belli değildir. Saydamlık, istenmeyen özelliktir. İşler o kadar girift hale getirilir ki, sonunda işin başındakiler de resmi net göremez. 4) Kendi kendine yeterli olmak, başkasına iş kaptırmamak için entegrasyona gidilir. Süt içmek için inek beslenir. Bu sebeple verim (ROI) düşüklüğünden kurtulunamaz. 5) Kuruluşundan bir süre sonra, şirketlerin amacı, sahibinin egosunu tatmine dönüşür. Bu yüzden büyüme, kár hedefinin önüne geçer. Gösteriş için holdingleşilir. 6) Az vergi vermek için, gayri iktisadi karar alınmaktan kaçınılmaz. 7) Bankadan alınan ödünç para, gelir olarak tasnif edilir; şirketin parası patronun parası kabul edilir. 8) Bankaya ve devlete borç takmaktan hiç utanılmaz. 9) İşadamları ve yöneticiler, yüksek atlamayı (yani atmayı) sever, performanslarını ölçecek ‘‘iktisadi kárlılık’’ çıtasından ise nefret ederler.
SON SÖZ: Dürüst işadamı, mecbur kalmadıkça hile yapmaz.
Yazının Devamını Oku 21 Eylül 2002
<B>ÖYLE</B> veya böyle, Türkiye bir genel seçime gidiyor. Bu seçimlerden sonra da bir iktidar değişikliği olacağı kesin. Herhalde, bundan dört ay sonra Ecevit'in hálá başbakan olması mümkün değil. Yeni bir seçim, işbaşında bulunan hükümeti teşkil eden partiler için dahi, bir ‘‘yenilenme’’ fırsatıdır. Nitekim son yıllarda izlenen (Derviş aksini söylese de) gerçekte IMF tarafından empoze edilen, yani dayatılan, iktisadi politikanın aynen uygulanmaya devam edeceğini söyleyen tek bir siyasi parti başkanı yok. Hatta Derviş'in bizzat kendisinin milletvekili adayı olduğu CHP'nin lideri Baykal dahi, ‘‘IMF'ye teslim olmayacağız’’ diyor.
* * *
Tesadüfen, Türkiye'de tam bunlar konuşulurken, IMF'nin uyguladığı ekonomi politikalarına yıllardır karşı çıkan, Nobel ödüllü Amerikalı iktisatçı Stiglitz'in ‘‘Küreselleşme ve Onun Yarattığı Hoşnutsuzluklar’’ adlı bir kitabı piyasaya çıktı. Stiglitz 1997-2000 yılları arasında, IMF'nin kardeş kuruluşu olan Dünya Bankası'nın baş iktisatçısı olarak çalışmış. Kitap, başından sonuna kadar IMF tarafından uygulanan iktisadi politikaların, yanlış ve eksik yönlerini vurguluyor. İktisatçılar, diğer sosyal bilimciler gibi çok başarılı analizler yapar. Ancak bir türlü somut bir sentez üretemez. Mesela bir iktisatçıya ‘‘Gelişmekte olan bir ülke olarak Türkiye, halkının refah seviyesini artırmak için bugünden sonra ne yapmalıdır?’’ diye sorun ve cevap vermesi için kendisine bir saat süre verin. Bilin ki, bu 60 dakikanın 59 dakikasında, geçmişte yapılanların eleştirel bir analizini yapacaktır. Son bir dakikada da muğlak ifadelerle bazı önerilerde bulunacaktır.
* * *
Azgelişmiş ülkelerin krizlere düşmemesi için ne yapılmalı, sorusuna Stiglitz'in tabiri caizse, 59 dakikada değil, son bir dakikada söylediklerini, onun söylemediği kesinlikte özetleyeceğim:
1. Başta sıcak para olmak üzere, her türlü sermaye hareketlerini denetim altına alacak düzenlemeler yapılmalıdır.
2. İflas kertesine gelen firmalar, iflas etmelidir. Bu firmalara ödünç veren bankalar kurtarılmamalıdır.
3. Yabancı özel kişilerin, yerli özel kişilere verdiği borçlar, ülke ekonomisi krize girince IMF tarafından sağlanan kredilerle kamu borcu haline dönüştürülmemelidir.
4. Bankaların batma ihtimalini azaltmak için, bankacılık sektörü ülkenin şartlarına göre düzenlenmeli ve denetlenmelidir.
5. Reel faizlerde ve döviz kurlarında aşırı dalgalanmaları önleyecek risk yönetimi mekanizmaları inşa edilmelidir.
6. Gelişmekte olan ülkelerde KOBİ'leri ve tarım sektörünü koruyacak özel tedbirler alınmalıdır.
7. Bir ülkede ortaya çıkan bir mali krize müdahale edilirken, hazırlanan tedbirler paketi, o ülkenin siyasi ve sosyal yapısını göz önünde tutmalıdır.
8. Mali krizlerle mücadele edilirken, ekonomiyi küçültücü değil, büyütücü iktisat politikaları kullanılmalıdır.
SON SÖZ: Eleştiren de, eleştirilmeyi göze almalıdır.
Yazının Devamını Oku 18 Eylül 2002
<B>SERBEST</B> pazar sisteminde, ülke ekonomilerinin omurgası bankalardır. İsterseniz, daha geniş kapsamlı olsun diye buna <B>‘‘mali kesim’’</B> diyelim. Bir ülkenin ekonomik krize girmesi için, önce ‘‘mali krize’’ (financial crises) girmesi gerekir. Mali sistem az-çok adam edilmeden, yani omurga asgari seviyede işlevini yerine getirir hale getirilmeden, ekonomik krizin bitmesi mümkün değildir. Kısaca, mali kesim hastayken, ekonomide sağlıklı bir canlanma başlayamaz; daha doğrusu başlamamalıdır. Çünkü, ekonominin hareketlenmesinden doğacak yeni yükleri, sakat bir mali sistem taşıyamaz. Taşıyamayınca da tekrar kırılır. Arkasından da yeni bir iktisadi kriz, hem de daha şiddetli şekilde ortaya çıkar.
* * *
Mahkeme, artık tutuksuz yargılanmasına karar verince, Egebank'ın patronu Murat Demirel tahliye edildi. Hatta sonunda gazeteler, Murat Demirel'in tahliyesi haberini, ‘‘batan/batırılan/içi boşaltılan’’ bankalar konusunda bir toparlama yaparak verdi. Resmi rakamlar kullanılarak derli toplu bir tablo ortaya kondu. Bu tahliye, yakın tarihte yaşadığımız bankacılık rezaletleri hususunda hafıza kayıtlarımızı tazelemek için iyi bir vesile oldu. Toplumun unutmak üzere olduğu, ama asla unutmaması gereken büyük iktisadi kepazelikleri bir kez daha hatırladık.
Özel bankaların batırdığı ve günün sonunda devletin (yani halkın) borcu haline gelen bu asgari 20 milyar dolar para ne olmuştur? Bu paranın büyük bir kısmı ‘‘faiz geliri’’ olarak iç ve dış tasarruf sahiplerine transfer edilmiştir. İkinci büyük bölümü, yanmış bitmiş kül olmuştur. Yani israf edilmiştir. Kalanı da banka sahipleri tarafından, yedi sülalelerinin ‘‘kapalı kontak’’ rahat bir hayat sürmesi için emin yerlere gömülmüştür. Gerçek şu ki; banka sahiplerinin ümüğü ne kadar sıkılırsa sıkılsın, bu paranın çok büyük bir bölümünü geri almak mümkün değildir. Çünkü deve olan bu 20 milyar doların çoğu, batakçı banka sahibi tosunların kursağında değildir.
* * *
Gelelim bankacılık kesiminin, yani ekonominin kırık omurgasının nasıl onarılacağına. Lafı gevelemeden ifade edeyim. Bankalarımızın, enflasyon muhasebesi esaslarına göre ölçülmek kaydıyla ‘‘ekonomik kár’’ eder hale gelmesi şarttır. Ancak böyle olursa, mali kesim gerek dışarıdan, gerekse içeriden özkaynak bulabilir. Bu şartın yerine gelmesi için de bankacılık kesiminde denetlenebilir bir oligopol oluşmasını teşvik etmek gerekir. Bu oligopolistik yapının, reel sektörde haksız rekabete yol açmaması için de ‘‘bankacılık’’ ile ‘‘reel sektör’’ birbirinden ayrılmalıdır. Böylesi köklü bir ‘‘yeniden yapılanma’’ bugünden yarına gerçekleşemez. Bunu kabul ediyorum. Ama bugünden tezi yok, bankacılık kesiminin vizyonunu ‘‘tasarruf sahiplerinin bir kuruşunu dahi batırmamak’’, misyonunu ise ‘‘reel sektöre kaynak sağlamak’’ şeklinde tanımlayın. Sektörün tüm mülkiyet ve faaliyet stratejilerini, bu vizyon ve misyona doğru inşa etmek gereklidir. Bu da siyaseten yeni hükümetlerin, idareten BDDK'nın sorumluluğundadır.
SON SÖZ: Ya mevduat topla, ya kredi müşterisi ol; ama ikisi birden olma.
Yazının Devamını Oku 14 Eylül 2002
<B>GEÇEN</B> haftayı <B>‘‘e-devlet’’</B> üzerine yapılan coşkulu konuşmalarla geçirdik. Medyayı izledikçe, zehir hafiye içgüdülerim beni dürtüklemeye başladı. Her vesileyle halkın parasının acımasızca har vurup harman savrulduğu bu ülkede, moda uğruna yeni bir israf kapısı açılmasından endişe ediyorum. Çünkü, yürütülen ‘‘e-devlete geçiyoruz’’ kampanyası altında, bazı uyanıkların devleti kazıklama projelerinin yattığına inanıyorum.
* * *
Herhangi bir sektörde çalışan üretici firmalar, satışlarını artırmak için sürüm artırma faaliyeti yapar. Bunlardan biri de fuarlar tertip etmektir. Yani, her fuarın gayesi, katılımcı firmaların satışlarını artırmaktır. Bunda da hiçbir yanlışlık yoktur. Pazarlama, serbest pazar ekonomisinde en önemli işidir. Bu faaliyetin ahlaki olması için, müşterilerin kandırılmaması şarttır. Yoksa külahları değişiriz. Halkı kandırmanın yollarından biri ‘‘reklamı, haber olarak’’ makyajlamaktır. Gayri iktisadi işletmecilik yapan medya kuruluşları, maalesef bu ahlaksızlığı yapmaktadır. Yani ‘‘reklamlar’’ sanki ‘‘haber’’ veya bağımsız ‘‘yorum’’muş gibi okurlara sunulmaktadır. Eskiden, haber şeklinde sunulan reklam metinlerini, siyah bir çerçeve içine alıp, altına ‘‘Bu bir reklamdır’’ ibaresi koyma mecburiyeti vardı. Şimdi her şey serbest. Yeter ki bedelini ödeyin.
* * *
3-8 Eylül tarihleri arasında İstanbul'da TÜYAP adındaki bir fuarcılık şirketi ile HİFAŞ (Hannover Fairs İnterpro Uluslararası Fuarcılık A.Ş.) şirketi, en büyüğü Almanya'da organize edilen bir CeBit eskiden CeBot (Centrum für Büro-und Organisationstechnic) fuarı organize etmiş. Fuarın bizatihi kendisinin reklamını yapmak ve satınalma kararı verebilecek ‘‘yetkili kişilerin’’ ilgisini çekmek için de, 3-6 Eylül tarihleri arasında da 250 kadar konferans ve adına atölye çalışması denilen toplantılar düzenlenmiş. Bu toplantılara ne hikmetse ‘‘zirve’’ denmiş. Zirvenin ana konusu ‘‘e-devlet’’miş. Demek ki, fuarın bu yılki ‘‘hedef müşterisi’’ olarak ‘‘devlet’’ seçilmiş. Fuara 900 satıcı şirket katılmış. Ama bu arada, satılacak hiçbir ürünü olmayan sayın devletimiz, 1000 metrekarelik bir e-devlet pavyonuyla, ayrıca belediyemiz ve Türk Telekom da hatırı sayılır büyüklüklerdeki pavyonlarla fuara katılıp, kendi marifetlerini sergilemişler. IBM, HB, SUN ve ORACLE gibi sektörün bazı ciddi firmaları da nedense bu fuara katılmamış. Binbir işinin arasında canıyla da uğraşan başbakanı fuara sürükleyip, kendisine bir ‘‘çağdaşlık umresi’’ yaptırmışlar. Zirvede, çağdaş İsmail Cem de e-devletin anlamı üzerine çok önemli bir konuşma yapmış.
* * *
Yukarıdaki yazının havasından anlayacağınız üzere kafam, netice itibariyle bir pazarlama faaliyeti olan bu fuara ‘‘bilimsel ve kamusal bir hava’’ verilmesinden dolayı bozuk. Meramım şudur: Devletin hizmet üretmesi, süreç olarak ‘‘bilişim’’e (bilgi işlemeye ve iletişime) dayanır. Bu bakımdan, devletin bilişim sektörünün giderek en büyük müşterisi olması doğaldır. Aynı nedenle de devletin, bu sektörden en büyük kazıkları yeme ihtimali çok yüksektir. E-devlete geçmenin amacı, a) ‘‘etkinliği’’ (efficiency) yani maliyet tasarrufunu b) ‘‘verimliliği’’ (productvity) yani kişi başına üretimi ve son olarak da c) hizmet kalitesini atırmaktır.
SON SÖZ: Gösteriş tüketiminden beteri, gösteriş yatırımıdır.
Yazının Devamını Oku 11 Eylül 2002
<B>BİR</B> erken genel seçime daha giriyoruz. Hayırlısı olsun. Bana sorarsanız, Türkiye'de bir <B>‘‘erken’’</B> seçime hiç ihtiyaç yoktu. Ancak, başta iş álemimiz olmak üzere, ülkemizin ‘‘sivil zinde güçleri’’ böyle münasip gördüler. Medya ile kaldıraçlayıp, hükümeti kündeden aktardılar. Ecevit'in hastalığı işin bahanesi oldu. Gazete arşivlerini karıştırsanız, hükümette değişiklik taleplerinin Ecevit'in hastalığından çok önce başladığını göreceksiniz. Şimdi hükümeti deviren aynı ‘‘sivil zinde güçler’’, gitmek üzere olan hükümet tarafından uygulanan IMF destekli istikrar paketi, nam-ı diğer ‘‘Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’’, acaba yeni hükümet tarafından da uygulanacak mı telaşına düştü. Eğer yeni hükümet, mevcut hükümeti teşkil eden partiler tarafından değil, muhalefet tarafından kurulacaksa, ki öyle gözüküyor, bu programın uygulanmaması lazım. Yoksa mevcut hükümeti değiştirmenin bir anlamı kalmaz. Bu tez karşısında söylenecek ‘‘Program çok iyi, ancak uygulayıcılar kötüydü; dolayısıyla program değil, uygulayıcılar değişecek’’ savunması, doğrusu pek çocuksu kalır.
* * *
İktisat yazarları, iktidara aday partilerin ekonomik felsefelerini sorguluyor. Deniz Gökçe, AKP'nin programını incelemiş. Bir dizi yazı yazdı. AKP'nin yazılı ekonomi görüşünün altına, ben de imzamı atarım diyor. Deniz Gökçe'yle bu kadar hemfikir olan bir AKP, beni hayal kırıklığına uğrattı. Diğer taraftan yılların eskitemediği Deniz Baykal, yanında IMF programları uygulama uzmanı Kemal Derviş olduğu halde, seçmene haykırıyor, ‘‘CHP, IMF'ye teslim olmayacak’’ diye. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? İzninizle ben, siyasi partilerin iktisat ideologlarına somut tek bir soru soracağım. İktidara gelince Aysel'i (Aycell) ne yapacaksınız?
* * *
Türkiye'de Atatürk zamanında teorisi geliştirilen ‘‘devletçilik’’, ülkenin ihtiyacı olan, ancak özel girişimcilerin gücünün yetmediği üretim alanlarına, devletin ‘‘malik-müteşebbis’’ olarak yatırım yapmasıdır. Yine o devirde dahi, bu yatırımların, zamanı gelince özel sektöre devredilmesi derpiş edilmiştir. Devletçiliğin, gelişmiş ekonomilerde kabul görmüş en genel gerekçesi ise, hem haksız rekabete, hem de serbest rekabet ortamında girişimcilerin, ‘‘gereksiz’’ yatırım yaparak ‘‘kaynak israfına’’ sebebiyet vermesine engel olmaktır. Bu da ‘‘regülasyonlarla’’ temin edilmeye çalışır. ‘‘Üst Kurul’’lar (Regulatory Boards) bunun için vardır. En önemli regülasyon (tanzim) aracı ise, yatırım teknolojisi icabı, doğal tekel veya oligopol olması gereken sektörlerde, özel sektöre sınırlı sayıda ‘‘kurma ve işletme imtiyazı’’ vermektir. Bu sektörlerin başında da ulaşım, iletişim, enerji, su gibi ‘‘kamu hizmetine dönük’’ (public utilities) sahalar gelir. Devlet, özel sektörün yeterli yatırım yaptığı, yani arz noksanı olmayan sahalara asla yatırım yapmaz. Hele hele, kamu finansman açıkları yüzünden ekonomisi krize girmiş, Hazine'si fahiş reel faizle ödünç alan bir ülkede, bir kamu kuruluşunun böylesi fuzuli bir yatırım yapması, ekonomiyi istikrara getirme gayretlerini sabote etmektir.
SON SÖZ: Onu yapma, bunu yapma; yandaşlara nasıl para dağıtacağız?
Yazının Devamını Oku 7 Eylül 2002
<B>YAKLAŞIK</B> iki hafta önce, THY ile Londra'ya uçtuk. Zamanında meydana gittik. Güvenlik yoklamasından geçtik ve biniş kartı almak üzere yolcu kabul bankosunun önündeki kuyruğa girdik. İşlem sıramızı beklerken, ortada bir anormallik olduğunu anladım. Çünkü kuyruk yürümüyordu. Hemen bizim arkamızda Amerikalı genç adam, onun da arkasında bir İngiliz çiftle birlikte olan bitenden habersiz, kuzu kuzu beklememizi sürdürüyorduk. Dayanamadım, sıra bana gelmediği halde, bankoya yaklaştım. İşlem sırası gelmiş, ama bir türlü biniş kartlarını alamayan çifte, ‘‘Hayrola, bir aksilik mi var?’’ diye sordum. Onlar da ‘‘Uçak doluymuş, business sınıftan gelmeyen olursa, yer açılacakmış onu bekliyoruz’’ dediler. Ben hemen ‘‘Demek yedeksiniz, o zaman müsaade edin, biz biniş kartımızı alalım, çünkü bizim yerlerimiz teyidli’’ dedim. Meğer onların biletleri de ‘‘OK’’liymiş. Derken yan bankodan bir cayırtı koptu. Gençten bir kadın feryada başladı. ‘‘Yanımdaki annem hasta, bizim de OK'li biletimiz var, bu uçakta mutlaka uçmalıyız. Londra dışından akrabalarımız gelecek, bizi alandan alıp evlerine götürecek, uçamazsak perişan oluruz’’ diye avazı çıktığı kadar bağırıyor. Bir türlü sakinleşemeyen hanım, son çare olarak şantaja başvurdu: ‘‘Dün bir kadın soyunmuş, onu uçurmuşlar, bizi de uçurun yoksa ben de soyunacağım’’ demeye başladı. (Pek tabii sonunda başardı ve onlara yer bulundu.)
* * *
Bankodaki genç memureye, nedir bir rezalet dedim. Gayet sakin bir şekilde ‘‘IATA’’ya (yani Uluslararası Havayolları Şirketleri Birliği) dahil bütün havayolu şirketleri, gelmeyen yolcular yüzünden uçak boş gitmesin diye yüzde 10 fazla teyidli bilet keser; bazen yolcuların çoğu gelir. İşte o zaman, şu an yaşadığmız gibi durumlar ortaya çıkar dedi. Ona göre, bunda büyütülecek bir şey yoktu. Yedi saat sonraki uçakta yer vardı, istersek onunla, istersek ertesi gün veya aktarmalı uçabilirdik.
* * *
Bize ve bizim gibi OK'li bileti olduğu halde uçağa alınmayan yerli ve yabancı yolculara yapılan bu muameleye çok içerledim. Bugüne kadar, ulusal havayolu şirketimizdir diye tercih ettiğim (bundan sonra da aynı sebeple tercih edeceğim) THY'nin, müşterisine karşı saygısızlık (aslında daha ağır bir sıfat kullanmam lazım) yapmaktan hiç fütur getirmemesine üzüldüm. Diyelim ki, başka havayolu şirketleri de aynı şekilde, fazla bilet kesiyor. Sözleşmeyi bozuyor. Yani, daha fazla para kazanmak için, küçük bir ihtimalle olsa dahi ‘‘müşteriye karşı mahcup olma riskini’’ göze alıyor. Peki bu riski alan firma, riskin tecelli etmesi halinde ne yapmayı planlamalı? Gayet açık ki, ‘‘müşteriden özür dileyip, onda oluşabilecek memnuniyetsizliği telafi etmeyi’’ hedeflemeli değil mi? Ne gibi derseniz, mesela uçuramadığı yolcusuna CİP salonunu açmak, bedava yemek ikram etmek, ilave mil puanı vermek, bedava bilet sunmak, hatta para vermek gibi jestler yapmalı. Yani ‘‘kusurunu telafi etmeli’’. Nitekim bunu yapan havayolları var. Ama THY, bunların hiçbirini yapmıyor. Yapmaya gerek duymuyor. Böyle bir kültürleri yok. Hukuk bilmiyor. Memurlar yolcuya, ne var bunda diyor? Bankonun önü ana baba günü, canhıraş bağırtılar tavanlara yükseliyor, ortada yetkili diye tek bir Allah'ın kulu gözükmüyor. Çünkü hepsinin çok önemli işleri var.
SON SÖZ: Adamı olan adam, OK'siz biletle de uçar.
Yazının Devamını Oku 4 Eylül 2002
<B>NE</B> zaman birileri <B>‘‘çok parlak bir fikir’’</B>le ortaya çıksa, hemen anlarım ki işin gerisinde bir mekán rantı apartasyon tertibi vardır. Mesela bir belediye, halk pazarı kurmaya, şenlik tertiplemeye veya ramazanda bedava iftar yemeği dağıtmak gibi bir sosyal faaliyet yapmaya karar vermişse, bilin ki şehir planında yol, meydan, kaldırım veya park olarak tefrik edilmiş bir mekánın kullanım maksadı değiştirilecektir. Şehrin randımanı düşürülerek yaratılacak rant, biraz halka ve biraz da eşe dosta dağıtılacaktır. Devam edelim. Mesela İstanbul Teknik Üniversitesi'nin Ayazağa'da harika bir yerleşkesi var. Ne zaman İTÜ'den fuar tertiplemek veya teknopark kurmak gibi parlak bir fikir ortaya atılsa, bakıyorum girişimin esas amacı, bu araziden İTÜ'ye rant geliri yaratmak. Diyelim Nişantaşı'nda sanat şenlikleri tertip edilecek diye bir haber okudunuz. Bilin ki, sokaklar ve kaldırımlar işgal edilecek, trafiğin canına okunacak ve yaratılan mekán rantı bölüşülecektir. Eski yerindeyken, altı metrekare satış alanı için, mafyaya ayda birkaç yüz milyon ‘‘kira’’ (haraç) ödenen Ulus Pazarı, sosyetik bir mekán rantı otlağıydı.
* * *
İstanbul'un en ünlü mekán rantı talanlarından, bir ikisini daha sıralayayım: Beşiktaş meydanındaki eski tramvay deposunun bulunduğu ve tepesinden üst yol geçen park alanı. ‘‘Kamyon Pazarı’’ adıyla, belediye tarafından başlatılan bu mekán yağması, şimdi yerleşik düzene geçti. Bir diğeri ‘‘geçici ucuz giyim fuarı’’ numarasıyla başlayan Bostancı Tren İstasyonu ve çevresinin yağmalanması projesidir. Bu da çok gaddar derin kesmelerdendir. Tabii rekor, İstanbul'un Anadolu yakasında, hem trafik rahatlasın hem de ‘‘yeşil kuşak’’ oluşsun diye doldurulan sahilde, Maltepe Belediyesi tarafından organize edilen devasa kaçak yapılaşmadadır. Fenerbahçe burnunun başta spor kulüpleri olmak üzere resmi kuruluşlarla yağmalanması, hepimizin ibretle izlediği en dokunulmaz olaylardandır. Deniz doldurularak kazanılan Mersin sahilinin, nasıl örgütlü bir biçimde yağmalandığını, orayı yeni temizleyen şimdiki vali anlatabilir. En taze mekán talanı ise, Boğaziçi'nin Avrupa yakasında ‘‘yola sıfır’’ deniz üstünün yüzer lokantalarla yağmalanmasıdır. Örnekler saymakla bitmez.
* * *
Gelelim işin başka bir veçhesine. 770 bin kilometrekare Türkiye'de araziden bol bir şey yokken, en kıt kaynak topraktır. Bugün, dürüstlükten ayrılmadan ciddi bir iş yapmaya karar verin. Bunun için de 300 dönüm araziye ihtiyacınız olsun. İnanın rüşvet vermeden, ona buna para yedirmeden böyle bir arazi parçasının mülkiyetini elde edip, üzerine ruhsatları tamam bir tesis kurmanız mümkün değildir. Mutlaka ama mutlaka, bir usulsüzlük yapmanız şarttır. Sistem o şekilde inşa edilmiştir ki, hukuka uygun davranmak isteyenlerin hayat alanları sıfırdır. Bu durum, zannedilmesin ki birkaç kötü adamın eseridir. Hayır. Bunun sebebi, halkın ‘‘milli geliri ve milli serveti’’ yeniden dağıtma mekanizmasını işler tutma azmidir. Bu gerekçeyle Hazine, elindeki toprakları planlı bir şekilde halkın kullanımına açmaz. Açarsa, arazi arzı artar. Arz artınca, ‘‘kıtlık’’ kalkar. Kıtlık kalkarsa rant biter. Halbuki, kişilerin ve kurumların zengin olması için, rant bölüşümüne ihtiyaç var. Rant olmazsa, zenginleşme durur.
SON SÖZ: Rantla gelen zenginlik, rantla gider.
Yazının Devamını Oku